Amerika
ABD’de kritik dava: Büyük Teknoloji şirketleri, devlet müdahalesine karşı

Geçen pazartesi günü, ABD Yüce Mahkemesi, son elli yıldır Amerikan iktisadi düzenine rehberlik eden bazı temel fikirlere meydan okuyan önemli bir davayı dinledi.
Davanın bilinen adı ‘NetChoice v. Paxton’ (NetChoice, Paxton’a karşı) ve cevabı aranan soru, Anayasa’nın Birinci Maddesinin ‘ifade özgürlüğü’ kisvesi altında Google, Meta, Amazon ve TikTok gibi teknoloji platformlarının ekonomik regülasyonunu yasaklayıp yasaklamadığı idi.
NetChoice, çevrimiçi işletmelerin ticaret birliği olarak işlev görüyor. NetChoice’ın üyeleri arasında Amazon, Google, Lyft, Meta, Nextdoor, PayPal, Snap, TikTok, Verisign, Waymo ve X bulunuyor.
NetChoice ve mali kaynakları
NetChoice, Google, Facebook, Amazon ve TikTok tarafından finanse edilen bir lobi grubu ve öncelikle bu tür firmaları kısıtlamak için tasarlanmış kamu kurallarına karşı dava açıyor.
Bütçesi ise bir hayli büyük: Federal hükümetin tüm Tekel Karşıtı departmanının yaklaşık %15’ine eşit.
NetChoice, Florida’daki benzer bir yasanın yanı sıra, yasayı engellemek için derhal dava açtı. Büyük teknoloji firmaları ilk başta bu davayı ‘partizan bir mücadele’ olarak göstermeye çalıştı, çünkü Teksas büyük teknoloji firmalarına karşı siyasi muhafazakârları savunmaya çalışıyordu.
Fakat bu girişim başarısız oldu, çünkü Demokratların yönetimindeki California’nın ‘California Yaşa Uygun Tasarım Kodu Yasası’ gibi, NetChoice’un engellemek için dava açtığı bir dizi başka yasa da var.
Davaların özeti
2021’de Florida ve Teksas eyaletleri, 50 milyondan fazla Amerikalı kullanıcısı olan sosyal medya platformlarının kullanıcılara karşı bakış açısına göre ayrımcılık yapamayacağını zorunlu kılan bir yasa çıkardı. Yasalar açıkça Donald Trump’ın Twitter ve Facebook’tan atılmasına karşı bir tepki olarak gündeme gelmişti.
İki teknoloji grubu, 2021’de federal mahkemede Florida yasasına itiraz etti. Bölge mahkemesi, tedbirin uygulanmasını engelledi ve bunun muhtemelen Birinci Maddeyi ihlal ettiğini belirledi. Florida, ABD 11. Daire Temyiz Mahkemesi ticaret gruplarının yanında yer almadan önce karara itiraz etti.
Davanın sonucu, trilyonlarca dolarlık piyasayı ekonomik olarak doğrudan etkileyecek. Ama daha önemlisi, ABD’deki siyasi ve toplumsal sonuçları gibi görünüyor. Büyük Teknoloji firmalarına karşı tekel karşıtı, mahremiyet hakları, medeni haklar ve ifade özgürlüğü konularında iddialar var ve Kongre ve eyalet yasama organları, bu şirketlerin ‘gözetleme reklamcılığını’ ve çocukları nasıl istismar ettiğini ele almak için hareket ediyor.
Bu dava, bu karşı siyasi hamlelerin bir kısmını veya tamamını bozma tehdidinde bulunuyor, çünkü Büyük Teknoloji şirketlerinin avukatlarının yola çıktığı temel öncül, Amerikan Anayasasının, demokratik olarak seçilmiş yetkililerin, kararları önemli toplumsal sonuçlara yol açsa bile, özel teknoloji platformlarına müdahalesine izin vermediği iddiası.
Dava ilerledikçe ve tartışmalar ortaya çıktıkça, bir dizi ilginç ve tuhaf soru gündeme geldi. Örneğin, Facebook’un hizmetlerini ırksal veya dini olarak ayrımcılığa göre verme veya çocukları bağımlı hale getiren hizmetler oluşturma konusunda Birinci Maddeden kaynaklı bir hakkı var mı? Şirketin avukatı Paul Clement’e göre cevap “Evet.”
Bir başka örnek: Google, siyasi anlaşmazlık nedeniyle Tucker Carlson veya Rachel Maddow’un Gmail hesabını silebilir mi? Şirket avukatına göre cevap yine “Evet.”
Bir başka örnekte, Yargıç Neil Gorsuch, Gmail gibi teknoloji şirketlerinin, şirketlerin kabul etmediği ırk, siyaset ve din gibi konulardaki e-postaları ve özel doğrudan mesajları silip silemeyeceğini sordu. Clement, bunun ‘eşit koruma’ maddesinin nasıl uygulandığına bağlı olarak karara bağlanması gerektiğini, fakat ‘bu meselenin [de] özünde editoryal kararları içerdiğini’ söyledi.
ACLU, mahremiyet çalışan hukuk profesörleri, Etsy gibi firmalar, tarihçiler, sivil haklar grupları, ABD Ticaret Odası ve General Stanley McChrystal gibi ulusal güvenlik uzmanları gibi çeşitli üçüncü taraflar da Büyük Teknoloji şirketlerine destek çıktı.
Argümanlar ve karşı argümanlar: Kamusal alan masaya yatırıldı
Florida Başsavcısı Henry Whitaker, sosyal medya platformlarının sansür politikalarını ‘tutarsız bir şekilde’ uygulama ve belirli kullanıcıları platformdan çıkarma veya sansürleme konusunda Birinci Madde hakkına sahip olmadığını savunarak davasını ortaya koydu.
Whitaker, sosyal medya platformlarının ‘kendilerini ifade özgürlüğü için tarafsız forumlar olarak pazarlayarak’ başarıya ulaşmasına rağmen, artık ‘çok farklı bir tondan konuştuklarını’ savundu.
Whitaker, “Sitelerinde barındırdıkları her şeyi sansürlemek için geniş bir Birinci Madde hakkına sahip olduklarını iddia ediyorlar, bunu yaparken tüketicilere kendi temsilleriyle çelişse bile. Fakat Birinci Maddenin tasarımı, konuşmanın bastırılmasını önlemektir, onu etkinleştirmek değil,” dedi.
Baş Yargıç John Roberts ise endişe duymaları gereken ilk şeyin ‘modern kamusal alanı’ eyaletin düzenlemesi gerektiği olup olmadığını sorguladı. Whitaker ise cevap olarak, büyük işletmelerin konuşmacıları susturma gücüne sahip olması nedeniyle, eyaletlerin fikirlerin özgürce yayılmasını sağlamakta çıkarları olduğunu savundu.
Teksas Başsavcısı Aaron Nielson da ‘milyarlarca insanın konuşmasına pasif bir şekilde ev sahipliği yapan platformların kendileri konuşmacılarsa ve ayrımcılık yapabiliyorsa, konuşulacak bir kamusal alan olmayacağını’ savundu.
Yargıçların kafası karışık
Davaya bakan Yüce Mahkeme yargıçlarının ise ‘ifade özgürlüğü’ meselesiyle nasıl başa çıkacağı hâlâ muamma.
Örneğin Yargıç Gorsuch, ‘gençleri bağımlılığa veya intihara, depresyona ve bu tür şeylere çekmek için özel olarak tasarlanmış algoritmaların’ ifade özgürlüğü kapsamında olup olmadığını ve bu nedenle devlet tarafından düzenlenip düzenlenemeyeceğini sordu.
Avukat Clement’in cevabı, bunları devletin düzenleyemeyeceği yönündeydi.
Yargıç Barrett, büyük teknoloji firmalarının dine dayalı olarak kullanıcıları yasaklayıp yasaklayamayacağını sordu. Yine, cevap evetti: Eğer Google, platformunda yalnızca Katoliklerin bulunmasına izin vermek istiyorsa, ‘Protestanların Katolik partisine girmesine izin vermemek’ için bir Birinci Maddeye dayalı hakkı vardı.
Regülasyon karşıtlığında Jim Crow esintileri
Teknoloji şirketlerinin ‘devlet müdahale edemez’ argümanının izi, ABD’deki Sivil Haklar hareketi ve buna yönelik muhfazakâr tepkiye kadar götürülebilir.
1964 Sivil Haklar Yasası ve buna karşı çıkan Yale Üniversitesi’nin ‘efsanevi’ hukuk profesörü Robert Bork’un adı bu nedenle yeni dava ile birlikte tekrar gündeme geldi. Bork, sivil haklar hareketinin ırksal ayrımcılığa karşı mücadelesi ile ilgili olarak, ırksal ayrımcılığın ‘özelleştiği’ müddetçe savunulabileceği yargısında bulunmuştu.
Bork’un ırksal ayrımcılığı savunan The New Republic makalesi o kadar tartışma yaratmıştı ki, Güneyli köle sahiplerinin torunları memnuniyetlerini gizleme gereği duymamıştı; hatta, Güney Carolina’lı bir banker, Bork’a bir mektup yazarak, ‘Yale’de bir Goldwater adamına sahip olmanın kendileri için çok cesaret verici’ olduğunu söylemişti. Barry Goldwater, Arizona’nın efsanevi muhafazakâr senatörünün adıydı.
The New Republic editörleri ise, Bork’un yasal görüşlerine karşı sağlam bir argüman sunuyorlardı: Tüm aksi iddialara rağmen, çağlardan beri, özel mülkiyet sahipleri bazı kamusal dayatmalar çerçevesinde işlerini görebilirdi. Örneğin İngiliz örfi hukukunda, bir hancı, ayık ve düzenli olmak kaydıyla, tüm müşterileri kabul etmekle mükellefti. ABD’deki Güneyli işletmeler ve Bork ise, özel mülkiyet hukukunu kötüye kullanıyor ve kamusal zorunluluklardan tam muafiyet talep ediyorlardı.
Bork, makalesinde ırkçılığı görünşte savunmuyordu; onun kişisel fikrine göre ırkçılık ‘iğrenç’ti. Ama püf noktası burası değildi: Ona göre, devletin, iş adamlarının özel mülklerini kullanma şartlarını dikte etmede hiçbir rolü yoktu.
Güneyli mülkiyet hakkı neoliberal finansallaşma ile birleşirse…
Yale profesörü aslında, Amerikan İç Savaşı esnasında, Atlantik’in iki yakasındaki kölelik savunucularının argümanlarını tekrar ediyordu. Güneyli köle sahipleri ve destekçileri, kölelerinin kendi özel mülkleri olduğunu söyleyerek, özel mülkiyete yönelik devlet müdahalesinin liberalizmin temel ilkesine aykırı olduğunu savunuyorlardı.
Amerikan İç Savaşı’nı kölelik karşıtı Kuzeyli cumhuriyetçiler kazansa da, savaştan hemen sonra Güney ile uzlaşmaya gidildi ve buradaki beyaz toprak sahiplerine ırksal ayrımcılık uygulama hakkı verildi. ‘Jim Crow yasaları’ olarak bilinen bu yasalar, Güneyde ırksal ayrımcılığı pekiştirirken, siyahiler örneğin otobüslere veya otellere beyazlarla birlikte giremez hale gelmişti.
‘Jim Crow’ ifadesinin kökeni, ilk kez 1828’de, beyaz aktör Thomas D. Rice tarafından siyah suratlı bir şarkı ve dans karakteri olan ‘Jump Jim Crow’a atfediliyor. Rice’ın şöhretinin bir sonucu olarak, Jim Crow 1838’de ‘Zenci’ anlamına gelen aşağılayıcı bir ifade haline gelmişti. Güney yasama organları, 19. yüzyılın sonunda Afrikalı Amerikalılara yönelik ırk ayrımcılığı yasalarını kabul ettiğinde, bu yasalar ‘Jim Crow yasaları’ olarak tanındı.
1964’te federal düzeyde ırksal ayrımcılık uygulamasına son verilse de bu argümanların güçlü bir siyasi etkisi olmaya devam etti. Güney, kamu hizmeti kurallarını ve tekelcilik karşıtı kuralları her zaman desteklemişti, çünkü Güneyliler bu yasal araçları Kuzey sermayesinin ezici gücü üzerindeki kontroller olarak gördüler.
Bork, 1960’lı yıllarda iktisadi olarak da, büyük şirketler karşısında küçükleri koruyan tekel karşıtı yasalara karşı çıkarak bunların ‘verimsiz’ ve tüketicilere zararlı olduğunu savunmuştu. Fortune dergisindeki yazısının ardından Bork, büyük şirketler tarafından el üstünde tutulmaya başlanmış ve cezbedici ücretlerle ‘araştırma’ fonlarına erişim sağlamıştı.
Neoliberal dönemle birlikte hız kazanan deregülasyon eğilimi, hem tekel karşıtı küçük şirketleri hem de Güneyli beyaz mülk sahiplerini ‘devlet [müdahalesi] karşıtı’ bir düzlemde siyasallaştıracak ve bunlar, dönemin aşırı finansallaşmasının kuralsızlaşma isteği ile ortaklaşacaktı.
Ama işin garibi, Bork’un tezleri liberal solu da etkileyecekti. Sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşme eğiliminde bir sorun görmeyen Bork, iktisadi uzmanlığı severken, popülizmi ve küçük işletmeciliği sevmiyordu. Bork için bu, tüketici hakları meselesiydi ve tam da bu nedenle tekellerin fiyat kontrollerine gitmesini de onların mülkiyetten doğan hakları olarak gördüğünü yazıyordu.
Dolayısıyla, fiyat kontrollerinin her türlüsü artık yasaldı, cinsiyet ve ırk ayrımına dayalı olanları hariç. Bunun önünde bir engel olup olmadığı, Yüce Mahkeme’deki dava ile birlikte açıklığa kavuşabilir. Ama Büyük Teknoloji’nin savunmasında, Bork’un Sivil Haklar karşıtı ve tekel yanlısı akıl yürütmesinin izi rahatça sürülebilir.
Amerika
Amerikan borsaları uçuşa geçti

Amerikan borsaları, son 3 aydaki kayıplarını büyük oranda telafi ederek büyük bir ralliye başladı.
S&P 500 dün yeni bir rekorun kıyısına gelerek, Donald Trump’ın nisan ayında açıkladığı “Kurtuluş Günü” gümrük vergilerinin ardından yaşanan trilyonlarca dolarlık çöküşten muazzam bir geri dönüş yaptı.
ABD’nin ekonomi politikası ve jeopolitik durumuyla ilgili belirsizliğin devam etmesine rağmen, S&P 500, nisan ayında yaklaşık %20 değer kaybetmeden önce, şubat ayında kaydettiği rekor seviyeye %0,1’den az bir farkla kapattı.
Endeks, o günden bu yana inişli çıkışlı bir seyir izleyerek toparlanmaya başladı ve dün gün içi işlemlerde kısa süreliğine rekorunu aştı.
Salı günü, teknoloji ağırlıklı Nasdaq 100, genel piyasayı geride bırakarak tüm zamanların en yüksek kapanışını kaydetti. Bu, Trump’ın İsrail ve İran’ın ateşkes üzerinde anlaştığını açıklamasının ardından geldi ve yatırımcıların olası bir petrol kriziyle ilgili endişelerini hafifletti.
Çözülmemiş jeopolitik çatışmalar ve Trump’ın hâlâ devam eden gümrük vergisi politikaları arasında, Capital Wealth Planning’in portföy yöneticisi Kevin Simpson, CNBC’ye “geri dönüşün büyüklüğüne şaşırdığını” söyledi.
Trump, nisan ayında tehdit ettiği en sert gümrük vergilerinin bir kısmını geri aldı ve o zamandan beri ABD’nin başka ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmaları piyasaları memnun ediyor.
Simpson, yatırımcıların “mega cap teknoloji ve yapay zeka coşkusunun hakim olduğu bir piyasada düşüşleri satın almaya istekli” göründüğünü söyledi.
Nvidia, Çin’in DeepSeek’in ABD’li girişimlerden daha maliyet etkin olabileceği endişelerini hafifleten beklentilerin üzerinde kazançlarla bu hafta rekor seviyeye ulaştı.
Palantir, S&P 500 ve Nasdaq 100’de yıl başından bu yana en fazla değer kazanan şirket oldu. Wired’ın haberine göre, veri şirketi giderek yüksek ücretli devlet ihalelerine giriyor ve kısa süre önce Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza (ICE) için bir “gözetim” platformu geliştirmek üzere 30 milyon dolarlık bir anlaşma imzaladı.
Wells Fargo stratejisti, iki faiz indirimi, “Büyük Harika Yasa”nın kurumlar vergisi indirimleri ve deregülasyonun nihayetinde şirket kazançlarını artıracağını ve piyasaları daha da yukarı taşıyacağını öngörüyor.
Fakat bu arada daha fazla dalgalanma da bekleniyor.
Amerika
ABD’den İran’a ‘teklif’: Uranyum zenginleştirmeden vazgeç, 30 milyar doları al

Trump yönetimi, nükleer silah elde etmesini engellemek amacıyla İran’a uranyum zenginleştirmeyi durdurması karşılığında 30 milyar dolarlık bir teklif sunmayı değerlendiriyor. CNN’in haberine göre, barışçıl nükleer program için kullanılacak bu fonun ABD yerine Arap ülkeleri tarafından sağlanması ve Washington’un müzakerelere liderlik etmesi planlanıyor.
ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin, Tahran ile müzakerelere geri dönme çabaları kapsamında, İran’a barışçıl nükleer programını geliştirmesi için 30 milyar dolara kadar finansal erişim sağlama olasılığını tartıştığı bildirildi.
CNN‘in konuya vakıf kaynaklara dayandırdığı haberine göre, bu teklifin karşılığında Tahran’ın uranyum zenginleştirmeyi tamamen durdurması talep ediliyor ve bu maddenin “müzakereye açık olmadığı” vurgulanıyor.
Plana göre, paranın ABD tarafından değil, Arap ülkeleri tarafından sağlanması öngörülüyor. Bir yönetim yetkilisi, “ABD bu müzakerelere liderlik etmeye hazır. Birilerinin nükleer programın uygulanması için ödeme yapması gerekecek, ancak biz böyle bir taahhüt altına girmeyeceğiz,” dedi.
AB, İran’ın ABD saldırılarından önce Fordo’dan uranyum stoklarını çıkardığına inanıyor
Masadaki diğer teklifler
Amerikalı yetkililer, masada başka tekliflerin de olduğunu belirtti. Bu teklifler arasında İran’a yönelik bazı yaptırımların potansiyel olarak kaldırılması ve Tahran’ın yabancı bankalardaki 6 milyar dolarlık dondurulan varlıklarına erişim hakkı tanınması yer alıyor.
Bir diğer fikir ise ABD’nin Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinin, ABD saldırılarında hasar gören Fordo nükleer tesisinin yerine, yine uranyum zenginleştirme kabiliyeti olmayacak şekilde yeni bir altyapı inşa etmesinin maliyetini karşılaması.
Washington’dan ‘kapsamlı barış’ hamlesi
Trump’ın Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff, CNBC‘ye yaptığı açıklamada ABD’nin “kapsamlı bir barış anlaşması” yapmayı hedeflediğini söyledi.
Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, tüm tekliflerin İran’ın nükleer silah elde etmesini engellemeye yönelik olduğu vurgulandı.
Beyaz Saray, son iki haftada yaşanan olayların, yani İsrail ile karşılıklı saldırılar ve ABD’nin İran’ın nükleer merkezlerine yönelik saldırısının ardından Tahran’ın Washington’un şartlarını kabul edeceğini umuyor.
Uzmanlar şüpheli: Teklif ters tepebilir
CNN‘in aktardığına göre, İran uzmanları ise tam tersine, yaşananların ülke yönetimini nükleer silaha sahip olmaları gerektiği konusunda daha da ikna edeceğini düşünüyor.
Bu hafta başında İran parlamentosu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile işbirliğinin askıya alınmasını onaylamıştı. İran yönetimi, 22 Haziran gecesi gerçekleşen ABD saldırısından önce de ajans yetkililerinin tesislerine erişimini önemli ölçüde kısıtlamıştı.
UAEA’nın mayıs ortası verilerine göre, İran’ın elinde yaklaşık 409 kilogram yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum bulunuyordu.
Bloomberg, bu miktarın teorik olarak on adet nükleer savaş başlığı üretmek için yeterli olduğunu yazmıştı. Ajansın Genel Direktörü Rafael Grossi, bu maddenin yerinin bilinmediğini bildirdi.
Tahran, saldırıya uğrayan tesislerdeki uranyum stoklarını önceden taşıdığını iddia ederken, UAEA ise stokların önemli bir kısmının saldırıdan kurtulmuş olabileceğini değerlendiriyor.
Amerika
ABD’nin borç yükü uzun vadeli tahvillerden kaçışa neden oluyor

Yatırımcılar, ABD’nin artan borç yükünün dünyanın en önemli pazarlarından birinin cazibesini gölgelemesi nedeniyle, uzun vadeli ABD tahvil fonlarından kaçıyor.
EPFR verilerine dayanan Financial Times (FT) hesaplamalarına göre, devlet ve şirket borçlarını kapsayan uzun vadeli ABD tahvil fonlarından ikinci çeyrekteki net çıkışlar şu ana kadar yaklaşık 11 milyar dolara ulaştı.
İkinci çeyrekteki bu çıkış, 2020’nin başındaki şiddetli piyasa türbülansından bu yana en ağır çıkış olarak kayıtlara geçecek ve önceki 12 çeyrekteki ortalama 20 milyar dolarlık girişlerin ardından güçlü bir değişim işaret ediyor.
Kurumsal yatırımcılar tarafından yaygın olarak kullanılan uzun vadeli tahvil fonlarından yapılan itfa işlemleri, Amerika’nın borç geleceğine ilişkin endişelerin arttığı bir dönemde gerçekleşiyor. Fon akışları, devasa ABD tahvil piyasasının sadece küçük bir bölümünü yansıtıyor, fakat yatırımcı duyarlılığının bir göstergesi niteliğinde.
Tahvil odaklı yatırım şirketi DoubleLine’dan Bill Campbell, fon akışlarına atıfta bulunarak, “Bu, çok daha büyük bir sorunun belirtisi. Yurt içinde ve yabancı yatırımcı topluluğu arasında, Hazine tahvillerinin uzun vadeli kısmına sahip olma konusunda büyük endişe var,” dedi.
Kongrede görüşülmekte olan Başkan Donald Trump’ın “büyük ve harika” vergi tasarısının, bağımsız analistlere göre önümüzdeki on yıl içinde ABD’nin borç tutarına trilyonlarca dolar ekleyeceği ve bu durumun Hazineyi büyük miktarda tahvil satmaya zorlayacağı tahmin ediliyor.
Beyaz Saray ise gümrük vergileri ve daha yüksek büyümenin borç yükünü azaltacağını savunuyor.
Aynı zamanda, piyasa katılımcıları, tahvil yatırımcıları için en büyük belalardan biri olan enflasyonu körüklemek için yönetimin başlıca ticaret ortaklarına uygulayacağı gümrük vergilerine hazırlık yapıyor.
Goldman Sachs’ın baş kredi stratejisti Lotfi Karoui, bu çıkışın “mali sürdürülebilirliğin uzun vadeli görünümüne ilişkin endişeleri yansıttığını” söyledi.
Varlık yönetimi şirketi PGIM’in küresel tahvil başkanı Robert Tipp, Fed’in %2’lik enflasyon hedefine atıfta bulunarak, “Enflasyonun hâlâ hedefin üzerinde olduğu ve gözle görülür bir şekilde devlet arzının yüksek olduğu, dalgalı bir ortam var. Bu durum, getiri eğrisinin uzun vadeli kısmında tedirginlik ve genel bir huzursuzluk yaratıyor,” dedi.
Uzun vadeli tahviller enflasyona özellikle duyarlıdır, çünkü fiyatlardaki yüksek büyüme, uzun vadede ödenen sabit faiz ödemelerinin değerini eritir.
Bloomberg’in geniş endeksine göre, bu tedirginlik, uzun vadeli ABD tahvillerinin fiyat performansına da yansıdı. Bu tahviller, Trump’ın nisan ayında yaptığı gümrük vergisi açıklamalarının piyasaları sarsmasının ardından, bu çeyrekte yaklaşık %1 değer kaybetti.
Buna karşılık, EPFR rakamlarına göre, yakın vadede vadesi dolacak ABD tahvillerini elinde bulunduran fonlara para akışı devam etti ve bu çeyrekte kısa vadeli stratejilere 39 milyar dolardan fazla para akışı oldu.
Fed’in bu yıl şimdiye kadar kısa vadeli faizleri yüksek seviyelerde tutması nedeniyle, bu fonlar cazip getiriler sağlıyor.
-
Görüş2 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Ortadoğu1 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi2 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?
-
Avrupa1 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor
-
Dünya Basını5 gün önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Dünya Basını1 hafta önce
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor