Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Emmanuel Todd: Üçüncü Dünya Savaşı başladı

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda Sercan Genç’in çevirisi ile verdiğimiz söyleşi, 12 Ocak 2023 tarihinde Alexandre Devecchio imzası ile Le Figaro’da yayınlandı. Fransa’nın önemli entelektüellerinden olan tarihçi ve antropolog Emmanuel Todd, Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığını düşünüyor. Todd, sanılan aksine yalnızca Rusya’nın değil, NATO kampının da bir ‘varoluş savaşı’ verdiğini savunurken, Ukrayna’nın yanı sıra Rusya’nın da, özellikle ekonomik yaptırımlara direnç bağlamında, beklentilerin ötesine geçtiğini söylüyor. 20 yıl önce yazdığı “İmparatorluktan Sonra: Amerikan Düzeninin Çöküşü” kitabında ABD liderliğindeki uluslararası düzene yönelik eleştirel bakışını sergileyen Fransız yazar, ekonomik yaptırımlara karşı Rus direncinin Amerikan emperyal sistemini uçuruma sürüklediğini vurguluyor. Todd’a göre, Rusya Çin’in desteğini almayı sürdürürken Avrupa ekonomisini tüketmeyi başarırsa, bu durumda ABD’nin dünyadaki parasal ve mali kontrolü çökecek. Todd, ABD’nin de tıpkı Rusya gibi artık bu savaştan çekilemeyeceğini ve taraflardan biri çökene kadar ‘bitmeyen bir savaş’ın içinde bulunduğumuzu ileri sürüyor.

***

Alexandre Devecchio, 12 Ocak 2023

Emmanuel Todd bu savaşın Rusya ile Ukrayna arasındaki askeri karşılaşmanın ötesinde, liberal Batı Devletleri ile tutucu ve otoriter bir bakış açısına sahip olan Dünyanın geri kalan ülkelerini ideolojik ve kültürel olarak karşı karşıya getirdiği konusunda ısrar ediyor. Kendisine göre bu durumun soyutlanan ve yalnız kalan tarafları düşünüldüğünden çok daha farklı. Antropolog bugüne kadar konu ile ilgili görüşlerini yalnızca Japonya halkı ile paylaşıyordu ve hatta bu konuda takımadada kışkırtıcı başlığa sahip bir deneme bile yayınladı: Üçüncü Dünya Savaşı çoktan başladı. Yazar Le Figaro için ikon karşıtı tezini detaylandırdı ve Ukrayna’nın askeri anlamda direnmeye devam etmesinin Rusya’nın ekonomik olarak ezileceği anlamını taşımadığının altını çizdi. Kendisine göre bu durum çatışmanın sonucunu belirsiz kılan çifte bir sürpriz…

“Üçüncü Dünya Savaşı çoktan başladı” neden bu başlık?

Çünkü bu bir gerçek, Üçüncü Dünya Savaşı başladı. Evet, “küçük” bir şekilde ve iki sürprizi beraberinde getirerek başladı. Savaşın başında Rusya ordusunun çok kuvvetli olduğu ve aksine ekonomisinin zayıf olduğu fikri ile yola çıkıldı. En başta düşünülen Ukrayna’nın askeri olarak, Rusya’nın ise ekonomik olarak ezileceğiydi. Hâlbuki bunun tersi gerçekleşti. Ukrayna topraklarının yüzde 16’sını kaybetmiş olsa bile askeri olarak ezilmedi; Rusya da ekonomik anlamda ezilmedi. Sizinle konuştuğum şu an itibariyle, savaşın başlangıcından itibaren ruble dolar karşısında yüzde 8 ve avro karşısında ise yüzde 16 değer kazandı.

Öyleyse burada bir yanılmaca olduğundan bahsedebiliriz. Fakat her ne kadar askeri anlamda yaşanan şiddet önceki dünya savaşlarına göre zayıf kalsa da belirli bir bölge içerisinde yer alan bir savaşın, sırtını Çin’e dayamış olan Rusya ile genel anlamda Batı ülkeleri arasındaki küresel bir ekonomik karşılaşmaya dönüştüğü ve bir dünya savaşı halini aldığı yadsınamaz bir gerçek.

Biraz aşırıya kaçmıyor musunuz? Batı doğrudan doğruya askeri anlamda bir taraf değil…

Yine de silah tedarik ediyoruz. Her ne kadar kendimizi göstermesek de Rusları öldürüyoruz. Fakat biz Avrupalılar savaşta özellikle ekonomik olarak taraf oluşturuyoruz. Öte yandan gerçek anlamda savaşta olduğumuzun farkına kıtlıklar ve enflasyon sayesinde varıyoruz.

Putin savaşın başında sosyal ve tarihi anlamda çok büyük anlam taşıyan büyük bir hataya imza attı. Savaş öncesinde Ukrayna üzerine çalışan kişiler bu ülkeyi yeni doğmakta olan bir demokrasi olarak değil de gelecekte “failed state” olarak anılabilecek dağılma halinde bir toplum olarak görüyorlardı. Bağımsızlığını kazandığından itibaren ülkeden ayrılan Ukrayna sakinlerinin sayısının 10 milyon mu yoksa 15 milyon mu olduğu merak konusuydu. Bu konu hakkında halen de kesin konuşmak mümkün değil çünkü gerçeklerden korkan bir toplumun alışılmış emarelerinden biri olarak Ukrayna’da 2001 yılından bu yana nüfus sayımı yapılmadı. Benim fikrim Kremlin’in parçalanma halinde olan bu toplumun ilk şokta yıkılacağı, hatta ve hatta “Hoş geldin aziz Rusya” diyeceği yönündeydi. Fakat aksine parçalanma halinde olan bir toplumun savaş esnasında dış güçler tarafından askeri ve finansal olarak desteklenmesi durumunda yeni bir denge kurabileceği ve hatta yeni bir ufuk ve umut sahibi olabileceği gerçeği ortaya çıktı. Ruslar bu durumu öngöremezdi. Kimse öngöremezdi.

Fakat parçalanma halinde olan toplum gerçeğine rağmen Rusların, Ukrayna halkının milli duygularını ve Avrupalıların Ukrayna’ya yönelik desteğini küçümsediğinden bahsedebilir miyiz? Hatta sizin de küçümsediğiniz söylenebilir mi?

Var olan eski verilere dayanarak küçük Rusya’nın aile sisteminin Büyük Rusya’nın toplumsal yapısından farklı olarak çekirdeksel bir yapıda olduğunu söyleyebilirim. Evet, bundan eminim fakat Ukrayna savaş sırasında ve öncesinde dış göçe maruz kaldı. Bu göç ve hali hazırda ülkede yaşayan vatandaşların duruşu sonucu ortaya çıkan bazı sosyal değişimler ve geniş toplum hareketleri sonucunda Ukrayna’da nasıl bir dönüşüm olduğundan bahsedemem. Bu konuda yorum yapmanın erken olduğunu düşünüyorum.

Karşılaştığım çelişkilerden birisi şu; Rusya’yı anlamakta hiçbir güçlük çekmiyorum. Bu konuda benim batıya ait çevremle uyumsuzluk içerisindeyiz. Aynı zamanda insanların heyecanını da anlayabiliyorum. Soğuk bir tarihçi olarak konuşmak benim için de zor. Fakat Vercingetorix’i Alesia’ya hapseden ve sonrasında zaferini kutlamak adına Roma’ya götüren Jules Sezar’ı düşününce, kimse Romalıların kötü olabileceğini veya değer yargılarının yetersiz olup olmadığını tartışmıyor. Bugün tüm bu coşku ile ülkemin yanında saf tutarak Rus ordusunun Ukrayna’ya girişini, bombalamaları, ölümleri, enerji altyapılarının imha edilmesini ve soğuktan ölen Ukraynalıları düşünebiliyorum. Fakat benim açımdan Putin’in ve Rusların davranışları gayet kolay bir şekilde okunabilir ve size nasıl olduğunu anlatacağım.

Savaşa hazırlıksız yakalandığımı ve beklemediğimi söyleyerek başlayabilirim. Bugün itibariyle Amerikalı realist jeopolitik uzmanı John Maersheimer’in analizini paylaşıyorum. Kendisi şu tespitte bulundu: en azından 2014 yılından beri NATO askerlerinin (Amerikalı, İngiliz ve Polonyalı) himayesi altında bulunan bir Ukrayna ordusu NATO’nun da fiili bir üyesi haline gelmişti ve Rusya NATO üyesi bir Ukrayna’ya asla tahammül etmeyeceğini açıkça belirtmişti. Öyleyse yine aynı Ruslar (Putin’in de saldırıdan bir gün önce belirttiği gibi) kendi bakış açılarına göre önlem almak amacı ile bir savunma savaşı başlattılar. Mearsheimer’ın altını çizdiği başka bir konu ise Rusların çektiği zorluklardan mutlu olmamamız gerektiği. Çünkü bu savaş onlar açısından bir varoluş meselesi haline geldiğine göre ne kadar zorluk çekerlerse bir o kadar şiddetli şekilde vurmaya devam edeceklerdir. Sanırım bu analiz doğrulanabilir. Mearsheimer’in analizine bir eleştiri bir de ekleme yapmak isterim. Bu savaş aynı zamanda Birleşik Devletler adına da bir varoluş meselesi haline geldi. Artık en az Rusya kadar çatışmanın bir parçası haline geldiler ve geri dönüşleri yok. Bu yüzden de artık sonu gelmeyecek bir savaşta olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu öyle bir karşılaşma ki, sonucunda taraflardan biri çöküş yaşayacaktır.

Peki sizce hangi taraf?

Ekleme yapmak istediğimi belirtmiştim: Mearsheimer’in Ukrayna’nın fiili olarak NATO üyesi olduğunu söylemesi bence yeterli değil. Almaya ve Fransa NATO’nun azınlık ortakları olmalarına rağmen Ukrayna’da askeri anlamda ne olup bittiğinden haberdar değillerdi. Hatta Fransız ve Alman hükümetleri saflıklarından ötürü birçok eleştiri aldılar çünkü bir Rus istilasına ihtimal vermiyorlardı. Daha doğrusu Amerikalıların, İngilizlerin ve Polonyalıların Ukrayna’ya geniş bir savaş imkânı sunabileceklerini bilmiyorlardı. NATO’nun şu anki temel ekseni Washington-Londra-Varşova-Kiev’dir.

Şimdi de eleştirime geçeceğim: Mearsheimer iyi bir Amerikalı olarak ülkesine aşırı değer biçmektedir. Onun bakış açısına göre Ukrayna savaşı Ruslar için bir var olma savaşı iken Amerikalılar için diğerlerinden farkı olmayan bir iktidar “oyunudur”. Vietnam, Irak ve Afganistan’ın ardından yeni bir bozgun daha… Ne önemi olabilir ki? Amerikan jeopolitiğinin mantığı şu temele dayanmaktadır: “Nasıl olsa iki okyanus arasında güvende olduğumuzdan ötürü başımıza bir şey gelmeyeceğinden istediğimiz her şeyi yapabiliriz”. Amerika için hiçbir şey varoluşsal olamaz. Bu analiz eksikliğinin sonucunda Biden bugün kaçanların en önünde yer almaktadır. Amerika yorgundur. Rus ekonomisinin direnmesi Amerikan emperyal sistemini felakete sürüklemektedir. Hiç kimse Rus ekonomisinin NATO’nun “ekonomik gücü” karşısında ayakta kalacağını öngörmemişti. Hatta bence Ruslar bile bunu tahmin etmemişlerdi.

Rusya ekonomisi yaptırımlara süresiz olarak direnerek Çin tarafından desteklenmeye devam ederken, Avrupa ekonomisini tüketmeyi başarabilirse, dünyadaki Amerikan parasal ve mali kontrolleri çöker ve ABD’nin devasa ticaret açığını finanse etme olasılığı da ortadan kalkmış olur. İşte bu sebepten dolayı savaş, Birleşik Devletler için bir var oluş meselesi haline gelmiştir. Artık en az Rusya kadar çatışmanın bir parçası haline geldiler ve geri dönüşleri yok. Bu yüzden de artık sonu gelmeyecek bir savaşta olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu öyle bir karşılaşma ki, sonucunda taraflardan biri çöküş yaşayacaktır. Çinliler, Hindistanlılar ve Suudiler bu durumdan büyük sevinç duymaktadırlar.

Fakat gene de Rus ordusu çok kötü bir durumda gibi duruyor. Bazıları rejimin yıkım aşamasında olduğunu bile öngörmekte. Siz bu kanıda değil misiniz?

Hayır, Rusya’da en başlarda bir tereddüt veya bir kandırılma hissinin oluştuğunu söyleyebiliriz.  Fakat şu anda Ruslar savaşta yerlerini sağlam bir şekilde aldılar ve Putin kimsenin fikrinin olmadığı bir şeyden yararlanıyor. 2000’li yıllar yani Putin yılları Ruslar için dengeli ve normal olarak nitelendirebileceğimiz bir hayata geri dönüş yılları oldu. Bence Macron Fransızlar için bunun tam tersini yani öngörülemez ve tehlikeli bir Dünyaya açılan kapıyı temsil ediyor. Ve bu durum korkuyu da beraberinde getiriyor. 90’lı yıllar Rusya için daha önce hiç benzeri görülmemiş kadar acılı bir dönem oldu. Ardından gelen 2000’li yıllarda Ruslar normal bir hayata geri dönebildiler ve bunu yalnızca hayat seviyesi anlamında söylemiyorum: cinayet ve intihar oranlarının aşırı azaldığına ve özellikle de benim için en değerli göstergelerden biri olan çocuk ölümü oranlarının eridiğine ve hatta Amerika’daki oranların bile altına indiğine şahit olduk hep beraber.

Rusların düşünce yapısına göre Putin (kuvvetli ve dini olarak) bu istikrarı temsil ediyor. Ve temel olarak, sıradan bir Rus vatandaşı bugün ülkesinin başkanının bir savunma savaşı verdiğine inanıyor. En başlarda yapılan hataların farkındalar fakat sonrasında gelen ekonomik hazırlık döneminin sonunda güvenlerinin arttığını söyleyebiliriz. Bu güven Ukrayna’ya karşı artmıyor, yanlış anlaşılmasın. Ukraynalıların savunması Rus halkı için anlaşılabilir (çünkü onları kendileri gibi cesur görüyorlar, bir batılıdan bu şekilde direnmesini beklemezler) fakat onların güveni özellikle “Batı birliğine” veya “Amerika ve uyruğundaki ülkelere” karşı artmakta. Rus rejiminin esas önceliği sahada askeri bir zafer kazanmak değil, son 20 senede kazanılan sosyal istikrarı kaybetmemek.

Bu yüzden söz konusu savaşı ekonomik bir şekilde yürütüyorlar, aslında buna erkek tasarrufu adını da verebiliriz. Rusya, kadın başına denk gelen 1,5 çocuk ortalaması ile var olan demografik sorununu henüz çözebilmiş değil. Bundan beş sene sonra belli yaş gruplarında boşluklar oluşmaya başlayacak. Bence bu savaşı 5 sene içerisinde kazanmalı veya kaybetmeliler. Bir dünya savaşı için normal bir süre.

Bu yüzden kısmi bir savaş ekonomisi yaratarak söz konusu savaşı ekonomik bir şekilde yürütüyorlar ve aynı zamanda erkeklerini de korumak arzusundalar.  Kharkiv ve Kiev’in ardından Kherson bölgesinden de geri çekilme operasyonu bu bakış açısı ile daha fazla anlam kazanıyor. Bizler Ukrayna’nın geri aldığı birkaç kilometre karenin hesabını yaparken Ruslar bu sırada Avrupa ekonomisinin çöküşünü bekliyorlar. Ruslar açısından ana cephe biziz. Tabi ki yanılabilirim ama ben Rusların davranışlarının akla dayandığı ve sert olduğu, bu yüzden de öngörülebilir olduğu kavramı ile yaşıyorum. Bilinmeyenleri başka yerde aramak gerekir.

Rusların bu çatışmayı bir “savunma savaşı” olarak algıladıklarını belirttiniz fakat kimse Rusya’yı işgal etme girişiminde bulunmadı. Ve bugün itibariyle savaşın bir sonucu olarak NATO, doğuda kendisine katılmak isteyen Baltık ülkeleri arasında hiç olmadığı kadar popüler hale geldi.

Sorunuzu cevaplamak adına size coğrafi – psikolojik bir çalışma öneriyorum. Geriye doğru zum yaparak uzaklaşacağınız bir çalışma. Eğer Ukrayna haritasına bakarsanız, Rus birliklerinin Kuzey, Doğu ve Güneyden giriş yaptıklarını fark edersiniz… Bu şekilde bakıldığında durum kesinlikle bir Rus istilası olarak görülecektir. Fakat geriye doğru zum yaparak uzaklaştıkça farklı bir dünya ortaya çıkacaktır. Diyelim ki Washington’u görene kadar uzaklaşalım. Buradan NATO’nun top ve füzelerinin çok uzaklardan savaş sahasına yöneldiğini fark edersiniz ve bu durum savaştan çok daha önce başlamıştı. Bahmut Washington’a 8400 kilometre mesafede olabilir fakat Rus sınırına 130 kilometredir. Yalnızca basit bir harita okuması sonucunda “Evet, bu Ruslar açısından bir savunma savaşıdır” hipotezi anlaşılabilir. 

Size göre Rusya’nın savaşa girmesi Amerika Birleşik Devletleri’nin göreceli çöküşü ile açıklanabilir mi?

2002 yılında yayınladığım İmparatorluktan sonra isimli kitabımda Birleşik Devletlerin uzun sürecek olan çöküşü ve Rusların kuvvetli günlerine geri dönüşünü ele almıştım. 2002 yılından beri Amerika başarısızlık üstüne başarısızlık yaşayarak geri çekilmeye devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri Irak’ı işgal etti fakat sonrasında ülkeyi İran’a teslim ederek onları Orta Doğunun en önemli aktörü haline getirdi. Afganistan’dan kaçtılar. Ukrayna’nın Avrupa ve Birleşik Devletlerin uydusu haline getirilmesi de batının beklediği canlılığı sağlamadı. Aksine 1990’lı yıllarda ortaya atılan ve sonrasında Polonya ve Baltık ülkelerindeki Rus karşıtı bir karaktere bürünen hareketin tükenmesine yol açtı. Hal böyle olunca, Amerikalıların içinde bulundukları geri çekilme bağlamında Ruslar nihayet yeterli teknik kapasiteye sahip olduklarına inanarak Ukrayna’yı dize getirmeye karar verdiler.

Eğer Brzeziński okursanız (Büyük Satranç tahtası), Amerikan imparatorluğunun İkinci Dünya savaşı sonunda bugün halen en büyük koruyucuları olan Almanya ve Japonya’nın fethedilmesi ile kurulduğunu görürsünüz. Amerikan sistemi geriye çekildikçe bu koruyucu ülkelerin elit sınıfı üzerine gittikçe fazla yük biniyor (buraya tüm Avrupa ülkelerini dâhil ediyorum). Bu durumda ulusal özerkliklerini yitirecek olan (veya çoktan yitirmiş olan) ilk toplumlar İngiliz ve Avustralyalılar olacaklardır.

İnternet, İngiliz dünyasının içerisinde Birleşik Devletler ile öyle yoğun bir insani etkileşim ortamı yarattı ki tüm üniversitelerin elit tabakası, medya önündeki kişilikler ve sanatçılar bu ortamın birer eki haline geldiler. Avrupa kıtası üzerinde ulusal dillerimiz sayesinde her ne kadar biraz korunaklı olsak da özerkliğimizi çok süratli bir şekilde kaybettiğimiz bir gerçek. Irak savaşını ve Chirac, Schröder ve Putin’in savaş karşıtı düzenledikleri ortak basın toplantısını hatırlayalım…

Birçok araştırmacı Rusya’nın İspanya ile aynı gayrisafi milli hasılaya (GSMH) sahip olduğunun altını çiziyor. Rusya’nın ekonomik gücünü ve direnme kapasitesini gereğinden fazla büyütmüyor musunuz? 

Savaş olayları tüm keskinliği ile açığa vurduğundan bir siyaset ekonomisi sınavına dönüştü. Rusya ve Beyaz Rusya’nın GSMH’si Batı ülkelerinin kinin yüzde 3,3’üne denk geliyor ki (Birleşik Devletler, İngiliz dünyası, Avrupa, Japonya ve Güney Kore) bu çok küçük bir oran.  Bu GSMH’nin nasıl olur da halen dayanmaya ve füze üretmeye devam ettiğini sorgulayabiliriz. Sebep şu ki GSMH kurgusal bir üretim ölçümü. Amerikan GSMH’sinden fazladan faturalandırmış sağlık harcamalarını, avukatlar tarafından “üretilmiş olan zenginliği”, dünyanın en dolu hapishanelerini ve senelik ortalama 120.000 dolar maaş alan, sayıları 15 ila 20.000 arasında değişen ekonomistleri “üreten” yanlış tanımlı finansal hizmet sektörünü çıkarırsanız, bu GSMH’nin büyük bir çoğunluğunun hava gazı olduğunu fark edersiniz. Savaş bizleri gerçek ekonomi ile yüzleştirir ve bir ulusun gerçek zenginliğini, üretim kapasitesini ve doğal olarak da savaş kapasitesini anlamamızı sağlar.

Rus ekonomisini materyal değişkenlerden bahsederek değerlendirebiliriz. 2014 yılında Rusya’ya karşı ilk önemli büyük yaptırımları uygulamaya başladık fakat bunun üzerine Ruslar buğday üretimlerini arttırarak 2020 senesinde 40 milyon tondan 90 milyon tona çıkardılar. Diğer yandan neoliberalizmin bir sonucu olarak Amerika’nın buğday üretimi 1980 ve 2020 yılları arasında düşüş göstererek 80’den 40 milyon tona geriledi. Yine aynı şekilde Rusya en büyük nükleer santral ihracatçısı durumuna geldi. 2007 yılında Amerikalılar stratejik rakiplerinin çok kötü olan nükleer durumundan bahsederek Birleşik Devletlerin Rusya’ya kesinlikle altından kalkamayacağı bir saldırıda bulunabileceği hayalinden bahsediyorlardı. Bugün ise Ruslar hipersonik füzeleri sayesinde nükleer olarak da üstünlüğü sağlamış durumdalar.

Böylelikle Rusya’nın gerçek bir uyum kapasitesi olduğu ortaya çıkıyor. Biliyorsunuz, merkezi ekonomilerle dalga geçmek istediğimizde onların ne kadar katı olduklarını vurguluyoruz ve kapitalizmi savunurken ve yüceltirken esnekliği ile övünüyoruz. Doğru aslında. Bir ekonominin esnek olabilmesi için bir pazara ve parasal ve maddi bir işleyişe ihtiyaç var. Fakat bundan daha da önce elinden bir iş gelen faal bir topluma ihtiyaç var. Şu an itibariyle Birleşik Devletler Rusya’nın iki katından daha da fazla bir nüfusa sahip (öğrenim yaşlarında ise bu oran 2,2). Bu yaşlardaki yüksek eğitime dâhil genç grubunu ele aldığımızda Birleşik Devletlerde mühendislik okuyanların oranı yüzde 7 iken Rusya’da bu oran yüzde 25. Bu demektir ki Rusya bahsi geçen grupta 2,2 katı az bir nüfusa sahip olmasına rağmen yüzde 30 daha fazla mühendis yetiştirebiliyor. Birleşik Devletler ise bu boşluğu büyük çoğunluğu Hindistanlı ve Çinlilerden oluşan yabancı öğrenciler ile kapatmaya çalışıyor. Fakat bu da kesin ve devamlı bir kaynak değil. İşte bu Amerikan ekonomisinin temel ikilemi: Çin ile ancak Çin’den vasıflı işgücü ithal ederek başa çıkabiliyorlar.

Ben bu noktada denge noktası kavramını öneriyorum. Rus ekonomisi pazarın işleyiş kurallarını kabul etti (hatta bu kuralların korunması Putin’in bir takıntısı). Fakat yine de bunda Devletin çok büyük bir rolü var ve bunu yaparken aynı zamanda esneklikle yetiştirdiği mühendislerin askeri ve sanayi anlamda gerekli uyumu sağlamalarını başarabiliyor. 

Size göre bu savaş yalnızca askeri ve ekonomik bir savaş değil fakat aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir savaş…

Burada bilhassa bir antropolog olarak kendimi ifade ediyorum. Rusya’nın geçmişinde daha yoğun ve toplumsal ailevi yapılar oldu ve bu döneme ait değerlerden bazıları bugün halen yaşamaya devam ediyor. Burada bizim hayal edemediğimiz ve aile-ulus bilinçaltı tarafından beslenen bir Rus yurtseverlik hissi var. Batılı gazeteler trajik anlamda o kadar komikler ki durmadan şunu söylüyorlar: “Rusya yalnız kaldı, Rusya yalnız kaldı”. Fakat Birleşmiş Milletler oylarına baktığımızda dünyanın %75’inin Batı’yı takip etmediğini görüyoruz ki geriye çok küçük bir oran kalıyor. Bir antropolog olarak dünya haritasını bir taraftan The Economist (yani İngiliz dünyası ve Avrupa) tarafından yayınlanın en iyi demokrasi seviyesine sahip ülkeler sıralamasına ve diğer taraftan Rusya, Arap dünyası, Çin ve Afrika arasındaki en otoriter ülkeler sıralamasına göre açıklayabilirsiniz. Fakat bu çok sıradan bir açıklama olacaktır bir antropolog için. “Batı” ve çevresinde ikili ebeveyn sistemine sahip çekirdek aile yapısı olan yani çocuğun sosyal statüsünün tanımında dişi ve erkeğin ebeveyn olarak eşit olduğu ülkeler bulursunuz. Diğer yanda ise Afrika-Avrupa-Asya’da büyük bir kitle olarak topluluk halinde ve babasoylu aile sistemleri vardır. Medyamızın siyasi değerler çatışması olarak tanımladığı bu savaşın, daha derin bir düzeyde antropolojik değerler çatışması olduğunu fark ediyoruz aslında. İşte bu karşılaştırmayı tehlikeli kılan da bu bilinçsizlik ve derinliktir.

(Çeviren: Sercan Genç)

DÜNYA BASINI

Gantz’ın misyonu

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail koalisyonuna 7 Ekim’den sonra katılan Ulusal Birlik Partisi lideri Benny Gantz’ın aşırı sağcı koalisyonu dizginleme misyonunu yerine getirmekte başarısız olduğunu anlatıyor. Makalenin yazarı deneyimli gazeteci Zvi Bar’el, Gantz’a yönelik tüm siyasi eleştirilerine rağmen artık onun İsrail koalisyonundan ayrılarak en azından alternatif yaratma umudunu yerine getirebileceği görüşünde.

***

Benny Gantz, Netanyahu’nun Koalisyonunu ve İsrail’in Gazze’deki Amaçsız Savaşını Desteklemeyi Bırakın

Zvi Bar’el

Kamuoyu yoklamaları gerçek rakamları göstermekten çok eğilimlere işaret ediyor. İsrail’in Kanal 13 televizyonunda Hamursuz Bayramı arifesinde yayınlanan böyle bir anket, Başbakan Binyamin Netanyahu liderliğindeki felaket koalisyonun, üç hafta önce yapılan bir önceki ankete kıyasla Knesset’te üç sandalye arttığını gösteriyor.

Elbette rahatça arkamıza yaslanıp felaketin çok uzakta olduğunu ve koalisyonun “caydırıldığını” mırıldanabiliriz. Benny Gantz’ın Ulusal Birlik Partisi hala Knesset’te 30 sandalye kazanmış durumda, neredeyse bir önceki anketteki kadar ve hala en büyük parti konumunda.

Ancak İsrail’de tek bir parti hükümet kurmuyor ve muhalefetin irtifa kaybettiğini gösteren trend, muhtemelen ülkenin gittiği yönün aşağı yukarı aynı olduğunu gösteriyor. Alternatif olması, umut aşılaması ve yeni bir siyasi gerçeklik inşa etmesi beklenen Benny Gantz’ın yönettiği Knesset koltuklarının park yeri boşalmaya başladı.

Naftali Bennett, eski Mossad şefi Yossi Cohen ve Gideon Sa’ar liderliğindeki birleşik bir partinin, bazıları Ulusal Birlik Partisi’nin aleyhine olmak üzere 32 sandalye kazanabileceği gerçeği daha az tehdit edici değil. Seçimler yapıldığında ikinci parti kime katılacak?

Gantz’ın zayıflamasından duyulan endişenin önemli ölçüde ikiyüzlülük içerdiği doğru. Ne de olsa Gantz, İsrail ordusunun Gazze ve Lübnan’daki harekât tarzını frenleme, yumuşatma ya da daha esnek hale getirme kabiliyetini pazarlıyor ve Amerikan yönetiminin kulağına daha hoş geliyor.

Ancak Gantz, savaşı sona erdirecek bir stratejinin yokluğunda tam bir suç ortağı. O da Netanyahu gibi Filistin Yönetimi’ni savaş bittiğinde Gazze Şeridi’ni devralabilecek ya da yönetmeye layık bir varlık olarak görmüyor. İki devletli bir çözüm onun repertuarında yok.

Haredilerin askerlikten muaf tutulmasına ilişkin yasa tasarısı konusunda hükümetin masasına dolu bir silah koyduğu söyleniyor, ancak bu konuda son sözü henüz duymadık ve her zamanki gibi hükümeti kurtaracak bir esneklik önerebilir.

Gantz rehinelerin serbest bırakılması için her şeyin yapılması gerektiğini söylüyor ama Refah’ın ele geçirilmesini desteklerken ve hatta bunun için bastırırken rehinelerin serbest bırakılmasını sağlayabilecek tek hamleyi yani savaşın durdurulmasını reddediyor.

Gantz kabinede çalışmaya devam ettiği sürece, Netanyahu hükümeti için sadece bir meşruiyet kılıfı olmakla kalmıyor, Netanyahu’yu iktidardan uzaklaştırma şansını geciktiriyor ve buna zarar veriyor; Netanyahu artık onu dikkate almıyor.

Paradoksal bir şekilde, bu utanç verici, yıkıcı koalisyona güvenli ve mutlu bir gelecek garanti ederek, bu hükümetin varlığının devamını sağlamlaştırıyor.

Bu, başlangıcından itibaren toksik bir ortaklıktı. Görünüşte, “birlikte” sloganına yaslanan bir ulusal kurtuluş hükümeti olarak hizmet etmesi gerekiyordu. Amacı rasyonel hedefleri olan bir savaş yürütmek ve bunu uzun vadeli bir diplomatik planın takip etmesiydi.

Ancak Netanyahu’nun rehberliği ve Gantz’ın koruyucu kanatları altında, haftalar içinde tüm amacı yıkmak, öldürmek ve intikam almak olan amaçsız, kâbus gibi bir savaşa dönüştü. Gazze harabeye döndü ama İsrail Devleti de paramparça oldu.

Gantz’ın bu hükümetteki ortaklığı sadece rehinelere yardım etmekte başarısız olmakla kalmıyor, aynı zamanda kuzey sınırında yaşayan ve hayatlarını otellerde sürdüren on binlerce İsrailli ya da hayatlarını nasıl ve ne zaman yeniden inşa edebileceklerini bilmeyen Gazze sınırındaki insanlar için de hiçbir umut ışığı bırakmıyor. Aynı zamanda Batı Şeria’da yasal statüye kavuşmak üzere olan onlarca yasa dışı karakolun ve devasa bütçelerinin olduğunu da görüyorlar.

Tüm suçu, başarısızlığın destansı bir sembolü olan Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’e ya da ulusal güvenlik bakanı gibi davranan palyaço Itamar Ben-Gvir’e yüklemek oldukça pratik. Onların gücü hükümeti dağıtma tehditlerinde yatıyor ama Ulusal Birlik Partisi bu çetenin ortağı olduğu sürece Gantz’ın sorumluluğu onlarınkinden daha az değil.

Gantz’ın misyonu artık bu hükümeti ‘iyileştirmek’ değil, çünkü bunu yapma yeteneğini tamamen kaybetti. Gantz’ın amacı, yakılıp yıkılanları rehabilite edebilecek bir alternatif oluşturma umudunu yerine getirmektir. Bu alternatiften uzaklaşan mevkiler sağır edici bir alarm zili gibidir. Gantz’ın tek yapması gereken kulak tıkaçlarını çıkarmak.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Netanyahu’nun İran’la gerilime ihtiyacı var”

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’i İran’la savaşın eşiğine getiren sürecin neden yaşandığına ve yeniden yaşanma olasılığının neden yüksek olduğuna mercek tutuyor. Böyle bir gerilimin, ABD’yi kolayca istemediği bir savaşın içine çekebileceğini hatırlatan makale, Washington’un İsrail’i sorumsuz davranışları nedeniyle ödüllenmekten vazgeçmesi ve baskıyı artırması gerektiği görüşünde.

***

İsrail hâlâ ABD’yi İran ile savaşa sürükleyebilir

Kısasa kısas şimdilik sona erdi, ancak Binyamin Netanyahu’nun Tahran’ı sıkıştırmaya devam etmek için pek çok teşviki var.

Ivan Eland

Biden yönetimi, İsrail ve İran arasında daha geniş çaplı bir bölgesel savaştan şu ana kadar kaçındığı için rahat bir nefes alıyor. Ancak bu rahatlama, bunun kıl payı atlatıldığının ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile şahin iktidar koalisyonunun bir savaşı kışkırtmaya yönelik teşviklerinin hala mevcut olduğunun farkına varılmasıyla dengelenmeli.

Biden yönetiminin, İran’ın İsrail topraklarına yönelik önceden bildirilmiş ve koreografisi iyi yapılmış sembolik füze ve insansız hava aracı saldırılarına yönelik retorik öfkesi saçmaydı. Tıpkı İsrail’in ABD ve müttefiklerinin yardımıyla neredeyse tüm roketleri düşürerek zaten “kazandığı”yla övünmesi gibi. Amerikan politikası uzun zamandır, davranışları ne olursa olsun, İsrailli müttefiki için o kadar “çantada keklik” ki, bu tür aptalca bir oyun normalleştirildi.

New York Times’a göre, ABD’nin İsrail’i İran saldırısına karşı gerilimi tırmandırıcı güçlü bir tepkiden caydırmak için tasarlanmış zafer ilanına rağmen, İsrail lideri, İsraillilerin gerçekleştirdiği sınırlı saldırıdan çok daha büyük bir “misilleme” saldırısı emri vermeye çok yaklaştı.

Gazze’deki çatışmayı İsrail’e yönelik menfur terör saldırısıyla Hamas başlatmış olsa da İsrail’in 1 Nisan 2024’te İran’ın Suriye’deki büyükelçilik yerleşkesine kasıtlı olarak pervasızca düzenlediği ve aralarında üç üst düzey İranlı generalin de bulunduğu yedi İranlı askeri personelin ölümüne neden olan saldırı, çatışmayı genişletme ve ABD’yi de içine çekebilecek doğrudan bir İsrail-İran savaşına dönüştürme riski taşıyordu.

Uluslararası alanda yabancı ülkelerdeki elçilikler, kendi ülkelerinin toprağı olarak kabul edilir; dolayısıyla İsrail’in Suriye’deki İran elçiliğine saldırması İran’ın kendisine saldırmasıyla aynı anlama geliyordu. Sonuç olarak İran, İsrail topraklarına yönelik sembolik füze ve insansız hava aracı saldırısıyla misilleme yaptı.

Netanyahu ve iktidardaki şahin koalisyonu, bölgedeki çatışmaları azaltacak ve İsrail’in uzun vadeli güvenliğini artıracak iki devletli bir çözümü açıkça reddetti. Bu hırçın hükümet göreve gelmeden önce bile İsrail, uzun zamandır ABD’yi İranlı rakibiyle bir savaşa itmek ve İran’ın askeri kapasitesini ciddi şekilde azaltarak İsrail’in bölgesel hakimiyetini sağlamak istiyordu.

Bu gizli gündem, İsrail hükümetinin ABD öncülüğünde İran’la yapılan ve İran’ın nükleer silah üretmesinin önünü tıkayacak olan nükleer anlaşmaya şiddetli muhalefetiyle açıkça ortaya çıkmıştı. İsrail’in, İran’ın programını ciddi şekilde kısıtlayacak bir anlaşmadan büyük heyecan duyacağı düşünülebilirdi. Ancak İsrail, İran ve ABD arasındaki gerilimin azalmasının, anlaşmanın tam olarak uygulanması halinde, İran’ın konvansiyonel askeri yeteneklerine ve nükleer programına yönelik herhangi bir ciddi ABD askeri saldırısını derin dondurucuya koyacağını biliyordu.

Neyse ki İsrail’deki şahinler için Başkan Donald Trump başkan olduğunda nükleer anlaşmayı tek taraflı olarak feshetti ve böylece ABD’nin İsrail’in ana rakibiyle askeri olarak uğraşma olasılığını yeniden gündeme getirdi.

Netanyahu’nun aptalca bir şekilde Trump ve Cumhuriyetçileri tercih ettiği düşünüldüğünde, Başkan Biden’ı öyle görünmese de İran’la savaşa sürüklemek zor oldu.

Ancak şimdi Netanyahu’nun eline altın bir fırsat geçmiş olabilir. ABD’nin İran’la doğrudan askeri çatışmasını da içeren daha geniş çaplı bir savaş, kendisini hapisten uzak tutmak ve dikkatleri Gazze’deki çılgınca orantısız askeri tepkisi ve potansiyel bataklığından başka yöne çekmek için iktidarda kalmaya ihtiyaç duyan, sevilmeyen ve suçlanan bir başbakana yardımcı olacaktır.

Amerika’nın diğer ülkelerle olan ittifakları ve ortaklıkları, yalnızca nihai hedef olması gereken şeyi yani ABD’nin güvenliğini artırmayı ilerlettikleri takdirde değerlidir. Baskın gücün (her zaman ABD) daha büyük maliyet yükünü taşıdığı asalak sorununa ek bir sorun da İsrail gibi daha küçük ülkelerin daha büyük bir gücün koruyucu şemsiyesi altındayken komşularına karşı daha saldırgan olmaya teşvik edilebilmesidir.

Her ne kadar ABD ve müttefiklerinin İsrail’e İran’a yönelik “misilleme” saldırısını sınırlandırması yönündeki yoğun baskısı şimdilik daha geniş çaplı bir bölgesel savaşı önlemiş olsa da Netanyahu’nun siyasi olarak hayatta kalması bu tür bir tırmanışa bağlı olabilir, özellikle de İsrail kamuoyunun dikkatini kötü planlanmış Gazze sonrasının getireceği muhtemel bataklıktan uzaklaştırması gerekiyorsa. Ki bu bataklık ABD’nin Irak’taki ilk “zaferinden” sonra devam eden kontrgerilla mücadelesine benzeyebilir.

Netanyahu, İran elçiliğine pervasızca saldırmasının ardından İran’la yaşadığı sürtüşme sırasında düşük olan oy oranlarının yükseldiğini zaten gördü. Öyleyse neden İsrail’in kuzey sınırındaki İran destekli Hizbullah’ı vurarak gerilimi tırmandırmasın? New York Times köşe yazarı Nicholas Kristof, “son zamanlarda İsrailli bir yetkiliyle yaptığı en korkutucu tartışmalardan birinin Hizbullah’a yönelik ilk saldırıyı savunması olduğunu ve yapılan bir ankete göre İsrailli Yahudilerin yüzde 53’ünün Hizbullah’a yönelik böyle bir saldırıyı desteklediğini” bildirdi.

Amerika’nın kurucu kuşağı tarafından öğrenilen ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Pax Americana’yı elde etme telaşındaki ABD’li politika yapıcılar tarafından unutulan bir tarih dersi: kalıcı ve karmaşık ittifaklar, bir ülkeyi gereksiz ve maliyetli uzak savaşlara sürükleyebilir- özellikle de ABD gibi dünyanın çatışma merkezlerinden uzakta olmanın kendine özgü güvenlik avantajına sahip bir ülkeyi. Avrupa’nın büyük güçleri de ittifakların olumsuz yanlarını, bu anlaşmalar onları hiçbirinin istemediği dehşet verici bir savaşa, Birinci Dünya Savaşı’na sürüklediğini unuttular.

Orta Doğu’da daha geniş çaplı bir savaşa sürüklenmekten kaçınmak için Biden, Gazze’de aşırıya kaçan eylemlerini ve savaşı İran’ı da kapsayacak şekilde genişletmeye yönelik bariz girişimlerini durdurmaması halinde İsrail’i, yıllık milyarlarca dolarlık ABD askeri yardımını kesmekle ya da azaltmakla tehdit etmeli.  Bunun yerine ABD, İsrail’i sorumsuz davranışı nedeniyle daha da ödüllendirerek bu yardımın miktarını büyük ölçüde artırma sürecinde.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: İran-İsrail açık savaşı kaçınılmaz

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İran ve İsrail arasında Tahran’ın ilk kez İran topraklarına doğrudan saldırı düzenlemesiyle sonuçlanan gerilimin gelecekte neye evirilebileceğine dair bazı öngörülülerde bulunuyor. İran’ın neden İsrail’e doğrudan yanıt verdiğine yanıt arayan makalede İsrail’in yanıt olarak İran’a düzenlediği küçük çaplı saldırıdan sonra bir süreliğine gerilimin azalabileceğine dikkat çekiliyor. Ancak İki ülke arasındaki çatışmayı kesin bir şekilde sona erdirecek herhangi bir seçeneğin olmadığını belirten makalede “Gerçekte ister bir hafta ister bir yıl, isterse on yıl sonra olsun, İran ve İsrail arasında bir şekilde açık bir savaş kaçınılmazdır” değerlendirmesi yapılıyor.

***

İran ve İsrail’in Savaşı Gölgelerden Çıkıyor

Tahran’ın Şahinleri Neden Gerilimi Tırmandırmayı Seçti?

Afshon Ostovar

İsrail geçen gece İran’ın İsfahan kenti yakınlarındaki bir askeri hava üssünü vurdu. İranlı yetkililer ayrıca kuzeydeki Tebriz kenti yakınlarında küçük insansız hava araçlarının düşürüldüğünü iddia etti. Bu saldırılar İran topraklarına doğrudan ve aleni bir saldırı teşkil etse de İsrail’in saldırısı şu ana kadar sınırlı görünüyor. İranlı liderler topraklarına yönelik “en küçük bir saldırganlık eylemine” dahi misilleme sözü vermiş olsalar da şimdilik tepkileri sessiz görünüyor. Bombalama haberleri ve bunların küçük çaplı olması, her iki tarafın da sarmal halindeki çatışmadan çıkmaya çalışıyor olabileceğine dair değerlendirmelere yol açtı.

Yine de bu bombala ve cevap ver döngüsündeki son olaylar, Orta Doğu’da devam eden çatışmada yeni ve daha rahatsız edici bir aşamayı temsil ediyor. Geçen hafta İran’ın silahlı kuvvetlerinin en önemli kolu ve iktidar rejiminin temel direği olan Devrim Muhafızları (DMO), İsrail’in savunmasını aşmak ve ülkedeki askeri hedeflere ciddi zarar vermek amacıyla 300’den fazla alçaktan uçan insansız hava aracı, seyir füzesi ve yüksek irtifa balistik füzeden oluşan bir saldırı düzenledi. Saldırı İran’ın artan gücünü ve düşmanlarını vurma konusundaki istekliliğini gözler önüne serdi. Aynı zamanda İran’ın güvenlik kurumları içindeki şahin politikacıların hakimiyetinin de bir kanıtı oldu. Hem Devrim Muhafızları’nın üst kademelerini kontrol eden hem de genç, gelecek vaat eden subaylar arasında hâkim olan bu grup, İran’ın dış politikasında on yıllardır büyük bir etkiye sahipti ve Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar kanadının komutanı Kasım Süleymani’nin 2020’de ABD tarafından öldürülmesinden bu yana özellikle etkili hale geldi. Batı ile ilişkilerde pragmatizmi reddeden, İslam Devrimi’nin kurucu ideolojik ilkelerine derinden bağlı kalan ve özellikle de İsrail’i bir Yahudi devleti olarak yok etmek ve ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuzunu sona erdirmek gibi uzun vadeli hedeflerini ilerletmek için İran’ın askeri gücünü ve vekil ağını kullanmaya yatırım yapan bir grup.

Bu saldırılar İran’ın İsrail topraklarına doğrudan saldırdığı ilk saldırı oldu. Yine de pek çok dış gözlemci İran’ın saldırısında bir derece ihtiyatlılık gördü. Onlara göre bu salvo bir itidal eylemiydi ve zarar vermekten ziyade kararlılık sinyali vermeyi amaçlıyordu. Ne de olsa Tahran günler öncesinden komşularını İsrail’e askeri güçle karşılık vereceği konusunda uyararak niyetini belli etmişti. İran’ın silahlarının yüzde 99’u hedeflerini vuramadığı için -çoğunlukla İsrail ve Batılı ortakları tarafından durduruldular ve İran’ın İsrail’e ateşlediği 110 balistik füzenin önemli bir kısmı (belki de yarısı) düzgün bir şekilde fırlatılmadı ya da yolda başarısız oldu- bazı dış gözlemciler İran’ın saldırısının hiçbir zaman herhangi bir zarar verme niyetinde olmadığı sonucuna vardılar. Bu görüşe göre, İran’ın eylemleri öncelikle İsrail’i mevcut çatışmayı genişletmekten caydırmayı amaçlıyordu. Tahran hem gücünü hem de iradesini sergiliyordu.

Ancak bu düşünce, İran’ın tepkisinin daha önemli bir boyutunu göz ardı ediyor: İran’ın açık bir şekilde ve bu kadar büyük ölçekte tepki vermesi. İranlı karar vericiler İsrail ile çatışmalarını gizli eylemler ya da vekiller gibi mevcut araç ve uygulamalarla ya da daha gizli bir füze saldırısıyla sürdürmeyi seçebilirdi. Sınırlı bir saldırı, İran’ın kararlılığının sinyalini verirken Devrim Muhafızları’nın kabiliyetlerini zorlamaz ve -şimdiye kadar olduğu gibi- sınırlarını ifşa etmezdi. İran ise tam tersini yaparak eşi benzeri görülmemiş bir saldırı başlattı ve İsrail’e ulaşabileceği düşünülen neredeyse her türlü silahı kullandı. Böyle bir eylem hesaplanmış bir itidal gösterisi olamaz. Aksine, operasyon Tahran’daki Devrim Muhafızları’nın şahinlerinin yükselişini ve İsrail’i doğrudan meydan okuma isteklerinin derinliğini gözler önüne serdi.

GÖLGE SAVAŞ

İran’ın yaylım ateşi görünüşte misillemeydi. İsrail’in iki hafta önce Şam’da İran konsolosluğuna ait bir binaya düzenlediği ve aralarında sekiz Devrim Muhafızları subayının da bulunduğu 16 kişinin ölümüne neden olan saldırının ardından gelmişti. Tahran, İsrail saldırısını küstahça bir tırmanma eylemi olarak değerlendirdi ancak gerçekte İsrail daha önce de yüzlerce kez Suriye’deki DMO mevzilerini vurmuştu. İsrail’in 2013’ten beri yürüttüğü bu harekâtın amacı DMO’nun ülkedeki askeri varlığını güçlendirmesini engellemek ve Hizbullah ile Levant’taki diğer İsrail karşıtı militan gruplara silah sevkiyatını sekteye uğratmaktı. Dolayısıyla Suriye uzun zamandır İran ve İsrail arasındaki ilan edilmemiş savaşın ön cephelerinden biriydi. 1979 devriminin ardından İran dış politikasının radikalleşmesiyle başlayan bu çatışma, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali ve yaklaşık on yıl sonra Arap Baharı’nın yol açtığı kargaşa sonrasında İran’ın etkisinin bölgeye yayılmasıyla ivme kazandı.

İran-İsrail çatışması çoğunlukla Orta Doğu’daki daha büyük savaşların gölgesinde kaldı. İran’ın bu mücadeleyi yürütmek için kullandığı başlıca yöntem, Gazze Şeridi ile Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’deki İsrail düşmanı militan gruplara gelişmiş silahlar, özellikle de füzeler ve insansız hava araçları tedarik etmek oldu. İran ayrıca Batı Şeria’daki militanlara otomatik tüfekler ve el bombaları gibi daha hafif silahlar sağlamaya çalıştı. Tahran, İsrail’i sürekli bir çatışmanın içine çekerek ve askeri harekatla kolayca yenemeyeceği düşmanlarla çevreleyerek istikrarsızlaştırmak istiyor. İran Devrim Muhafızları’nın Filistinli militan grup Hamas’a verdiği destek bu büyük stratejinin temel taşlarından biri oldu. Bu destek Hamas’ın askeri yeteneklerini geliştirmesine yardımcı oldu ve ona geniş bir roket ve füze cephaneliği üretmesi ve bu silahları taktik ve stratejik olarak kullanması için teknoloji ve üretim yeteneği sağladı. Hamas’ın 7 Ekim’deki ölümcül ayaklanması birçok açıdan Devrim Muhafızları’nın örtülü kampanyasının meyvesiydi. Bunu takip eden savaş, İsrail’in karşı karşıya olduğu neredeyse aşılmaz zorluğun altını çizdi. İsrail’in acımasız saldırıları Hamas’ı yok etmekte başarısız olurken on binlerce Filistinlinin öldürülmesi İsrail’in dünya çapında kınanmasına neden oldu.

İsrail, İran’ın bölgesel oyun planına karşı koymak için rejime hem dışarıda hem de içeride maliyetler yüklemeye çalıştı. Bu kampanyanın odak noktası İsrail’in İran’daki gizli faaliyetleri oldu. Muhtemelen İsrail istihbarat teşkilatı Mossad tarafından yürütülen saldırılar arasında İran’ın en iyi korunan nükleer ve askeri tesislerinin bombalanması ve üst düzey yetkililere, subaylara ve bilim adamlarına yönelik suikastlar yer aldı. Bu operasyonların belki de en cüretkarı, 2020 yılında tatilden Tahran’a dönerken uzaktan kumandalı bir makineli tüfekle öldürülen İran Devrim Muhafızları’nın en üst düzey nükleer yetkilisi Muhsin Fahrizade suikastıydı. İsrail’in böylesine hassas ve yıkıcı operasyonlar düzenleyebilmesi İran’ın iç güvenliğinin kırılganlığını defalarca gözler önüne serdi. Her saldırı bir öncekinden daha aşağılayıcı oldu, özellikle de İran bunları önleyemediği ve İsrail’e aynı şekilde karşılık veremediği için.

İran, yurtdışında önde gelen İsraillilere suikast girişimleri ve İsrail gemilerine saldırı gibi kendi kısasa kısas saldırılarıyla İsrail’i cezalandırmaya çalışsa da İsrail’e doğrudan saldırmaktan kaçındı. Bunun nedeni kısmen İsrail ve ABD ile daha geniş çaplı bir savaşa yol açabileceği endişesiydi. Devrim Muhafızları içindeki pek çok kişi böyle bir savaşı memnuniyetle karşılardı ancak rejim içindeki hâkim görüş uzun zamandır böyle bir çatışmadan sağ çıksa bile kazanamayacağı yönündeydi. Rejim içindeki daha pragmatik unsurlar da İsrail’in İran içindeki saldırılarının önemini küçümsemeye çalıştı. İsrail’in gölge savaşının başarıları İran için utanç verici olsa da İsrail’in operasyonları sınırlıydı, İran’ın stratejik programlarına anlamlı bir şekilde zarar vermedi ve İran’ın bölgesel davranışına temelden meydan okuyamadı. Uzun vadeli oyunu vurgulayan ve İran’ın düşmanlarına karşı zaferinin kaçınılmaz olduğunu düşünen dini lider Ali Hamaney’in temkinliliğinin rehberliğinde, bu göreceli pragmatistler statükonun İsrail’den çok İran’ın lehine olduğunu düşünüyorlardı.  7 Ekim’den önce İran’ın bölgesel kampanyası iyi ilerliyordu: Bölgedeki müttefikleri yükselişteydi, ABD’nin Orta Doğu üzerindeki hakimiyeti zayıflıyordu ve İsrail’in siyasi bölünmeleri ülkeyi sürekli olarak krize doğru itiyordu. İran’ın İsrail’le çatışması gevşek bir şekilde karşılıklı olarak oluşturulan parametreler dahilinde kaldı ve yönetilebilirdi. İran oyunun maliyetine katlanmaya istekli olduğu sürece rakiplerine karşı avantajını elinde tutmaya devam edecekti.

7 Ekim saldırıları ve Gazze’deki savaş, İran’ın elini güçlendirdi. İsrail eşi benzeri görülmemiş ve aşağılayıcı bir yenilgiye uğradı, çok övündüğü savunmasının herkesin tahmin ettiğinden daha zayıf olduğu ortaya çıkmıştı. Ardından Gazze’de giriştiği kanlı kampanya hem bölgede hem de dünya genelinde Filistin davasına olan desteği yeniden canlandırdı. İsrail’e duyulan sempati, özellikle İsrail’in savaşının ve Filistinlilere yönelik muamelesinin kınandığı Batı’da giderek azaldı. İranlı yetkililer, Filistinlilere daha fazla askeri yardım sağlayarak ya da İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelerek Gazze’deki savaşın sona ermesine yardımcı olmak için acele etmediler. Aslında savaş İran’ın gündemine uygundu. Hamas’ı tehlikeye atsa da İsrail’in savaşı ülkenin imajına sürekli zarar veriyor, Batılı destekçilerinin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarıyor ve Filistin meselesini popüler bir dava olarak yeniden canlandırıyordu. Dahası, İran’ın müdahale etmesine gerek yoktu çünkü bunun yerine vekillerini kendi adına çoğunlukla sembolik saldırılar düzenlemek üzere görevlendirebilirdi. Bu amaçla Hizbullah düzenli olarak kuzey İsrail’i bombaladı ve Yemen’deki Husiler İsrail’e karşı çok sayıda başarısız füze ve insansız hava aracı saldırısı düzenledi. Her ne kadar Husiler Yemen açıklarında tekrarladıkları saldırılarla küresel deniz taşımacılığını sekteye uğratmayı başarmış olsalar da İsrail’in savaş çabalarına hiçbir zarar vermediler.

İsrail’in Nisan ayında Şam’daki Devrim Muhafızları’na yönelik saldırısı İranlı yetkilileri daha zor bir seçim yapmaya zorladı. Saldırının bir İran konsolosluk binasını vurduğu düşünüldüğünden, İranlı liderler saldırıyı gerilimi artırıcı olarak değerlendirdi. Rejimin vermesi gereken bir karar vardı: ya açık bir misillemeden kaçınacak ve mevcut durumdan faydalanmaya devam edecek ya da İsrail’e güç kullanarak karşılık verecek ve potansiyel bir tuzağa düşecekti. İtidal, İran’ın İsrail’i eleştirenlerin sempatisini kazanmasına, Gazze’deki vahşete dikkat çekmeye devam etmesine ve İsrail hükümetinin daha da bataklığa saplanmasını izlemesine olanak tanıyacaktı. Açıkça ve güç kullanarak misilleme yapmak ise İsrail’i gölge savaşında iki tarafın oluşturduğu zımni parametrelerden bir kez daha sapmaktan caydırarak İran’ın daha elverişli bir statükoyu yeniden tesis etmesine yardımcı olacaktı.

Her iki yol da risk taşıyordu. İtidal, İsrail’i daha da ileri gitmeye teşvik ederek İran’ı daha sonraki bir tarihte zorlayabilir. Misilleme de riskli olabilirdi. Açık bir İran saldırısı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile ABD Başkanı Joe Biden arasındaki uçurumu kapatabilir. İran’ın askeri eylemi aynı zamanda dünyanın dikkatini İsrail’in Gazze’deki tutumundan uzaklaştırabilir, suçu İsrail’den uzaklaştırabilir ve daha geniş çaplı bir çatışmayı tetikleyebilir. İsrail ile İran arasında çıkacak bir savaş ABD’yi de kolaylıkla yanına çekebilir ve böyle bir durumda İran’ın başarı şansı ciddi ölçüde azalır.

DOKUNMAK YASAK

Rejimin açıktan ve muazzam bir güç gösterisiyle misilleme yapma hamlesi, karar alıcıların artık itidal mantığına ikna olmadıklarının sinyalini verdi. Devrim Muhafızları Ordusu’ndaki şahinler uzun süredir İsrail’e sert bir karşılık verilmesini savunuyorlardı ve sonunda Hamaney’i ciddi bir askeri harekata yeşil ışık yakmaya ikna ettiler. İran’ın kasıtlı olarak zayıf bir saldırı başlattığı düşüncesi incelemeye dayanmıyor. İran İsrail’e karşı etkileyici bir darbe indirmeyi umuyordu. İsrail’in güçlü yanlarının altını çizerken kendi zayıflıklarını ortaya çıkararak hiçbir şey kazanamaz. İran sadece bir mesaj vermek isteseydi, bunu çok daha az mühimmatla ve çok daha az maliyetle yapabilirdi. Süleymani suikastı sonrasında yaşananlar dahil son dönemde tüm askeri saldırı eylemlerinde olduğu gibi İran açık eylemin cüretkârlığını, misillemeyi önlemeye ya da sınırlamaya yönelik diplomasiyle birleştirdi, hem karnım doysun hem pastam dursun istiyor. ABD’nin Ortadoğu’da bir savaşa sürüklenmekten kaçınmak istediğini ve İsrail’in de İran’a karşı tek başına kolay kolay bir savaş yürütemeyeceğini bilen Tahran, her iki rakibine de bir çıkış yolu sağlamaya çalıştı. Niyetlerini belli ederek, saldırılarını nüfus merkezleri yerine sadece belirli askeri hedeflere yönlendirerek ve daha sonra bu saldırıların misilleme eylemlerini sona erdireceğini duyurarak İran, İsrail’in askeri bir karşılık vermesini engellemeyi umdu.

Ancak İsrail son sözü İran’a vermek istemeyebilir. İran’ın saldırısından kısa bir süre sonra İsrail de kendi askeri eylemleriyle karşılık vereceğini açıkladı. Bu ani misillemenin ilk ve belki de tek yaylım ateşi 19 Nisan’da İsfahan yakınlarındaki bir İran askeri üssünü hedef alan şafak öncesi bir operasyonla geldi. Sınırlı sayıda füze ya da insansız hava aracının kullanıldığı bu küçük çaplı saldırı İran’ın hava savunmasını delmeyi başardı ama aynı zamanda gerilimi tırmandırma döngüsüne bir son verme arzusunun da mesajını veriyor gibiydi. Yine de Tahran’ın, İsrail’in İran topraklarını vurması halinde daha büyük bir güçle misilleme yapma tehdidini yerine getirip getirmeyeceğine karar vermesi gerekecek. Ancak saldırının ardından İran devletine bağlı medya mensupları sosyal medyaya çıkarak eylemi önemsiz olarak nitelendirdi ve bazıları da ciddi silahların değil, mikro helikopterlerin kullanıldığını, yani telaşlanacak bir şey olmadığını öne sürdü.

İsrail’in küçük çaplı misillemesi, en azından bir süreliğine, başka bir karşılıklı açık düşmanlık eylemlerini engellemeyi başarabilir. Ancak burada eksik olan şey, iki ülke arasındaki çatışmayı kesin bir şekilde sona erdirecek herhangi bir seçenektir. Çünkü bu çatışma, büyük ölçüde İran tarafından İsrail’e ve bölgeye dayatılan bir seçim savaşıdır. Sadece iki kesin çıkış yolu var: İsrail İran’a boyun eğebilir ve Yahudi devleti projesini sona erdirebilir ya da İran İsrail’e yönelik politikalarını tersine çevirebilir. Filistin meselesinin iki devletli çözüm gibi bir yolla çözülmesi de İran’ın kampanyasını baltalayabilir ve yavaş yavaş rotasını değiştirmesini teşvik edebilir. Bunların hiçbiri yakın zamanda gerçekleşecek gibi görünmüyor, bu da çatışmanın devam edeceğini gösteriyor.

İran, İsrail’i kuşatma stratejisini sürdürmeye ve İsrail nüfus merkezlerini tehdit eden militan vekillerine gelişmiş silahlar göndermeye devam ettiği sürece, İsrail İran’a karşı mücadelesini sürdürmek zorunda kalacak. Bu dinamik ne kadar uzun sürerse, iki ülke arasında açık bir savaş olasılığı da o kadar artacak. Böyle bir savaş İran ve İsrail tarafından tek başına yürütülemez. Her zaman ABD’yi, İran’ın bölgesel vekillerini ve hatta belki de komşu devletleri de içine çekecektir. Bölgenin geniş bir bölümünü kapsayacak ve çok sayıda aktörün dahil olması nedeniyle muhtemelen kısa sürmeyecektir. Gerçekte ister bir hafta ister bir yıl, isterse on yıl sonra olsun, İran ve İsrail arasında bir şekilde açık bir savaş kaçınılmazdır. Aslına bakılırsa, bölge halihazırda uçurumun kenarında, düşmeyi bekliyor olabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English