Söyleşi
‘Alman medyası hükümetin halkla ilişkiler departmanı gibidir’

7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu’nun ardından Avrupa ve ABD medyası, neredeyse tamamen İsrail ordusunun bülteni olarak yayın yapmaya başladı. Tıpkı Ukrayna savaşında olduğu gibi, farklı bir tarafı tutmak bir yana, tarafsız görüşler dile getirmek bile damgalanmak için yeterli hale geldi. Sokakta Sovyet-Rus sembollerinin sergilenmesinin polisiye bir vaka olarak görülmesine benzer şekilde, Filistin bayrakları, kefiyeler, Filistin yanlısı sloganlar, duvar yazıları, dövizler kovuşturmanın veya toplumsal tecritin odağı haline geldi.
Almanya’nın ve Alman medyasının bu konuda başı çektiği aşikar. Angela Merkel döneminde formüle edilen “Staatsräson” (“devlet aklı”), İsrail’in varlığını ve güvenliğini Alman devleti ve siyaseti için tartışılması kabul edilemez bir yere koymuştu. Nitekim 7 Ekim’den sonra da hem eski Şansölye Olaf Scholz, hem de koalisyon ortaklarından Yeşiller üyesi Robert Habeck, bu meseleyi sık sık gündeme getirdi. Alman medyası da Alman devlet aklının İsrail konusundaki tutumunu büyük bir şevkle benimsedi.
İşte gazeteci Fabian Goldmann, kişisel blogunda Alman medyasının İsrail konusunda nasıl bir Federal Dışişleri Bakanlığı bürosu gibi çalıştığını teşhir eden makaleler yayınlıyor. Medyadaki İsrail etkisi o kadar ilerlemiş ki, İsrail ordusunun Almanya’daki sözcüsü “Yahudi nefretini yayan 10 kişi” başlığıyla bir gazeteci listesi bile yayınlamış. O da bu listede olanlardan biri.
Goldmann ile Berlin’de buluştuk ve Alman medyasını, medyada Filistin sorununun ele alınışını, gazetecilik standartlarını ve Almanya ile Alman medyasının geleceğini konuştuk.
Öncelikle, Alman medyasının Gazze’deki İsrail-Filistin savaşına ilişkin haberlerine değinelim. Makalelerinizde defalarca belirttiğiniz gibi, Alman medyası Filistinlilere karşı İsrail’i güçlü bir şekilde destekliyor ve Filistin davasını savunan eleştirel veya alternatif seslere yer vermiyor. Bu haberler hakkında ne düşünüyorsunuz? Alman medyası Gazze savaşını neden ve nasıl bu şekilde haberleştiriyor?
Bu konu hakkında saatlerce konuşabiliriz, ama birkaç önemli noktayı özetlemeye çalışacağım. Filistinlilerin sesine yer verilmediğini söylediniz, ben tamamen verilmediğini söylemezdim. Ara sıra Filistinlilerin bakış açısı da yer alıyor ve Gazze’de olanlarla ilgili bazı makul makaleler var.
Ama sorun, haberlerin %99’unun gerçekten çok kötü olması. Almanya’da buna alışkınız. Sağcı medya genellikle İsrail, İslam, göç ve mülteciler gibi konuları önyargılı bir şekilde ele alır. Fakat 7 Ekim’den bu yana yeni olan şey, ana akım medya, yani kamu yayıncıları ve geleneksel olarak solcu gazeteler gibi taz veya Die Zeit gibi sol-liberal gazetelerin bile çok kötü bir iş çıkarmasıdır. Her zaman bu yönde eğilimliydiler ama şimdilerde bu eğilim aşırıya kaçmış durumda.
Bir şeylerin değiştiğinin ilk işareti, 7 Ekim’den hemen sonra, birçok gazetenin fırında yakılan bebekler, tecavüze uğrayan kadınlar ve parçalanmış cesetler hakkında doğrulanmamış haberler yayınlamasıyla ortaya çıktı. Solcu yayınlar bile bunu haber yaptı. Aynı zamanda Filistinlilerin sesi neredeyse hiç duyulmadı. Her şey İsrail ordusunun bakış açısından aktarıldı. İsrail ordusu sözcüleri, Tagesschau gibi önemli haber programlarında ve talk şovlarda yer aldı.
Kısa süre önce Tagesschau’da gösterilen bakış açıları üzerine bir araştırma yaptım. İsrailli yetkililer 136 kez ekrana çıkarken, Filistinli yetkililer sadece dört kez yer aldı. Bu, Belçika veya Lüksemburg’dan yetkililerin ekrana çıktığı süreyle neredeyse aynı. Bu, bağlam göz önüne alındığında absürt bir durum.
Medya her zaman kötüydü, örneğin Irak, Suriye veya Ukrayna’daki savaşların haberleri de sorunluydu, ama hiç bu kadar tek taraflı olmamıştı. İsrail ordusunun anlatısı manşetleri ve giriş paragraflarını domine ediyor. Filistinlilerin bakış açısı, varsa bile, genellikle beşinci veya yedinci paragrafta yer alıyor.
Birleşmiş Milletler, Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Save the Children veya Oxfam gibi son derece güvenilir kuruluşlar İsrail’in anlatımını yalanlasa, savaşı soykırım olarak nitelese veya Hamas’ın yanı sıra sivillerin de hedef alındığını belirtse bile, Alman medyası büyük ölçüde İsrail ordusunun versiyonuna bağlı kalıyor.
7 Ekim’den sonra, bazı İngiliz alternatif medya kuruluşları, İsrail ordusu yetkililerinin İngiliz medya yöneticileriyle görüştüğünü ortaya çıkardı. İsrail yetkilileri ile Alman medya grupları arasında benzer toplantılar yapıldığına dair herhangi bir kanıtınız var mı?
İsrail hükümetinin Alman medyasına baskı uyguladığı bir sır değil. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, yaklaşık 60 editör ve gazeteciyle yaptığı röportajlara dayanarak Almanya’da basın özgürlüğü hakkında bir rapor yayınladı. Birçoğu, İsrail büyükelçiliğinin, Deutsch-Israelische Gesellschaft (Alman-İsrail Derneği) gibi kuruluşlarla birlikte, sık sık baş editörleri arayarak haberler hakkında şikayette bulunduğunu söyledi.
Onların hoşuna gitmeyen gazetecilerin listesini verip medya yöneticilerinden onları kovmalarını istedikleri vakalar da duydum. İsrail büyükelçiliği çalışanları sık sık Alman gazetecilerle doğrudan iletişime geçiyor. Ben de İsrail ordusunun Almanya sözcüsü Arye Sharuz Shalicar tarafından “Almanya’nın en büyük 10 Yahudi düşmanı” listesinde yer aldım.
Eğer bir Rus siyasetçi benzer bir şey yapsaydı, gazeteciler örgütleri ve baş editörler seslerini yükseltir, ulusal çapta bir patırtı çıkardı. Ama İsrail yapınca, tam bir sessizlik hakim. Etkilenen gazetecilerin patronları bile onları savunmuyor.
Alman medyasının sorumlularının çoğu, İsrail yanlısı veya transatlantik örgütlerle bağlantılı. Kültürel olarak, birçok Alman gazeteci rolünü iktidarı hesap sorumlu tutmak olarak görmüyor. Bunun yerine, politikacıların yaptıklarını haber yapıyorlar: siyaseti irdelemek yerine tasvir ediyorlar.
Al Jazeera, BBC veya hatta Russia Today’i izlerseniz, politikacılarla yaptıkları röportajların çok daha eleştirel olduğunu görürsünüz. Alman medyası genellikle politikacıların söylediklerini yineler, çoğu zaman onların gündemlerini benimser; sadece İsrail konusunda değil, göç, COVID-19 ve Ukrayna konusunda da.
Bu önyargı, İsrail söz konusu olduğunda daha da artar. Almanya’da İsrail ile ilgili siyasi yelpaze son derece dardır. İsrail’e silah gönderilmesi konusunda farklı görüşlere sahip partiler bile, temel İsrail yanlısı tutumu sorgulamıyor. Filistin direnişini destekleyen hiçbir parti yok.
Diğer bir faktör ise ırkçılık. Bazı araştırmalar, birçok gazetecinin, demokrasiyi ve liberalizmi temsil eden İsrail ile barbar olarak görülen İslam arasında bir kültür savaşı olduğuna gerçekten inandığını gösteriyor. Filistinliler genellikle terörist olarak gösteriliyor. Die Zeit gazetesinin bir manşeti, Filistinli sivil olmadığını iddia etti; bu, Filistinlilerin hayatının Avrupalıların hayatından daha değersiz olduğunu ima eden korkunç bir görüş.
Bu sorun on yıllardır var. Araştırmalar, İslamın Alman medyasında sürekli olumsuz bir şekilde gösterildiğini ve her zaman terör veya şiddetle ilişkilendirildiğini ortaya koyuyor. Göçmenler, gerçek istatistiklere kıyasla suç haberlerinde aşırı temsil ediliyor. Tüm bunlar ırkçılık, stereotipler ve İslamofobi ile bağlantılı.
7 Ekim’den bu yana, Filistinlilerin haklarını savunan herkesi hedef alan kampanyalar da arttı: gazeteciler, kültür adamları, politikacılar, Yahudi sanatçılar ve akademisyenler. “Apartheid” veya “soykırım” gibi terimleri kamuoyunda kullanırsanız, işinizi kaybetme veya antisemitik veya İslamcı olarak yaftalanma riskiyle karşı karşıya kalırsınız.
Malcolm Ohanwe adında bir gazeteci vardı, kamu yayın kuruluşunda çalışıyordu. 7 Ekim’de Twitter’da “Filistinlilerin özgürlük için savaşmanın başka yolu yokken onlardan ne bekliyorsunuz?” gibi bir tweet attı. Bu tweet, ona karşı büyük bir kampanya başlatılmasına neden oldu ve birkaç saat içinde, düzgün bir görüşme bile yapılmadan işinden kovuldu. Bu, pek çok benzer vakadan sadece biri.
Al Jazeera birkaç ay önce Deutsche Welle hakkında, Filistin yanlısı veya İsrail’i eleştiren sesleri bastırdığını ortaya koyan sağlam bir haber yayınladı. Tagesschau veya Spiegel gibi yayın organlarından bazı gazeteciler bana özel olarak yazıyorlar. Blogumda ve röportajlarımda söylediklerime katılıyorlar ama seslerini çıkarmaya cesaret edemiyorlar. İşten ayrılmayı düşünüyorlar.

Erman Çete ve Fabian Goldmann
Axel Springer’in çalışanlarının İsrail yanlısı olmasını gerektiren resmi olmayan, hatta yazılı bir politikası olduğunu okudum. Bu doğru mu?
Bu gayri resmi değil, sözleşmede yazılı. Axel Springer, çalışanlarından İsrail’i desteklemelerini açıkça talep ediyor. Deutsche Welle, iki yıl önce 8-10 Arap kökenli editörün eski sosyal medya paylaşımları nedeniyle antisemitizmi teşvik ettikleri iddiasıyla kovulduğu bir skandalın ardından benzer bir politika benimsedi. Sonunda şirket davranış kurallarını değiştirdi.
7 Ekim’den sonra Almanya’da antisemitizm artıyor mu? Bunu nasıl ölçebiliriz?
İçişleri Bakanlığı ve çeşitli STK’ların verileri de dahil olmak üzere resmi istatistikler ani bir artış gösterdi. Fakat bu istatistiklerin temel bir kusuru var: İsrail karşıtı tutumları antisemitizm olarak sayıyorlar. Örneğin, Filistin yanlısı sloganlar veya gösterilerde polisle yaşanan çatışmalar antisemitik olaylar olarak kaydediliyor.
Peki, antisemitizmin gerçekten arttığını düşünüyor muyum? Dürüst olmak gerekirse, bilmiyorum. İstatistikler o kadar çarpıtılmış ki artık güvenilir değiller. Yahudilere Yahudi oldukları için yapılan saldırılar gibi gerçek antisemitizmi, İsrail’i eleştiren siyasi görüşlerden ayıran ciddi araştırmalar çok az.
Alman medyasını yıllardır takip ediyorsunuz. Diğer Batı ülkelerindeki medya ortamlarıyla karşılaştırıldığında nasıl?
Büyük bir fark, Almanya’da İsrail hakkında önyargılı haberlerin tüm siyasi yelpazede, soldan sağa kadar yaygın olması. ABD’de CNN veya NBC kötü, ama Democracy Now! veya The Intercept gibi harika yayın organları da var. İngiltere’de BBC berbat, ama The Guardian ara sıra kaliteli haberler yayınlıyor. İsrail’de bile Jerusalem Post berbat, ama Haaretz ve +972 Magazine dengeli bakış açıları sunuyor.
Almanya’da buna eşdeğer bir şey yok. Birkaç küçük, bağımsız yayın organı var, ama okur kitleleri çok az. Ayrıca, İngiliz medyası hâlâ Filistinli ve bağımsız bakış açılarını da içeriyor, ama Alman medyası ağırlıklı olarak İsrail kaynaklarına güveniyor.
BBC veya CNN en azından “Batı hükümetleri tarafından terör örgütü olarak tanımlanan Hamas” gibi ifadeler kullanıyor. Buna karşılık, Alman medyası sadece “terör örgütü Hamas” diyor ve hükümetin bakış açısını tamamen benimsiyor.
Almanya’da Hamas’ın terör örgütü olmadığını söylediğiniz için mahkum edilebilir misiniz?
Gazeteci olarak bir miktar özgürlüğünüz var. Sivil vatandaşlar için yasal sonuçları konusunda emin değilim.
Başka bir nokta: Alman medyası Gazze hakkında neredeyse hiç araştırmacı gazetecilik yapmıyor. Bu fenomeni açıklayabilir misiniz?
Evet, bu çok büyük bir sorun. Gazze’deki okullar bombalandığında, Alman medyası Hamas ve İsrail ordusunun söylediklerini aktarıyor ve “Gerçekleri doğrulayamıyoruz” diye sonlandırıyor. Fakat bağımsız gazeteciler ve uluslararası STK’lar bu gerçekleri doğrulayabilir ve çoğu zaman da doğrular.
Sorun sadece erişim eksikliği değil, çaba eksikliğidir. Birçok ülkede, çelişkili haberler gerçek soruşturmaların başlatılmasına neden olur. Almanya’da ise gazetecilik burada sona erer. Gazeteciler sadece İsrail’in iddialarını tekrarlar ve izleyicilere gerçeği bilemediklerini söyler.
Medyanın “dördüncü kuvvet” olarak adlandırılmasına nasıl bakıyorsunuz? Bu Almanya’da nasıl geçerli? Almanya’da medya güçlü mü?
Evet, medya güçlüdür, ama asıl soru bu gücü nasıl kullandığıdır. Alman medyası, iktidarı hesap sorma yerine, genellikle iktidarla aynı çizgide hareket eder. Daha çok hükümetin halkla ilişkiler departmanı gibidirler.
Tagesschau’nun bir bölümünü Dışişleri Bakanlığı’nın basın açıklamasıyla karşılaştırın, neredeyse aynıdır. Bu, COVID-19 sırasında, Ukrayna’da, göç politikasında böyleydi ve şimdi de İsrail’de böyle.
Almanya hükümeti ile olası bir Trump yönetimi arasında İsrail veya Ukrayna konusunda gelecekte yaşanabilecek çatışmalar, Alman medyasında alternatif seslerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir mi?
Bundan şüpheliyim. Trump, Filistinlileri Gazze’den çıkarmaya çalışsa ve buna “Filistin Rivierası Planı” adını verse bile, Almanya yine de bunu destekleyecektir, tıpkı Gazze’deki hastanelerin bombalanmasını ve toplu yerinden edilmeyi desteklediği gibi.
Almanya’nın herhangi bir önemli dış politika konusunda ABD’ye karşı çıktığı bir dönem hatırlamıyorum. Washington’u her ne pahasına olursa olsun destekliyorlar. Medyanın veya hükümetin değişeceğini sanmıyorum.
Zaman zaman, birkaç tane iyi Tagesschau haberi çıkıyor. İnsanlar, Uluslararası Adalet Divanı’nın kararı veya Af Örgütü’nün çatışmayı soykırım olarak nitelendiren raporunun bir şeyleri değiştireceğini umuyordu. Ama hiçbir şey değişmiyor. Birkaç hafta içinde medya yine “Hamas komuta merkezleri”nden bahsetmeye başladı.
Tek umudum, Alman medyasının önemini yitirmesi. İnsanlar TikTok, Instagram, bloglar ve bağımsız platformlara yöneliyor. Protestolar düzenliyor, yeni koalisyonlar oluşturuyorlar: Filistinliler, Yahudi aktivistler, entelektüeller ve diğerleri. Değişim, sistemin kendisinden değil, bu taban hareketinden gelebilir.
Söyleşi
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı

12 gün süren İsrail-İran savaşı, şimdilik ABD Başkanı Donald Trump’ın dahliyle ateşkesle sonuçlanmış gibi görünse de, bölgede gerilim devam ediyor. Bu kısa süreli çatışma ardında pek çok soru işareti bıraktı. Savaş hakikatten bitti mi? Kazanan kim kaybeden kim? İran’ın nükleer tesisleri gerçekten yok oldu mu? Pek çok soru hala tartışılıyor. Bunlardan bazılarını, emekli Tuğamiral ve İstanbul Kent Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Alaettin Sevim’e sorduk.
İsrail-İran savaşına 10. günde müdahil olan ABD, 12. günde de “tamam bu kadar yeter savaş bitti” dedi. ABD’nin bu çatışmaya hızla girip hızla çıkmaya çalışması ne anlama geliyor? Yoksa bu da Trump’ın diplomasi masasında yaptığı gibi taktik bir manevra veya şaşırtmaca mı?
Kanaatimce Amerika, özellikle Başkan Trump zaten bu savaşa çok fazla taraftar değildi. Müdahil olmak istemedi, ancak buna mecbur kaldı. Sonuç olarak Amerika’nın teknolojik gelişmişliği ve dünya politikasındaki ağırlığına orantılı bir şekilde bir taarruz yapıldı. Ancak gerek bu saldırılan nükleer tesislerin 2 gün önceden boşaltılmaya başlaması ve bu boşaltılma kaydedildiği halde, tespit edildiği halde buradaki boşaltmaya destek veren, boşaltmayı yapan, tahliyeyi yapan unsurların herhangi bir taarruza maruz kalmamış olmasına dair kanaatim bunun önceden haber verilmiş, bu nedenle de etkisi minimize edilmiş bir taarruz olduğu yönündedir. Benzer şekilde İran’ın da Amerika’ya verdiği cevapta yine Katar’daki hava üstüne yapılan taarruzda önceden haber verilmiş olması, boşaltılmış üstlere yapılan bu taarruzun da yine kararlaştırılmış ve birlikte onay verilmiş bir taarruz olduğu ortaya çıkıyor diye değerlendiriyorum. Dolayısıyla Amerika’nın bu savaşı istemediğini, özellikle başkan Trump’ın bunu istemediğini, kısıtlı bir müdahale yapıldığını ve bu müdahale sonucunda da yine kısıtlı ve önceden planlanmış bir cevap verildiğini ve savaşın şu an için ateşkesle sonuçlandırıldığını düşünüyorum.
Bu çatışmanın sonlandığını ve İsrail-İran arasındaki ateşkesin kalıcı olabileceğini düşünüyor musunuz? Yoksa taraflar bir sonraki çatışma için birbirlerinin ağırlıklarını mı tartmış oldu?
Bence, bir müddet devam edecek. Burada asıl belirleyici olan İran’ın nükleer programına devam edip etmeyeceği ve de İsrail’de de Netanyahu’nun başının ne kadar sıkışmış olabileceği, ne kadar daha fazla iç politikada sıkışabileceği. Bunlar önemli hususlar. Bu savaşın çıkmasında da temel nedenlerin bunlar olduğunu düşünüyorum. Eğer ki bu konularda bir yumuşama sağlanırsa ateşkes en azından bir süre daha devam edecektir diye değerlendiriyorum.
Çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşme riskinden hep bahsedildi. Bu yönüyle Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması gibi bir senaryo da dillendirildi. Siz böyle bir risk görüyor musunuz? Yoksa Hürmüz’ün kapanmasıyla ilgili riskin şimdilik geçtiğini mi düşünüyorsunuz?
Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması, İran’ın çok zorda kalması ve artık başka bir çaresinin kalmadığı bir durumda söz konusu olabilir. Neler olabilir? Örneğin İran’ın petrol tesislerinin vurulması, İran’ın da petrol ihraç etme imkanlarının azalması, rejimin tehlikeye düşmesi, İran hükümetinin tehlikeye düşmesi, isyanların başlaması ve İran’ın başka çaresinin kalmaması durumunda Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması söz konusu olabilir. Aksi takdirde bu İran’ın kendi ayağına ateş etmesi olacaktır. Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasıyla beraber İran’ın da ticareti etkilenecektir. Özellikle Çin’e yaptığı petrol ürünleri sevkiyatının engelleneceği ortadadır. Bu da İran’ın ve müttefiklerinin istemeyeceği bir şeydir. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasının, savaşın çok ilerlemesi ve İran’ın artık başka çaresinin kalmadığı bir durumda her şeyi göze alabileceği bir noktada söz konusu olabileceğini değerlendiriyorum. Yakın bir zamanda bunu mümkün görmüyorum.
İsrail-İran çatışmasında hava güçleri ve füze yetenekleri konuşuldu. Ancak Hürmüz’den Kızıldeniz’e önemli deniz ticaret yolları da diken üstündeydi. Bölgede donanmaların sahneye çıkacağı gerilimler tetiklenmiş olabilir mi?
Evet, günümüzün savaşlarının en önemli özelliği hava gücünün muhakkak olması. Hava gücüyle bir savaşı sonlandıramazsınız ama hava gücü olmadığı takdirde bir savaşı muhakkak kaybedersiniz. Hedefleriniz doğrultusunda hava gücünüzü ve düşman hava güçlerine karşı salınma kabiliyetlerinizi geliştirmek gerektiği ortaya çıktı.
Bölgede donanmalar ise zaten sahnede. Her zaman için bölgede donanmalar varlıkları son dönemde mevcut oldu. Halen de mevcut. Krizin büyümesine bağlı olarak bölgedeki donanma varlığının artması söz konusu olabilir. Örnek olarak en son Amerikan taarruzunda denizaltılardan atılan cruze füzeler kullanıldı. Dolayısıyla Amerika’nın ve diğer devletlerin görünür ve görünmez bir donanma varlığının her zaman bölgede mevcut olduğunu ve krizin gelişmesine bağlı olarak bu miktarın donanma varlığının artıp azalabileceğini devamlı olarak göz önünde bulundurmak lazım. Ama her zaman bölgedeki üsler vasıtasıyla görünür ve görünmez denizaltılar gibi görünmez unsurlarla da olsa bölgede donanma varlıkları devam edecektir.
ABD’nin ve İsrail’in bu müdahaleleri Çin ve Moskova tarafından sizce nasıl izlendi. Bu iki başkentin, hem ABD ile karşı karşıya gelmemek hem de müttefikini korumak gibi bir ikileme düştüğü söylenebilir mi?
Göründüğü üzere burada Rusya’nın belli oranda Amerika’nın müdahalesini sınırlandırmak üzere bir çabası olabilir. Özellikle Rusya’nın son dönemde yaptığı açıklamalar dikkati çekti. Örnek olarak İsrail’e çok uzun süreler boyunca İran’ın herhangi bir silah geliştirme kapasitesinin, nükleer silah geliştirme kapasitesinin olmadığını bildirdiklerini belirttiler. Daha sonra da Putin ABD müdahalesinin bölgedeki barışı ve hatta dünya barışını etkileyeceğini açıklaması da dikkat çekici oldu. Çin’in en azından bizim önümüze gelen demeçleri Rusya’ya göre daha düşük yoğunlukta kaldı. Ama İran’ın önemli bir müttefiki olarak Çin’in de demeçler seviyesinde ya da kamuoyundaki açıklamalarıyla yapılan destek seviyesinde İran’ın yanında yer aldığını görüyoruz. Burada ben özellikle Rusya’nın kapalı kapılar ardında Amerika’yı ikna çabaları olmuş olabileceğini değerlendiriyorum.
Sonuç olarak bu kriz İsrail’in İran’ın altyapısına ve nükleer kapasitesine verdiği hasarla İsrail’in avantaj sağladığını ama İran’ın da bu savaşı kaybetmeyerek kazandığını değerlendiriyorum. Özellikle de İran‘ın İsrail’e cevap verme kapasitesinin, reaksiyon gösterme kapasitesinin düşük hesaplandığını ve bu kadar uzun süre füzelerle de olsa uzak mesafeden de olsa cevap verebileceğinin değerlendirilmediğini ve burada hata yapıldığını düşünüyorum. Bu nedenle İran da bu savaşı kaybetmeyerek kanaatimce kazanan sayıldı.
Söyleşi
E. Koramiral Kadir Sağdıç: ‘Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar’

E. Koramiral Kadir Sağdıç, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında deniz güvenliğini ve işbirliğini artırmak amacıyla kurulan çok uluslu bir deniz kuvveti oluşumu BLACKSEAFOR’un (Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu) Planlama Grubu Başkanlığı’nı yürütmüş, 2009’da Güney Deniz Saha Komutanı olarak Ege ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin deniz güvenliğini yöneten donanma komutanlığı görevini icra etmiştir. Kadir Sağdıç’a Hürmüz Boğazı’yla ilgili gelişmeleri ve olası senaryoları sorduk: “Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar.”
‘Uluslararası hukuk açısından mümkün değil’
Hürmüz’ü kapatmak üzerine bir senaryo krizin hangi aşamasında devreye alınabilir? Hürmüz Boğazı’nın hukuki statüsü nedir? İran donanmasının bugüne kadar bu senaryo üzerine yaptığı tatbikat ve simülasyonlar nelerdir?
Hürmüz Boğazı, Cebelitarık Boğazı gibi ya da Baltık geçitleri gibi uluslararası bir su yolu ve çok da dar değil. Aslında en dar yeri 30 kilometre. Bizim Türk Boğazları gibi değil, mesela İstanbul Boğazı 700 metre. Bu 40 misli daha geniş bir yer ve karşılıklı sahillerde farklı ülkeler var. Umman var, İran var, Birleşik Arap Emirlikleri’ne kıyıdaş, aynı zamanda Katar’a kıyıdaş. Böyle kıyıdaş olan tarafların çok sayıda ülkenin aynı bölgede olduğu yerde bir Hürmüz’ü kapatmak uluslararası hukuk açısından mümkün değil.
Türk Boğazlarının özel statüsü var. Gerek Çanakkale Boğazı gerek İstanbul Boğazı çok dar ve her iki kıyısı da Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyıları. Her ne kadar Karadeniz uluslararası su ise de 140 mil ve 300 mil gibi geniş alanlar var. Karasuları 12 mil olduğuna göre iki ülkenin sahilleri, iki ülkenin karasuları denizi kapatmıyor. Ama Türk Boğazları dediğimiz Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’nda tüm sahiller ve içerideki su Türkiye’nin. Dolayısıyla Montrö Sözleşmesiyle Türk Boğazları’nın özel statüsü var. Ama Hürmüz Boğazı’nın öyle bir özel statüsü yok. Böyle bir durumda evet geçmiş krizlerde İran-Irak Harbi’nde tanker trafiğine zarar verme anlamında İran inisiyatif kullanıp tanker vurdu. Ama orada riski kendisi üstleniyor onun vebalini kendisi ödemek durumunda. Uluslararası hukuka sığınarak bunu yapmıyor.
‘Çin’den gelecek gelirin önü kesilir’
Askeri literatürde durum muhakemesi deriz. Bir karar almadan önce o kararı bir testten geçiririz. Bu uygunluk, tatbik kabiliyeti ve kabul edilebilirlik dediğimiz üç test aşaması var. Mesela Hürmüz Boğazı’na bu açıdan bakalım. Eğer İran kapatmaya kalkarsa bu İran’a ne kazandırır? Hürmüz’ü kapatmak amacına hizmet eder mi? Ona bakmak lazım. Örneğin kapatabildiği takdirde dikkatleri ekonomiye çeker. Çünkü petrol ve doğalgaz maliyetleri yükseliyor. Dünya ekonomisinin sıkıntıdan geçtiği bir süreçte dünyanın dikkatini petrol üzerinden Hürmüz’e çekebilir. Bu da dikkat edin, beni kollayın, kriz sönümlensin, benim haklarımı gözetin. Dolayısıyla ben de boğazı kapatmayayım gibi mütevazi bir yarar sağlayabilir.
Ama petrol fiyatları ve doğal gaz fiyatları artarsa bundan spekülatörler yararlanır. Yani uzun vadede siz yararlanamazsınız. Sonunda kriz harbe de dönüşse harbin sonunda bu sönümlenecek. Dolayısıyla kalıcı petrol fiyatları artışı için OPEC ve benzeri kartellerin topluca karar alması lazım. Yani o bölgede arz sadece İran’la olmuyor. Başta Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler olmak üzere petrol arzının birçok oyuncusu var. Dolayısıyla OPEC kalıcı karar almadığı sürece petrol fiyatları yüksek kalmaz. Kriz boyunca yükselir sonra da düşer. Kapatılacak boğazdan İran kendi arzını da dünya piyasasına sürüyor. Özellikle uzun süreli sözleşmeler yaptığı büyük bir alıcısı var Çin. Oradan da zararı olacaktır. Bu irade İran’a kazandırmayacak, kaybettirecek çünkü Çin’den gelecek gelirin önünü keser.
‘Hürmüz’ü kapatmak İran’ı hedef haline getirir’
Hürmüz boğazının kapatılması şeklindeki bir İran askeri uygulaması ABD’ye uluslararası hukuktan kaynaklanan “meşru” bir müdahale hakkı tanır mı? Ya da ABD bunu gerekçe göstererek uluslararası bir koalisyonla İran donanmasına saldırı için “meşru” bir gerekçe bulmuş sayılır mı?
Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılmasının başka ne zararı olur? İran siyasi olarak hedef büyütür. Şu an muhatapları İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri iken bir anda boğaz kapatıldığında, buradan zarar gören çok sayıda ülke İran’ı hedefine alır ve siyasi tarafta büyük bir dengesizlik olur. Yani İsrail’e karşı siyasi yük çok artar. Gereksiz yere hedef büyütmüş olur, kendi satışları aksar. Hürmüz Boğazı’nı kapatacağım ama harbin sonunda ayakta kalırsam misliyle şu fiyattan şu kadardan arz gelecek, devam edecek, size satış yapacağım diye Çin’le şu an yapmış olduğu anlaşmanın revizyonunu yapması gerekir. Çin’le bu anlaşmayı perde arkasında revize etmeden, onları ikna etmeden Hürmüz Boğazı’nı kapatamaz.
Peki kapatılmasına karar verildi ama tatbik kabiliyeti var mı? Bunu yapabilir mi? Tatbik kabiliyetinden kasıt askeri gücünüzle elinizdeki olanaklarla, yani gemileriniz, insansız hava araçlarınız, uçaklarınız, kara bataryalarınız ateş gücü olarak o boğazdan geçen trafiği kapatmaya yetecek mi? İran girişimde bulunduğunda bu karşı unsurların yani isabet alacak olan gemilerin ülkeleri ki oradan bütün dünya ülkeleri geçiş yapıyorlar. Sadece arzı sağlayan kıyıdaş petrol üretici ülkeler değil, üçüncü tarafların gemisi de geçiyor. Dolayısıyla o gemiler zarar gördüğünde onların unsurları da öz savunma kapsamında askeri müdahaleye karşı onlar da güç kullanma aşamasına gelebilirler.
Zarar gören taraflar doğrudan hukuken İran unsurlarını hedef almayabilirler. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İran’ı üçüncü taraflara verdiği zarardan dolayı kınayıp önlemler alacaktır. Bu güç kullanmaya kadar gidebilir. Yani sadece kınamayla kalmayacak. Bir uluslararası koalisyon gücü, Birleşmiş Milletler kararları altında, Güvenlik Konseyi kararları altında İran’a muhtemelen müdahale edecektir. Bu da İsrail’in ve ABD’nin elini çok güçlendirir. Yani iki ülkeli müdahale yerine bir anda çok uluslu ve Birleşmiş Milletler’in aldığı karar altında İran’a karşı kuvvet kullanımını gerektirir ki o zaman Hürmüz Boğazı’nı kapatmanın tatbik kabiliyeti de pek yok gibi gözüküyor.
Tatbik kabiliyet de var, gücünüz de var, o gücü de askeri gücü kapatma yönünde kullanmaya kalktınız diyelim. Yok ama var diyelim. Peki, o kadar riske girmeye o kadar unsuru kaybetmeye siyasi yönden de kaybeden tarafta olmaya değer mi? İsrail ve ABD’nin İran’ı zorladığı bir aşamada bir anda dünyanın önemli bir kısmını karşısına alıp onların oluşturacağı koalisyon kuvvetlerinden zarar görüp ek güç kaybetmesine değer mi? Bu riski göğüsleyebilir mi? Bence hayır. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması mantığını test ettiğimizde kapatılması bir kazanç getirmiyor. Ne tatbik kabiliyeti var, elindeki kuvvet dünyaya karşı onu kapatmaya yetmeyebilir; ne de riskinin kabul edilebilir bir durumu var. Dolayısıyla mantıklı davrandığı takdirde İran Hürmüz Boğazı’nı kapatmayacaktır diye değerlendiriyorum.
Diğer taraftan İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapanma teşebbüsü tabii ABD’ye doğrudan bir müdahale hakkı doğurmaz. ABD’nin bunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları üzerinden değerlendirmesi gerekir. İran doğrudan ABD gemisini, Amerikan tankerini hedef alırsa tabii ki karşı taraf olarak ABD öz savunma yapar ve misliyle mükabele de edebilir. Ama İran’ın bunu nasıl uygulayacağını bilmiyoruz. Diğer taraftan böyle bir kararın alınmayacağını mantıken de değerlendirmiş oluyorum.
‘Kriz bölgesel kalacaktır’
Böyle bir senaryoya İran ve Çin donanmaları nasıl tepki verir? Dünya üzerindeki Malakka Boğazı gibi diğer kritik su yolları üzerinde askeri tansiyonu artırıcı bir etkisi olur mu? Hürmüz’deki bir çatışmanın Husiler üzerinden Kızıldeniz’e ve diğer kritik ticaret yollarına sıçraması riskini görüyor musunuz?
Hürmüz Boğazı bölgesindeki gerilim ve tırmanışın Çin donanmasına nasıl tepki vereceği konusu da gündemde sorgulanıyor. Çin bu aşamada kendi yakın çevresi Tayvan ve Çin denizinde farklı tepkiler verebilir. Orada bir kriz gelişirse askeri harekata geçebilir. Ama Körfez bölgesinde, Hürmüz Boğaz’ında Çin donanmasının bir harekata katılacağını ya da Çin’in inisiyatif üstlenip silahlı müdahalede bulunacağını hiç mümkün görmüyorum. Öyle bir olasılık yok. Şu aşamada Çin’in gördüğümüz kadarıyla uluslararası ilişkilerde öyle bir niyeti olmadığını değerlendiriyorum. Buralarda tansiyonun artması şu an İran’ın geçmişteki bir iki yıl içinde yanında gözüken Husiler üzerinde bir etkisi olacaktır. Belki de eğer İran teşebbüs ederse Hürmüz Boğazı’nda Husiler de Kızıldeniz’de benzeri eylemler yapabilirler. Hürmüz Boğazı’nda olası bir tırmanışın, Husilerin de hareketlerini artıracağını değerlendiriyorum. Kriz ve harp durumu devam ettiği sürece Kızıldeniz’de onlar da daha ileri düzeyde girişimlerde bulunabilirler.
Diğer kritik su yollarına, örneğin Malakka Boğazı’na bu aşamada bir müdahale olacağını beklemiyorum. Ama olaylar tırmanır da bloklaşır, Avrasya’ya karşı Okyanusya ülkeleri yani Heartland dediğimiz Avrasya kıtasını Çin’in, Rusya’nın, Türkiye’nin Avrupa’yla birlikte bulunduğu ana kıtalar grubuna okyanuslardan Büyük Okyanus, Hint Okyanusu ve Atlas Okyanusu’ndan, çevreleyen başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Avustralya ve Kanada’nın bulunduğu deniz ağırlıklı grubun müdahalesi söz konusu olduğunda (ki buna Kore ve Japonya’yı da dahil etmeliyiz), o zaman Endonezya, Malezya gibi ülkeler üzerinden Malakka Boğazı’nda da olası gerginlik mümkün olabilir. Ama bu topyekun krizin küresel çapa sıçraması demek. Bu da çok tehlikeli bir durum olur. O aşamaya geleceğini değerlendirmiyorum. Bu krizin bölgesel kalacağını değerlendiriyorum.
Uzmanlar Harici’ye değerlendirdi: Hürmüz’ün kapanma ihtimali ‘sıfır’
Diplomasi
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.
Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.
Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için diplomatik kanallara dönülmesi” çağrısı yaptı.
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’
Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.
Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.
‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’
Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.
Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.
‘Çin İran’da istikrardan yana’
Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.
Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:
- Ekonomik durgunluk
“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”
- Nükleer pazarlık
“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”
- Ulusal güvenlik
“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”
İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.
Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.
-
Dünya Basını1 hafta önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş1 hafta önce
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?
-
Görüş2 hafta önce
İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak
-
Avrupa2 hafta önce
Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’
-
Görüş2 hafta önce
Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi
-
Görüş2 hafta önce
‘Mükemmel fırtına’nın gözünde korkuyla dalgalanan piyasalar
-
Ortadoğu3 gün önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Ortadoğu2 hafta önce
Tahran’ın menzilindeki ABD üsleri