DÜNYA BASINI
“Bakü’nün şartlarında barışın amacı Rusya’yı bölgeden çıkarmak”
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınAşağıdaki epeyce uzun yazı, 3 Temmuz’da Rusya Dışişleri Bakanlığı resmi yayın organı Mejdunarodnaya Jizn’de (resmi İngilizce adı International Affairs), “Rusya Dışişleri Bakanlığı emekli kıdemli müsteşarı” Aleksandr Ananyev imzasıyla yayınlandı.
Yazı üzerine pek az yorumda bulunacağım; ancak gene de, benim 14 Haziran’da Harici’de yayınlanan yazımla (Ankara ne kadar istiyor, Erivan ne kadar verebilir?) neredeyse tamamen örtüştüğünü belirtmeden geçemeyeceğim. Orada şöyle demiştim:
“… burjuva şovenizmine dayanan devlet ideolojisinin artık çok daha az sosyal karşılık bulduğu Ermenistan’da (bizdeki eski bir tartışmaya atıfla) omurgasız ‘ver kurtulcular’ güç kazandılar; dolayısıyla, Karabağ’ın de facto ve de jure olarak Azerbaycan’a geçeceği neredeyse kesin.”
Aynı yerde, “Ankara’nın esas amacının… Rusya’nın bölgeden uzaklaştırılması” olduğu düşüncesinin Rusya’da yaygınlık kazandığını, bunun “Rusya’nın olası endişelerini yansıttığını” vurgulamış ve “Paşinyan hükümetinin veremeyeceği hiçbir şey olmadığının” altını çizmiştim. Ne var ki:
“Rusya birliklerinin, sınır muhafızlarının ve Rusya üssünün çıkarılması ise… muhtemelen Ermenistan’da batı yanlılarının en çok istediği şey. Ancak sorun şurada: bu durumda Rusya barış gücünün çekilmesiyle Laçin koridoru doğrudan Azerbaycan kontrolüne girer; güney koridoru fiilen Azerbaycan tarafından ilhak edilmiş olur; Dağlık Karabağ için Sovyet özerkliği hayal olur ve Azerbaycan’ın sıradan bir vilayeti haline gelir ve bütün bunlar, sadece Rusya’nın Kafkaslar güvenliğini ortadan kaldırmakla kalmaz, sadece İran’ın kuzey güvenliğini (üstelik de Azerbaycan ile İsrail arasındaki ilişkiler iyice derinleşirken) ortadan kaldırmakla da kalmaz, aynı zamanda Rusya’da bir iç güvenlik sorunu da yaratır. Bu, ikinci Karabağ savaşının sona ermesi sürecinde Putin’in üzerine basarak defalarca söylediği şeydir: Rusya’da 2 milyonun üzerinde Azerbaycanlı ve 2,5 milyon kadar Ermeni yaşıyor. Dolayısıyla güney Kafkasların güvenliği, Rusya’nın iç güvenliğinin ayrılmaz parçasıdır.”
Aşağıdaki neredeyse eksiksiz olarak çevirdiğim yazının bu gözlemlere dayanarak dikkatle incelenmesi gerek.
* * *
Ermeni kimliği bağlamında Dağlık Karabağ
Aleksandr Ananyev
Dağlık Karabağ problemi durduk yere doğmadı. Sovyet iktidarı döneminde bu bölgedeki nüfusun temel bileşeninin Ermeniler olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Ama o sırada bölgenin Azerbaycan bünyesinde olduğunu inkâr etmek de mümkün değildir. Bundan sonraki olaylar ve çarpışmalar herkesçe biliniyor; devam edegelen cepheleşme de halen üzücü sonuçlar doğuruyor.
22 Mayıs’ta Ermenilerin büyük çoğunluğu Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın (Erivan’da basın konferansında) Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’ın bir parçası olduğunu kabul etmeye hazır olduğu şeklindeki açıklamasıyla şok yaşadılar. Bu açıklamanın ardından tarihi hafızanın dönüştürülmesi ve milli sembollerin, yani ülkenin arması ve milli marşının revize edilmesi çağrısında bulundu.
Karabağ virajı
SSCB’nin tam da Dağlık Karabağ Özerk Oblasti’nin Ermenistan’a verilmesi hareketiyle başlayan dağılmasından sonra Üçüncü Ermenistan Cumhuriyeti’nin temellerini üç unsur meydana getiriyordu: bağımsızlık, Artsah (Karabağ’ın Ermenice adı) ve zafer. Ermenistan’ın Bağımsızlığı Deklarasyonu’nun girişinde “Ermeni SSC ve Dağlık Karabağ’ın birleşmesinin” zarureti açıkça belirtilir.
1990’ların başında Karabağ için verilen savaşta Azerbaycan’a karşı kazanılan zafer Ermeniler için sadece belirli toprak parçalarının ele geçirilmesiyle askeri bir zafer değil, devlet meydana getiren bir olay, bütün milli ideolojinin köşe taşı, çağdaş Ermeniliğin temeliydi.
Paşinyan’ın Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’ın parçası olduğunu tanımaya hazır olunduğu açıklamasından sonra, oradaki Ermeni nüfusunun güvenliğinin temin edilmesi şerhi düşülmüş olsa da, bu kendinden menkul cumhuriyetin statüsü meselesi görüşme gündeminden düştü. Karabağ Ermenilerinin garantilerine gelince, Azerbaycan Dışişleri Bakanı Ceyhun Bayramov 23 Haziran’da Reuters’e verdiği mülakatta barış görüşmelerinin yeni turu arifesinde Ermenistan’ın şartını geri çevirdi. Bakü, böyle bir garantiye gerek olmadığını, güvenliğin temini talebinin de Azerbaycan’ın içişlerine müdahale anlamı taşıdığını düşünüyor.
Son kamuoyu yoklamaları ne diyor?
Artsah’ın güvenliğine ilişkin yıllar boyunca geliştirilen öncelikler, Ermenilerin büyük çoğunluğunun bilinçaltında kalmaya devam ediyor. Kamuoyunu inceleyen batılı servislerin bile sonuçlarını gizleyemediği kamuoyu yoklamaları bunu gösteriyor. Yakın zamanda yapılan bir yoklamaya göre (Gallup International Association Ermenistan temsilciliği tarafından 27-31 Mayıs arasında yapılmış) deneklerin sadece yüzde 9,2’si, Paşinyan’ın “Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesi de içinde 86.000 kilometrekarelik toprak bütünlüğünü tanıma” açıklamasını az çok kabul edilebilir buluyor. Deneklerin yüzde 86,4’ü “Dağlık Karabağ Ermenilerinin milli azınlık olarak Azerbaycan bünyesinde varolmasını” imkânsız görüyor. “AB gözlem misyonunun Ermenistan’da bulunmasını” olumlu değerlendirenlerin oranı, Paşinyan’ın güvenlik problemlerini Avrupa misyonunun yardımıyla çözmeyi vaat ettiği ocak ayıyla karşılaştırıldığına yarı yarıya azalarak yüzde 68,4’ten 34,2’ye düşmüş.
Beş yıl önce başlayan Rusya yanlısı oryantasyondan çıkıp geçici güvenlik garantileri arayışı sürecinin perspektifsizliği, batılı siyasetçilerin Azerbaycan yönetimini güvenilir bir ortak olarak andıkları bugün, aşikâr hale geliyor. Ermenistan liderliğinin Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan bünyesinde dahi herhangi bir statüsünü savunmaktan vazgeçişi kaçınılmaz olarak itibarının düşmesine yol açtı. Yukarıda andığımız kamuoyu yoklamasına göre Başbakan Nikol Paşinyan’ın faaliyetini potansiyel seçmenlerin sadece yüzde 18,8’i bütün olarak olumlu değerlendiriyor; oysa 2021 kasımında bunların oranı yüzde 38,1, 2019 mayısında 84,2, 2018 eylülünde ise yüzde 91,6’ydı. Deneklerin neredeyse üçte ikisi “erken genel seçimler yapılması ve yeni bir hükümet kurulmasını” destekliyor.
Yoklamanın sonuçlarına göre Ermenistan sivil toplumu Paşinyan’ı iktidara getiren “kadife devrime” bakışını kökten değiştirmiş durumda. Deneklerin sadece yüzde 1,5’i bunu zafer sayıyor. 5 yıl önce 2018 baharındaki olaylara katıldığı için gurur duyanların oranı yüzde 91 iken bugün sadece yüzde 37 olaylara katıldığını kabul ediyor. Başka bir deyişle ülkedeki durum öylesine olumsuz ki “kadife devrime” katıldığını bugün yalnızca ona gerçekten de katılmamış olanlar değil katılmış olanlar da inkâr ediyor ve katıldığını unutmayı, sorumluluktan sıyrılmayı tercih ediyor. O sırada protestocuların eylemlerini (“yolların, kavşakların ve trafiğin göstericiler tarafından kapatılması”) sadece yüzde 8 kınıyordu. Bugünse deneklerin yüzde 50,8’i bunun neye yol açtığını görerek kınıyor. 5 yıl geçtikten sonra “devrimden” beklentilerin ne kadar karşılandığı sorusuna deneklerin sadece yüzde 3,8’i beklentilerinin tamamen karşılandığı, yüzde 52,1 ise beklentilerinin hiçbir şekilde karşılanmadığı cevabını veriyor. 2018 eylülünde deneklerin yüzde 78,6’sı “kadife devrimin” sonuçlarından bütün olarak memnunken bugün bunların oranı sadece yüzde 25,3. Ermenistan’ın Dağlık Karabağ yüzünden Azerbaycan ile çatışmadaki yenilgisine rağmen 2021 erken parlamento seçimlerinde Paşinyan’ın partisinin zaferini sağlayan da bunlardı.
Kafkas Enstitüsü Başkanı Aleksandr İskandaryan 2021’deki durumu analiz ederken şu açıklamada bulunmuş: “Sosyologlar ‘Yurttaş Sözleşmesi’nin (Paşinyan’ın liderliğini yaptığı parti) arkasında seçmenlerin yaklaşık dörtte birinin bulunduğunu tahmin ediyorlardı. Bu genel olarak doğrulandı: sandığa giden seçmenlerin yaklaşık yarısı Paşinyan’ın partisine oy verdi. Seçmenlerin yaklaşık yarısının gitmemiş olması ise başka bir mesele.”
Ermenistan’da yapılan bir başka kamuoyu araştırmasının sonuçlarına göre (araştırma 1 Mayıs’ta ABD’de International Republican Institute tarafından yayınlandı) “bu pazar seçim olsaydı” seçmenlerin sadece yüzde 21’i Yurttaş Sözleşmesi’ne oy verecekti. Ancak deneklerin yüzde 30’u oy kullanmayacağını söyledi. Yüzde 12 pusulayı yırtacağını söyledi; yüzde 20 ise bu soruya cevap vermemekle birlikte en genelde sandığa gitmeyecekti. Bu yüzden iktidar partisinin ve liderinin toplumdaki düşük itibarı ve “çekirdek” seçmen hesabından seçimlerde zafer kazanmalarına engel değil.
Paşinyan’ın “çekirdek” seçmeni
Geçtiğimiz günlerde hayata veda eden Aleksandr Amaryan, iktidar yanlısı seçmeni örgütleme rolünü batının finanse ettiği STÖ’lerin oynadığını düşünüyordu. En mütevazı tahminlere göre bu tür örgütlerin sayısı iki bini buluyor (Rusya karşıtı faaliyetleri amaçlayan Soros ağı gibi). Nikol Paşinyan’ın partisini pek çok tarikatın üyeleri de aktif şekilde destekliyorlar (Yehova Şahitleri, Hayat Sözü, Pentikostlar, Horan, Mormonlar, Evanjelist Kilise, İsa Mesih’in Kıyamet Şahitleri Kilisesi, vb.). Bunlar ABD büyükelçiliğiyle sıkı bir işbirliği içindeler; LGBT aktivistleri ve diğerleri de kolaylıkla manipüle edilebilen gruplardan.
“Çoğunlukla aynı finans kaynağına sahip olan bütün bu STÖ’ler, tarikatlar ve gruplar Ermenistan’daki seçimlere aktif şekilde katılıyor, batılı sponsorların ürünü olan siyasi kuvvetlere disiplinli bir şekilde oy veriyorlar.”
Amaryan’ın görüşüne göre belirtilen bu gruplar 2021 haziranında iktidar partisine oy veren 687 bin seçmenin önemli bir bölümünü teşkil ediyorlardı.
Amaryan, tarikat veya cemaat üyelerinin Facebook’ta dar iletişim çemberleri oluşturduğunu düşünüyordu; insanlar burada sadece kendileri gibi olanlarla görüşüyor, inançlarını sarsabilecek argümanları duymuyorlar. İnsanların beyinleri yıkanıyor, ardından bunlar artık ideolojik bir temelde inanıyor ve etraflarında olan biteni görmezden geliyorlar. “Ne kadar kötüyse o kadar iyi” mantığı bunlar için bütünüyle kabul edilebilir bir mantık. Bunların oyu, parlamento seçimlerinde Paşinyan’ın partisine oy veren yüzde 25 içinde önemli bir dilim oluşturabiliyor; böylece alternatif bir tutuma sahip seçmenlerin oranının düşük olması yüzünden Paşinyan’ın partisi ezici çoğunluğa ulaşabiliyor. Dolayısıyla, seçmenlerin azınlığını oluşturan ve ustaca manipüle edilmiş bir yurttaş grubu bütün ülkenin kaderini tayin ediyor.
“Eskimiş” anlatıların silinmesi
Ancak “kadife devrimin” sponsorları için bu yeterli değil. Bunlar, bu başarının geçici bir nitelik taşıdığını biliyorlar. Kamuoyu yoklamaları halkın yakın tarihe dair görüşlerini geleneksel değerler açısından değiştirmeye başladığını gösteriyor. Paşinyan’ın sivil toplum bilincini dönüştürmeye yönelik atraksiyonları da belli ki bununla bağlantılı.
Ermenistan başbakanı daha nisan ayında parlamentonun olağanüstü bir oturumunda yeni bir yurtseverlik devlet modeli yaratılmasının zaruri olduğunu açıklamıştı. Paşinyan, Ermenistan Cumhuriyeti’nin ve/veya Ermeni devletliliğinin hiçbir zaman geleneksel Ermeni yurtseverlik modelinin birincil öznesi olmadığını da söylemişti. İki ay sonra, 15 Haziran’daki Milli Meclis toplantısında bu modelin resmileştirilmesine ve “eskimiş” anlatıların insanların zihninden silinmesine girişti, merkezinde Ağrı Dağı’nın olduğu ülke armasının da milli marşın da bugünkü Ermenistan’la “hiçbir ortak yanı olmadığını” söyledi. Ermenilerin büyük bölümü başbakanın sözlerini Ermeni halkının kurumsal hafızasını değiştirmeyi hedefleyen bir deneme balonu olarak gördüler. Paşinyan’ın partideki silah arkadaşları da başbakanın retoriğinin milli kimliği değiştirmeyi hedeflediğini reddetmiyorlar.
Şunu da belirtmek gerek: başbakanın söz konusu açıklaması esasen, eski ABD başkanı milli güvenlik danışmanı John Bolton’un önerilerine de denk düşüyor. Bolton 2018’de Erivan ziyaretinde Ermeni toplumunun Rusya yanlısı oryantasyonunu kastederek Ermenistan halkının “tarihi şablonlarla zincirlenmemesi” gerektiğini söylemişti.
Yakın tarihin revizyonu
Böylece 20 Haziran’da 44 günlük savaşı meydana getiren şartların soruşturulması komisyonunun oturumunda Nikol Paşinyan yakın tarihe dair kendi anlatısını ve değerlendirmesini serimlemeye girişti. Bu defa tarihi muzaffer olan değil mağlup olan yazıyor.
Daha önce olduğu gibi Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığı görüşmeleri sürecindeki başarısızlığın ve 44 günlük savaşın bütün sorumluluğunu seleflerine yükledi. Keza, Rusya’ya da, Azerbaycan’ın yeni talepleri karşısında ateşkesi sağlayamamış olduğu için dolaylı olarak sitemde bulundu. [Bu, Ermenistan tarafının askeri yenilgiden önce siyasi çöküşünü simgeliyordu. Bak. Ermenistan 20 Ekim’de elverişle şartlarda ateşkesi kabul etmedi ve İkinci Karabağ Savaşı sırasında yazdığım diğer yazılarım. — H.Y.] Bunu yaparken Rusya Devlet Başkanı Putin’in 19 Ekim 2020’de açıklama imzalamayı reddedenin Ermeni tarafı olduğu şeklindeki sözlerini de adeta yalanladı. Aslında, Ermeni ordusu yenilgi üstüne yenilgi yaşarken Paşinyan Azerbaycan tarafının tekliflerini kabul etmeyerek kendisini çok daha olumsuz şartlara mahkûm etmişti. …
Paşinyan’ın olguları Ermenistan’da iç siyasi süreçler üzerinde etkide bulunmak amacıyla çarpıttığını Rusya Dışişleri Sözcüsü Zaharova da brifingi sırasında belirtti. Zaharova’ya göre, Paşinyan hem Fransa hem de ABD’nin benzer adımlar attığını söylemiş olsalar da: “Olguların tespit ettiği hakikat şudur: 2020 güzünde Dağlık Karabağ’da ateşkesi sağlayan ve bölgede barışı tesis eden Rusya’dır.”
Mariya Zaharova, batını görüşmeci taraflar üzerinde baskısını yorumlarken şöyle dedi: Kimi yayın organlarının [ABD’nin Dağlık Karabağ yetkililerinden Azerbaycan’la üçüncü bir ülkede görüşmeler yürütmesini istediği ve aksi takdirde Bakü’nün Artsah’a karşı güce dayanan bir harekât gerçekleştireceği şeklindeki — yazarın notu] haberleri inandırıcıdır.” Zaharova, Karabağ halkını Bakü ile Erivan arasındaki siyasi ihtilafların rehinesi haline getirmeme çağrısında da bulundu. Hatırlamak gerek: ABD’nin talebi, daha geçen yıl eylül ayında “gölge CIA” Stratfor Worldview internet sitesinde yazılan senaryoya uygun: “Azerbaycan elindeki avantajları kullanarak, Erivan’ı, Bakü’nün şartlarında bir barış anlaşması imzalaması için ikna etmeye çalışacak. Azerbaycan üstünlüğünü sergilemek için Karabağ’daki Ermenilere karşı sınırlı askeri harekât yürütebilir.” Stratfor analistleri, batının Erivan’ı Bakü’nün şartlarında barış anlaşması imzalamayı ısrarla zorlamasını şöyle açıklıyorlar: “Barış anlaşmasının imzalanması hem Ermenistan’ı hem Azerbaycan’ı Türkiye ve Avrupa Birliği ile ilişkileri derinleştirmeye itecektir. Barış anlaşması Karabağ’daki Rusya barışgücünün geleceğini de belirsiz kılabilir.”
Sonuç
Demek ki kolektif batıyı en az endişelendiren şey Karabağ’daki 120 bin Ermeni’nin kaderi. Batı için en önemlisi Rusya’nın Güney Kafkaslardaki etkisini barış gücünü çıkartarak daraltmak, Ermenistan ile Türkiye arasındaki bir barış anlaşmasının imzalanmasından sonra da Ermenistan Cumhuriyeti topraklarındaki Rusya’ya ait 102’inci ordu üssünün çıkartılmasına girişmek. Batı koalisyonu Romanya’dan Karadeniz üzerinden Kafkaslara kadar Rusya’nın sınırları boyunca tecrit yayını sürdürmeye çalışacak.
Bu süreçte Ermenistan başbakanına önemli bir rol düşüyor. Başbakan içeriden değerler sisteminin köşetaşlarına: orduya, dine, devletliliğe, tarihi hafızaya vb. darbeler indiriyor. Mevcut iktidar enformatif ve psikolojik provokasyonlar düzenliyor, sahte gündemler yayıyor. Paşinyan tarihi hafızayı zayıflatan ve sivil toplumun bağışıklığını baltalayan bir iç siyaset yürütüyor.
Gene de umut edilir ki batının hedeflerine erişmesi mümkün olmasın, zira Ermeni kimliği, manevi-kültürel miras ve Rusya ile bağlar meselesi iktidarda da olsa tek bir siyasi gücün arzularından daha derin ve daha geniş.
İlginizi Çekebilir
-
“Bir yıl içinde AP’de ‘muhafazakâr-sol’ bir grup kurulabilir”
-
Rus Donanması Okyanus 2024 stratejik tatbikatını başlattı
-
Ukrayna 144 İHA ile Rusya’ya saldırdı
-
Suudi Arabistan Sanayi Bakanı: Petroyuan ve Çin’le daha yakın ilişkilere açığız
-
ABD’de “Çin casusu” ve “Rusya’dan para alan influencerlar” tartışması
-
Çin ve Rusya Japon Denizi ve Okhotsk’ta ortak tatbikat yapacak
DÜNYA BASINI
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
Yayınlanma
3 gün önce07/09/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’
Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları
Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”
Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…
Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?
McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid(1) atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar(2) bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.
McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.
18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.
Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.
McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.
McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.
Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?
Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).
Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.
McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.
Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.
Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.
Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.
Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi
Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.
O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.
Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriff’in “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).
McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.
Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu”(3) olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.
Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.
(1) Şempanze ve bonobo, goril, insan ve orangutan cinsi hayvan türlerini içerisinde barındıran, “hominidae” ailesinin üyelerini içeren adlandırma. (ç.n)
(2) İnsan (Homo sapiens), günümüzde yaşayan, hominid bir hayvan türü. (ç.n)
(3) Thomas Piketty’nin sol partilerin günden güne işçi sınıfı tabanından uzaklaşarak yüksek eğitimli seçmenler ve elitlerin hakimiyetine girmesine ilişkin bir analojisi. (ç.n.)
Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.
Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?
Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor
Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024
Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.
Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.
Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.
Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.
Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.
Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.
Amerikan rüyası
Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.
ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.
Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.
Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.
Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.
Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.
Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.
Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.
Çöküşteki gıda sistemi
Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?
Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.
Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.
Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.
Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.
Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.
Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.
Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”
Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.
ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.
Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.
“Tanrı’yı oynamak”
Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”
Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.
Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.
Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.
Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.
Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.
Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.
“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”
Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.
“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”
Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”
Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.
Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.
AVRUPA
Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti
Yayınlanma
2 hafta önce30/08/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.
Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.
Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.
Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.
Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.
Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.
Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.
Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.
Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.
Draghi raporu Alman hükümetini böldü, Hollanda’dan tepki aldı
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
İsveç’te “tersine göç” tartışması koalisyonu böldü
Japonya’da koasliyon lideri Natsuo Yamaguchi istifa kararını duyurdu
Batı, Çin’in ‘hakimiyetini kırmak’ için lityuma daha fazla destek vermeye çağırıldı
Çok Okunanlar
-
RUSYA2 hafta önce
ABD istihbaratı: Ukrayna, Kursk’ta ele geçirdiği toprakları elinde tutma niyetinde
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Çin-Rusya ödemeler sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Kendimizi ilk günden itibaren savaşmaya hazır hale getiriyoruz’
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye ile normalleşme başka bahara kalamaz: Pişmiş aşa su katılmaz
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’da Ukrayna ile “dayanışma yorgunluğu”