Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Almanya’nın eski Donanma Komutanı Harici’ye konuştu: Medya kampanyası olmasaydı istifa etmezdim  

Yayınlanma

Dönemin Almanya Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Kay-Achim Schönbach, 2021 yılının Ocak ayında Putin’in “saygıyı hak ettiğini” söylemesi üzerine büyük bir medya kampanyasının hedefi olmuştu. Rusya, Ukrayna’ya girmeden yaklaşık bir ay önce Alman Donanma Komutanı istifasını vermek zorunda kalmıştı.

Amiral Kay-Achim Schönbach’ın o tarihte dünya basınına yansıyan sözleri şu şekildeydi: “Putin’in gerçekten istediği şey saygı görmek… Ve Tanrı biliyor, saygı göstermek düşük maliyetlidir. Maliyeti yoktur.  Putin’in talep ettiği ve muhtemelen hak ettiği saygıyı göstermek kolaydır.”

Amiral Kay-Achim Schönbach, Hindistan’da kapalı bir oturumda yaptığı konuşmanın arka planını ve istifaya giden süreci ayrıntılarıyla anlattı. Amiral Schönbach, Harici Genel Yayın Yönetmeni Tunç Akkoç’un sorularını Hamburg yakınlarındaki evinde yanıtladı.

 

Kay-Achim Bey, öncelikle kendinizi kısaca tanıtıp Deniz Kuvvetlerinde aldığınız son görevi anlatır mısınız?

Adım Kay-Achim Schönbach. 58 yaşındayım, Federal Almanya Deniz Kuvvetleri’nden emekliyim. Son görevim Rostock garnizonunda müfettişlikti, yani Alman Deniz Kuvvetleri’nin başı, Koramiral rütbesinin dengi sayılabilir. Şu anda görev yapmıyorum.

‘Konuşma habersiz kayıt altına alınmış’

Ocak 2023’te Alman Deniz Kuvvetleri’nin başındayken istifanız istendi. Bu duruma nasıl gelindi ve medya bunda nasıl bir rol oynadı?

Ocak ayında, aslında Ocak 2022’de, Bavyera fırkateyninin Uzak Doğu’ya yapmış olduğu yolculuk sırasında, ben de 20 yıl içinde ilk defa bu ziyarete eşlik etmek için Hindistan’daydım. Ve asıl resmi programın sonrasında, iki düşünce kuruluşundan davet geldi. Bu çerçevede kurum içi bir etkinlikti. En azından bana böyle söylenmişti. İlk bölüm de kurum içiydi. İkinci bölüm sırasında, hiç kimsenin haberi olmadan cep telefonu kamerası ile kayıt altına alındı ve bu kayıttan benim açıklamalarım çıkarıp alındı. Öncelikle söylemek isterim ki kayıt altına alınacağını bilseydim yine söylerdim. Ancak o zaman en azından bunun nasıl bir kurulum olduğunu izleyenlere açıklayabilirdim. O zaman ifadelerin nispeten sansasyonel olmadığı anlaşılırdı.

Biri kısaltılmış olan, en azından medyada bu şekilde olan iki önemli açıklamada Kırım’ın elden gittiğini ve geri gelmeyeceğini açıkça belirtmiştim. Bunun anlamı aslında, Rusya Federasyonu Kırım’ı kendi isteğiyle geri vermeyecek demekti ve bu doğrulandı, ki bunu anlamak pek de zor değil. İkincisi ise, odadaki genç bir hanımefendinin sorduğu Ukrayna’nın nasıl kurtarılabileceği veya korunacağı sorusuydu ve bu konuşma sırasında meselenin karşılıklı saygı ile ve birbirini dinleyerek çözülebileceğini söyledim. Bunu bir keresinde eski üstüm, şu anda merhum olan Bakan Peter Struck’tan öğrenmiştim, konuşulan kişi kim olursa olsun herkese saygılı davranmak gerektiğini söylemişti. Karşıdakinin görüşlerini kabul etmeye gerek yok. Ben de tam olarak bunu kastetmiştim ve sonra dedim ki, eğer mesele sadece saygı ve karşı bir taraf olduğunu ve karşıt bir görüş olduğunu kabul etmekse, kolayca kabul edilebilir ve saygı gösterilebilir. Daha sonra medyada “skandal” diye haykırıldı ve geri döndüğüm gün içerisinde medya istifamı da istedi. Bakan ve Baş Müfettişin, benim artık bu görevde tutulamayacağımı ve medyada çok büyük bir skandalın oluştuğunu, kurumun yani o zamanki Bakan Lambrecht’in korunması gerektiğini söyledikleri ifade edildi. Ve bu durumda, benim bizzat istifa etmem beklendi. Ben de öyle yaptım.

Medya bunun haberini yapmasaydı, durum belki de istifa etmeye kadar gitmezdi diyebilir miyiz?

Üstüm Bakan’a açıklamam gereken çok şey olduğunu ve kesinlikle bana bir ‘tokadın’ vurulacağını kabul etmem gerektiğini düpedüz söyledi. Tabii mecazi anlamda. Onu da anladım. Kendini böyle bir durumun içinde bulunca, kabullenmek zorunda kalıyor insan. Ancak istifa konusu açılmamıştı. Ve öğleden sonra eve varmıştım bile, tabii ki öfkeliydim, ama öğleden sonra aniden hayrete düştüm ve yani, işte böyle oldu.

‘Medya Ukrayna’nın başarısını da abarttı’

Ukrayna savaşıyla devam etmek istiyorum. Ukrayna’daki savaşın gidişatını nasıl görüyorsunuz?

Yani, bu yine orada söylediklerimle ilgili, o zaman henüz savaş yoktu. O zamanlar, eğer bunun sonucu savaşa varırsa sadece Donbas’ın geri kalanının ele geçirilmesiyle sınırlı kalacak bir savaş olacağını düşünmediğimi söylemiştim. Çünkü hatırlarsanız, Donbas Bölgesi milisler tarafından tamamen ele geçirilmemişti. Ve bu noktada dedim ki, bununla kalacağını düşünmüyorum, yani bunun devamı gelecek. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’nın aldığı karşı önlemleri, Ukrayna’nın düşmana karşı kendini orada öne atılmaya hazır olduğunu tamamen hafife aldığını düşünüyorum.

Ve takip edebildiğim ve tabii kara operasyonları hakkında benden daha fazla bilgi sahibi olanlardan dinleyebildiğim kadarıyla, lojistik ve bütünüyle taktik stratejinin de tamamen yanlış olduğuna inanıyorum. Bunun kolay bir oyun olacağını düşünüyorlardı. Bununla birlikte, özellikle uluslararası toplum şu anda Ukrayna’ya oldukça yoğun bir destek verdiği için, özellikle de bu yaz, sonbaharın başlarında başlayan karşı saldırıyla, Ukrayna’nın sanıldığı kadar ileri gitmemiş olması hayal kırıklığı yarattığını gösterdi. Rusların savunması, İkinci Dünya Savaşı’nda zaten kanıtladıkları gibi çok iyi, muazzam bir savunma. Ukrayna ordusu çok kayıp verdi, Rus ordusu da aynı şekilde ama işte bu büyük bir fark. Bir şey daha var, onu da ekleyeyim, bu normal vatandaşla, normal TV izleyicisiyle veya en azından biraz bilgi almaya çalışan kişiyle ilgili: Ben, zaman içinde yayınlanan haberlerin talihsiz olduğu fikrindeyim, çünkü Ukrayna ordusu öyle başarılı dendi ki, ki olsa burada da hakkını verirdim, bunu da netleştirmek isterim, sanki Moskova’nın önüne vardığı gibi bir izlenim veriliyordu. Ama aslında nispeten küçük bir alan ele geçirildi, sanıyorum 350 ya da 360 kilometrekarenin yeniden ele geçirildiğini düşünüyorum. Bu nispeten küçük bir alan, bu açıdan da hayal kırıklığı yaratıyor. Ayrıca Ukrayna ordusunun arka planda vermek zorunda kaldığı asker kaybı da cabası.

‘Müzakerelerin gerekli olduğunu düşünüyorum’

Barış müzakereleri bu yıl ivme kazanabilir mi ve bunun için nelerin gerekli olduğunu düşünüyorsunuz?

O zaman Hindistan’da da söylediğim gibi bunun gerekli bir şey olduğunu düşünüyorum, ama bunu daha önce de belirttim; bunu söyleyen tek ve en önemli kişi ben değilim. Diplomasiye bel bağlamayı bırakırsak büyük bir hata yapılmış olacağını düşünüyorum. Savaş ayrı bir durumdur. Kendini savunmak zorundasın ve kendini savunma hakkına da sahipsin. Bu hiç tartışılamaz. Fakat diplomasi yeterince hız kazanmadı, yeterince etki yaratmadı. Bence netleştiğinde, tabii diğerleri, özellikle de orada bulunup durumu analiz eden liderler, her iki tarafın da liderleri daha iyi değerlendirebilir, eğer durum “çamura saplanmaya” kadar gelmişse, yani hakikaten hiçbir hareket yoksa veya sadece biraz ileri geri gidiyorsa, o zaman dürüst olup şu anki hedefin ne olduğunun söylenmesi gerekir. İnanılmaz kan dökülen, tecavüz, cinayet, kasıtsız adam öldürme, tahribat dolu, arkasında yeniden inşa edilmesi gereken altyapı bırakan bitmek bilmeyen bir savaş mı yoksa bu savaştan çekilmeleri için bir fırsat, her iki tarafın da itibarı korunacak şekilde bir fırsat yaratmak mı? Bu elbette sonunda varılacak sonuç olacaktır ve Ukrayna’nın bu konuda Ukrayna devletinin tüm alanının tamamen geri kazanılması, egemenlik olması gerektiğini söylemesini anlayabiliyorum. Ve bugün burada tekrar söylüyorum, artık kaybedecek bir şeyim yok, Rus tarafına da kulak verilmesi gerekiyor. Taleplerini benimsemeye gerek yok ve gerekirse ne gibi taleplerinin olduklarına bağlı olarak da reddetmek gerekir. Dinlemek gerekir. İşte böyle masaya oturulur. Bu dünyada meşakkatli küçük küçük adımlarla yavaşça her iki taraf için de bir çözüm bulacak şahane diplomatlar var.

‘Kuzey Akım 2 saldırısı Almanya’nın durumunu zorlaştırdı’

Almanya ile devam etmek istiyorum. Dışarıdan bakıldığında ilginç bir nokta da şu ki, Almanya bu savaştan ekonomik olarak en çok zarar gören ülkelerden biri. Her şeyden önce (enerji tedariki sorunlarından dolayı) olaylar bu noktaya gelmek zorunda mıydı ve doğalgazın akmaya devam etme şansı yok muydu?

Bence, dışarıdan bakıldığında konuyu iyi açtınız. Ardında her kim olursa olsun, Kuzey Akım 2’nin infilak ettirildiği gerçeğini biliyorsunuz. Bu, bir Alman altyapısına yönelik yasadışı bir saldırıydı ve konuyu kesinlikle kolaylaştırmadı. Günümüze odaklanırsak, doğalgaz akmıyor, dışarıdan da fark ettiğiniz gibi içeride bunda kimin suçlu olduğu tartışılıyor. Özellikle yaptırımlar çerçevesinde Rusya Federasyonu’ndan doğalgaz veya bu tür kaynakların hiçbirinin alınmaması siyasi bir karardı. Doğalgaz gelebilir miydi sorusu için; Tabii ki söylediğim gibi doğalgaz ya da Rusya’dan diğer hammaddeler gelebilirdi. Çünkü bu artık bir sır değil ve bu durumda Avrupa Birliği’ne ve hatta Almanya’ya başka kanallarla, üçüncü ülkeler aracılığıyla geri döndüğünü bilmek için büyük bir politik, analitik kavrama yeteneğine sahip olmaya gerek yok.

Başka yerlerde de söylediğim gibi, Soğuk Savaş’ın en kötü ve en karanlık zamanlarında bile hala bir köprü, bir bağlantı vardı diye düşünüyorum. Sovyet Rusya’nın Doğu Avrupa devletlerine uyguladığı baskı sistemine rağmen belirli bir asgari ekonomik işbirliği de vardı. O zamanlar bile bu mümkündü. Önemli olan tek şey, ki bu şu anda siyasi bir yer olan Berlin’de de anlaşılan bir şey: Sonuçta, yaptırımlar, tabii ki bu yaptırımları uygulayana değil bu yaptırımlara maruz kalana zarar vermeli. Hiçbir şey yapılmamalı demek istemiyorum. Tabii ki bir şeyler yapmalıyız, politik olarak ve bu durumda ekonomik olarak orada gerçekleşenleri onaylamadığımızı ve Ukrayna’ya yönelik bu uluslararası hukuku ilgilendiren müdahalenin de cezalandırılması gerektiğini açıkça belirtmeliyiz. Ancak yaptırımların veya her ne yapılıyorsa, Rusya Federasyonu’na da zarar verecek şekilde düzenlenmesi gerekir. Dikkatlice kulak verdiğimde, ki dinlediğime inanıyorum, şu anda bize, karşı tarafa verdiğinden daha fazla zarar veriyor gibi görünüyor.

‘Rusya’ya yaptırımlar etkili olmadı’

Sonraki sorum boydu, yani yaptırımların etkili olduğunu düşünüp düşünmediğiniz, ancak bunu kısmen yanıtladınız.

Söylediğim gibi, ekonomik alanda elbette çok az bilgi sahibiyim. Sadece gazete okuyabiliyorum. Biraz mantığımla ve biraz analitik yeteneğimle durumun böyle olup olmadığını tespit etmeye çalışabilirim. Ve şimdi kime kulak verirseniz verin, yaptırımların bu etkiyi sağlamadığını duyuyorsunuz. Bu yüzden başka yaptırımlar uygulamak gerekiyor. Her halükarda, ülkenin kendisinin çok fazla ve yoğun bir şekilde etkilenmediğinden emin olması gerekir. Ve durum gerçekten de bu. Ve şu anda ekonomi alanında yaşadığımız her şey, altyapı, doğalgaz ve elektrik gibi konularla nasıl başa çıktığımız, tüm bu sorunlarla alakalı. Bir siyasetçinin kendine bunu sorup bunun doğru yol olup olmadığına dair bir cevap vermesi gerekir.

‘Trump gelirse değişiklik olabilir’

Dünya çapında da üzerinde tartışılan bir başka nokta var. Bunu teknik olarak da değerlendirebileceğinizi düşünüyorum. Batı ittifakının şimdiye kadar yaptığı gibi Ukrayna’ya yapılan silah ve mali yardımı artırmaya devam etmesi mümkün mü? Son zamanlarda bazı ülkelerden farklı görüşler duyuldu.

Yani esasen, elbette mümkün. Çok yakın zamanda duyduğunuz üzere, Almanya Federal Cumhuriyeti, yani Federal Hükümet, 2024 mali ödemelerini ve içerdiği her şeyi 4 milyardan 8 milyara çıkaracağını açıkladı. Gördüğünüz gibi, bu gayet mümkün, yani teknik olarak zaten bu durumda.

Ve bu elbette diğerleri için de geçerli. Ama orada da şunu belirtmek gerekir: Gelişim halinde olan ne? Özellikle şimdiye kadarki en büyük destekçi olan Amerika Birleşik Devletleri’ne bakmalıyız, ikinci en güçlü destekçi de biziz, Washington’da gerçekten farklı bir gelişim var mı diye bakmak gerekir. Başka bir devlet başkanıyla, muhtemelen daha önce görev yapmış bir başkanla durum ne olur? Yani bence Donald Trump gerçekten tekrar göreve gelirse, bu noktada bir şeyler önemli ölçüde değişebilir.

Ve Macaristan’da da görüyorsunuz. Viktor Orban buna kesinlikle bizden tamamen farklı bakıyor ve bu, Avrupa Birliği’ndeki başka ülkeler için de geçerli. Bence o konuda çok kararlıyız, biz, yani Almanya Federal Cumhuriyeti çok kararlı ve kendinde hiçbir kabahat görmüyor. Ama bu ne kadar uzun sürer? Tabii sorulması gereken bazı sorular var: Harcanan emek açısından etkin mi? Biliyorum, bu şekilde ifade etmek biraz sert oldu. Ama sonuçta, harcanan çaba etkili mi, hedefe ulaştırıyor mu diye düşünmek gerekir? Ve sonra Almanya’da şu anda olduğundan daha yoğun tartışmalar ortaya çıkabilir: Ya daha az taahhüt edeceğiz ya da önünde sonunda hiçbir şey taahhüt etmeyeceğiz.

‘Batı hiç bu kadar şiddetli zorluklarla başa çıkmak zorunda kalmamıştı’ 

Küresel meselelere gelelim. Dünyanın çok kutupluluğa doğru hızla ilerlediği ve BRICS gibi kuruluşların büyüdüğü bir dönemdeyiz. Sizce bu Batı için güçlük çıkarır mı? Ne tür bir güçlük olabilir?

Şöyle genel klişe bir söz aklıma geldi: Şu anda değişmekte olan dünya, her zaman değişmekte. Doğa gibi dünya da bir müze değildir. Batı hiç bu kadar fazla ve şiddetli bir şekilde güçlüklerle başa çıkmak zorunda kalmamıştı. BRICS buna iyi bir örnek. Şimdiye kadar, yalnızca harflere bakılırsa, bu devletler grubu sınırlıydı, ki Çin’in pozisyonu zaten özeldi.

Ancak şimdi, durum göründüğü gibiyse gerçekten de büyüyor demektir. Özellikle Arap devletlerini de kapsayacak şekilde büyüyor, bunların içinde çok fazla kaynağa ve paraya sahip devletler var, öyleyse bu olağanüstü bir zorluk. Şunu sormak istediyseniz, kendi para birimiyle bir çeşit kontrol aracına, çetin bir araca sahip olup olmadıklarını gerçekten değerlendiremem. Şu anda bunun çok erken olarak düşünüyorum.

Ama bu devletler orada bir araya gelirse Batı gerçekten baskı altında kalacaktır. Amerika Birleşik Devletleri kesinlikle bizim tarafımızda, ancak kendi çıkarları da var ve giderek Çin’e, yani Pasifik’e yöneliyor. Batı Avrupa’daki Avrupalılar olarak, şimdi Ukrayna’yı da buna dahil sayıyorum, gelecekte ne durumda olacaksa olsun, biz baskı altındayız, çünkü açıkçası özgürlük, ekonomik refah, insan hakları konusu artık pek ilgi çekmiyor ve açıkçası geçmişte olduğu gibi çok da cazibeli değil.

Affedersiniz ama bazen de katı olmak lazım. Aksine, bu benim kişisel görüşüm, bunu Fransızlara ve İngilizlere açıklamaya gerek yok, Almanlar olarak politikalarımızı daha fazla çıkarlarımıza göre geliştirmemiz gerekiyor. Çıkarlarımızı kabul ettirmeye çalışmalıyız. Refahımızı, bir ülke olarak, bir toplum olarak gelişimimizi sürdürmek için ihtiyaç duyduğumuz kaynakların, tüm bunların insan haklarını, anayasayı yorumlama şeklimize tam olarak katılmayan uluslarla gerekirse işbirliği yapmayı gerektireceğini görmemiz gerekiyor. Yani Batı çok baskı altında. BRICS ilk adım. Çin zaten başlı başına. Yani hala bizi bekleyen çok şey var.

‘Ulusların çıkarları vardır, dostları yoktur’

Bu konuda yorum yapmak istemiyorum ama ABD’nin çıkarlarının her zaman Almanya’nın çıkarlarıyla örtüşmediğini söylediğinizi çıkarıyorum. Doğru mu?

Yani yine belirtiyorum, herkesçe bilinen bir şey. Ulusların çıkarları vardır, dostları yoktur. Hep müttefik diyoruz ya işte bu doğru. Bu teknik bir terim. Bunu NATO, Avrupa Birliği ve Avrupalı ortaklarımız gösteriyor. Ama elbette, bazen ABD’nin başka çıkarları da oluyor, bunu geçmişte gördük. Dost ve müttefik olsak bile, her zaman her şeyi aynı tondan söylememiz gerekmiyor. Farklı ilgi alanlarınız olsa da temel ortak kanıda hemfikiriz. Ama söylemek istediğim, Fransızların, özellikle Kuzey Afrika’da, aynı zamanda İngilizlerin, tabii uzun süredir Amerikalıların Afrika’da nasıl büsbütün müttefiklerimiz ve dostlarımız olduğuna bakın. Bunu örnek olarak ele alalım. Nitekim bugün Çin’in Afrika’da nasıl yayılarak güçlendiğini görüyorsunuz. Çin, Afrika dışındaki en büyük toprak sahibi, önemli nüfuza sahip toprak sahibi. Çin, işbirliği yaptığı bir devletin, insan haklarına, bizim gibi, aslında riayet edip etmediğine, ya da devletin bağımsızlığına, iyi denetim sahibi olmasına, kadın hakları, iklim vb. meselelere riayet edip etmediğine bakmıyor. Bunu yapmamızın doğru ve faydalı olduğunu düşünüyorum. Ancak, Çin ve diğer ülkelerin farklı tepki verdiğini ve kredi de vermeye istekli olduklarını ve bu nedenle bize kapalı bölgelerde de nüfuz ve güce sahip olduklarını kabul etmemiz gerekiyor.

‘Değerlerimizle uyuşmasa da çıkarlarımız gereği bir ulusla işbirliği yapabiliriz’

Değerlere dayalı bir dış politika yürütmenin çok da akıllıca olmadığını mı söylüyorsunuz?

Tabii ki. Ve sanıyorum bunu açıkça da belirttim. Güvenlik politikası da dahil olmak üzere değerlere dayalı bir dış politika yürütmek önemlidir. Yine de, büyük ulusların, özellikle de söz konusu güvenlik politikası olduğunda küresel olarak hareket etmesi gerekir, ki bunu onlara açıklamaya gerek yok.

Bazen bunu da yapmak gerekir ve bu İngiltere, Fransa, Rusya ya da ABD’nin çıkarlarını savunmak için dünyadaki ilgili devletlerle yaptığı işbirliklerinde görülüyor. Çıkarların korunması gerektiği sonucuna varılırsa, bir bütün olarak Avrupa Birliği ve elbette özellikle Almanya da tek başına bunu yapmalı. Gerekirse, temel değerler ile ilgili fikirlerimizle yüzde 100 uyuşmasa da bir ulus veya bir devletler birliği ile işbirliği yapmak ve etkileşimde bulunmak gerekir.

‘Türkiye’nin NATO’dan çıkmaması lazım’

Türkiye’nin özellikle dış politikadaki pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yani, bugün siz burada benim misafirim olduğunuz için söylemiyorum sadece. Ben her zaman Türkiye’nin gerçek bir dostu olmuşumdur. Sanıyorum bunu söylememe müsaade edersiniz; tabii her şeye katılmasam da. Türkiye önemli bir devlettir, mühim bir devlettir. Tabii Türkiye, şimdi geçmişte olduğundan daha fazla Doğu’yla, Türk devletleri ile olan tarihi bağlarını pekiştirdi ve onları daha fazla koruyor. Türkiye bölgede görüşünü egemen kılma gücüne sahip ve Ankara’da veya İstanbul’da söylenenlerin ne kadar güçlü bir şekilde duyulduğunu uzun zamandır görüyorum, bununla ilgileniyorum. Ve bence özellikle şimdi Türkiye, bu yeniden alevlenmesi sırasında, özellikle Ortadoğu’daki çatışmada, önemli bir rol oynuyor.

Türkiye’nin NATO’dan çıkmaması lazım. Bu yönde gerçekten bir angajman ya da niyetin olmadığını düşünüyorum. Bağlı bir devlet olarak veya başka bir biçimde Avrupa Birliği ile yakınlaşmanın gelecekte tekrar gündeme geleceğini düşünüyorum. Batı’dan yüz çevirmemesi lazım. Ancak, geçmişteki Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanan, en azından bu şekilde görülüyor, tarihi bağların da etkisiyle özel bir öneme sahip olduğunu anlıyorum. Uzun zamandır, İstanbul’dayken, bir Türk tarih profesörü ile muhatabım, yani onunla konuşuyordum. Bana şöyle dedi: Bu ülkelere hemen hemen yine Bab-ı Ali gibi bakıp etkimizi göstermeye çalışıyoruz. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum, özellikle de Türk politikasının barış ve uzlaşmayı hedefleyen yönleri ile Ankara’nın büyük bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Türkiye’nin angajmanının çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Peki, son soru dünyanın diğer ucundan. Çünkü bunu mutlaka çok iyi biliyorsunuzdur. Güney Çin Denizi yakın geleceğin kriz bölgelerinden biri haline gelebilir mi?

Evet, tamamen dürüst olursak, zaten öyle. Sözde genişliğimizden veya bu alana olan mesafemizden kaynaklanıyor, bu yüzden burada Almanya veya Avrupa Birliği’nden bahsedecek olursak, biraz kenarda köşede kalıyor. O bölgede bulunan devletler için, ABD için ve hala orada toprakları olan uluslar için, Fransa ve Büyük Britanya’da olduğu gibi, bu artık bir mevzu bile değil. Ya da daha doğrusu bu konuda kendimi düzeltmem gerekirse, bir mevzu aslında. Biz orada dürüst bir ara bulucuyuz, değerli bir ortak olarak hareket eden iyi bir ara bulucu olarak orada bulunuyoruz. Bu, beni görevimden neyin uzaklaştırdığı sorusuyla ilgili ilk açıklamamdı. Orada bulundum, birkaç kez oraya, Japonya ve Singapur’a, Güney Kore’ye gitmiştim. Orada bize ihtiyaç var ve arabuluculuk yapabilen ortak olarak muhatap alınıyoruz.

Aslında, orada önemi yadsınamayacak, bariz olan şey Çin Halk Cumhuriyeti’nin sahneye çıkmasıdır. Özellikle Güney Çin Denizi söz konusuysa, nine-dash line olarak adlandırılan yer, yani kısmen iki-üç bin yıllık haritalarda bulunan Güney Çin Denizi’ndeki toprak üzerinde bir hak iddiasının sınırlı olduğu bu dokuz çizgi veya dokuz nokta. Orada bulunan devletlerin yardıma ve desteğe ihtiyacı var. Bu yüzden 2 yıl önce Bavyera firkateyni ile ilk kez oraya gittik. Hatta bu yıl oraya 2 gemi göndereceğiz. Bunu yapmak zorundayız, çünkü önceki kriz bölgesine ek olarak, gelecekteki 1 numaralı kriz bölgesi olacak. Çin hızla oraya ulaşacak, ki bunu zaten yapıyor. Zaten orada bulunarak uluslararası hukuku ihlal ediyorlar, Güney Çin Denizi’ni gerçekten bir Çin denizi haline getirmeye çalışıyorlar. Nitekim bu gerçekleşmemeli, çünkü bu uluslararası hukuka uygun değil.

SÖYLEŞİ

“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”

Yayınlanma

Yazar

Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.

Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.

Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.

Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.

Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.

‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’

Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?

Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.

‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’

Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?

Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.

Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?

Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.

‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’

İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.

AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.

‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’

Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?

Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?

Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?

23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.

Bu ne anlama geliyor?

Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.

Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.

Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.

Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.

BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.

Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.

Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.

Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.

Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.

Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.

Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.

BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.

BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.

Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.

Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English