Söyleşi
Almanya’nın eski Donanma Komutanı Harici’ye konuştu: Medya kampanyası olmasaydı istifa etmezdim

Dönemin Almanya Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Kay-Achim Schönbach, 2021 yılının Ocak ayında Putin’in “saygıyı hak ettiğini” söylemesi üzerine büyük bir medya kampanyasının hedefi olmuştu. Rusya, Ukrayna’ya girmeden yaklaşık bir ay önce Alman Donanma Komutanı istifasını vermek zorunda kalmıştı.
Amiral Kay-Achim Schönbach’ın o tarihte dünya basınına yansıyan sözleri şu şekildeydi: “Putin’in gerçekten istediği şey saygı görmek… Ve Tanrı biliyor, saygı göstermek düşük maliyetlidir. Maliyeti yoktur. Putin’in talep ettiği ve muhtemelen hak ettiği saygıyı göstermek kolaydır.”
Amiral Kay-Achim Schönbach, Hindistan’da kapalı bir oturumda yaptığı konuşmanın arka planını ve istifaya giden süreci ayrıntılarıyla anlattı. Amiral Schönbach, Harici Genel Yayın Yönetmeni Tunç Akkoç’un sorularını Hamburg yakınlarındaki evinde yanıtladı.
Kay-Achim Bey, öncelikle kendinizi kısaca tanıtıp Deniz Kuvvetlerinde aldığınız son görevi anlatır mısınız?
Adım Kay-Achim Schönbach. 58 yaşındayım, Federal Almanya Deniz Kuvvetleri’nden emekliyim. Son görevim Rostock garnizonunda müfettişlikti, yani Alman Deniz Kuvvetleri’nin başı, Koramiral rütbesinin dengi sayılabilir. Şu anda görev yapmıyorum.
‘Konuşma habersiz kayıt altına alınmış’
Ocak 2023’te Alman Deniz Kuvvetleri’nin başındayken istifanız istendi. Bu duruma nasıl gelindi ve medya bunda nasıl bir rol oynadı?
Ocak ayında, aslında Ocak 2022’de, Bavyera fırkateyninin Uzak Doğu’ya yapmış olduğu yolculuk sırasında, ben de 20 yıl içinde ilk defa bu ziyarete eşlik etmek için Hindistan’daydım. Ve asıl resmi programın sonrasında, iki düşünce kuruluşundan davet geldi. Bu çerçevede kurum içi bir etkinlikti. En azından bana böyle söylenmişti. İlk bölüm de kurum içiydi. İkinci bölüm sırasında, hiç kimsenin haberi olmadan cep telefonu kamerası ile kayıt altına alındı ve bu kayıttan benim açıklamalarım çıkarıp alındı. Öncelikle söylemek isterim ki kayıt altına alınacağını bilseydim yine söylerdim. Ancak o zaman en azından bunun nasıl bir kurulum olduğunu izleyenlere açıklayabilirdim. O zaman ifadelerin nispeten sansasyonel olmadığı anlaşılırdı.
Biri kısaltılmış olan, en azından medyada bu şekilde olan iki önemli açıklamada Kırım’ın elden gittiğini ve geri gelmeyeceğini açıkça belirtmiştim. Bunun anlamı aslında, Rusya Federasyonu Kırım’ı kendi isteğiyle geri vermeyecek demekti ve bu doğrulandı, ki bunu anlamak pek de zor değil. İkincisi ise, odadaki genç bir hanımefendinin sorduğu Ukrayna’nın nasıl kurtarılabileceği veya korunacağı sorusuydu ve bu konuşma sırasında meselenin karşılıklı saygı ile ve birbirini dinleyerek çözülebileceğini söyledim. Bunu bir keresinde eski üstüm, şu anda merhum olan Bakan Peter Struck’tan öğrenmiştim, konuşulan kişi kim olursa olsun herkese saygılı davranmak gerektiğini söylemişti. Karşıdakinin görüşlerini kabul etmeye gerek yok. Ben de tam olarak bunu kastetmiştim ve sonra dedim ki, eğer mesele sadece saygı ve karşı bir taraf olduğunu ve karşıt bir görüş olduğunu kabul etmekse, kolayca kabul edilebilir ve saygı gösterilebilir. Daha sonra medyada “skandal” diye haykırıldı ve geri döndüğüm gün içerisinde medya istifamı da istedi. Bakan ve Baş Müfettişin, benim artık bu görevde tutulamayacağımı ve medyada çok büyük bir skandalın oluştuğunu, kurumun yani o zamanki Bakan Lambrecht’in korunması gerektiğini söyledikleri ifade edildi. Ve bu durumda, benim bizzat istifa etmem beklendi. Ben de öyle yaptım.
Medya bunun haberini yapmasaydı, durum belki de istifa etmeye kadar gitmezdi diyebilir miyiz?
Üstüm Bakan’a açıklamam gereken çok şey olduğunu ve kesinlikle bana bir ‘tokadın’ vurulacağını kabul etmem gerektiğini düpedüz söyledi. Tabii mecazi anlamda. Onu da anladım. Kendini böyle bir durumun içinde bulunca, kabullenmek zorunda kalıyor insan. Ancak istifa konusu açılmamıştı. Ve öğleden sonra eve varmıştım bile, tabii ki öfkeliydim, ama öğleden sonra aniden hayrete düştüm ve yani, işte böyle oldu.
‘Medya Ukrayna’nın başarısını da abarttı’
Ukrayna savaşıyla devam etmek istiyorum. Ukrayna’daki savaşın gidişatını nasıl görüyorsunuz?
Yani, bu yine orada söylediklerimle ilgili, o zaman henüz savaş yoktu. O zamanlar, eğer bunun sonucu savaşa varırsa sadece Donbas’ın geri kalanının ele geçirilmesiyle sınırlı kalacak bir savaş olacağını düşünmediğimi söylemiştim. Çünkü hatırlarsanız, Donbas Bölgesi milisler tarafından tamamen ele geçirilmemişti. Ve bu noktada dedim ki, bununla kalacağını düşünmüyorum, yani bunun devamı gelecek. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’nın aldığı karşı önlemleri, Ukrayna’nın düşmana karşı kendini orada öne atılmaya hazır olduğunu tamamen hafife aldığını düşünüyorum.
Ve takip edebildiğim ve tabii kara operasyonları hakkında benden daha fazla bilgi sahibi olanlardan dinleyebildiğim kadarıyla, lojistik ve bütünüyle taktik stratejinin de tamamen yanlış olduğuna inanıyorum. Bunun kolay bir oyun olacağını düşünüyorlardı. Bununla birlikte, özellikle uluslararası toplum şu anda Ukrayna’ya oldukça yoğun bir destek verdiği için, özellikle de bu yaz, sonbaharın başlarında başlayan karşı saldırıyla, Ukrayna’nın sanıldığı kadar ileri gitmemiş olması hayal kırıklığı yarattığını gösterdi. Rusların savunması, İkinci Dünya Savaşı’nda zaten kanıtladıkları gibi çok iyi, muazzam bir savunma. Ukrayna ordusu çok kayıp verdi, Rus ordusu da aynı şekilde ama işte bu büyük bir fark. Bir şey daha var, onu da ekleyeyim, bu normal vatandaşla, normal TV izleyicisiyle veya en azından biraz bilgi almaya çalışan kişiyle ilgili: Ben, zaman içinde yayınlanan haberlerin talihsiz olduğu fikrindeyim, çünkü Ukrayna ordusu öyle başarılı dendi ki, ki olsa burada da hakkını verirdim, bunu da netleştirmek isterim, sanki Moskova’nın önüne vardığı gibi bir izlenim veriliyordu. Ama aslında nispeten küçük bir alan ele geçirildi, sanıyorum 350 ya da 360 kilometrekarenin yeniden ele geçirildiğini düşünüyorum. Bu nispeten küçük bir alan, bu açıdan da hayal kırıklığı yaratıyor. Ayrıca Ukrayna ordusunun arka planda vermek zorunda kaldığı asker kaybı da cabası.
‘Müzakerelerin gerekli olduğunu düşünüyorum’
Barış müzakereleri bu yıl ivme kazanabilir mi ve bunun için nelerin gerekli olduğunu düşünüyorsunuz?
O zaman Hindistan’da da söylediğim gibi bunun gerekli bir şey olduğunu düşünüyorum, ama bunu daha önce de belirttim; bunu söyleyen tek ve en önemli kişi ben değilim. Diplomasiye bel bağlamayı bırakırsak büyük bir hata yapılmış olacağını düşünüyorum. Savaş ayrı bir durumdur. Kendini savunmak zorundasın ve kendini savunma hakkına da sahipsin. Bu hiç tartışılamaz. Fakat diplomasi yeterince hız kazanmadı, yeterince etki yaratmadı. Bence netleştiğinde, tabii diğerleri, özellikle de orada bulunup durumu analiz eden liderler, her iki tarafın da liderleri daha iyi değerlendirebilir, eğer durum “çamura saplanmaya” kadar gelmişse, yani hakikaten hiçbir hareket yoksa veya sadece biraz ileri geri gidiyorsa, o zaman dürüst olup şu anki hedefin ne olduğunun söylenmesi gerekir. İnanılmaz kan dökülen, tecavüz, cinayet, kasıtsız adam öldürme, tahribat dolu, arkasında yeniden inşa edilmesi gereken altyapı bırakan bitmek bilmeyen bir savaş mı yoksa bu savaştan çekilmeleri için bir fırsat, her iki tarafın da itibarı korunacak şekilde bir fırsat yaratmak mı? Bu elbette sonunda varılacak sonuç olacaktır ve Ukrayna’nın bu konuda Ukrayna devletinin tüm alanının tamamen geri kazanılması, egemenlik olması gerektiğini söylemesini anlayabiliyorum. Ve bugün burada tekrar söylüyorum, artık kaybedecek bir şeyim yok, Rus tarafına da kulak verilmesi gerekiyor. Taleplerini benimsemeye gerek yok ve gerekirse ne gibi taleplerinin olduklarına bağlı olarak da reddetmek gerekir. Dinlemek gerekir. İşte böyle masaya oturulur. Bu dünyada meşakkatli küçük küçük adımlarla yavaşça her iki taraf için de bir çözüm bulacak şahane diplomatlar var.
‘Kuzey Akım 2 saldırısı Almanya’nın durumunu zorlaştırdı’
Almanya ile devam etmek istiyorum. Dışarıdan bakıldığında ilginç bir nokta da şu ki, Almanya bu savaştan ekonomik olarak en çok zarar gören ülkelerden biri. Her şeyden önce (enerji tedariki sorunlarından dolayı) olaylar bu noktaya gelmek zorunda mıydı ve doğalgazın akmaya devam etme şansı yok muydu?
Bence, dışarıdan bakıldığında konuyu iyi açtınız. Ardında her kim olursa olsun, Kuzey Akım 2’nin infilak ettirildiği gerçeğini biliyorsunuz. Bu, bir Alman altyapısına yönelik yasadışı bir saldırıydı ve konuyu kesinlikle kolaylaştırmadı. Günümüze odaklanırsak, doğalgaz akmıyor, dışarıdan da fark ettiğiniz gibi içeride bunda kimin suçlu olduğu tartışılıyor. Özellikle yaptırımlar çerçevesinde Rusya Federasyonu’ndan doğalgaz veya bu tür kaynakların hiçbirinin alınmaması siyasi bir karardı. Doğalgaz gelebilir miydi sorusu için; Tabii ki söylediğim gibi doğalgaz ya da Rusya’dan diğer hammaddeler gelebilirdi. Çünkü bu artık bir sır değil ve bu durumda Avrupa Birliği’ne ve hatta Almanya’ya başka kanallarla, üçüncü ülkeler aracılığıyla geri döndüğünü bilmek için büyük bir politik, analitik kavrama yeteneğine sahip olmaya gerek yok.
Başka yerlerde de söylediğim gibi, Soğuk Savaş’ın en kötü ve en karanlık zamanlarında bile hala bir köprü, bir bağlantı vardı diye düşünüyorum. Sovyet Rusya’nın Doğu Avrupa devletlerine uyguladığı baskı sistemine rağmen belirli bir asgari ekonomik işbirliği de vardı. O zamanlar bile bu mümkündü. Önemli olan tek şey, ki bu şu anda siyasi bir yer olan Berlin’de de anlaşılan bir şey: Sonuçta, yaptırımlar, tabii ki bu yaptırımları uygulayana değil bu yaptırımlara maruz kalana zarar vermeli. Hiçbir şey yapılmamalı demek istemiyorum. Tabii ki bir şeyler yapmalıyız, politik olarak ve bu durumda ekonomik olarak orada gerçekleşenleri onaylamadığımızı ve Ukrayna’ya yönelik bu uluslararası hukuku ilgilendiren müdahalenin de cezalandırılması gerektiğini açıkça belirtmeliyiz. Ancak yaptırımların veya her ne yapılıyorsa, Rusya Federasyonu’na da zarar verecek şekilde düzenlenmesi gerekir. Dikkatlice kulak verdiğimde, ki dinlediğime inanıyorum, şu anda bize, karşı tarafa verdiğinden daha fazla zarar veriyor gibi görünüyor.
‘Rusya’ya yaptırımlar etkili olmadı’
Sonraki sorum boydu, yani yaptırımların etkili olduğunu düşünüp düşünmediğiniz, ancak bunu kısmen yanıtladınız.
Söylediğim gibi, ekonomik alanda elbette çok az bilgi sahibiyim. Sadece gazete okuyabiliyorum. Biraz mantığımla ve biraz analitik yeteneğimle durumun böyle olup olmadığını tespit etmeye çalışabilirim. Ve şimdi kime kulak verirseniz verin, yaptırımların bu etkiyi sağlamadığını duyuyorsunuz. Bu yüzden başka yaptırımlar uygulamak gerekiyor. Her halükarda, ülkenin kendisinin çok fazla ve yoğun bir şekilde etkilenmediğinden emin olması gerekir. Ve durum gerçekten de bu. Ve şu anda ekonomi alanında yaşadığımız her şey, altyapı, doğalgaz ve elektrik gibi konularla nasıl başa çıktığımız, tüm bu sorunlarla alakalı. Bir siyasetçinin kendine bunu sorup bunun doğru yol olup olmadığına dair bir cevap vermesi gerekir.
‘Trump gelirse değişiklik olabilir’
Dünya çapında da üzerinde tartışılan bir başka nokta var. Bunu teknik olarak da değerlendirebileceğinizi düşünüyorum. Batı ittifakının şimdiye kadar yaptığı gibi Ukrayna’ya yapılan silah ve mali yardımı artırmaya devam etmesi mümkün mü? Son zamanlarda bazı ülkelerden farklı görüşler duyuldu.
Yani esasen, elbette mümkün. Çok yakın zamanda duyduğunuz üzere, Almanya Federal Cumhuriyeti, yani Federal Hükümet, 2024 mali ödemelerini ve içerdiği her şeyi 4 milyardan 8 milyara çıkaracağını açıkladı. Gördüğünüz gibi, bu gayet mümkün, yani teknik olarak zaten bu durumda.
Ve bu elbette diğerleri için de geçerli. Ama orada da şunu belirtmek gerekir: Gelişim halinde olan ne? Özellikle şimdiye kadarki en büyük destekçi olan Amerika Birleşik Devletleri’ne bakmalıyız, ikinci en güçlü destekçi de biziz, Washington’da gerçekten farklı bir gelişim var mı diye bakmak gerekir. Başka bir devlet başkanıyla, muhtemelen daha önce görev yapmış bir başkanla durum ne olur? Yani bence Donald Trump gerçekten tekrar göreve gelirse, bu noktada bir şeyler önemli ölçüde değişebilir.
Ve Macaristan’da da görüyorsunuz. Viktor Orban buna kesinlikle bizden tamamen farklı bakıyor ve bu, Avrupa Birliği’ndeki başka ülkeler için de geçerli. Bence o konuda çok kararlıyız, biz, yani Almanya Federal Cumhuriyeti çok kararlı ve kendinde hiçbir kabahat görmüyor. Ama bu ne kadar uzun sürer? Tabii sorulması gereken bazı sorular var: Harcanan emek açısından etkin mi? Biliyorum, bu şekilde ifade etmek biraz sert oldu. Ama sonuçta, harcanan çaba etkili mi, hedefe ulaştırıyor mu diye düşünmek gerekir? Ve sonra Almanya’da şu anda olduğundan daha yoğun tartışmalar ortaya çıkabilir: Ya daha az taahhüt edeceğiz ya da önünde sonunda hiçbir şey taahhüt etmeyeceğiz.
‘Batı hiç bu kadar şiddetli zorluklarla başa çıkmak zorunda kalmamıştı’
Küresel meselelere gelelim. Dünyanın çok kutupluluğa doğru hızla ilerlediği ve BRICS gibi kuruluşların büyüdüğü bir dönemdeyiz. Sizce bu Batı için güçlük çıkarır mı? Ne tür bir güçlük olabilir?
Şöyle genel klişe bir söz aklıma geldi: Şu anda değişmekte olan dünya, her zaman değişmekte. Doğa gibi dünya da bir müze değildir. Batı hiç bu kadar fazla ve şiddetli bir şekilde güçlüklerle başa çıkmak zorunda kalmamıştı. BRICS buna iyi bir örnek. Şimdiye kadar, yalnızca harflere bakılırsa, bu devletler grubu sınırlıydı, ki Çin’in pozisyonu zaten özeldi.
Ancak şimdi, durum göründüğü gibiyse gerçekten de büyüyor demektir. Özellikle Arap devletlerini de kapsayacak şekilde büyüyor, bunların içinde çok fazla kaynağa ve paraya sahip devletler var, öyleyse bu olağanüstü bir zorluk. Şunu sormak istediyseniz, kendi para birimiyle bir çeşit kontrol aracına, çetin bir araca sahip olup olmadıklarını gerçekten değerlendiremem. Şu anda bunun çok erken olarak düşünüyorum.
Ama bu devletler orada bir araya gelirse Batı gerçekten baskı altında kalacaktır. Amerika Birleşik Devletleri kesinlikle bizim tarafımızda, ancak kendi çıkarları da var ve giderek Çin’e, yani Pasifik’e yöneliyor. Batı Avrupa’daki Avrupalılar olarak, şimdi Ukrayna’yı da buna dahil sayıyorum, gelecekte ne durumda olacaksa olsun, biz baskı altındayız, çünkü açıkçası özgürlük, ekonomik refah, insan hakları konusu artık pek ilgi çekmiyor ve açıkçası geçmişte olduğu gibi çok da cazibeli değil.
Affedersiniz ama bazen de katı olmak lazım. Aksine, bu benim kişisel görüşüm, bunu Fransızlara ve İngilizlere açıklamaya gerek yok, Almanlar olarak politikalarımızı daha fazla çıkarlarımıza göre geliştirmemiz gerekiyor. Çıkarlarımızı kabul ettirmeye çalışmalıyız. Refahımızı, bir ülke olarak, bir toplum olarak gelişimimizi sürdürmek için ihtiyaç duyduğumuz kaynakların, tüm bunların insan haklarını, anayasayı yorumlama şeklimize tam olarak katılmayan uluslarla gerekirse işbirliği yapmayı gerektireceğini görmemiz gerekiyor. Yani Batı çok baskı altında. BRICS ilk adım. Çin zaten başlı başına. Yani hala bizi bekleyen çok şey var.
‘Ulusların çıkarları vardır, dostları yoktur’
Bu konuda yorum yapmak istemiyorum ama ABD’nin çıkarlarının her zaman Almanya’nın çıkarlarıyla örtüşmediğini söylediğinizi çıkarıyorum. Doğru mu?
Yani yine belirtiyorum, herkesçe bilinen bir şey. Ulusların çıkarları vardır, dostları yoktur. Hep müttefik diyoruz ya işte bu doğru. Bu teknik bir terim. Bunu NATO, Avrupa Birliği ve Avrupalı ortaklarımız gösteriyor. Ama elbette, bazen ABD’nin başka çıkarları da oluyor, bunu geçmişte gördük. Dost ve müttefik olsak bile, her zaman her şeyi aynı tondan söylememiz gerekmiyor. Farklı ilgi alanlarınız olsa da temel ortak kanıda hemfikiriz. Ama söylemek istediğim, Fransızların, özellikle Kuzey Afrika’da, aynı zamanda İngilizlerin, tabii uzun süredir Amerikalıların Afrika’da nasıl büsbütün müttefiklerimiz ve dostlarımız olduğuna bakın. Bunu örnek olarak ele alalım. Nitekim bugün Çin’in Afrika’da nasıl yayılarak güçlendiğini görüyorsunuz. Çin, Afrika dışındaki en büyük toprak sahibi, önemli nüfuza sahip toprak sahibi. Çin, işbirliği yaptığı bir devletin, insan haklarına, bizim gibi, aslında riayet edip etmediğine, ya da devletin bağımsızlığına, iyi denetim sahibi olmasına, kadın hakları, iklim vb. meselelere riayet edip etmediğine bakmıyor. Bunu yapmamızın doğru ve faydalı olduğunu düşünüyorum. Ancak, Çin ve diğer ülkelerin farklı tepki verdiğini ve kredi de vermeye istekli olduklarını ve bu nedenle bize kapalı bölgelerde de nüfuz ve güce sahip olduklarını kabul etmemiz gerekiyor.
‘Değerlerimizle uyuşmasa da çıkarlarımız gereği bir ulusla işbirliği yapabiliriz’
Değerlere dayalı bir dış politika yürütmenin çok da akıllıca olmadığını mı söylüyorsunuz?
Tabii ki. Ve sanıyorum bunu açıkça da belirttim. Güvenlik politikası da dahil olmak üzere değerlere dayalı bir dış politika yürütmek önemlidir. Yine de, büyük ulusların, özellikle de söz konusu güvenlik politikası olduğunda küresel olarak hareket etmesi gerekir, ki bunu onlara açıklamaya gerek yok.
Bazen bunu da yapmak gerekir ve bu İngiltere, Fransa, Rusya ya da ABD’nin çıkarlarını savunmak için dünyadaki ilgili devletlerle yaptığı işbirliklerinde görülüyor. Çıkarların korunması gerektiği sonucuna varılırsa, bir bütün olarak Avrupa Birliği ve elbette özellikle Almanya da tek başına bunu yapmalı. Gerekirse, temel değerler ile ilgili fikirlerimizle yüzde 100 uyuşmasa da bir ulus veya bir devletler birliği ile işbirliği yapmak ve etkileşimde bulunmak gerekir.
‘Türkiye’nin NATO’dan çıkmaması lazım’
Türkiye’nin özellikle dış politikadaki pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yani, bugün siz burada benim misafirim olduğunuz için söylemiyorum sadece. Ben her zaman Türkiye’nin gerçek bir dostu olmuşumdur. Sanıyorum bunu söylememe müsaade edersiniz; tabii her şeye katılmasam da. Türkiye önemli bir devlettir, mühim bir devlettir. Tabii Türkiye, şimdi geçmişte olduğundan daha fazla Doğu’yla, Türk devletleri ile olan tarihi bağlarını pekiştirdi ve onları daha fazla koruyor. Türkiye bölgede görüşünü egemen kılma gücüne sahip ve Ankara’da veya İstanbul’da söylenenlerin ne kadar güçlü bir şekilde duyulduğunu uzun zamandır görüyorum, bununla ilgileniyorum. Ve bence özellikle şimdi Türkiye, bu yeniden alevlenmesi sırasında, özellikle Ortadoğu’daki çatışmada, önemli bir rol oynuyor.
Türkiye’nin NATO’dan çıkmaması lazım. Bu yönde gerçekten bir angajman ya da niyetin olmadığını düşünüyorum. Bağlı bir devlet olarak veya başka bir biçimde Avrupa Birliği ile yakınlaşmanın gelecekte tekrar gündeme geleceğini düşünüyorum. Batı’dan yüz çevirmemesi lazım. Ancak, geçmişteki Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanan, en azından bu şekilde görülüyor, tarihi bağların da etkisiyle özel bir öneme sahip olduğunu anlıyorum. Uzun zamandır, İstanbul’dayken, bir Türk tarih profesörü ile muhatabım, yani onunla konuşuyordum. Bana şöyle dedi: Bu ülkelere hemen hemen yine Bab-ı Ali gibi bakıp etkimizi göstermeye çalışıyoruz. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum, özellikle de Türk politikasının barış ve uzlaşmayı hedefleyen yönleri ile Ankara’nın büyük bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Türkiye’nin angajmanının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Peki, son soru dünyanın diğer ucundan. Çünkü bunu mutlaka çok iyi biliyorsunuzdur. Güney Çin Denizi yakın geleceğin kriz bölgelerinden biri haline gelebilir mi?
Evet, tamamen dürüst olursak, zaten öyle. Sözde genişliğimizden veya bu alana olan mesafemizden kaynaklanıyor, bu yüzden burada Almanya veya Avrupa Birliği’nden bahsedecek olursak, biraz kenarda köşede kalıyor. O bölgede bulunan devletler için, ABD için ve hala orada toprakları olan uluslar için, Fransa ve Büyük Britanya’da olduğu gibi, bu artık bir mevzu bile değil. Ya da daha doğrusu bu konuda kendimi düzeltmem gerekirse, bir mevzu aslında. Biz orada dürüst bir ara bulucuyuz, değerli bir ortak olarak hareket eden iyi bir ara bulucu olarak orada bulunuyoruz. Bu, beni görevimden neyin uzaklaştırdığı sorusuyla ilgili ilk açıklamamdı. Orada bulundum, birkaç kez oraya, Japonya ve Singapur’a, Güney Kore’ye gitmiştim. Orada bize ihtiyaç var ve arabuluculuk yapabilen ortak olarak muhatap alınıyoruz.
Aslında, orada önemi yadsınamayacak, bariz olan şey Çin Halk Cumhuriyeti’nin sahneye çıkmasıdır. Özellikle Güney Çin Denizi söz konusuysa, nine-dash line olarak adlandırılan yer, yani kısmen iki-üç bin yıllık haritalarda bulunan Güney Çin Denizi’ndeki toprak üzerinde bir hak iddiasının sınırlı olduğu bu dokuz çizgi veya dokuz nokta. Orada bulunan devletlerin yardıma ve desteğe ihtiyacı var. Bu yüzden 2 yıl önce Bavyera firkateyni ile ilk kez oraya gittik. Hatta bu yıl oraya 2 gemi göndereceğiz. Bunu yapmak zorundayız, çünkü önceki kriz bölgesine ek olarak, gelecekteki 1 numaralı kriz bölgesi olacak. Çin hızla oraya ulaşacak, ki bunu zaten yapıyor. Zaten orada bulunarak uluslararası hukuku ihlal ediyorlar, Güney Çin Denizi’ni gerçekten bir Çin denizi haline getirmeye çalışıyorlar. Nitekim bu gerçekleşmemeli, çünkü bu uluslararası hukuka uygun değil.
Söyleşi
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır

Alexander Rahr, Almanya’nın önde gelen dış politika uzmanlarından biridir. Yirmi yıl boyunca Alman Dış İlişkiler Konseyi (DGAP) bünyesinde çalışmış ve burada yöneticilik yaparak Alman dış politikasının şekillenmesinde önemli roller üstlenmiştir. Özellikle Almanya-Rusya ilişkileri konusunda uzmanlaşan Rahr, Doğu Avrupa politikaları üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Politikaya entelektüel derinlik kazandıran analizleriyle hem akademide hem karar alıcı çevrelerde saygı görmüştür. Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı sahibi Rahr, aynı zamanda Avrasya coğrafyasına dair perspektifleriyle Alman kamuoyunun dikkatini bu bölgeye çekmiştir. Alexander Rahr ile Berlin’deki evinde özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Almanya’da yeni federal hükümeti ve öne çıkan konuları sorduk.
S: Yeni hükümet için en büyük zorluklar ve sınavlar neler olacak?
C: En büyük zorluk, basitçe söylemek gerekirse, Ampel koalisyonundan farklı bir görüntü vermek ve onlar gibi kendi içinde bölünmemek olacak. Bu zaten başlı başına zor bir iş. Ve eminim ki ilk büyük tartışma yaz aylarında göç meselesi üzerinden patlak verecek. Özellikle CDU, İçişleri Bakanı Dobrindt ile birlikte sınırları kapatmak ve insanları sınır dışı etmek konusunda ciddiyse. Bu durumda koalisyonun dağılma tehlikesi hemen ortaya çıkar, çünkü SPD buna karşı çıkacaktır. Bence bu tür anlaşmazlıklar savunma ve militarizasyon politikalarında da yaşanacak. SPD içinde barış hareketinden gelen kişiler, bu kadar silahlanmaya karşı çıkacaktır. Kısacası, bu hükümetin 4 yıl dayanması beni şaşırtır.
Alman ekonomisi, ‘askerileşerek’ düzeltilemez
S: Almanya bir süredir resesyonda. Bu bağlamda sormak istediğim şu: Yeni hükümetle birlikte, ekonomiyi canlandırmak için askeri harcamalara ağırlık verilmesi, yani bir tür militarizasyon yoluyla ekonomik hareketlilik sağlanmak mı isteniyor? Bu mümkün mü? Çünkü bu, bir dönüşüm gibi görünüyor. Otomotiv sektöründe artık Almanya geçmişteki gibi lider değil. Şimdi bu boşluğu askeri sanayiyle doldurmak istiyor olabilir mi?
C: Evet, bu Merz hükümetinin ve elitlerin planı. Bu durum beni oldukça şaşırtıyor, çünkü ben böyle bir Almanya tanımıyorum. Ama Spiegel ve diğer haber kaynaklarını okuduğumda, söylediklerinizi doğrulayan şeylerle karşılaşıyorum. Alman ekonomi çevreleri, özellikle de hükümet ve partiler, bir silahlanma yarışıyla — ki bu, 40 yıl önce Reagan’ın izlediği “Rusları silah yarışıyla tüketme” politikasıdır — büyük bir ekonomik atılım yaşanacağına inanıyor. Avrupa’nın büyük çaplı silahlanmasıyla yeni siparişlerin geleceğini, yeni şirketlerin kurulacağını, yeni para kaynaklarının oluşacağını ve en önemlisi Avrupa’nın bu sayede güçlenip diğerlerini sindirerek dünyada daha fazla nüfuz kazanacağını düşünüyorlar.
Bu oldukça geleneksel bir bakış açısı. Ancak çok tehlikeli ve bazı gerçekleri göz ardı ediyor. Bu bakış açısı, Rus ekonomisini tamamen küçümsüyor; çünkü hâlâ yaptırımlarla Rusya’nın yenilebileceğine inanılıyor ama bu olmayacak. Ayrıca, Almanya ya da Avrupa’nın büyük çaplı bir militarizasyonuna verilecek yanıtın, dünyanın geri kalanının — örneğin Çin’in — silahlanmaya başlaması olacağını da göz ardı ediyor. Çin artık o kadar barışçıl olmayacaktır. Avrupa’nın silahlandığını gören diğer ülkeler, bunun başlangıçta Rusya’ya karşı olduğunu düşünecek, ama ardından Çin ve diğer ülkelere karşı da olabileceğini anlayacak ve kendilerini buna göre hazırlayacaklardır. Bu, küresel ekonomi için iyi bir gelişme değil. Aksine, dünyada yeni blokların oluşmasına ve küreselleşmenin sonuna yol açabilir.
Almanya’nın iç dinamiklerine baktığımızda, burada da büyük bir hayal dünyasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü Almanya’nın en büyük sorunları ne Rusya’da ne de Ukrayna krizinde; dış kaynaklı değil. Almanya’nın asıl sorunu — ki uzmanlar yıllardır bunu dile getiriyor — sanayisizleşmedir. Bu süreç oldukça ilerlemiş durumda. Almanya’nın yeniden güçlü bir sanayi ülkesi olabilmesi için potansiyelini geri kazanması gerekiyor, ama bunu silahlanma yoluyla değil. İnsanların gerçekten ihtiyaç duyduğu şeyleri üretmemiz ve altyapıyı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Köprüler yıkılıyor, yollar bozuluyor, demiryolları çalışmıyor, havaalanları düzgün işlemiyor. Tüm bunlar bir silah sanayisiyle düzeltilemez. Biz artık 1930’lu yıllarda yaşamıyoruz.
Hükümet sosyal harcamalarda büyük kesintiler yapacak
İkinci olarak, Almanya devlet bütçesindeki en büyük kalem sosyal harcamalardır. Alman bütçesinin %43’ü emeklilere — ki sayıları giderek artıyor — uzun süreli işsizlere, öğrencilere, annelere özel emeklilik hakkı gibi sosyal ödemelere ayrılmış durumda. Yani Almanya’da sosyal harcamalar son derece yüksek. Aynı anda hem silah sanayisini büyük bir hızla büyütmeye, Avrupa’yı dünyanın en güçlü askeri gücü haline getirmeye çalışıp, hem de bu sosyal bütçeleri ve sosyal güvenlik ağını aynı düzeyde koruyamazsınız. Kesintiye gitmek zorunda kalacaklar. Ve işte tam bu noktada toplumun tahammül sınırlarına ulaşmış olacağız. Elbette, sonsuza kadar borçlanmak mümkün değil. Silahlanmaya ayrılan paralar, sosyal harcamalardaki açıkları kapatacak kadar vergi geliri sağlamayacak. Bu da şu anlama geliyor: sosyal yardımlarda kesintiye gidilecek ya da Almanya’daki insanlar — özellikle de emekliler — önümüzdeki yıllarda alıştıkları birçok şeyden feragat etmek zorunda kalacak.
Avrupa’daki ve Amerika’daki mevcut iktidarlar için borçlanmak şu an cazip görünüyor. Ama büyük faiz ödemeleri gerektiğini unutuyorlar. Bu paralar kazanılmış değil, borçla alınmış paralar ve bunlar için yüksek faiz ödemek gerekiyor. Bu faizler de ancak ekonominin ürettiği gelirle karşılanabilir. Ve bu gelirlerin büyük bir kısmı sadece bu faizleri ödemek için harcanacak. Sonuç olarak, bu gidişat Almanya’da büyük bir sosyal krize yol açabilir. Son 30 yılda Almanya büyük kitlesel protestolar yaşamadı. Alman halkı hep doyurulmuş, ya da en azından görece doyurulmuş bir halktı. Burada, bazı Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında kimse aç değil. Ama şunu söyleyeyim: eğer dikkat edilmezse, bu durum birkaç yıl içinde hızla değişebilir. Eğer Almanya, geçmişte sosyal piyasa ekonomisinin temelini oluşturan “sosyal” önceliklere yeniden yönelmezse ve bunun yerine sadece silahlanmaya ağırlık verirse, o zaman karşı karşıya kalacağımız sorunlar kendini açıkça gösterecek.
AfD, mevcut sistem partileri tarafından yasaklanabilir
S: AfD konusuna gelmek istiyorum… Sizce bu partinin gelecekte yasaklanması hâlâ olası mı, yoksa Alman elitleri ya da sistem, AfD’yi entegre etmeye mi çalışacak? Parti zamanla sistem içine çekilip, belki CDU ile birlikte iktidar ortağı olabilir mi? Bunun için neler olması gerekir? Örneğin, Björn Höcke gibi isimlerden ayrışarak partinin bölünmesi ve daha “uyumlu” bir çizgiye çekilmesi gibi senaryolar tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
C: Size bu konuda üç olası senaryo sunabilirim. Birinci senaryo: Siyaset, “idare etme” yöntemiyle devam eder. Yani sorunlar geçici çözümlerle yamalanır, bazı şeyler onarılmaya çalışılır ama bir süre sonra tekrar bozulur. Bu şekilde durumu idare etmek, para yettiği ve halk buna katlandığı sürece birkaç yıl daha sürdürülebilir. Ama bir noktadan sonra bu senaryo sürdürülemez hale gelecektir.
İkinci senaryo: “Brandmauer” (yani AfD ile işbirliğine kesin karşı duruş) yıkılır ve CDU, AfD ile koalisyona girmek zorunda kalır. Bu özellikle eyalet düzeyinde gerçekleşebilir. Ayrıca, Sahra Wagenknecht’in partisi gibi bir oluşumun özellikle Doğu Almanya’da güçlenerek yeniden sahneye çıkabileceğini düşünüyorum. Bu olmazsa bile benzer başka bir sol eğilimli parti ortaya çıkabilir. Bu da sizin AfD’nin bölünüp bölünmeyeceği sorunuza yanıt olabilir: AfD bölünmez, ama farklı bir parti doğabilir. Bu yeni parti bazı koşullarda, örneğin Thüringen, Sachsen-Anhalt ya da Sachsen gibi eyaletlerde AfD ile koalisyon ortağı olabilir. Eğer bu model işlerse, başka eyaletlerde de benzer gelişmeler yaşanabilir. Bu, önümüzdeki 20 yıl içinde Almanya için gayet olası bir gelişme senaryosudur.
Üçüncü senaryo ise şu: AfD, mevcut sistem partileri ya da elitler tarafından yasaklanabilir. Bence Almanya’da böyle bir yasaklama kültürü gayet mümkün; halka Rusya korkusu ya da faşizm tehdidi üzerinden ciddi bir korku pompalanabilir. Alman toplumu, tarihî geçmişi nedeniyle bu tür korkulara karşı oldukça hassas ve böyle bir yasağı destekleyebilir. Ancak diğer ülkeler bu duruma aynı şekilde yaklaşmayacaktır. Eğer Almanya böyle bir yasaklama politikasına yönelirse, Avrupa’daki liderlik konumunu kaybedebilir. Çünkü diğer Avrupa ülkelerinin aynı yola gireceğini sanmıyorum.
Alman siyaseti, Trump sonrası ABD’yi bekliyor
S: Alman dış politikası yeni dönemde nasıl olacak? ABD ile ilişkiler, Almanya’nın Avrupa içindeki rolü en çok merak edilen ve tartışılan konular arasında.
C: Alman dış politikası hâlâ bir çıkmazda ve yeni hükümetin ne yapacağına karar vermek için fazla zamanı yok. Merz ile birlikte dünya sadece yeni bir Alman şansölyesi kazanmış olmuyor, aynı zamanda Avrupa da yeni bir lider kazanmış oluyor. Bu, Almanya’dan bakıldığında biraz kibirli bir yaklaşım gibi görünse de, diğer Avrupa ülkelerinde de benzer şekilde algılanıyor ve dile getiriliyor. Umutlar Almanya’ya bağlanmış durumda. Basitçe söylemek gerekirse, Avrupa Birliği’nin gelecekteki militarizasyon planları, iç reformları, Amerika’dan kademeli uzaklaşması gibi adımlar yalnızca Almanya liderliğinde gerçekleşebilir.
İngiltere artık Avrupa Birliği’nde değil ve Almanya’nın önümüzdeki yıllarda borç freni uygulamasından vazgeçmesiyle sahip olacağı devasa bütçeye de sahip değil. Fransa ise ekonomik olarak gerileme sürecinde. Bu nedenle Avrupa’nın liderlik yükü Almanya’nın omuzlarında ve şimdi Avrupa kendi yönünü yeniden belirlemek zorunda. Bu da artık Merz’in sorumluluğunda. Asıl soru şu: O ve yeni ekibi bunu ne ölçüde başarabilecek? Kendi adıma şüphelerim var, ancak objektif olarak bakıldığında Merz’in üç temel alanda yön belirlemesi gerektiği açık.
İlk hedef, Almanya’nın Amerika ile olan ilişkisini tamamen yeniden tanımlamak. Ancak bu, söylendiği kadar kolay bir iş değil. Almanya, onlarca yıl boyunca Avrupa’dan çok transatlantik düşünceye, yani Amerika merkezli bir yaklaşıma odaklandı. Kültürel, medeniyet düzeyinde, askeri ve ekonomik bağlamda Amerika’dan kopmak neredeyse imkânsız bir şey. Ancak Avrupa, daha özerk bir yapı kurmak ve şu anda hedeflenen büyük güç olma vizyonunu gerçekleştirmek istiyorsa bunu yapmak zorunda. Yani Avrupa, Amerika’nın altında değil, onun yanında yer alan bağımsız bir büyük güç hâline gelmeli. Fakat bu kolay olmayacak, çünkü kaynaklar bu hedef için yeterli olmayabilir.
İdeolojik olarak da Almanya buna hazır değil. Transatlantik ilişkiyi yeniden şekillendirmekten bahsederken şu gerçeği vurgulamak gerekir: Almanya, ne Amerika’dan uzaklaşmak istiyor ne de uzaklaşabilir. Çünkü medeniyet, kültür, siyaset, askeri ve güvenlik politikaları düzeyinde — hatta tarihsel olarak da — Amerika ile tam anlamıyla iç içe geçmiş durumda. Almanya’daki elitlerin büyük kısmı Amerika’da yetişti; Amerikan üniversitelerinde eğitim aldı. Bu nedenle Alman siyasetinde hâkim olan yaklaşım şu: Trump’ın iki yıl içinde başarısız olacağı, Kongre’de Demokratların çoğunluğu elde edeceği, ardından iki yıl sonra Trump’ın iktidarı kaybedeceği ve yerine genç bir Biden ya da yeni bir Obama gibi bir Demokrat liderin geçeceği beklentisi. Bu lider de 1945’ten bu yana süregelen transatlantik ilişkiyi sürdürecek. Aslında Almanya’nın umudu ve stratejisi, bu senaryoya yatırım yapmak.
Bu yüzden diyorum ki, Almanya’nın izlediği strateji çelişkili: Bir yandan daha özerk olmayı hedefliyor, öte yandan psikolojik olarak buna hazır değil. Almanya hâlâ iki yıl daha sabredip Trump’ın sahneden çekilmesini bekliyor ve ardından her şeyin eski haline döneceğini umuyor. Çünkü Almanya’nın arzusu eski “normal”e, eski statükoya dönmek. Aslında Almanya, Avrupa’da liderlik rolünü üstlenmeye hiç de hazır değil. Zaten esas soru şu: Avrupa, Almanya’nın Merz liderliğindeki bu yeni liderlik iddiasını kabul edecek mi? Bu konuda oldukça şüpheliyim. Alman ya da Avrupa elitlerinin Merz yönetiminde bir Avrupa liderliği arzusu var, ancak bu arzu gerçekçi olmayabilir.
İkinci büyük sorun ise Rusya. Bu konuda artık yön belirleyici kararlar alınması gerekiyor, ancak şu anda alınan kararlar tamamen yanlış yöne gidiyor. Her şey olası bir Rusya savaşı ihtimaline doğru ilerliyor. Burada da Almanlar ve Avrupalılar büyük ölçüde hayal dünyasında yaşıyor. Son 35 yıldır hep kazandıklarına, Avrupa’nın hâlâ güçlü olduğuna ve Rusya’yı yenebileceklerine inanıyorlar. Ancak ben buna şüpheyle yaklaşıyorum. Çünkü Rusya hâlâ bir büyük güç ve yeniden büyük güç olma yolunda ilerliyor. Bana göre, Almanya’nın politikası bu denli radikal bir militarizasyona yönelmemeli ve savunmaya 500 milyar euro harcamamalı. Elbette caydırıcılığa güvenilebilir, bu doğru. Ancak aynı zamanda — ki bu tamamen eksik — diplomasi yürütülmeli, Rusya ile masaya oturulmalı ve müzakere yoluyla bir uzlaşma aranmalıdır. Şuna inanıyorum: Rusya’ya karşı konumlanmış bir Avrupa hiçbir zaman istikrarlı olmayacaktır. Bu temel ilke olmalıdır. İçinde Rusya’nın da yer aldığı bir Avrupa’ya ihtiyacımız var. Rusya ile sürekli bir çatışma, Avrupa’yı daha da zayıflatır; tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Avrupa’yı böler. Bunu görmemiz gerekiyor.
Üçüncü yön belirleyici mesele ise — ABD ve Rusya’nın ardından — Almanya’nın diğer devletlerle, özellikle de genel olarak küresel Güney ile olan ilişkileridir. Almanya bu alanda dış politikasını yeniden tanımlamak istiyor. Ancak bu, Almanya sadece “değer odaklı dış politika”dan söz ettiği ve dünyaya gerçekçi, reelpolitik bir bakış açısıyla yaklaşmadığı sürece oldukça zor olacaktır. Özellikle küresel Güney, Avrupa’nın değil, daha çok Rusya’nın yanında yer alıyor. Aynı zamanda bu ülkeler, Batı’ya ve Amerika’ya karşı kendi güçlerini ve ittifaklarını oluşturma çabasında. Gözlerimizin önünde Rusya ve Çin, Rusya ve Hindistan arasında Avrasya merkezli yeni ittifaklar doğuyor. Orta Asya ülkeleri bir yandan Rusya’nın güvenlik paktına, diğer yandan da Çin’in “Yeni İpek Yolu” stratejisine entegre oluyor.
Evet, bence Alman federal hükümeti bu üç ana sorun karşısında iyi bir konumda değil, çünkü henüz bu gerçekleri tam olarak kavrayabilmiş değil. Almanlar ve Alman siyaseti hâlâ son 35 yılın zafer sarhoşluğunda, yani Avrupa’nın hep kazandığına, ahlaki olarak diğerlerinden üstün olduğuna, değer odaklı dış politikanın diğer ülkelere ve kıtalara karşı mutlaka geçerli olması gerektiğine ve nihayetinde Amerika’nın — özellikle Trump’ın — ideolojik olarak yenilgiye uğrayacağına ve her şeyin eski haline döneceğine inanıyor. Ama işler bu şekilde gelişmeyecek.
Söyleşi
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi

Son günlerde Çin’in en hareketli ve entelektüel anlamda zengin şehirlerinden Şanghay’dan yola çıkarak Hangzhou ve Pekin’i yeniden ziyaret etme şansı buldum. Bu şehirler, Çin’in en prestijli üniversitelerine ev sahipliği yapıyor ve akademik çevrelerin nabzını tutmak için ideal bir zemin sunuyor. Özellikle ABD’de Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle birlikte ticaret savaşlarının gümrük vergileriyle yeniden alevlenmesi, uluslararası sistemde türbülansın artması ve Çin’in bu yeni dünya düzenindeki pozisyonu üzerine Çinli akademisyenlerle kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdim. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? İsimlerini paylaşmamam kaydıyla görüşlerini açıkça dile getiren akademisyenler, hem Çin’in dış politikasına hem de küresel güç dengelerine dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Sorular bana ait, cevaplar ise bu akademisyenlerden geliyor.
Şanghay’dan Pekin’e: Çin’in Akademik Çevresi Konuşuyor: Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?
Çin’in uluslararası sistemdeki rolü, son yıllarda hem Batı’da hem de Doğu’da sıkça tartışılıyor. Trump’ın gümrük vergileriyle yeniden tırmanan ticaret savaşları ve Ukrayna-Rusya, Filistin-İsrail gibi çatışmalarla sarsılan dünya düzeni, Çin’i bir kez daha küresel sahnede mercek altına alıyor. Şanghay, Hangzhou ve Pekin’deki önde gelen üniversitelerde görev yapan akademisyenlerle yaptığım görüşmelerde, Çin’in bu kaotik düzene nasıl baktığını ve kendini nasıl konumlandırdığını anlamaya çalıştım. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?
Çin, beyaz kitabını yayımladı: ‘Tek taraflılık ve korumacılık ilişkilere zarar veriyor’
“Çin Çatışmalara Mesafeli, Ama Bu Stratejik Bir Tercih”
Çin’in dış politikasına dair ilk dikkat çeken nokta, sınırları dışındaki çatışmalara karşı sergilediği temkinli duruş. Akademisyenlere göre, Çin bu tavrını “diğer ülkelerin içişlerine karışmama” ve “üçüncü ülkeler arasındaki çatışmalara dahil olmama” ilkeleriyle gerekçelendiriyor. Ancak ben şu soruyu yönelttim: “Savaşların temel nedeni uluslararası sistemdeki güç boşluğu değil mi? Eğer ABD eskisi kadar güçlü olsaydı, Rusya-Ukrayna ya da Filistin-İsrail gibi çatışmalar bu kadar yaygın olur muydu? Tek kutuplu dünya düzeninin çok kutuplu bir sisteme evrilmesinde Çin’in payı yok mu? Eğer öyleyse, bu türbülansın bir anlamda sorumlusu olarak Çin’in kenarda durması ne kadar mantıklı?”
Bir akademisyen, bu soruya net bir yanıt verdi: “Evet, bu Çin’in faydasına. ABD eskisi kadar kuvvetli değil ve giderek zayıflıyor. Sürekli savaş halinde olan ABD, hem uluslararası kamuoyunda prestij kaybediyor hem de ekonomik olarak geriliyor. Bu durum ABD’nin aleyhine, Çin’in ise lehine işliyor.” Ancak bu noktada bir itirazda bulundum: “Ama Çin de sürekli mevzi kaybediyor gibi görünüyor. Rusya ve İran, Suriye’de yıllarca büyük bedeller ödedi, fakat Çin ekonomik olarak bile Suriye’nin yeniden inşasına destek olamadı. Eğer olsaydı, belki de Esad rejimi ayakta kalabilirdi. Rusya Ukrayna ile, İran ise İsrail ile çatışırken desteksiz kalan Esad devrildi. Dahası, Türkistan İslam Partisi gibi terör örgütleri Suriye’de güç kazandı ve belki de yakında bir devlet kurma yeteneğine erişecek. Bu grupların bir gün Çin’in Xinjiang bölgesini hedef almayacağının garantisi var mı?”
Akademisyenler, bu endişeye şu şekilde yanıt verdi: “Evet, söyledikleriniz kısmen doğru. Esad halk desteğini kaybetmişti ve bu desteği kaybeden bir lider er ya da geç yıkılır. Ancak Çin için asıl tehdit cihatçı gruplar değil, onların arkasındaki güçlerdir. Eğer bir gün Çin savaşmak zorunda kalırsa -ki bu gerçekten son çaredir- terör örgütleriyle değil, onları destekleyen güçlerle mücadele eder. Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki yaklaşımını doğru bulmuyor ve farklı bir yol izliyor.”
“Rusya Hata Yaptı, Çin Vekalet Savaşı Taraftarı Değil”
Bu “farklı yol” ifadesi üzerine daha fazla detay istedim: “Ne demek istiyorsunuz?” Akademisyenin yanıtı oldukça çarpıcıydı: “Rusya, dünyanın en büyük topraklarına sahip bir ülke olarak Ukrayna’ya girerken, hedefinin Rus etnik temizliği yapan gruplar olduğunu savundu. Ancak ‘asla yapmam’ dediği şeyi yaptı ve egemen bir devletin topraklarını ilhak etti. Çin ise uluslararası toplum tarafından tanınan toprakları olan Tayvan’a bile askeri operasyon düzenlemiyor. Çünkü Tayvan’daki insanlar bizim insanlarımız; barışçıl bir bütünleşme istiyoruz ve bu er ya da geç gerçekleşecek. Eğer Tayvan yüzünden bir operasyon olursa, bu Çin ile ada arasında değil, Çin ile adanın (Tayvan) arkasındaki güç arasında olur. Çin vekalet savaşlarına girmez.”
Bu cevap, Çin’in çatışmalara yaklaşımında bir kırmızı çizgi olduğunu gösteriyor gibiydi. “Yani Çin, savaş kendi sınırlarına gelene kadar dünyadaki çatışmaları görmezden mi gelecek?” diye sordum. Akademisyen, bu yorumu düzeltti: “Hayır, elbette sesimizi yükselteceğiz. Emperyalizmin karşısında, ezilenlerin yanında olacağız. Ancak ABD’nin istediği gibi sıcak çatışmaya girmeyeceğiz. ABD’nin kurduğu tuzağa atlamak istemiyoruz. Şu an buna hazır değiliz, ama hazırlanıyoruz. Tarihe bakarsak, İngiltere iki dünya savaşını kazandı ama tüm gücünü kaybetti. ABD ise her iki savaşa da sonradan katıldı; taze ve enerjik bir güç olarak hem zaferi elde etti hem de yeni dünya düzeninin kurucusu oldu. Çin de bugün enerjisini ve gücünü topluyor. ABD ise İngiltere’nin yaptığını yapıyor: Sürekli savaşıyor ve yıpranıyor.”
“Doğru Zamanı Beklemek Çin’in Stratejisi”
Peki, bu “enerji toplama” stratejisinin bir sınırı yok mu? “Eğer tüm stratejik noktaları ABD’ye kaptırırsanız ne olacak?” diye sordum. Akademisyen, tarihsel bir perspektif sundu: “Çinliler olarak biz, Türkler gibi tarihsel referanslarla hareket etmeyi severiz. Uluslararası krizler sırasında iç meselelerimizi ve sınır sorunlarımızı çözmeye odaklanırız; bu, esas savaşa bir hazırlıktır. Mesela 1962’deki Küba Krizi’ni hatırlayın. Dünya ABD ve Sovyetler Birliği’ne odaklanmışken, biz Hindistan meselemizi bir ayda hallettik. Kimse fark etmedi bile. Tabii ki hiçbir Çinli, Hindistan’ın neden önce Çin’e savaş açtığını anlayamıyor. Benzer şekilde, 1979’da İran Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İkinci Petrol Krizi ortasında, Çin-Vietnam Sınırında Savunma Karşı Saldırısını başlatmak zorunda kaldık, Vietnam’a girdik, hedeflerimize hızla ulaştık ve geri çekildik. Zamanlama Çin için önemlidir.”
Bu stratejiyi özetlemek gerekirse, düşmanlar savaşırken Çin güç topluyor ve zamanı geldiğinde kendini savunmaya hazır hale geliyor. Peki, bu “doğru zaman” ne zaman başlayacak? “Çin hangi noktada söylemden eyleme geçer?” diye sordum. Yanıt netti: “Muhtemelen İran. İran, Orta Asya ve Çin’in güvenliği için çok önemli. Biz bir egemen devlete müdahaleye karşıyız. Çin, İran’ın düşmesine izin veremez. Egemen bir devlete müdahaleye karşıyız. ABD Ukrayna’yı Rusya’ya karşı nasıl desteklediyse, biz de İran’ı sonuna kadar destekleriz. Eğer ABD ve İsrail böyle bir müdahaleye girişirse İran onları içinde yutan koca bir bataklık olacak.”
“2030’a Kadar Çatışma ve İş Birliği Dönemi”
Akademisyenler, Çin’in ABD ile ilişkilerine dair uzun vadeli bir vizyon da sundu. “2030’a kadar Çin, ABD ile sıcak çatışmaya girmeden mücadele etme yöntemini benimseyecek” dediler. Bu dönemi “çatışma ve iş birliği dönemi” olarak tanımlıyorlar. Ama belki de önümüzdeki 10-20 yılla karşılaştırıldığında en yoğun ve tehlikeli dönem bu. Gerekçe ise Çin’in iç dinamikleri: “Batı eyaletlerimiz henüz yeterince gelişmedi. Çin, genel kalkınmasını tamamlayana kadar sıcak çatışma riskini göze almayacak. Askeri olarak da bir çatışmanın parçası olmak istemiyoruz ve buna hazır olduğumuzu düşünmüyoruz. Ancak 2030’dan sonra Çin ile ABD arasındaki makas Çin lehine açılacak. O tarihten sonra ABD’nin de böyle bir sıcak çatışmayı göze alamayacağına inanıyoruz. Eğer ABD böyle bir ‘deliliğe’ girişirse, Çin hazır olacak.”
“Trump’ın Vergilerine Karşı Çin Diz Çökmeyecek”
Konu Trump’ın gümrük vergilerine geldiğinde ise akademisyenler kararlı bir tavır sergiledi: “Sonuna kadar devam edeceğiz. 2018’de ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergilerine ilk etapta karşılık vermemiştik, ama bugün durum farklı. Bu ticaret savaşını biz başlatmadık ve ABD’ye de diz çökmeyeceğiz.”
Rusya-ABD Anlaşması ve Yeni İttifaklar
Rusya’nın ABD ile bir anlaşma yapma ihtimalini de sordum: “Çin ve Rusya arasındaki iş birliğinin sonsuz olduğu söyleniyordu, bu hala geçerli mi?” Bir akademisyen şu yanıtı verdi: “Ancak ilişkiler için bir alt sınır var. Çin, Rusya’yı asla düşman olarak görmedi. Ukrayna’ya müdahalesinin ardındaki güvenlik mantığını anlıyoruz, ancak biz her zaman bir egemen devletin toprak bütünlüğünü destekledik. Eğer Rusya ABD ile bir anlaşma yaparsa, bu onların tercihi. Resmi belgelere göre Çin’in müttefiki yok. Çin’in tek müttefiki, Kore Savaşı nedeniyle belki Kuzey Kore’dir.”
Son olarak, güncel gelişmelere değindim: “Rusya geçen ay Avrupa’yı dünya savaşlarının sorumlusu ilan etti, ABD’den bahsetmedi. Trump, Rusya ile anlaşabileceğini söylüyor. Öte yandan gümrük vergileri Çin ve Avrupa’yı yakınlaştırıyor gibi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen geçen hafta Çin’e gelerek iş birliğini vurguladı. Önümüzdeki süreçte bir AB-Çin ittifakı, karşılığında da ABD-Rusya ittifakı görebilir miyiz?” Akademisyenler, bu senaryoyu dışlamadı: “Sonsuz dostluklar ve düşmanlıklar yoktur. Bu mümkün. Ayrıca Çin ve AB arasında kara ve demiryolu bağlantıları düşünüldüğünde, Orta Asya ve Türkiye’nin stratejik önemi artıyor. Türkiye, jeopolitik konumu ve Orta Asya ile ilişkileriyle Çin için önemli bir ortak haline gelebilir.”
Sonuç: Çin’in Stratejik Sabrı ve Gelecek Planları
“Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor” bağlamında Çinli akademisyenlerle yapılan bu söyleşi, Pekin’in uluslararası sistemdeki çalkantılara karşı sabırlı, stratejik ve uzun vadeli yaklaşımını ortaya koyuyor. Çatışmalardan kaçınarak ve gücünü artırarak Çin, gelişimini tamamlarken 2030’a, hatta 2049’a kadar doğrudan bir meydan okumadan kaçınmayı hedefliyor. Akademisyenler, 2030 sonrası Çin’in ABD karşısındaki avantajının artacağını ve olası bir çatışmaya hazırlanacağını öngörüyor. İran gibi kritik bir ülke ya da Tayvan gibi stratejik bir mesele, Çin’i daha erken harekete geçmeye zorlayabilir. Trump’ın ticaret savaşları karşısında Çin kararlı: geri adım atmayacak. Bu arada, Rusya-ABD ve Çin-AB gibi ortaya çıkan ortaklıklar, potansiyel olarak Türkiye’yi de içerecek şekilde, küresel bir yeniden yapılanmaya işaret ediyor. Zaman, Çin’in bu kaotik dünyada nihayetinde hangi rolü oynayacağını gösterecek.
Söyleşi
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
-
Görüş1 hafta önce
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?
-
Görüş2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jeffrey Sachs: ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın
-
Rusya4 gün önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Dünya Basını2 hafta önce
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek
-
Görüş4 gün önce
Kim kazandı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı