Bizi Takip Edin

AMERİKA

ABD’de kritik dava: Büyük Teknoloji şirketleri, devlet müdahalesine karşı

Yayınlanma

Geçen pazartesi günü, ABD Yüce Mahkemesi, son elli yıldır Amerikan iktisadi düzenine rehberlik eden bazı temel fikirlere meydan okuyan önemli bir davayı dinledi.

Davanın bilinen adı ‘NetChoice v. Paxton’ (NetChoice, Paxton’a karşı) ve cevabı aranan soru, Anayasa’nın Birinci Maddesinin ‘ifade özgürlüğü’ kisvesi altında Google, Meta, Amazon ve TikTok gibi teknoloji platformlarının ekonomik regülasyonunu yasaklayıp yasaklamadığı idi.

NetChoice, çevrimiçi işletmelerin ticaret birliği olarak işlev görüyor. NetChoice’ın üyeleri arasında Amazon, Google, Lyft, Meta, Nextdoor, PayPal, Snap, TikTok, Verisign, Waymo ve X bulunuyor.

NetChoice ve mali kaynakları

NetChoice, Google, Facebook, Amazon ve TikTok tarafından finanse edilen bir lobi grubu ve öncelikle bu tür firmaları kısıtlamak için tasarlanmış kamu kurallarına karşı dava açıyor.

Bütçesi ise bir hayli büyük: Federal hükümetin tüm Tekel Karşıtı departmanının yaklaşık %15’ine eşit.

NetChoice, Florida’daki benzer bir yasanın yanı sıra, yasayı engellemek için derhal dava açtı. Büyük teknoloji firmaları ilk başta bu davayı ‘partizan bir mücadele’ olarak göstermeye çalıştı, çünkü Teksas büyük teknoloji firmalarına karşı siyasi muhafazakârları savunmaya çalışıyordu.

Fakat bu girişim başarısız oldu, çünkü Demokratların yönetimindeki California’nın ‘California Yaşa Uygun Tasarım Kodu Yasası’ gibi, NetChoice’un engellemek için dava açtığı bir dizi başka yasa da var.

Davaların özeti

2021’de Florida ve Teksas eyaletleri, 50 milyondan fazla Amerikalı kullanıcısı olan sosyal medya platformlarının kullanıcılara karşı bakış açısına göre ayrımcılık yapamayacağını zorunlu kılan bir yasa çıkardı. Yasalar açıkça Donald Trump’ın Twitter ve Facebook’tan atılmasına karşı bir tepki olarak gündeme gelmişti.

İki teknoloji grubu, 2021’de federal mahkemede Florida yasasına itiraz etti. Bölge mahkemesi, tedbirin uygulanmasını engelledi ve bunun muhtemelen Birinci Maddeyi ihlal ettiğini belirledi. Florida, ABD 11. Daire Temyiz Mahkemesi ticaret gruplarının yanında yer almadan önce karara itiraz etti. 

Davanın sonucu, trilyonlarca dolarlık piyasayı ekonomik olarak doğrudan etkileyecek. Ama daha önemlisi, ABD’deki siyasi ve toplumsal sonuçları gibi görünüyor. Büyük Teknoloji firmalarına karşı tekel karşıtı, mahremiyet hakları, medeni haklar ve ifade özgürlüğü konularında iddialar var ve Kongre ve eyalet yasama organları, bu şirketlerin ‘gözetleme reklamcılığını’ ve çocukları nasıl istismar ettiğini ele almak için hareket ediyor.

Bu dava, bu karşı siyasi hamlelerin bir kısmını veya tamamını bozma tehdidinde bulunuyor, çünkü Büyük Teknoloji şirketlerinin avukatlarının yola çıktığı temel öncül, Amerikan Anayasasının, demokratik olarak seçilmiş yetkililerin, kararları önemli toplumsal sonuçlara yol açsa bile, özel teknoloji platformlarına müdahalesine izin vermediği iddiası.

Dava ilerledikçe ve tartışmalar ortaya çıktıkça, bir dizi ilginç ve tuhaf soru gündeme geldi. Örneğin, Facebook’un hizmetlerini ırksal veya dini olarak ayrımcılığa göre verme veya çocukları bağımlı hale getiren hizmetler oluşturma konusunda Birinci Maddeden kaynaklı bir hakkı var mı? Şirketin avukatı Paul Clement’e göre cevap “Evet.”

Bir başka örnek: Google, siyasi anlaşmazlık nedeniyle Tucker Carlson veya Rachel Maddow’un Gmail hesabını silebilir mi? Şirket avukatına göre cevap yine “Evet.” 

Bir başka örnekte, Yargıç Neil Gorsuch, Gmail gibi teknoloji şirketlerinin, şirketlerin kabul etmediği ırk, siyaset ve din gibi konulardaki e-postaları ve özel doğrudan mesajları silip silemeyeceğini sordu. Clement, bunun ‘eşit koruma’ maddesinin nasıl uygulandığına bağlı olarak karara bağlanması gerektiğini, fakat ‘bu meselenin [de] özünde editoryal kararları içerdiğini’ söyledi.

ACLU, mahremiyet çalışan hukuk profesörleri, Etsy gibi firmalar, tarihçiler, sivil haklar grupları, ABD Ticaret Odası ve General Stanley McChrystal gibi ulusal güvenlik uzmanları gibi çeşitli üçüncü taraflar da Büyük Teknoloji şirketlerine destek çıktı.

Argümanlar ve karşı argümanlar: Kamusal alan masaya yatırıldı

Florida Başsavcısı Henry Whitaker, sosyal medya platformlarının sansür politikalarını ‘tutarsız bir şekilde’ uygulama ve belirli kullanıcıları platformdan çıkarma veya sansürleme konusunda Birinci Madde hakkına sahip olmadığını savunarak davasını ortaya koydu. 

Whitaker, sosyal medya platformlarının ‘kendilerini ifade özgürlüğü için tarafsız forumlar olarak pazarlayarak’ başarıya ulaşmasına rağmen, artık ‘çok farklı bir tondan konuştuklarını’ savundu.

Whitaker, “Sitelerinde barındırdıkları her şeyi sansürlemek için geniş bir Birinci Madde hakkına sahip olduklarını iddia ediyorlar, bunu yaparken tüketicilere kendi temsilleriyle çelişse bile. Fakat Birinci Maddenin tasarımı, konuşmanın bastırılmasını önlemektir, onu etkinleştirmek değil,” dedi.

Baş Yargıç John Roberts ise endişe duymaları gereken ilk şeyin ‘modern kamusal alanı’ eyaletin düzenlemesi gerektiği olup olmadığını sorguladı. Whitaker ise cevap olarak, büyük işletmelerin konuşmacıları susturma gücüne sahip olması nedeniyle, eyaletlerin fikirlerin özgürce yayılmasını sağlamakta çıkarları olduğunu savundu.

Teksas Başsavcısı Aaron Nielson da ‘milyarlarca insanın konuşmasına pasif bir şekilde ev sahipliği yapan platformların kendileri konuşmacılarsa ve ayrımcılık yapabiliyorsa, konuşulacak bir kamusal alan olmayacağını’ savundu.

Yargıçların kafası karışık

Davaya bakan Yüce Mahkeme yargıçlarının ise ‘ifade özgürlüğü’ meselesiyle nasıl başa çıkacağı hâlâ muamma.

Örneğin Yargıç Gorsuch, ‘gençleri bağımlılığa veya intihara, depresyona ve bu tür şeylere çekmek için özel olarak tasarlanmış algoritmaların’ ifade özgürlüğü kapsamında olup olmadığını ve bu nedenle devlet tarafından düzenlenip düzenlenemeyeceğini sordu.

Avukat Clement’in cevabı, bunları devletin düzenleyemeyeceği yönündeydi.

Yargıç Barrett, büyük teknoloji firmalarının dine dayalı olarak kullanıcıları yasaklayıp yasaklayamayacağını sordu. Yine, cevap evetti: Eğer Google, platformunda yalnızca Katoliklerin bulunmasına izin vermek istiyorsa, ‘Protestanların Katolik partisine girmesine izin vermemek’ için bir Birinci Maddeye dayalı hakkı vardı.

Regülasyon karşıtlığında Jim Crow esintileri

Teknoloji şirketlerinin ‘devlet müdahale edemez’ argümanının izi, ABD’deki Sivil Haklar hareketi ve buna yönelik muhfazakâr tepkiye kadar götürülebilir.

1964 Sivil Haklar Yasası ve buna karşı çıkan Yale Üniversitesi’nin ‘efsanevi’ hukuk profesörü Robert Bork’un adı bu nedenle yeni dava ile birlikte tekrar gündeme geldi. Bork, sivil haklar hareketinin ırksal ayrımcılığa karşı mücadelesi ile ilgili olarak, ırksal ayrımcılığın ‘özelleştiği’ müddetçe savunulabileceği yargısında bulunmuştu.

Bork’un ırksal ayrımcılığı savunan The New Republic makalesi o kadar tartışma yaratmıştı ki, Güneyli köle sahiplerinin torunları memnuniyetlerini gizleme gereği duymamıştı; hatta, Güney Carolina’lı bir banker, Bork’a bir mektup yazarak, ‘Yale’de bir Goldwater adamına sahip olmanın kendileri için çok cesaret verici’ olduğunu söylemişti. Barry Goldwater, Arizona’nın efsanevi muhafazakâr senatörünün adıydı.

The New Republic editörleri ise, Bork’un yasal görüşlerine karşı sağlam bir argüman sunuyorlardı: Tüm aksi iddialara rağmen, çağlardan beri, özel mülkiyet sahipleri bazı kamusal dayatmalar çerçevesinde işlerini görebilirdi. Örneğin İngiliz örfi hukukunda, bir hancı, ayık ve düzenli olmak kaydıyla, tüm müşterileri kabul etmekle mükellefti. ABD’deki Güneyli işletmeler ve Bork ise, özel mülkiyet hukukunu kötüye kullanıyor ve kamusal zorunluluklardan tam muafiyet talep ediyorlardı.

Bork, makalesinde ırkçılığı görünşte savunmuyordu; onun kişisel fikrine göre ırkçılık ‘iğrenç’ti. Ama püf noktası burası değildi: Ona göre, devletin, iş adamlarının özel mülklerini kullanma şartlarını dikte etmede hiçbir rolü yoktu. 

Güneyli mülkiyet hakkı neoliberal finansallaşma ile birleşirse…

Yale profesörü aslında, Amerikan İç Savaşı esnasında, Atlantik’in iki yakasındaki kölelik savunucularının argümanlarını tekrar ediyordu. Güneyli köle sahipleri ve destekçileri, kölelerinin kendi özel mülkleri olduğunu söyleyerek, özel mülkiyete yönelik devlet müdahalesinin liberalizmin temel ilkesine aykırı olduğunu savunuyorlardı.

Amerikan İç Savaşı’nı kölelik karşıtı Kuzeyli cumhuriyetçiler kazansa da, savaştan hemen sonra Güney ile uzlaşmaya gidildi ve buradaki beyaz toprak sahiplerine ırksal ayrımcılık uygulama hakkı verildi. ‘Jim Crow yasaları’ olarak bilinen bu yasalar, Güneyde ırksal ayrımcılığı pekiştirirken, siyahiler örneğin otobüslere veya otellere beyazlarla birlikte giremez hale gelmişti.

‘Jim Crow’ ifadesinin kökeni, ilk kez 1828’de, beyaz aktör Thomas D. Rice tarafından siyah suratlı bir şarkı ve dans karakteri olan ‘Jump Jim Crow’a atfediliyor. Rice’ın şöhretinin bir sonucu olarak, Jim Crow 1838’de ‘Zenci’ anlamına gelen aşağılayıcı bir ifade haline gelmişti. Güney yasama organları, 19. yüzyılın sonunda Afrikalı Amerikalılara yönelik ırk ayrımcılığı yasalarını kabul ettiğinde, bu yasalar ‘Jim Crow yasaları’ olarak tanındı.

1964’te federal düzeyde ırksal ayrımcılık uygulamasına son verilse de bu argümanların güçlü bir siyasi etkisi olmaya devam etti. Güney, kamu hizmeti kurallarını ve tekelcilik karşıtı kuralları her zaman desteklemişti, çünkü Güneyliler bu yasal araçları Kuzey sermayesinin ezici gücü üzerindeki kontroller olarak gördüler.

Bork, 1960’lı yıllarda iktisadi olarak da, büyük şirketler karşısında küçükleri koruyan tekel karşıtı yasalara karşı çıkarak bunların ‘verimsiz’ ve tüketicilere zararlı olduğunu savunmuştu. Fortune dergisindeki yazısının ardından Bork, büyük şirketler tarafından el üstünde tutulmaya başlanmış ve cezbedici ücretlerle ‘araştırma’ fonlarına erişim sağlamıştı.

Neoliberal dönemle birlikte hız kazanan deregülasyon eğilimi, hem tekel karşıtı küçük şirketleri hem de Güneyli beyaz mülk sahiplerini ‘devlet [müdahalesi] karşıtı’ bir düzlemde siyasallaştıracak ve bunlar, dönemin aşırı finansallaşmasının kuralsızlaşma isteği ile ortaklaşacaktı.

Ama işin garibi, Bork’un tezleri liberal solu da etkileyecekti. Sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşme eğiliminde bir sorun görmeyen Bork, iktisadi uzmanlığı severken, popülizmi ve küçük işletmeciliği sevmiyordu. Bork için bu, tüketici hakları meselesiydi ve tam da bu nedenle tekellerin fiyat kontrollerine gitmesini de onların mülkiyetten doğan hakları olarak gördüğünü yazıyordu.

Dolayısıyla, fiyat kontrollerinin her türlüsü artık yasaldı, cinsiyet ve ırk ayrımına dayalı olanları hariç. Bunun önünde bir engel olup olmadığı, Yüce Mahkeme’deki dava ile birlikte açıklığa kavuşabilir. Ama Büyük Teknoloji’nin savunmasında, Bork’un Sivil Haklar karşıtı ve tekel yanlısı akıl yürütmesinin izi rahatça sürülebilir.

AMERİKA

ABD’li senatör: Musk’ın Çin bağlantıları ABD ulusal güvenliği için ‘derin bir tehdit’

Yayınlanma

Elon Musk’ın yeni Donald Trump yönetimine katılımı, olası çıkar çatışmaları nedeniyle incelemeye alınırken, bir senatör Tesla ve SpaceX CEO’sunun Çin ile olan iş bağlarının ABD ulusal güvenliğini tehlikeye atabileceği uyarısında bulundu.

Senato’nun gizlilik, teknoloji ve hukuk alt komitesi başkanı Richard Blumenthal, “Bunun tehlikeli olmanın ötesinde olduğunu düşünüyorum. Bay Musk ve SpaceX’in bu pozisyonda olmasının ulusal güvenliğimiz için derin bir tehdit olduğunu düşünüyorum,” dedi.

Cumhuriyetçi Trump, Musk’ın federal kurumlarda potansiyel olarak büyük kesintilerin yanı sıra düzenlemelerde yapılacak değişiklikleri denetlemeyi amaçlayan bir hükümet verimlilik komisyonuna eş başkanlık edeceğini söyledi.

Tesla araçlarının yarısını, satışlarının da üçte birini gerçekleştirdiği Çin’de üretirken, ABD Savunma Bakanlığı ve diğer devlet kurumları da SpaceX’e giderek daha fazla bağımlı hale geliyor.

Musk’ın Çin ve Başbakan Li Qiang da dahil olmak üzere bazı üst düzey yetkilileriyle olan yakın iş ilişkileri, Pekin tarafından özellikle geçiş döneminin ilk günlerinde Trump’a bir arka kanal olarak değerlendirilebileceğine dair haberlere yol açtı.

Salı günü ABD’li teknoloji şirketleri ve bu şirketlerin Çin ile olan ilişkilerinin ele alındığı bir oturumda konuşan ve 2011 yılından bu yana Connecticut’ta Demokrat senatör olarak görev yapan Blumenthal, Musk’ın Pekin ile olan bağlarının istismar edilebileceğini savundu.

ABD’de Musk ve Ramaswamy “hükümet verimliliğini” denetleyecek

Okumaya Devam Et

AMERİKA

ABD, Filipinler’e Pekin’e karşı kullanması için insansız deniz aracı veriyor

Yayınlanma

Analistler, Washington’ın Manila’ya gelişmiş insansız hava araçları sağlamasının Filipin Donanması için bir “güç çarpanı” görevi göreceğini ve ABD’nin müttefikinin Güney Çin Denizi’nde Çin’e karşı gözetleme ve operasyonel kabiliyetlerini artıracağını söylüyor.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin salı günü Filipinler’e yaptığı iki günlük ziyaret sırasında ABD hükümetinin Filipin Donanmasına Batı Filipin Denizi’ndeki operasyonları için açıklanmayan sayıda insansız deniz aracı (USV) verdiğini açıkladı.

Biden yönetimi sona ermeden önce “çok daha fazlasının” teslim edileceği sözünü verdi.

Austin, Filipinler Savunma Bakanı Gilberto Teodoro Jnr ile birlikte Batı Filipin Denizi’ne bakan ve ABD-Filipin ortak askeri tesisine ev sahipliği yapan Puerto Princesa, Palawan’da düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi: “Temmuz ayındaki ziyaretim sırasında açıkladığım 500 milyon ABD doları tutarındaki yabancı askeri finansmanla, Filipinler’in münhasır ekonomik bölgesi (MEB) boyunca haklarını ve egemenliğini savunacak yetenek ve araçlara sahip olmasını sağlamaya yardımcı olmak için bunun gibi daha birçok platformun teslim edilmesini bekliyoruz.”

Austin, ABD’nin “Filipinler’in savunmasına derinden bağlı olduğunu” ve Manila ile olan Karşılıklı Savunma Anlaşmasının “Güney Çin Denizi’nin herhangi bir yerinde, sahil güvenlik güçlerimiz de dahil olmak üzere silahlı kuvvetlerimize, uçaklarımıza veya kamu gemilerimize yönelik silahlı saldırılar için geçerli olduğunu” yineledi.

Okumaya Devam Et

AMERİKA

ABD’nin nükleer modernizasyon planı: Pentagon’dan kritik açıklama

Yayınlanma

ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), ülkenin nükleer cephaneliğini artırma ve modernize etmeyi planlandığını açıkladı. Bu adımın, caydırıcılık kabiliyetini güçlendirmek amacıyla hayata geçirileceği ifade edildi.

Nükleer politikalardan sorumlu savunma bakan yardımcısı Richard Johnson, bu hedefin gerekirse nükleer kuvvetlerdeki stratejik ayarlamaları da içereceğini belirtti.

Johnson, Washington merkezli Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde (CSIS) düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada, “Bugün mevcut ABD kuvvetlerine ve doktrinine güveniyoruz. Fakat, eğer caydırıcılık kabiliyeti yetersiz kalırsa, bu eksikliği zamanında gidermeye hazır olmalıyız,” dedi.

Johnson, ABD’nin nükleer doktrinini, silahların modernizasyon programını ve kuvvetlerin hazır olma durumunu gerektiğinde yeniden değerlendireceğini vurguladı.

Yetkili, “Caydırıcılık başarısız olsa bile Washington, belirlediği hedeflere ulaşabilecek kapasitededir,” ifadesini kullandı.

20 Kasım’da, ABD Silahlı Kuvvetleri Stratejik Komutanı (STRATCOM) General Anthony Cotton, ABD’nin, Rusya ve Çin’e ek olarak “üçüncü taraf” tehditlerine karşı yeterli güçlere sahip olup olmadığını inceleyeceğini bildirmişti.

Cotton, günümüz tehditlerinin, nükleer modernizasyonun başladığı dönemden çok daha karmaşık hale geldiğini belirterek, “Stratejik planlama artık Rusya ve Çin’in giderek artan agresif tavırlarına uygun şekilde yeniden şekillendirilmelidir,” değerlendirmesini yapmıştı.

STRATCOM temsilcisi Tuğamiral Thomas Buchanan ise ABD’nin, potansiyel düşmanlara karşı caydırıcılık sağlayacak bir cephaneliğe sahip olması gerektiğini, aksi takdirde nükleer saldırı senaryolarının devreye girebileceğini söylemişti.

Öte yandan, 19 Kasım’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusya’nın nükleer doktrininde önemli değişiklikler içeren güncellemeleri onayladı.

Yeni doktrine göre, insansız hava araçları veya nükleer olmayan seyir füzeleri ile yapılan saldırılarda ya da toprak kaybetme tehdidi karşısında nükleer silah kullanımının mümkün olduğu açıklandı.

Ayrıca, diğer nükleer güçlerin dolaylı olarak çatışmaya dahil olması, Moskova tarafından “saldırı” olarak değerlendirilecek.

Bu kapsamda, yalnızca Rusya’nın değil, müttefiki Belarus’un toprak bütünlüğüne yönelik tehditler de agresif bir tutumla karşılanacak.

Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’ne (SIPRI) göre, Ocak 2023 itibarıyla Rusya’nın 4 bin 500, ABD’nin ise 3 bin 700 nükleer savaş başlığı bulunuyor.

Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesi ne anlama geliyor?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English