Avrupa
Avrupa Komisyonu, ‘Pfizergate’ davasını kaybetti

AB Genel Mahkemesi, Avrupa Komisyonu’nun, Başkan Ursula von der Leyen ile Pfizer CEO’su arasındaki mesajların kamuoyuyla paylaşılmamasına dair kararını gerekçelendirememesi nedeniyle Komisyon aleyhine karar verdi.
Mahkeme, Komisyonun Pfizer ile yapılan COVID-19 aşı sözleşmeleriyle ilgili belgelerin neden ellerinde bulunmadığına dair inandırıcı bir açıklama getiremediğine hükmetti.
Leyen ile Pfizer CEO’su Albert Bourla arasında geçen kısa mesajların varlığını New York Times ortaya çıkarmış, ardından gazete mesajlara erişim talebinde bulunmuştu.
Komisyon ise bu talebi reddederek, kısa mesajların “doğası gereği geçici” olduğunu ve kurumsal belge yönetim sistemine dahil edilmediğini savunmuştu.
New York Times, mahkeme kararının ardından yaptığı açıklamada, “Bugünkü karar Avrupa Birliği’nde şeffaflık ve hesap verebilirlik için büyük bir zaferdir. Bu karar, geçici iletişimlerin kamu denetiminin dışında olamayacağını güçlü bir şekilde ortaya koymaktadır,” dedi.
Gazete ayrıca, bu kararla yetkililerin kısa mesajları da diğer belgeler gibi işlemeye tabi tutmak zorunda olduğunun netleştiğini, Komisyonun ise bu konuda gerekli adımları atmadığını belirtti.
Mahkeme kararında, Komisyonun yalnızca “Bu belgeler elimizde yok” demekle yetinemeyeceği, belgelerin neden bulunamadığına dair kamuoyunu ve mahkemeyi ikna edecek açıklamalar sunması gerektiği vurgulandı.
Mahkeme, her metnin kamuya açık bir kayıt olduğunu söylemedi fakat resmi işlerle ilgili mesajların şeffaflık yasalarına tabi olabileceğini teyit etti.
Bu, AB kurumlarına ve onları etkilemeye çalışanlara bir uyarı olarak görülüyor: Dijital mesajlar otomatik olarak kayıt dışı kalmaz ve bunları kullanarak denetimden tamamen kaçınamazsınız.
Öte yandan pratikte, metinlere ne kadar erişilebileceği henüz belli değil. Karar, mesajların geri alınmasının zor olabileceğini kabul ediyor. Örneğin telefonlar değiştirilmiş, veriler silinmiş olabilir.
Kararda, “Duruşmada bu konu sorulduğunda, Komisyon, New York Times’ın davayı açmasından bu yana, güvenlik nedenleriyle zorunlu bir kural olduğu için başkanının cep telefonunun değiştirildiğini varsaydığını” belirttiği vurgulanıyor.
Avrupa
Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’

Rusya’nın Ukrayna’nın ardından Avrupa ülkelerini ‘işgal etmeye’ devam edeceği tezi, Avrupa siyasetini şekillendiren ana unsurlardan biri haline geldi. Kıta genelinde yükselen ‘Batı/NATO/AB karşıtı’ güçlere ve ABD’de Donald Trump iktidarının Rusya’yla git gelli barış arayışlarına rağmen, Avrupa’da ‘ana akım siyaset’ savaş hazırlıklarına son sürat devam ediyor. Bu kapsamda, Baltık ülkelerinden yeni bir hamle daha geldi.
Litvanya, Letonya ve Estonya, ‘Rusya’nın artan tehditleri karşısında sivil halkın güvenliğini sağlamak’ amacıyla kitlesel tahliye planlarını ortaklaşa yürütme kararı aldı. Üç ülkenin içişleri bakanları, 13 Haziranda Vilnius’ta düzenlenen resmi törenle imzaladıkları mutabakatla, sınır ötesi tahliye sürecinde koordinasyonun sağlanmasını, bilgi paylaşımının hızlandırılmasını öngören kapsamlı bir işbirliği başlattı.
Planı “Açık prosedürler ve hızlı bilgi akışı hayati öneme sahip. Bu sayede kriz öncesinde ve esnasında paniğin önüne geçebilir, tedbirleri hızla uygulamaya koyabiliriz” ifadeleriyle tanımlayan Litvanya İçişleri Bakanı Vladislav Kondratovic, özellikle ‘geniş çaplı tahliyelerde’ bu birlikteliğin kritik bir rol oynayacağını savundu.
Tahliye planında neler var?
Üç ülke, tahliye kapasiteleri, potansiyel tahliye koridorları ve sınır kapılarının durumu gibi bilgileri paylaşacak. Bu bilgiler, halkın güvenli ve hızlı biçimde taşınmasını sağlayacak şekilde kullanılacak. Aynı zamanda engelli, yaşlı, çocuk ve diğer hassas grupların tahliye süreçlerinde özel öncelik alacağı vurgulandı.
Mutabakatın temel hedefi, yayınlanan resmi açıklamada şöyle açıklandı:
“Baltık ülkeleri arasında kitlesel tahliyelere yönelik bölgesel işbirliğini güçlendirmek, ortak tahliye planları hazırlamak ve hızlı bilgi paylaşımıyla ortak zorluklara çözüm bulmak bu mutabakatın ana amacıdır.”
Şu an için imzalanan memorandumun açıklanmış bir bütçesi yok; resmi kaynaklarda herhangi bir harcama miktarı yer almıyor. Öte yandan, geçtiğimiz yıllara baktığımızda örneğin 2024’te Litvanya tek başına kitlesel tahliye altyapısı için yaklaşık 285 milyon euro ayırması bütçenin büyüklüğü konusunda bir fikir verebilir.
Baltık ülkelerinin attığı bu adım ilk değil, son da olmayacak. Daha önce, halka savaşa hazırlık broşürlerinden, ülkelerdeki mezarlık kapasitesinin hesaplanmasına kadar ciddi savaş hazırlığı planları yapıldı.
Bunların yanında, geçen ayın sonunda Belçika, Estonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Finlandiya ve İsveç’in içişleri ve sivil savunmadan sorumlu bakanları Brüksel’de bir araya gelerek Avrupa’nın sivil savunma kapasitesinin güçlendirilmesi çağrısında bulunmuştu.
Çağrıda, “sadece askeri değil, iç güvenliğin hazırlıklı olması, istikrarın sağlanması ve çeşitli krizlere karşı direnç geliştirilmesi gerektiği” vurgulanmıştı.
Zapad 2025’in öncesinde
Baltık ülkelerinin bu kararı, Belarus’ta Eylül ayında düzenlenecek olan “Zapad 2025” adlı Rusya-Belarus ortak tatbikatı öncesinde geldi. Moskova ve Minsk’in birlikte düzenlediği bu tatbikatlar, Batı tarafından her seferinde ‘yeni bir saldırının provası’ olarak değerlendiriliyor.
Bu arada Belarus, tatbikatların ölçeğinin önemli ölçüde küçültüleceğini ve taşınacağını duyurdu. Bu kararın, NATO’yla gerilimi artırmanın önüne geçme amacıyla alındığı iddia edilse de, anlaşılan bu hamle gerilimi düşürmeye yetmiyor.
Sağlık sektörü de savaşa hazırlanıyor
Askeri yapılandırma hamleleri ve geniş çaplı savaşa hazırlık propagandasını, Avrupa’da sağlık sisteminin de ‘Rusya’dan gelen saldırılara’ karşı hazırlıklar takip ediyor.
Litvanya’da kimi hastaneler elektrik ve su kesintilerine karşı önlemler alıp helikopter pistleri inşa ederken, Estonya’da ambulans ekiplerine kurşun geçirmez yelekler ve uydu telefonları sağlıyor. Estonya ayrıca,
Tahliye planları tartışılırken, Politico’da Doğu Avrupa’nın savaş hazırlıklarına dair dikkat çekici bir haber daha yayınlandı.
‘Avrupa’nın sınır ülkeleri hastanelerini savaşa hazırlıyor’ başlıklı, Giedre Peseckyte imzalı haber, Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerin sağlık altyapılarını ‘kriz senaryolarına karşı’ seferber ettiğini aktarıyor.
Peseckyte’nin haberde mikrofon uzattığı isimlerin açıklamaları, Avrupa’da siyaset ve toplumun savaş moduna nasıl hazırlandığı konusunda çarpıcı işaretler barındırıyor:
Estonya Sağlık Kurulu Başkan Yardımcısı Ragnar Vaiknemets: “Burada kötü komşularımız var: Rusya ve Belarus. Bu artık ‘saldıracak mı’ değil, ‘ne zaman saldıracak’ sorusudur.”
Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk: “Cephe hattındaki ülkeler için hazırlık artık bir tercih değil, zorunluluktur.”
Norveç Sağlık Direktörlüğü’nden Bjørn Guldvog: “Savaş zamanı ihtiyaçlar, normalin üç ila beş katı olabilir.”
Riga’daki Pauls Stradiņš Klinik Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan doktor Rūdolfs Vilde: “Ebeveyn olan doktorların çoğu, çocuklarını ortada bırakıp savaşta çalışmak istemiyor.”
Letonya Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Agnese Vaļuliene: “En kötüsüne hazırlanmamız gerek. Ama umarız hiç gerçekleşmez.”
Ancak, Rusya’nın ‘olası saldırısıyla’ ilk karşılaşacak ülkeler, askeri ve sağlık alanında oldukça yetersiz. Estonya, Almanya’ya kıyasla kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısının yarısına sahip. Savaş çıkması durumunda çalışanların ülkede kalıp kalmayacağı ise belirsiz. Litvanya’da yapılan bir ankette, sağlık personelinin yüzde 25’i savaşta kaçacağını belirtmiş; yüzde 33’ü ise kararsız.
Avrupa’da her 100 bin kişiye ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düşerken, savaş koşullarında bu sayı yeterli değil. Hastanelerin çoğu yalnızca 24-48 saat boyunca yüzde 150 kapasitede çalışabilecek donanıma sahip. Ancak buna rağmen Doğu Avrupa’da birçok hastane, bodrum katlarını ameliyathanelere dönüştürme planı yapıyor.
Sivil katılım öne çıkıyor
Savaş hazırlıkları ve tahliye planlarının yanında, Baltık ülkeleri bu yıl çok sayıda tatbikat düzenlemeyi planlıyor. Bu tatbikatların öne çıkan özellikleri ise, yaralı tahliyesi, acil müdahale gibi ‘sivil savunma’ başlıklarının öne çıkması.
Bütün bu tablonun ortaya çıkardığı gerçek şu: Baltık ülkeleri, Rusya’yla savaşta silahlı kuvvetlerin yeterli olacağına inanmıyor ve bu nedenle halkın da doğrudan cepheye sürüldüğü yeni bir sivil-askeri seferberlik türü inşa ediliyor. Peki böyle bir durumda, Rusya gerçekten bu ülkelere saldırırsa, sivil/asker kayıpları arasındaki ayrım nasıl hesaplanacak? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil.
Baltık bölgesi, Avrupa’nın doğu sınırı olarak savaşın ilk hedefi olacaklarına inandırılmış durumda. Bu ülkelerin yöneticilerine göre, olası bir Rus saldırısına karşı hazırlık artık yalnızca askerin değil, sivil halkın, doktorun, hemşirenin, itfaiyecinin, hastanenin, kısacası tüm toplumun görevi.
Baltık ülkeleri, ‘Rusya’nın saldırısı’ temelinde soyut bir tehdit senaryosuna göre hareket ediyor. Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Baltık ülkelerine saldıracağı fikri, şu an için bir kehanetten ibaret. Ancak, bölgede artan NATO askeri varlığı, bu senaryoyu ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ haline getirebilir.
Kaynaklar
https://www.politico.eu/article/eastern-europe-baltics-hospitals-wartime-preparation-health-care-russia-ukraine/
https://vrm.lrv.lt/lt/naujienos/baltijos-saliu-vidaus-reikalu-ministrai-stiprina-bendradarbiavima-civilines-saugos-srityje/
https://tvpworld.com/87266026/baltic-states-sign-pact-for-joint-evacuation-strategy
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
Avrupa
AB, İran konusunda anlaşamadı

Tüm AB ülkeleri, İsrail’in İran’a yönelik saldırısının “uluslararası hukuka” uygun olduğuna inanmıyor ve bu farklılıklar, önümüzdeki hafta yapılacak zirve öncesinde perşembe günü Brüksel’de bir araya gelen büyükelçiler tarafından ortaya kondu.
Euronews’in kaynaklarına göre, İsrail’in geçen cuma İran’a düzenlediği saldırının gerekçesine ilişkin görüş ayrılıkları Brüksel’deki büyükelçiler arasında su yüzüne çıktı ve AB’nin krize ortak bir yanıt bulma çabalarını engelledi.
Bir kaynak, “Bu, kesinlikle tartışılan bir konu. Meşru müdafaa hakkının ne ölçüde kabul edilebilir olduğu tartışılıyor,” dedi.
AB cumartesi günü yaptığı açıklamada, “tüm tarafları uluslararası hukuka uymaya, itidal göstermeye ve potansiyel radyoaktif sızıntı gibi ciddi sonuçlara yol açabilecek adımlardan kaçınmaya” çağırmıştı.
‘İsrail’in kendini savunma hakkı’ ifadesi üzerinde anlaşma sağlanamadı
Tartışmalara yakın kaynaklar, üye ülkeler arasındaki müzakerelerin “önemli” bir kısmının, AB’nin İran’a yönelik saldırıları bağlamında “İsrail’in kendini savunma hakkı var” ifadesini kullanıp kullanmama konusuna odaklandığını söyledi.
Avusturya, Çekya, Fransa, Almanya, Macaristan, İtalya ve Hollanda dahil olmak üzere yaklaşık 15 üye ülke bu ifadenin eklenmesini istedi fakat oybirliği sağlanamadı.
Diğer bazı ülkeler ise İsrail’in uluslararası hukuka göre İran’a karşı saldırı başlatma hakkına sahip olduğuna dair yeterli kanıt bulunmadığını düşünüyor.
Uluslararası hukuk ve BM Şartına göre, bir devlet silahlı saldırı veya saldırı tehdidi durumunda kendini savunma hakkını kullanabilir ve gerekli her türlü önlem de orantılı olmalıdır.
İsrail, İran’ın nükleer silah elde etmesini engellemek için bir dizi önleyici saldırı düzenlediğini açıkladı.
Euronews’in gördüğü zirve için hazırlanan taslak sonuçlarda, AB Konseyi’nin İsrail-İran çatışmasına ilişkin tutumuna dair herhangi bir ifade yer almıyor.
Von der Leyen’in tutumu bazı ülkeleri şaşırttı
Bu arada, AB kaynakları Euronews’e, Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in, İsrail’in Tahran’a yönelik saldırılarına örtülü destek verdiğini duyuran tweet’ine “şaşırdıklarını” söylediler.
Leyen’in mesajı, dış politikayı yürütme yetkisine sahip AB organı olan Avrupa Konseyi’nin mutabık kalınan bildirisinden daha ileri gitti.
Ursula von der Leyen, “Orta Doğu’da tırmanan durumla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Herzog ile görüştüm. İsrail’in kendini savunma ve halkını koruma hakkını yineledim,” diye tweet attı.
Euronews’e konuşan bir başka diplomatik kaynak, “İsrail’in kendini savunma hakkı olduğu konusunda bir konsensüs yoktu, ama von der Leyen yine de bunu söyledi. Kararlaştırılan metni gördü ve sonra kendi açıklamasını yaptı. Dürüst olmak gerekirse, bu çok üzücüydü,” dedi.
Aynı kaynak, İran gibi ülkelerin, “ne kadar kötü olsalar da”, bu şekilde saldırıya uğradıklarında “öylece boyun eğmeyeceklerini” ve İran’da rejim değişikliği olsa bile, bundan sonra yaşanacakların “çok daha kötü olacağını” savundu.
Aynı kaynak, “Ve sonra iki veya üç milyon İranlı Avrupa’nın kapısına dayandığında, bu göç krizini kaldıramayız diyecekler,” diye ekledi.
Bir başka diplomat ise, İsrail’i eleştiren üye ülkelerin, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının sorumsuzca olduğunu düşündüklerini, fakat büyük bir grubun von der Leyen’in açıklamasına katıldığını aktardı.
Kaja Kallas’tan ‘gerginliği azaltma’ çağrısı
Hükümetlerinin İran’a karşı savaşın uluslararası hukukun hükümleri dahilinde olup olmadığı sorulduğunda ise, “Bu hukuki bir sorudur, henüz bir karar yok,” dedi.
Eski Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) başkanı Muhammed El Baradei, X’te yaptığı bir paylaşımda, İsrail’in “şüphelerinin acil bir tehdit oluşturmadığını” ve İsrail’in nükleer tesislere saldırısının uluslararası hukuka göre yasadışı olduğunu söyledi.
Bu arada, AB’nin dışişleri politikası sorumlusu Kaja Kallas, İsrail-İran savaşının diplomatik bir şekilde çözülmesi yönündeki AB’nin resmi tutumunu yineledi.
Tüm tarafları “uluslararası hukuka uymaya ve gerginliği azaltmaya” çağıran Kallas, çarşamba günü Twitter’da “İsrail’in uluslararası hukuka uygun olarak kendini savunma hakkı vardır,” diye de yazdı.
Üç büyük Avrupa gücü bugün İran ile görüşecek
Avrupa’nın üç büyük gücü Almanya, Fransa ve İngiltere, bugün (20 Haziran) Cenevre’de İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçı ile bir toplantı yapacağını duyurdu.
Batı Avrupa’nın üç büyük gücü arasında Almanya, İran’a karşı saldırı savaşının “meşru müdafaa hakkı” kapsamında olduğunu belirterek İsrail’in en açık şekilde yanında yer aldı. Şansölye Merz, dün itibariyle 500’den fazla kişinin hayatını kaybettiği savaşta İsrail’in “hepimizin kirli işini yaptığını” bile söyledi.
Merz, işgal girişiminin uluslararası hukuku açıkça ihlal ettiğine dair tüm iddiaları reddediyor. Salı günü Kanada’nın Kananaskis kentinde düzenlenen G7 zirvesinde verdiği bir röportajda “İsrail ordusuna büyük saygı duyduğunu” ve “bunu yapma cesaretini gösteren İsrail liderliğine de saygı duyduğunu” söyledi.
Berlin’in tutumu, ABD ve İsrail’in tutumuyla aynı çizgide. Hatta İsrail’in Almanya Büyükelçisi Ron Prosor, Merz’in kullandığı kelimeleri (“kirli iş”) açıkça savundu. Prosor, başbakanın “kelime seçimiyle Orta Doğu’daki gerçekleri açıkça ifade ettiğini” söyledi.
AB bölünmüş durumda iken, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, İran’ı yeni bir nükleer anlaşma imzalamaya ikna etme girişimlerini sürdürüyor. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, bugün Cenevre’de bir toplantı planladı.
Toplantıya Almanya’dan Johann Wadephul ve İngiltere’den David Lammy’nin yanı sıra İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçı da katılacak. AB Dışişleri Temsilcisi Kaja Kallas da toplantıya davet edildi.
Merz, Netanyahu’ya ‘saldırıları yumuşat’ dedi iddiası
Öte yandan Reuters’ın iddiasına göre, Şansölye Friedrich Merz, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile bir telefon görüşmesi yaptı ve İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü askeri kampanyada “itidal” çağrısında bulundu.
Kaynak, Merz’in çarşamba akşamı yaptığı görüşmede, Almanya’nın İsrail’in İran’ın nükleer altyapısına yönelik askeri saldırılarını prensipte desteklediğini ama çatışmaya diplomatik çözüm bulunmasının önemini vurguladığını belirtti.
Kaynaklara göre Merz ve Netanyahu, telefon görüşmesinde Gazze’deki durumu da ele aldı. Alman hükümeti, on binlerce sivilin öldürüldüğü ve yardım kısıtlamalarının insani krizi daha da ağırlaştırdığı Gazze’de yürüttüğü savaşta İsrail’i “uluslararası hukuka” uymaya çağırdı.
Ayrı bir görüşmede Merz, Katar Emiri ile çatışmanın daha geniş bölgeye yayılmaması gerektiği konusunda mutabık kaldı ve bu bağlamda Merz, Cenevre görüşmelerine işaret etti.
Trump’ın tereddüdü Avrupa’ya bir pencere açabilir
Öte yandan ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’a ABD saldırısı konusunda ikircikli konuşmasının Avrupa’nın işine yarayabileceğini düşünenler var.
POLITICO’ya konuşan bir Avrupalı diplomat, “Trump’ı engelleyen bir şey var,” dedi.
Trump’ın, ABD’nin İsrail’in askeri saldırılarına katılmaya hazır olduğunu söylemesine rağmen şu ana kadar hiçbir şey olmadığına işaret eden diplomat, “burada bir fırsat olduğunu” söyledi ve “Trump’ın savaşı ne kadar nefret ettiğini hafife almamalıyız,” diye ekledi.
İngiltere’nin dış istihbarat teşkilatı MI6’nın eski başkanı John Sawers, Trump’ın İsrail’in İran ile doğrudan bir savaş başlatmamasını tercih edeceğini söyledi.
Sawers, Londra’da Chatham House düşünce kuruluşu tarafından düzenlenen bir konferansta, “Burada Trump’ın gerçekten istemediği bir fırsat vardı,” dedi.
“Daha bir hafta önce İsrail’e müzakereler için daha fazla zaman tanıması için çağrıda bulunmuştu, ama Netanyahu bunu reddetti ve Trump da temelde İsrail’in yaklaşımına uydu,” diyen Sawers, İsrail’in şimdi dünyayı “İran’ı öfkelendiren bir duruma soktuğunu”, bu işi bitirmek için ABD’nin devreye girmesinin daha iyi olacağını söyledi.
Ne var ki, E3’teki diğer iyi bağlantıları olan yetkililer ve diplomatlar bu görüşü paylaşmıyor ve ABD’nin doğrudan müdahil olması halinde çatışmanın tam ölçekli bir bölgesel savaşa dönüşmesinden korkuyorlar.
E3 ülkelerinden bir yetkilisine göre, İran ile müzakerelerin yeniden başlatılmasının amacı, Tahran’ın nükleer programını yalnızca sivil amaçlarla kullanacağına dair garanti almaktı. Yetkili, “Müzakereler tam da bu noktadaydı… fakat İsrail’in faaliyetleri nedeniyle rayından çıktı,” dedi.
Avrupa
Lockheed Martin, İngiliz hükümetine hava savunma sistemi teklif etti

Lockheed Martin, artan jeopolitik gerilimler ve ABD’nin “Altın Kubbe” projesine yatırım yapma girişimleri üzerine, İngiltere hükümetine yeni bir füze savunma sistemi inşasında yardım teklifinde bulundu.
Lockheed’in baş işletme sorumlusu Frank St John, ABD’li silah şirketinin, hükümetin izleyeceği yaklaşımı belirlerken İngiltere’ye kritik öneme sahip yetenekler sunabileceğine inandığını söyledi.
İşçi Partisi’nin son stratejik savunma incelemesi, hava savunma sistemlerinin önemini vurguladı ama somut planlar içermedi.
St John’un Financial Times’a (FT) verdiği röportajda yaptığı açıklamalar, Trump yönetiminin, ABD için iddialı bir “Altın Kubbe” inşa etmek isteyen savunma şirketlerinden teklifler istemesinin ardından geldi.
İsrail’in kısa menzilli hava savunma sistemi Demir Kubbe’den esinlenen proje, ABD’yi gelişmiş füzelerden korumak için uzay tabanlı bir füze kalkanı kurmayı amaçlıyor.
St John, Lockheed’in halihazırda “önleme füzeleri, yer tabanlı sensörler, uzay tabanlı durum farkındalığı gibi yeteneklere sahip olduğunu ve bu sayede Birleşik Krallık’a çok hızlı bir şekilde [başlangıç] kapasitesi sağlayabileceğini” söyledi.
Şirketin, “İngiltere’nin tüm bunları bir araya getirecek ve Avrupa ve ABD’deki diğer sistemlerle birlikte çalışabilir hale getirecek komuta ve kontrol sistemini oluşturmak için bizimle çalışmasını istediği herkesle” işbirliği yapmaktan memnuniyet duyacağını da sözlerine ekledi.
Durumu yakından takip eden İngiliz savunma kaynakları, Lockheed Martin yöneticilerinin geçtiğimiz günlerde Savunma Bakanlığı yetkililerine ABD’li şirketin hava savunma kapasitesi konusunda neler sunabileceği konusunda bilgi verdiğini doğruladı.
Fakat kaynaklar, İngiltere’nin ABD’nin Altın Kubbe projesine benzer bir yaklaşım benimseme olasılığını düşük tutarken, daha entegre hava ve füze savunma sistemleri geliştirmenin odak noktası olduğunu belirtti.
Son gözden geçirme, hava savunmasına sadece 1 milyar sterlin ayırdı ki bu rakam, ABD projesinin tahmini maliyetinin çok altında.
Savunma Bakanlığı yaptığı açıklamada, ayrılan fonun “öncelikli odak noktasının”, “uzaktaki hava ve füze tehditlerini tespit etme kabiliyetimizi artırmak, Entegre Kuvvetlerin bu tehditleri işbirliği içinde bertaraf etme kabiliyetini geliştirmek ve aynı tehditlerle karşı karşıya olan NATO ortaklarımızla entegrasyonu iyileştirmek” olacağını belirtti.
Daha iyi entegre edilmiş Avrupa hava ve füze savunma sistemlerinin geliştirilmesi, Ukrayna’da savaşın başlamasından bu yana hükümetler için bir öncelik haline geldi.
NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, “Rusya’nın tehdidine” karşı koymak için ittifakın bugün sahip olduğundan yaklaşık dört kat daha fazla sisteme ihtiyaç olduğunu tahmin ediyor.
Lockheed, Thaad ve Pac-3 füze savunma sistemlerini üretiyor, radar sistemlerine ve farklı menzillerdeki tehditlere karşı koyabilen “Leo” uydu grubuna sahip.
Lockheed, Başkan Donald Trump’ın önerdiği Altın Kubbe projesinde rol almak için yarışan bir dizi ABD savunma ve Silikon Vadisi şirketi arasında yer alıyor. St John, şirketin “yüzden fazla yetenek ve plan içeren beyaz kitap” sunduğunu ve Silikon Vadisindeki startup’lar ve teknoloji gruplarıyla ortaklık konusunda görüşmelerde bulunduğunu söyledi.
Ayrıca St John, Lockheed’in, bölgenin iç kapasitesini artırmaya çalışırken ABD’li şirketlerin kârlı ihracat fırsatlarından mahrum kalmaması için Avrupalı savunma şirketleriyle ortaklıklarını güçlendirmeyi planladığını söyledi.
-
Görüş4 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu2 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Diplomasi5 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3