Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

CIA Direktörü William Burns yazdı: Casusluk ve devlet idaresi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Daha önce ABD’nin Moskova Büyükelçisi olarak görev yapan ve uzun yıllarda boyunca Dışişleri Bakanlığında çeşitli pozisyonlarda bulunan William Burns, Joe Biden’ın başkanlığa gelmesiyle 2021’de CIA Direktörlüğüne atandı. Aşağıda tercümesi verilen ve önde gelen düşünce kuruluşlarından Council on Foreign Relations’ın yayınında yayımlanan makalesinde Burns, Ukrayna ihtilafı, ABD-Çin çekişmesi ve Amerikan istihbaratının kafasını kurcalayan zorluklara değinmiş.


Casusluk ve devlet idaresi: CIA’in Rekabet Çağı’na uygun dönüşümü

William J. Burns

Foreign Affairs

30 Ocak 2024

Ülkeler birbirlerinden sır sakladıkları süre boyunca birbirlerinden sır çalmaya da çalışmışlardır. Casusluk, teknikleri sürekli gelişse bile, devlet idaresinin ayrılmaz bir parçası olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Amerika’nın ilk casusları Devrim Savaşını birbirleriyle ve yabancı müttefikleriyle yazışmak için şifreler, gizli kurye ağları ve görünmez mürekkep kullanarak geçirdiler. İkinci Dünya Savaşı’nda, gelişmekte olan sinyal istihbaratı alanı Japonya’nın savaş planlarının ortaya çıkarılmasına yardımcı oldu. Soğuk Savaş’ın başlarında, Sovyet askeri tesislerini etkileyici bir netlikle fotoğraflayabilen U-2 ve diğer yüksek irtifa casus uçaklarının ortaya çıkmasıyla ABD’nin istihbarat kabiliyetleri tam anlamıyla stratosfere çıktı.

CIA’in Virginia Langley’deki merkezindeki anıt duvarına kazınmış basit yıldızlar, ülkelerine hizmet ederken hayatlarını kaybeden 140 teşkilat görevlisini onurlandırıyor. Anıt, sayısız cesur eylemin kalıcı bir hatırlatıcısı. Fakat bu kahramanlık örnekleri ve CIA’in pek çok gizli başarısı Amerikan kamuoyu tarafından teşkilatın tarihine zaman zaman gölge düşüren hatalardan çok daha az biliniyor. İstihbaratın belirleyici imtihanı, her zaman karar mercilerinin uluslararası ortamdaki derin değişimleri —her yüzyılda yalnızca birkaç kez ortaya çıkan plastik anlar— öngörmek ve bu değişimleri yönlendirmelerine yardımcı olmak olmuştur.

Başkan Joe Biden’ın da yinelediği üzere ABD, bugün Soğuk Savaş’ın şafağı ya da 11 Eylül sonrası dönem kadar önemli olan nadir dönemlerden biriyle karşı karşıya. Çin’in yükselişi ve Rusya’nın intikamcılığı, ABD’nin artık tartışmasız bir üstünlüğe sahip olmadığı ve varoluşsal iklim tehditlerinin arttığı yoğun stratejik rekabetin yaşandığı bir dünyada göz korkutucu jeopolitik zorluklar ortaya çıkarıyor. Sanayi Devrimi’nden ya da nükleer çağın başlangıcından bile daha kapsamlı bir teknoloji devrimi meseleleri daha da karmaşık hale getiriyor. Mikroçiplerden yapay zekâya ve kuantum hesaplamaya kadar yeni teknolojiler, bilişim mesleği de dahil olmak üzere dünyayı dönüştürüyor. Pek çok açıdan bu gelişmeler, CIA’in işini her zamankinden daha da zorlaştırıyor, düşmanlara kafamızı karıştırmak, bizden kaçmak ve bizi gözetlemek için güçlü yeni araçlar veriyor.

Ancak dünya ne kadar değişirse değişsin, casusluk insan ve teknoloji arasındaki bir etkileşim olmaya devam ediyor. Yalnızca insanların toplayabileceği sırlar ve sadece insanların yürütebileceği gizli operasyonlar olmaya devam edecektir. Teknolojik gelişmeler, özellikle de sinyal istihbaratındaki gelişmeler, bazılarının öngördüğü gibi bu tür insan operasyonlarını önemsiz hale getirmedi, bilakis uygulamalarında devrim yarattı. Yirmi birinci yüzyılda etkili bir istihbarat teşkilatı olabilmek için CIA’in yeni teknolojilere hakimiyeti ile her zaman mesleğimizin merkezinde yer alan insanlar arası becerileri ve bireysel cesareti harmanlaması gerekiyor. Bu da operasyon görevlilerinin sürekli teknolojik gözetimin olduğu bir dünyada casusluk yapabilmeleri için gerekli araç ve tekniklerle donatılması ve analistlerin en iyi insani kararları verebilmeleri için devasa miktarlardaki açık kaynaklı ve gizli olarak elde edilmiş bilgileri sindirebilecek sofistike yapay zekâ modelleriyle donatılması anlamına geliyor.

Aynı zamanda CIA’in topladığı istihbaratı kullanım biçimi de değişiyor. Rakipleri zayıflatmak ve müttefikleri toparlamak için bazı sırların kasıtlı olarak kamuoyuna açıklanması anlamına gelen “stratejik gizlilik kaldırma”, karar mercileri için daha da güçlü bir araç haline geldi. Bunu kullanmak, istihbarat toplamak için kullanılan kaynakları ya da yöntemleri pervasızca tehlikeye atmak anlamına gelmiyor ama her şeyi gizli tutma refleksine mantıklı bir şekilde direnmek anlamına geliyor. ABD istihbarat camiası, aynı zamanda istihbarat diplomasisinin artan değerini öğreniyor, müttefiklere yardım etme ve düşmanlara karşı koyma çabalarının karar mercilerini nasıl destekleyebileceğine dair yeni bir anlayış kazanıyor.

CIA ve tüm istihbarat mesleği açısından tarihi zorlukların yaşandığı, jeopolitik ve teknolojik değişimlerin şimdiye kadar karşılaştığımız en büyük sınavı oluşturduğu bir dönemdeyiz. Başarı, geleneksel insan istihbaratı ile gelişmekte olan teknolojilerin yaratıcı yollarla harmanlanmasına bağlı olacaktır. Başka bir deyişle, değişimle ilgili tek güvenli tahminin değişimin hızlanacağı olduğu bir dünyaya uyum sağlamayı gerektirecektir.

Dizginleri olmayan Putin

Soğuk Savaş sonrası dönem, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiği anda mutlak surette sona erdi. Geçtiğimiz yirmi yıl, büyük bir kısmını Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in içinde barındırdığı kin, hırs ve güvensizliğin yanıcı bileşimini anlamaya çalışarak geçirdim. Öğrendiğim bir şey varsa o da Putin’in Ukrayna’yı ve Ukrayna’nın tercihlerini kontrol etme saplantısını hafife almanın her zaman bir hata olduğudur. Bu kontrol olmadan Rusya’nın büyük bir güç olmasının ya da kendisinin büyük bir Rus lider olmasının imkânsız olduğuna inanıyor. Bu trajik ve acımasız saplantı şimdiden Rusya’ya utanç getirdi ve tek boyutlu ekonomisinden şişirilmiş askeri gücüne ve yozlaşmış siyasi sistemine kadar zayıflıklarını ortaya çıkardı. Putin’in işgali aynı zamanda Ukrayna halkının nefes kesici bir kararlılık ve azim göstermesine de yol açtı. Rusya’nın hava saldırıları ve Ukrayna’nın savaş alanındaki azim ve yaratıcılığının canlı görüntüleriyle noktalanan Ukrayna’ya sık sık yaptığım savaş zamanı gezilerinde onların cesaretine ilk elden şahit oldum.

Putin’in savaşı Rusya açısından pek çok açıdan başarısızlıkla sonuçlandı. Kiev’i ele geçirme ve Ukrayna’ya boyun eğdirme şeklindeki asıl hedefinin aptalca ve hayali olduğu ispatlandı. Ordusu büyük zarar gördü. En az 315 bin Rus askeri öldü ya da yaralandı, Rusya’nın savaş öncesi tank envanterinin üçte ikisi yok edildi ve Putin’in on yıllardır övündüğü askeri modernizasyon programının içi boşaltıldı. Tüm bunlar, Batı’nın desteğiyle Ukraynalı askerlerin cesaret ve becerilerinin doğrudan bir neticesi. Bu arada Rusya’nın ekonomisi uzun vadeli gerilemeler yaşıyor ve ülke akıbetini Çin’in iktisadi vasalı olarak belirliyor. Putin’in abartılı hırsları başka bir şekilde de geri tepti: NATO’nun daha da büyümesini ve güçlenmesini sağladılar.

Putin’in baskıcı tutumu yakın zamanda zayıflayacak gibi görünmese de Ukrayna’daki savaşı ülke içindeki iktidarını sessizce aşındırıyor. Geçtiğimiz haziran ayında paralı asker lideri Yevgeniy Prigojin tarafından başlatılan kısa süreli kalkışma, Putin’in özenle cilalanmış kontrol imajının arkasında gizlenen bazı işlev bozukluklarına bir bakış sunmuştu. Prigojin’in ayak takımı isyancıları Moskova’ya doğru yol alırken Putin, düzenin hakemi olarak özenle ün kazanmış bir liderden ziyade kopuk ve kararsız görünüyordu. Rus seçkinlerinin pek çoğu açısından mesele kralın çıplak olup olmadığı değil, giyinmesinin neden bu kadar uzun sürdüğüydü. Ödeşmenin nihai havarisi olan Putin, kalkışmasını başlattıktan iki ay sonra şaibeli bir uçak kazasında ölen Prigojin ile sonunda hesaplaştı. Fakat Prigojin’in Putin’in savaşının özündeki yalanlara, askeri yanlış kararlara ve Rus siyasi sisteminin kalbindeki yozlaşmaya dönük ısırgan eleştirisi yakında ortadan kalkmayacak.

Bu yıl, Ukrayna’daki savaş alanında, sonuçları ülkenin özgürlüğünü ve bağımsızlığını sürdürmek için verdiği kahramanca mücadelenin çok ötesine geçecek bir dayanıklılık testi olacak gibi görünüyor. Putin, Çin’den aldığı kritik parçaların yanı sıra İran ve Kuzey Kore’den aldığı silah ve mühimmatla ülkenin savunma üretimini yeniden canlandırırken rüzgârın kendisinden tarafa estiğine, Ukrayna’yı ezip geçebileceğine ve onun Batılı destekçilerini yıpratabileceğine dair bahse girmeye devam ediyor. Ukrayna’nın önündeki zorluk Putin’in kibrini kırmak ve yalnızca cephede ilerleme kaydederek değil, aynı zamanda cephe gerisinde daha derin saldırılar düzenleyerek ve Karadeniz’de istikrarlı kazanımlar elde ederek çatışmanın devam etmesinin Rusya’ya maliyetinin yüksek olduğunu göstermektir. Bu ortamda Putin, yeniden nükleer kılıcı sallamaya başlayabilir ve tırmanma riskini tamamen göz ardı etmek aptallık olur. Fakat bu risklerden boş yere korkmak da aynı derecede aptalca olacaktır.

Başarının anahtarı, Ukrayna’ya dönük Batı yardımının korunmasında yatıyor. ABD savunma bütçesinin yüzde beşinden daha az olan bu yardım, ABD açısından kayda değer jeopolitik getirileri ve Amerikan endüstrisi açısından kayda değer getirileri olan nispeten mütevazı bir yatırım. Silah akışının devam etmesi, ciddi müzakereler için bir fırsat doğması halinde Ukrayna’yı daha güçlü bir konuma getirecektir. Bu, Ukrayna için uzun vadeli bir kazanç ve Rusya için stratejik bir kayıp sağlama şansı sunuyor; Ukrayna egemenliğini koruyabilir ve yeniden inşa edebilirken Rusya, Putin’in çılgınlığının kalıcı maliyetleriyle uğraşmak zorunda kalacaktır. ABD’nin bu kritik zamanda çatışmadan çekilmesi ve Ukrayna’ya desteğini kesmesi, kendi kalesine tarihi boyutlarda bir gol atmak olacaktır.

Şi’nin güç oyunu

Hiç kimse ABD’nin Ukrayna’ya sunduğu desteği Çinli liderler kadar yakından takip etmiyor. Çin, ABD’nin hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine hem de bunu yapabilecek iktisadi, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip tek rakibi olmaya devam ediyor. Ülkenin son elli yıldaki iktisadi dönüşümü olağanüstü oldu. Bu, Çin halkının büyük övgüyü hak ettiği ve dünyanın geri kalanının müreffeh bir Çin’in küresel bir fayda olduğu inancıyla geniş ölçüde desteklediği bir dönüşüm. Mesele Çin’in yükselişinin kendisi değil, ona giderek daha fazla eşlik eden tehditkâr eylemler. Çin lideri Şi Cinping, üçüncü devlet başkanlığı dönemine Mao Zedong’dan bu yana seleflerinin hepsinden daha fazla güce sahip olarak başladı. Şi, bu gücü Çin’in dönüşümünü mümkün kılan uluslararası sistemi güçlendirmek ve canlandırmak için kullanmak yerine, onu yeniden yazmaya çalışıyor. İstihbarat mesleğinde liderlerin söylediklerini dikkatle inceleriz. Ancak ne yaptıklarına daha da fazla dikkat ederiz. Şi’nin Putin ile “sınır tanımayan” ortaklığından Tayvan Boğazı’nda barış ve istikrara yönelik tehditlerine kadar içeride artan baskısını ve dışarıdaki saldırganlığını görmezden gelmek mümkün değil.

Fakat Batı’nın dayanışmasının Şi’nin ocak ayında yeni Devlet Başkanı Lai Çing-te’yi seçen Tayvan’a karşı güç kullanmanın riskleri konusundaki hesapları üzerindeki etkisi de öyle. ABD’yi sönmekte olan bir güç olarak görmeye meyilli olan Şi açısından Amerika’nın Ukrayna konusundaki liderliği kesinlikle sürpriz oldu. ABD’nin Putin’in saldırganlığına karşı koymak için iktisadi acı çektirme ve bu acıyı absorbe etme istekliliği —ve müttefiklerini de aynı şeyi yapmaları için bir araya getirme becerisi— Pekin’in Amerika’nın ölümcül bir düşüşte olduğuna dair inancıyla güçlü bir şekilde çelişti. Çin kıyılarına yaklaştıkça, Amerika’nın Hint-Pasifik’teki müttefik ve ortak ağının dayanıklılığı Pekin’in düşünceleri üzerinde ayıltıcı bir etki yarattı. Çinlilerin Amerika’nın beceriksizliğine dair algılarını yeniden canlandırmanın ve Çin’in saldırganlığını körüklemenin en kesin yollarından biri Ukrayna’ya verilen destekten vazgeçmek olacaktır. Ukrayna’ya maddi desteğin devam etmesi Tayvan’ın zararına olmaz; ABD’nin kararlılığına dair Tayvan’a yardımcı olacak ciddi bir mesaj gönderir.

Çin ile rekabet, bu ülke ile ABD arasındaki yoğun iktisadi karşılıklı bağımlılık ve ticari bağlar zemininde gerçekleşiyor. Bu tür bağlar iki ülkeye ve dünyanın geri kalanına oldukça iyi hizmet etti ama aynı zamanda ABD’nin güvenliği ve refahı açısından kritik kırılganlıklar ve ciddi riskler yarattı. Kovid-19 salgını, hayat kurtaran tıbbi malzemeler için herhangi bir ülkeye bağımlı olmanın tehlikesini her hükümete açıkça gösterdi; tıpkı Rusya’nın Ukrayna’daki savaşının Avrupa’ya enerji için tek bir ülkeye bağımlı olmanın risklerini açıkça göstermesi gibi. Günümüz dünyasında hiçbir ülke kendisini kritik mineraller ve teknolojiler konusunda tek bir tedarikçinin insafına terk etmek istemez; özellikle de bu tedarikçi söz konusu bağımlılıkları silah haline getirmeye niyetliyse. Amerikalı karar mercilerinin de savunduğu üzere, en iyi yanıt makul bir şekilde “riski azaltmak” ve çeşitlendirmek; ABD’nin tedarik zincirlerini güvence altına almak, teknolojik üstünlüğünü korumak ve endüstriyel kapasitesine yatırım yapmaktır.

Bu istikrarsız ve ayrışmış dünyada “riskten korunan ortanın” ağırlığı giderek artıyor. Demokrasiler ve otokrasiler, gelişmiş ekonomiler ve gelişmekte olanlar ve küresel Güney’deki ülkeler, seçeneklerini en üst düzeye çıkarmak için ilişkilerini çeşitlendirmeye giderek daha fazla niyetleniyorlar. ABD ya da Çin ile tek eşli jeopolitik ilişkilere bağlı kalmanın çok az faydasını ve çok fazla riskini görüyorlar. Daha fazla ülkenin “açık” bir jeopolitik ilişki statüsüne (ya da en azından “karmaşık” bir ilişki statüsüne) yönelmesi, Çin ile ilişkilerini geliştirirken bazı konularda ABD’nin izinden gitmesi muhtemel. Ve eğer mazi emsal teşkil ediyorsa Washington, tarihsel olarak büyük güçler arasındaki çatışmaları tetiklemeye yardımcı olan ve sayıları giderek artan orta güçler arasındaki rekabete dikkat etmeli.

Tanıdık bir engel

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’de gerçekleştirdiği katliamın yol açtığı kriz, Orta Doğu’nun ABD için oluşturmaya devam ettiği alternatiflerin karmaşıklığını acı bir şekilde hatırlatıyor. Çin ile rekabet Washington’un en yüksek önceliği olmaya devam edecek, ancak bu diğer zorluklardan kaçabileceği anlamına gelmiyor. Bu yalnızca ABD’nin dikkatli ve disiplinli bir şekilde hareket etmesi, aşırıya kaçmaktan kaçınması ve nüfuzunu akıllıca kullanması gerektiği anlamına geliyor.

Son kırk yılın büyük bir kısmını Orta Doğu’da ve Orta Doğu üzerine çalışarak geçirdim ve bu kadar karışık ya da patlamaya hazır bir bölge çok az gördüm. İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki yoğun kara harekâtını durdurmak, acı çeken Filistinli sivillerin derin insani ihtiyaçlarını karşılamak, rehineleri kurtarmak, çatışmanın bölgedeki diğer cephelere yayılmasını önlemek ve Gazze’de “ertesi gün” için uygulanabilir bir yaklaşım şekillendirmek inanılmaz derecede çetin meseleler. İsrail’in güvenliğinin yanı sıra Filistin devletini de teminat altına alan ve Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleriyle normalleşme için tarihi fırsatlardan yararlanan kalıcı bir barış umudunu yeniden canlandırmak da öyle. Mevcut krizin ortasında bu ihtimalleri tahayyül etmek ne kadar zor olsa da bu ihtimalleri ciddiyetle takip etmeden krizden çıkmayı hayal etmek daha da zor.

İsrail’in ve bölgenin güvenliğinin anahtarı İran ile başa çıkmaktır. İran rejimi krizden cesaret aldı ve nükleer programını genişletirken ve Rusya’nın saldırganlığını mümkün kılarken son bölgesel vekiline kadar savaşmaya hazır görünüyor. İran’ın müttefiki olan Yemenli isyancı grup Husiler, 7 Ekim’den sonraki aylarda Kızıldeniz’de ticari gemilere saldırmaya başladı ve diğer cephelerde tırmanma riskleri devam ediyor.

ABD, Orta Doğu’nun can sıkıcı sorunlarının çözümünden tek başına sorumlu değil. Fakat bunların hiçbiri, ABD’nin aktif liderliği olmadan çözülmek bir yana, yönetilemez bile.

Bizim gibi casuslar

Jeopolitik rekabet ve belirsizlik —iklim değişikliği ve yapay zekâ gibi benzeri görülmemiş teknolojik ilerlemeler gibi ortak zorluklardan bahsetmiyorum bile—son derece karmaşık bir uluslararası manzara oluşturuyor. CIA açısından mecburiyet, hızla dönüşen bu dünyaya ayak uydurmak için istihbarat yaklaşımını dönüştürmektir. Ulusal İstihbarat Direktörü Avril Haines’in liderliğindeki CIA ve Amerikan istihbarat camiasının geri kalanı, bu anı gerektirdiği aciliyet ve yaratıcılıkla karşılamak için fazlaca çalışıyor.

Bu yeni manzara insan istihbaratına odaklanmış bir teşkilat açısından özel zorluklar ortaya koyuyor. ABD’nin başlıca rakipleri olan Çin ve Rusya’nın küçük ve dar danışman çevreleri içinde faaliyet gösteren kişisel otokratlar tarafından yönetildiği bir dünyada, liderlerin niyetleri hakkında fikir edinmek her zamankinden hem daha önemli hem de daha zor.

Tıpkı 11 Eylül’ün CIA için yeni bir dönemi başlatması gibi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi de yeni bir dönemi başlattı. CIA ve istihbarat ortaklarımızın Başkan ve üst düzey karar mercilerine ve özellikle de Ukraynalılara Putin’i engelleme konusunda yardımcı olmak için yaptıkları çalışmalardan büyük gurur duyuyorum. Birlikte, yaklaşan işgal konusunda erken ve doğru uyarılarda bulunduk. Bu bilgi aynı zamanda Başkan’ın Kasım 2021’de Putin ve danışmanlarını planladıklarını bildiğimiz saldırının sonuçları konusunda uyarmak üzere beni Moskova’ya göndermeye karar vermesini sağladı. Ukrayna’ya hâkim olma fırsatının kapandığına ve yaklaşan kışın elverişli bir fırsat sunduğuna inanan Putin ve danışmanları, kendi konumlarını abartarak ve Ukrayna’nın direnişini ve Batı’nın kararlılığını hafife alarak, kayıtsız ve müdanasız bir tavır sergilediler.

İyi istihbarat o zamandan beri Başkan’ın Ukrayna’ya yardım sunmak üzere güçlü bir ülke koalisyonunu harekete geçirmesine ve sürdürmesine yardımcı olmuştu. Aynı zamanda Ukrayna’nın kendisini olağanüstü bir cesaret ve azimle savunmasına da ön ayak olmuştu. Başkan ayrıca stratejik gizliliğin kaldırılmasından da yaratıcı bir şekilde yararlanmıştı. İşgalden önce yönetim, İngiliz hükümeti ile birlikte, suçu Ukraynalıların üzerine atmak ve Rusya’nın askerî harekâtına bahane sağlamak üzere tasarlanmış “sahte bayrak” operasyonlarına dönük planlarını ifşa etmişti. Bu ve daha sonraki ifşaatlar, Putin’in geçmişte sık sık silah olarak kullandığını gördüğüm sahte anlatıları reddetti. Onu rahatsız edici ve alışık olmadığı bir şekilde geri adım atmak zorunda bıraktılar. Ve hem Ukrayna’yı hem de onu destekleyen koalisyonu güçlendirdiler.

Bu arada, savaşa karşı duyulan hoşnutsuzluk, devlet propagandası ve baskının kalın yüzeyinin altında Rus liderliğini ve Rus halkını kemirmeye devam ediyor. Bu hoşnutsuzluk akımı CIA için nesilde bir kez görülebilecek bir adam toplama fırsatı yaratıyor. Bunun boşa gitmesine izin vermeyeceğiz.

Rusya en yakın tehdit olsa da Çin uzun vadede daha büyük bir tehdit ve son iki yıldır CIA kendisini bu önceliği yansıtacak şekilde yeniden organize ediyor. Uzun zaman önce öğrendiğim bir kurumsal hakikati kabul ederek işe başladık; bütçeler onları yansıtmadığı sürece öncelikler gerçek değildir. Bu doğrultuda CIA, dünya genelinde Çin ile ilgili istihbarat toplama, operasyon ve analiz çalışmalarına önemli ölçüde daha fazla kaynak ayırdı; yalnızca son iki yılda Çin’e odaklanan genel bütçemizin yüzdesini iki katından fazla artırdık. Latin Amerika’dan Afrika’ya ve Hint-Pasifik bölgesine kadar dünyanın dört bir yanında Çin ile rekabet edebilmek için çabalarımızı artırırken daha fazla Mandarin konuşanı işe alıyor ve eğitiyoruz.

CIA’in on kadar “görev merkezi” var, bunlar kurumun çeşitli müdürlüklerinden görevlileri bir araya getiren konuya özel gruplar. 2021 yılında sadece Çin’e odaklanan yeni bir görev merkezi kurduk. Tek ülkeli tek görev merkezi olan bu merkez, bugün CIA’in her köşesine yayılmış bir iş olan Çin ile ilgili çalışmaları koordine etmeye yönelik merkezi bir mekanizma sağlıyor. Ayrıca Pekin’deki muhataplarımızla istihbarat kanallarını sessizce güçlendiriyoruz ki bu da karar mercilerinin gereksiz yanlış anlamalardan ve ABD ile Çin arasında kasıtsız çarpışmalardan kaçınmalarına yardımcı olmak için önemli bir araç.

Çin ve Rusya, CIA’in dikkatinin büyük bir kısmını meşgul etse de teşkilat terörle mücadeleden bölgesel istikrarsızlığa kadar diğer zorlukları ihmal etmeyi göze alamaz. ABD’nin Temmuz 2022’de Afganistan’da El Kaide’nin kurucularından ve eski lideri Eymen ez-Zevahiri’ye karşı gerçekleştirdiği başarılı saldırı, CIA’in terör tehditlerine karşı mücadeleye odaklandığını ve bu konuda önemli kabiliyetlerine sahip olduğunu gösterdi. CIA ayrıca her yıl on binlerce Amerikalının ölümüne neden olan sentetik opioid fentanil istilasıyla mücadeleye yardımcı olmak için kayda değer kaynaklar ayırıyor. Ve yalnızca Kuzey Kore ve Güney Çin Denizi gibi uzun zamandır stratejik olarak önemli kabul edilen yerlerde değil, aynı zamanda Latin Amerika ve Afrika gibi jeopolitik önemi önümüzdeki yıllarda artacak olan dünyanın bazı bölgelerinde de tanıdık bölgesel zorluklar ortaya çıkıyor.

Daha akıllı casuslar

Bu arada biz de gelişen teknolojiye yaklaşımımızı dönüştürüyoruz. CIA, bireylerden istihbarat toplamaya dönük eski tekniklerle —insan istihbaratı ya da HUMINT— yüksek teknoloji araçlarını harmanlamak için çalışıyor. Teknoloji elbette casusluğun pek çok yönünü her zamankinden daha zor hale getiriyor. Her sokakta video kameraların bulunduğu ve yüz tanıma teknolojisinin giderek yaygınlaştığı akıllı kentler çağında casusluk yapmak çok daha zor hale geldi. Sürekli gözetim, yurt dışında düşman bir ülkede çalışan ve değerli bilgiler sunmak için kendi güvenliklerini riske atan kaynaklarla görüşen bir CIA görevlisi için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ancak bazen CIA’in aleyhine işleyen aynı teknoloji —ister teşkilatın faaliyetlerindeki kalıpları ortaya çıkarmak için büyük veri madenciliği olsun, ister bir ajanın her hareketini izleyebilen devasa kamera ağları olsun— CIA’in lehine ve başkalarının aleyhine de işleyebilir. CIA yeni teknolojileri kullanmak için rakipleriyle yarışıyor. Teşkilat, ilk teknoloji şefini atadı. Ve Amerikan inovasyonunun kayda değer bir rekabet avantajı sunduğu özel sektörle daha iyi ortaklıklar kurmaya odaklanan yeni bir görev merkezi daha kurdu.

CIA’in kurum içi bilimsel ve teknolojik kabiliyetleri halen mükemmel. Teşkilat yıllar içinde depolar dolusu casus aygıtı geliştirdi; benim favorim yusufçuk gibi görünen ve havada süzülen tasarımlı Soğuk Savaş kamerası. Yapay zekâ alanındaki devrim ve gizli olarak topladığımız bilgilerin yanı sıra açık kaynaklı bilgilerin çığ gibi büyümesi, CIA analistleri açısından tarihi yeni fırsatlar yaratıyor. Tüm bu materyalin daha hızlı ve daha verimli bir şekilde sindirilmesine yardımcı olacak yeni yapay zekâ araçları geliştiriyoruz ve böylece görevlilerin en iyi yaptıkları işe (karar mercileri açısından neyin en önemli olduğu ve ABD’nin çıkarları için neyin en önemli olduğu konusunda mantıklı yargılar ve içgörüler sağlamaya) odaklanmalarını sağlıyoruz. Yapay zekâ, insan analistlerin yerini almayacak ama şimdiden onları güçlendiriyor.

Bu yeni dönemde bir diğer öncelik de CIA’in dünya çapında sahip olduğu eşsiz istihbarat ortaklıkları ağını derineşiyor ki bu ABD’nin yalnız rakiplerinin şu anda sahip olmadığı bir değer. CIA’in ortaklarından —onların koleksiyonlarından, uzmanlıklarından, bakış açılarından ve pek çok yerde teşkilatın yapabildiğinden daha kolay faaliyet gösterme kapasitelerinden— faydalanabilmesi başarısı için kritik öneme sahip. Diplomasi bu eski ve yeni ortaklıkların yeniden canlandırılmasına bağlı olduğu gibi istihbarat da buna bağlı. İstihbarat mesleği özünde insani etkileşimlerle ilgilidir ve en yakın müttefiklerimizle bağlarımızı güçlendirmek, en azılı düşmanlarımızla iletişim kurmak ve aradaki herkesi geliştirmek için doğrudan temasın yerini hiçbir şey tutamaz. Direktör olarak görev yaptığım yaklaşık üç yıl boyunca 50’den fazla yurt dışı seyahatinde bu ilişkilerin tüm aşamalarını yaşadım.

Bazen istihbarat görevlileri açısından diplomatik temasın resmi tanıma anlamına gelebileceği durumlarda tarihi düşmanlarla uğraşmak daha uygun. Bu nedenle Başkan beni, ABD birliklerinin nihai çekilişinden hemen önce Taliban liderliğiyle temas kurmam için 2021’in ağustos ayının sonlarında Kabil’e göndermişti. Bazen CIA’in dünyanın karmaşık bölgelerindeki ilişkileri, insani ateşkes ve Gazze’deki rehinelerin serbest bırakılması için Mısır, İsrail, Katar ve Hamas ile devam eden müzakerelerde olduğu gibi pratik olanaklar sunabilir. Bazen bu tür bağlar siyasi iniş çıkışlarla dolu ilişkilerde sağduyulu bir denge sağlayabilir. Bazen de istihbarat diplomasisi çıkarların yakınlaşmasını teşvik edebilir ve ABD’li diplomatların ve karar mercilerinin çabalarını sessizce destekleyebilir.

Gölgelerde

Her gün dünyanın dört bir yanındaki istasyonlardan gelen telgrafları okurken, yabancı başkentlere seyahat ederken veya merkezdeki meslektaşlarımla konuşurken CIA görevlilerinin kabiliyet ve cesaretlerinin yanı sıra karşılaştıkları amansız zorlukları da hatırlıyorum. Zor yerlerde zor işler yapıyorlar. Özellikle 11 Eylül’den bu yana inanılmaz hızlı bir tempoda çalışıyorlar. Hakikaten de bu yeni ve ürkütücü çağda CIA’in misyonunu yerine getirebilmesi, çalışanlarımıza sahip çıkmamıza bağlı. Bu nedenle CIA, merkezdeki ve sahadaki tıbbi kaynaklarını güçlendirdi, aileler, uzaktan çalışanlar ve iki kariyerli çiftler için programlar geliştirdi ve özellikle teknoloji uzmanları için daha esnek kariyer yolları araştırdı, böylece görevliler özel sektöre geçebilir ve daha sonra teşkilata geri dönebilir.

Yeni görevliler için işe alım sürecimizi kolaylaştırdık. Artık başvurudan nihai teklife ve güvenlik iznine geçmek iki yıl öncesine göre dörtte bir oranında daha kısa sürüyor. Bu iyileştirmeler, CIA’e olan ilginin artmasına katkıda bulundu. 2023 yılında, 11 Eylül’ün hemen sonrasından bu yana herhangi bir yılda olduğundan daha fazla başvuru aldık. İşgücümüzü çeşitlendirmek için de çok çalışıyoruz. 2023’te işe alınan kadın ve azınlık görevlilerin yanı sıra teşkilatın en üst kademelerine terfi edenlerin sayısı bakımından tarihi zirvelere ulaştık.

CIA görevlileri zorunlu olarak gölgelerde, genelde gözden ve akıldan uzakta çalışırlar; aldıkları riskler ve yaptıkları fedakarlıklar nadiren iyi anlaşılır. ABD’nin kamu kurumlarına olan güvenin azaldığı bir dönemde CIA, benim ve teşkilattaki diğer herkesin anayasayı korumak için ettiğimiz yemine ve yasalar karşısındaki yükümlülüklerimize bağlı, kararlı bir şekilde apolitik bir kurum olmaya devam ediyor.

CIA görevlileri aynı zamanda bir ekip duygusuyla ve Amerikan tarihinin bu kritik anında kamu hizmetine olan derin ve ortak bağlılıkla birbirlerine bağlı. Yıllar önce seçkin bir askeri kariyere sahip olan babamdan aldığım tavsiyenin doğruluğunu biliyorlar. İş hayatımda ne yapacağımı düşünürken bana el yazısıyla bir not göndermişti: “Hiçbir şey seni ülkene onurla hizmet etmekten daha fazla gururlandıramaz.” Bu, önce Dışişleri Bakanlığı’nda ve şimdi de CIA’de olmak üzere devlette uzun ve şanslı bir kariyere başlamama yardımcı oldu. Yaptığım seçimden asla pişman olmadım. Kendileri için aynı şeyleri hisseden ve yeni bir çağın zorluklarına göğüs geren binlerce CIA görevlisiyle birlikte hizmet etmekten büyük gurur duyuyorum.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English