Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: Washington Tahran’ın artan nüfuzuna önlem almalı

Yayınlanma

Washington’un dış politikasına etkileriyle öne çıkan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organı Foreign Affairs, İran’ın bölgesel yumuşama politikasını ele alan bir analiz yayınladı. İran’ın ABD’nin Orta Doğu’da azalan hırsından faydalandığını ve attığı adımların ABD’yi daha fazla yerinden ettiğini savunan analize göre, ABD’nin on yıldır izlediği değişken ve karışık dış politika nedeniyle Arap ülkeleri de tek seçeneklerinin Tahran’la daha yakın iş birliği yapmak olduğunu düşünüyor. ABD’nin Orta Doğu’daki tecrit, ekonomik yaptırım ve askeri kısıtlama gibi diplomatik araçlarının giderek önemsizleştiğine dikkat çeken analiz yine de Arap devletlerinin İran’la diplomatik yakınlaşma arayışında aceleci davrandığı görüşünde. Analiz, İran’ın bölgesel hırslarının değişmediği gerekçesiyle Arap ülkelerine eskiden olduğu gibi Washington’un liderliği altında buluşmalarını öneriyor. Tabii, “ABD’nin kendilerini terk etmediği konusunda güven vermesi” karşılığında…

Analizde, Körfez ülkelerinin bugüne kadar Washington’un liderliğine güvenmekle ne kazandıkları ya da ABD’nin varlığının Orta Doğu’yu nasıl iyileştirdiği ile ilgili “aydınlatıcı” bir bilgi bulunmuyor. Zaten analizin derdi de Orta Doğu’nun gelişimi ve iyileşmesi değil, İran’ın bölge ülkeleriyle normalleşmesinin ABD’nin çıkarlarını tehdit etmesi. Dolayısıyla, başarısızlığı kanıtlanan “güvenlik” penceresinden bakarak ABD’nin güven tazelemesi halinde eski ihtişamlı liderliğine kavuşacağı yanılsaması içinde:

***

İran Kabuğundan Çıkıyor

Washington Tahran’ın Bölgesel Nüfuzuna Karşı Yeni Yollar Bulmalı

Jamsheed K. Choksy, Carol E. B. Choksy

Nisan ayında Pekin’den İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ve Suudi mevkidaşı Prens Faysal bin Ferhan el-Suud’un Çin Dışişleri Bakanı Qin Gang ile gülerek el ele tutuştukları şaşırtıcı fotoğraflar geldi. Sünnilerin kontrolündeki Suudi Arabistan ile Şiilerin egemenliğindeki İran arasındaki ilişkiler on yıllardır sert bir şekilde devam ediyordu. Ancak son beş ayda, bu uzun süreli düşmanlık altüst oldu. İran ve Suudi Arabistan bir güvenlik iş birliği anlaşması imzaladı, ticari uçuş bağlantılarını yeniden kurdu ve ikili ticareti çözdü. İran’ın Riyad’daki büyükelçiliği kapatılmasından yedi yıl sonra 6 Haziran’da yeniden açıldı.

Tahran sadece Suudi Arabistan’la yakınlaşmayı hızlandırmakla kalmadı. Bahreyn, Mısır, Kuveyt, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve başka yerlerde diplomatik ilişkilerini ve ekonomik nüfuzunu yeniden tesis etmeye çalışarak Arap dünyası genelinde bir sempati başlattı. İran, ABD’nin Orta Doğu’daki şaşkınlığından ve azalan hırsından faydalanmak için fırsat görüyor ve attığı adımlar ABD’nin Orta Doğu’da daha fazla yerinden edilmesine katkıda bulunuyor.

Tahran bu sıfırlamayı başarmak için daha az ideolojik, daha pragmatik bir bölgesel dış politikaya yöneldi. Ancak Batılı ve Arap ülkeler bu değişime şüpheyle yaklaşmalı. İran’ın politikalarında uzun vadede iyi bir komşu olmaya niyetli olduğunu gösteren hiçbir işaret yok. Ve pek çok kanıt, bölgesel hegemonyayı güvence altına alma niyetinde olan revizyonist, devrimci bir güç olarak rolünü yeniden kazanmayı amaçladığını gösteriyor. Suudi Arabistan ve Orta Doğu’nun geri kalanı için İran’la uzlaşmak büyük bir kumar. Batı içinse bir felaket olabilir.

GERGİNLİĞİN TARİHİ

İran’ın son şahı Muhammed Rıza Pehlevi, iktidarda kaldığı 37 yıl boyunca ülkesini Orta Doğu’da hüküm süren Müslüman bir güce dönüştürdü. Washington tarafından desteklenen ve en iyi Amerikan mühimmatlarıyla silahlandırılan İran, Arap komşularına, hatta Mısır ve Suudi Arabistan gibi ABD korumasından yararlananlara bile hükmetti. Ancak 1978-79 İslam Devrimi’nden sonra İran’ın konumu hızla kötüleşti.

Sünni Müslüman liderler İran’ın kendi hükümetlerini istikrarsızlaştırmak için Şii radikalizmini ihraç etme niyetinde olduğundan endişe etmeye başladılar. 1981 yılında altı Körfez ülkesi İran’ın etkisine karşı Körfez İşbirliği Konseyi’ni kurdu; on yılın geri kalanı boyunca Tahran, Mekke’nin kontrolü konusunda Riyad ile defalarca çatıştı. Bir grup İranlının 1987 Hac ziyareti sırasında Suudi güvenlik güçlerine saldırmasının ardından Suudi Arabistan, İran ile ilişkilerini kesti. İran ve Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerde 1990’larda başlayan kısa süreli yumuşama 2011’de İran Devrim Muhafızları’nın Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi’ne suikast girişiminde bulunmasıyla sona erdi.

Arap Baharı Sünni liderlerin İran’a yönelik kaygılarını daha da artırdı. Suudi Arabistan 2012’de ülkenin önde gelen Şii alimlerinden Ayetullah Şeyh Nimr Bakır el-Nimr’i İran adına Suudi siyasetine karışmakla suçlayarak tutukladı. Nimr’in 2016’da idam edilmesinin ardından protestocular İran’daki Suudi diplomatik temsilciliklerini ateşe verdi ve Riyad tüm İranlı diplomatları sınır dışı etti; Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve hatta Sudan da aynı şeyi yaptı.

EVDE YANGIN BAŞLADIĞINDA

Ancak İran’ın komşu ülkelerle ilişkileri bozuldukça, Tahran’ın liderleri ülke içinde artan bir baskı altına girdi. 1999 yılında, ilk olarak daha fazla istihdam fırsatı için mücadele eden öğrencilerin öncülük ettiği protestolar İran’ın dört bir yanındaki şehirleri sarstı. Yavaş yavaş, bu öğrenci protestoları çok daha geniş bir memnuniyetsiz İranlı tabanından destek aldı. İranlı liderlerin acımasız dini köktenciliği ve yabancı yaptırımlar ile kötü mali yönetimin yol açtığı ekonomik sıkıntılar on yıl boyunca gerilimi tırmandırdı. 2009 yılında hileli bir cumhurbaşkanlığı seçimi, 200.000’den fazla protestocunun rejimin meşruiyetine meydan okuduğu popülist bir ayaklanmayı tetikledi.

İran hükümeti, muhalefetin kamuoyu önünde ifade edilmesini engelledi ancak protestolar devam etti. Su kıtlığı ve enflasyon İran’daki iç çatışmaları körükledi; 2019-20 kışında artan gaz fiyatları nedeniyle yapılan protestolar 20’den fazla şehre yayıldı. Eylül 2022’de İranlı liderler, 22 yaşındaki öğrenci Mahsa Amini’nin başörtüsünü uygunsuz bir şekilde taktığı iddiasıyla tutuklanmasının ardından hayatını kaybetmesiyle İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana en ciddi iç sorunla karşı karşıya kaldı. Kentli ve kırsal kesimdeki İranlılar sokaklara dökülürken, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney liderliğindeki rejim hayatta kalma mücadelesi verdiğini fark etti.

Bu arada 2010’lar boyunca Sünni monarklar, Washington’un dikkatinin Orta Doğu’dan uzaklaşmasını tedirginlikle izlediler. Riyad, Yemen’de Tahran destekli Husilerle kazanılması imkânsız bir savaşa saplandı; bu çatışma boyunca İran yapımı seyir füzeleri ve insansız hava araçları, 2019’da Suudi ulusal petrol şirketi Aramco’ya ait bir tesis de dâhil Suudi Arabistan içindeki hedefleri bile vurdu. Körfez Arap ülkeleri, bırakın Tahran’dan gelebilecek doğrudan saldırıları, İran destekli devam eden terör saldırıyla bile baş edemeyeceklerinden endişe etmeye başladılar. İran ile diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi ihtimali, gerilimi azaltmanın, vatandaşlarını korumanın ve ekonomilerini güvence altına almanın bir yolu olarak cazip hale geldi.

KAYNAŞMA DAVETLERİ

2021 ve 2022 yılları boyunca Bağdat’taki yoğun uzlaşma görüşmeleri Riyad ve Tahran arasındaki ikili ilişkilerin yeniden başlamasına zemin hazırladı. Suudi Arabistan, İran’dan Yemen’deki savaşın çözülebileceğine ve İran’ın Suudi Arabistan’ın doğusunda yaşayan Şiileri isyana teşvik etmeyeceğine dair güvence istedi. Çin’in dört gün süren arabuluculuğunun ardından bu yılın mart ayı başında iki ülke diplomatik ilişkilerini yeniden başlatma niyetinde olduklarını açıkladı. Suudi Dışişleri Bakanı 17 Haziran’da Tahran’ı ziyaret ederek normalleşmenin nefes kesici bir hızla ilerlediğini gösterdi.

Sünnilerin çoğunlukta olduğu diğer ülkeler de İran’ın açılımlarına hevesle karşılık verdi. Abu Dabi, 2022 yılının ortalarında telefonla yaptığı görüşmelerin ardından büyükelçisini Tahran’a geri gönderdiğini duyurdu. Bu mart ayında Suudi-İran yakınlaşmasına paralel olarak İran’ın hukuk ve uluslararası işlerden sorumlu dışişleri bakan yardımcısı, uzun süredir tartışmalı olan deniz sınırlarını çözmeye başlamak için Kuveytli bir heyetle bir araya geldi. İran Dışişleri Bakanlığı Bahreyn’le ilişkilerin yeniden kurulmasını istiyor ki bu da Manama’daki Sünni yöneticilerin yerel Şii Müslümanlarla yaşadıkları gerilimi azaltarak yararlarına olacak.

İran Körfez’in ötesindeki ülkelere de göz kırpıyor. Geçten aralık ayında İran Dışişleri Bakanı ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Es-Sisi, Kahire’nin İran’ın son şahına sığınma teklif etmesinin ardından 1980 yılında kesilen diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını görüşmek üzere Ürdün’de bir araya geldi. Kahire, Tahran ile iş birliğinin Gazze’deki Hamas gibi İran destekli silahlı gruplar üzerindeki etkisini artırmak da dâhil kendi stratejik çıkarlarını ilerleteceğini umuyor. Libya ise mart ayında Trablus’taki İran büyükelçiliğinin 2011’den bu yana ilk kez açılacağını duyurdu. Geçen temmuz ayında da Azerbaycan’daki Bağlantısızlar Hareketi forumunda, Sudan Dışişleri Bakanı İranlı mevkidaşıyla bir araya gelerek yedi yıl önce Suudi Arabistan’ın talebi üzerine kesilen ikili ilişkileri yeniden tesis etti.

Tahran’daki liderler ekonomik sıkıntıyı hafifletmenin, kısıtlayıcı dini yönetimlerine yönelik protestoları yatıştırmaya yardımcı olabileceğini hesaplıyor. Diplomatik çabaları daha fazla ticarete ve büyük olasılıkla ABD’nin yaptırımlarından kurtulmak için atılacak adımlara zemin hazırlamayı amaçlıyor. Pekin’deki anlaşmadan sadece bir gün sonra İran Ekonomi Bakanı, ikili ticarette ödemelerin dolar ve avro yerine yerel para birimleriyle yapılmasını görüşmek üzere Cidde’ye bir heyet gönderdi. İran ve Katar merkez bankaları, diğer ülkelerdeki dondurulmamış İran varlıklarının Tahran’a ulaşmasına yardımcı olacak düzenlemeler geliştiriyor.

İran ve Suudi Arabistan’ın Pekin’de imzaladıkları anlaşmadan günler sonra, BAE ilk kez İran’ın ulaştırma ve kentsel gelişim bakanını Abu Dabi’deki yıllık Orta Doğu Demiryolu konferansına davet ederek Rusya’dan Hindistan’a giden ve İran’dan geçen Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru boyunca ulaşım bağlantılarının geliştirilmesini tartıştı. Yine mayıs ayında Umman ve İran maliye bakanları İslam Kalkınma Bankası Grubu’nun yıllık toplantısı sırasında Cidde’de bir araya gelerek İranlı şirketleri Körfez’in güney ticaret merkezlerine yeniden entegre etmek için çalışmaya başladılar. Tahran ve Maskat, denizdeki Hengam petrol ve gaz sahası için ortak bir geliştirme anlaşması imzaladı.

Daha batıda, mart ayında Libya ve İran ortak bir ekonomik iş birliği komitesi kurarak İran ticari gemilerinin on yıl sonra ilk kez Misrata’ya yanaşmasına izin verdi. Nisan ayında Tunus Cumhurbaşkanı, İranlı mevkidaşı ile ikili ziyaretler yapmayı kabul ederek şimdiye kadar büyük ölçüde askeri olan ilişkilerini, İran’ın Sahra altı Afrika’ya yeni ihracatları için Tunus’un geçit olacağı ekonomik bir ilişkiye doğru kaydırdı. İran Maliye Bakanı kısa süre önce Cezayirli mevkidaşıyla bir araya gelerek ikili yatırım ve ticaretin artırılmasını görüştü ve Fas liderlerine yakın kaynaklar, Fas-İran ikili ilişkilerinin yakında onarılacağını ve Tahran’a Kuzey Afrika’da yeni ticaret yolları açılacağını belirtiyor.

İran’ın çabaları meyvelerini vermeye başladı. Bahreyn, Irak, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan ve BAE ile ticaret 2022’den bu yana yaklaşık yüzde on arttı. İleriye dönük olarak, Orta Doğu genelinde ilişkilerin yeniden kurulması, İran’ın para akışını dolar ve avrodan ayırarak İran mallarının Amerikan ve Avrupa yaptırımlarını atlamasına olanak sağlayabilir. Arap ülkeleri, genellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin ileriye dönük satışlarını yasakladığı Batı teknolojilerini içeren ürünlerini kârlı İran pazarlarına ihraç etmekten fayda sağlayacaktır. İran’ın iyi eğitimli nüfusu, bu ülkeyi Körfez’deki yüksek teknoloji girişimlerinin genişleyebileceği cazip bir ortam haline getiriyor.

TEHLİKELİ İLİŞKİLER

ABD’nin Ortadoğu’da on yıldır izlediği değişken ve karışık dış politika nedeniyle Arap ülkeleri de Tahran’la daha yakın iş birliği yapmaktan başka seçenekleri olmadığını düşünüyor. ABD bir zamanlar Sünni uluslar için İran’ın saldırganlığına karşı bir kalkan işlevi görüyordu. Ancak bu ülkeler ABD’nin kendilerini koruma taahhüdünün azaldığına dair işaretler alıyor. ABD tarafından kontrol edilmeyen İran, Rusya ve Çin ile ittifaklarını genişletiyor. Geçen yıl Tahran küstahça, Suudi ve BAE petrokimya ürünlerini Körfez boyunca taşıyan tankerlere el koymaya çalıştı ve zaman zaman da başarılı oldu.

Suudi yetkililer İranlı mevkidaşlarıyla Pekin’de bir araya geldiklerinde Suudi Arabistan İran’ın Lübnan, Suriye ve Yemen’deki nüfuzunu ve Körfez diplomatik çevrelerindeki varlığını zımnen kabul etti. BAE, ABD Donanması’nın Beşinci Filosu’nun Bahreyn yakınlarındaki varlığına rağmen ABD ile etkili güvenlik iş birliğinin başarısız olduğu sonucuna vardı. Mart ayında Abu Dabi, açık denizlerdeki devlet dışı aktörlere karşı çok uluslu bir ortaklık olan Birleşik Deniz Kuvvetleri’nden çekildi.

Sünni liderler, özellikle Çin üzerinden İran’la uzlaşmayı tercih ederek Washington’la şimdiye kadar kurdukları özel ilişkilerden geri adım atıyorlar. Hem BAE hem de Suudi Arabistan, Washington’a haber bile vermeden İran’la diplomatik ilişkilerini yeniden kurma kararlarını kamuoyuna duyurmayı tercih etti. ABD için daha da kaygı verici olan ise mayıs ayında Çin’in İran, Umman, Suudi Arabistan ve BAE arasında Basra Körfezi’nde güvenlik operasyonları yürütmek üzere ortak bir deniz filosu kurulmasını görüşmek üzere bir diyalog toplantısına ev sahipliği yapması oldu.

ABD YANIT VERMELİ

Arap liderler Tahran’la uzlaşmak için acele ederken, ABD’nin diplomatik araçları -tecrit, ekonomik yaptırımlar ve askeri kısıtlamalar- giderek önemsizleşiyor. Biden yönetimi bu gelişmeleri önemsiz göstermenin en akıllıca strateji olduğuna karar vermiş görünüyor. Haziran ayında, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü John Kirby, “daha fazla entegrasyon, daha fazla diyalog ve bölge genelinde daha fazla şeffaflık… gerilimi azaltabilirse” bunun “olumlu” olacağını söyledi.

Bu yaklaşım yanlış. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi Tahran’ın sadece “diğer ülkelerle ekonomik entegrasyon arayışında” olduğunu söylüyor. Ancak İran’ın uzun yayılmacı tarihi ve mevcut liderlerinin eylemlerinin büyük kısmı bunun aksini gösteriyor. Daha birkaç hafta önce Devrim Muhafızları’nın deniz kuvvetleri komutanı, bölgeden geçen her geminin Farsça konuşarak rotası için izin almak zorunda olduğunu ya da saldırıya uğrayacaklarını ısrarla belirtti.

İran’ın son diplomatik açılımlarının Dini Lider Hamaney’in 2010 yılında ortaya koyduğu temel dış politika doktrininde herhangi bir değişikliği yansıttığına dair hiçbir kanıt yok. “Basra Körfezi kıyıları ve Umman Körfezi’nin büyük bölümü [İran’a] aittir” demekle kalmayan Hamaney, İran’ın tüm bölgede “gücünü göstermesi” gerektiğini söyledi, çünkü “bu bizim tarihi, coğrafi ve bölgesel görevimiz.”
Washington, İran’ın hegemonik kimliğini ve hırslarını, rejim değişikliklerini aşarak onlarca yıldır sürdürdüğünü ve bölgede barışçıl, komşuluk rolü oynamak istediğine dair iddialarının sadece birkaç ay öncesine dayandığını unutmamalı. Hatta şu anda bile, İran, 1971 yılında ilhak ettiği tartışmalı Abu Musa, Büyük Tumb ve Küçük Tumb adaları üzerindeki hakimiyetini koruyarak bölgeyi domine etme konusundaki kararlı hırsını ifade etmeye devam ediyor. Bu durum, ABD’nin daha da geri çekilmesi halinde enerji akışını kesmesine olanak sağlayacak.

Bu nedenle Arap devletleri de İran’la diplomatik yakınlaşma arayışında aceleci davranarak bir kumar oynuyorlar. Diğer Arap ülkeleri Tahran’ı diplomatik anlaşmalarla yatıştırmak için acele etmek yerine öncelikle İran’dan güvenilir bir bölgesel ortak olma taahhüdünü kanıtlamasını talep etmeli. Tahran, Arap ülkelerinden petrol ve gaz taşıyan tankerlere yönelik tehditlerini ve Yemenli gruplara Suudi Arabistan’a saldırmak için kullandıkları silahları sağlamayı durdurarak işe başlayabilir.

Böyle bir kanıtın yokluğunda Körfez Arap ülkeleri ve diğer Ortadoğulu mevkidaşları ABD’ye yaslanmaya devam etmeli. Ancak ABD de buna karşılık vermeli. Washington, Orta Doğu’daki güvenlik taahhütlerini somut bir şekilde destekleyerek ve İran’ın Basra Körfezi ve Umman Körfezi’ndeki tehditlerine tutarlı bir şekilde karşı koyarak Sünni Müslüman müttefikleriyle askeri, diplomatik ve ekonomik ilişkilerini güçlendirebilir ve onlara ABD’nin kendilerini terk etmediği konusunda güven verebilir.

DÜNYA BASINI

Moskova ve Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 boru hattında neden anlaşmaya varamadı?

Yayınlanma

Yazar

Denis Morohın
Novaya Gazeta Europe
1 Temmuz 2024

Mayıs ayında Pekin’e gerçekleştirdiği bir başka resmi ziyarette Kremlin’in Çin ile “sınır tanımayan” ortaklığını iyimser bir şekilde dile getirmesine rağmen Vladimir Putin, Çin’e yeni bir boru hattı üzerinden gaz ihracatı için uzun süredir beklenen sözleşmenin imzalanmasına yaklaşılamaması nedeniyle gezisinden bir kez daha eli boş döndü.

Moskova ile Pekin’in Sibirya’nın Gücü doğalgaz boru hatlarından ikincisi konusunda son 20 yıldır içine düştükleri çıkmaz, büyük ölçüde Çin’in kendisine büyük avantajlar sağlamayan bir anlaşma yapma konusundaki isteksizliğine bağlanabilir. Pekin, bu dev altyapı projesini ilerletmek yerine, Moskova tarafından sunulan her yeni imtiyazı, bazen tüm teşebbüsü kasıtlı olarak sabote ediyormuş gibi görünse bile geri çevirmekten hoşnut görünüyor.

Moskova, Pekin’in bitmek bilmeyen talepleri karşısında ne kadar hayal kırıklığına uğramış olsa da çok farklı bir konumda; doğalgaz ithal etmek için birden fazla kaynağa sahip olan Çin’in aksine Rusya, yakın zamana kadar ana alıcısı olan Avrupa’yı neredeyse tamamen kaybetti ve yerine henüz benzer büyüklükte bir alıcı koyamadı. Tüm bunlar Çin’e kendi koşullarını dikte etme ve utanmadan Moskova’ya uç talepler sunma imkânı sağlıyor.

Rusya’nın enerji devi Gazprom ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Putin’in ikinci devlet başkanlığı döneminin ortalarında, 2006 yılında önerilen boru hatları için çerçeve belgeleri imzaladı. Proje, iki boru hattı inşa edilmesini öngörüyordu; bunlardan ilki Rusya’nın Uzak Doğusundan doğu rotasını izleyerek Habarovsk’tan Vladivostok üzerinden Çin’e uzanacaktı ve Sibirya’nın Gücü olarak adlandırılmıştı. İkinci boru hattı ise Batı Sibirya’yı Çin’e bağlayacaktı ve başlangıçta Altay boru hattı olarak adlandırılmış olsa da 2010’ların ortalarında adı Sibirya’nın Gücü-2 olarak değiştirildi. Sibirya’nın Gücü 2019’da faaliyete geçerken Sibirya’nın Gücü-2’nin inşaat çalışmaları, şartlar ve koşullar hala müzakere edildiği için henüz başlamadı. Karşılaşılan engellerden bazıları şunlar:

Birinci şart: Çin’e Rusya’nın yerel fiyatlarından gaz satmak

İlk çerçeve belgelerinin imzalanmasından kısa bir süre sonra Pekin, Moskova’ya gazını Avrupa’ya sattığı fiyatın yarısına hatta üçte birine satması için baskı yapmaya başladı. Hatta Çin’in Rus gazını ülkenin iç pazarı için kullanılandan daha da düşük bir fiyattan satın almak istediğine dair haberler çıktı.

CNPC başlangıçta 1000 metreküp için 70 dolar fiyat talep ettiyse de daha sonra bu rakamı yükseltti ve 100 dolar fiyatta anlaştı. Yine de bu fiyat, Gazprom’un Avrupa’ya sattığı 250 ila 300 dolardan üç kat daha düşüktü.

Böylesine mantıksız talepler karşısında Moskova, müzakereleri tamamen kesmeyi ve bunun yerine yurt içi gaz satışlarını artırmaya odaklanmayı tercih etti. Putin ile Çin yönetimi arasında birkaç tur süren müzakerelerin ardından Altay projesi 2009 yılında süresiz olarak askıya alındı.

Fakat Moskova, anlaşmaya varamaması halinde devasa ve hızla büyüyen Çin pazarına erişimini tamamen kaybedebileceğinden ve Çin’in doğalgaz tedariki için kısa sürede alternatif kaynaklar bulacağından endişe ediyordu. Ayrıca, Rusya’nın güçlü inşaat ve metalürji lobileri yeni boru hatlarının inşası için yoğun lobi faaliyetleri yürütürken Avrupa pazarında rekabet, ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) sevkiyatındaki artış ve Azerbaycan’dan artan gaz ihracatı nedeniyle şiddetleniyordu.

Bu baskılar Rusya’yı 2011 yılında tekrar müzakere masasına oturtmaya yetti ama taraflar bir kez daha ihracat fiyatı konusunda anlaşmaya varamadı. Rusya, Çin’in Avrupa’ya uyguladığı fiyat olan 1000 metreküp başına yaklaşık 350 doları kabul etmesini umarken Pekin, Rusya’ya sadece Türkmenistan’a ödediği kadar —yaklaşık 250 dolar— ödemeye hazırdı, bu nedenle müzakerelerde yine ilerleme kaydedilemedi.

Ancak Financial Times’ın mayıs ayındaki haberine göre Çin, Sibirya’nın Gücü-2’den Rusyalı yetkililer tarafından düzenlenen yerel fiyatları üzerinden gaz satın almasına izin verilmesi yönündeki ilk talebine geri döndü. Şu anda, bölgeye bağlı olarak bu fiyat, 1000 metreküp için yaklaşık 62 dolar.

Bu durum özellikle 2023 yılında Çin’in orijinal Sibirya’nın Gücü hattından satın aldığı gazın fiyatının 1000 metreküp için 287 dolara yükselmesiyle dikkat çekici —2021 yılında sadece 159 dolar ödedikten sonra— Avrupa’nın Rus gazı ithalatı için ödediği fiyatı bile aştı.

Ancak Reuters tarafından elde edilen gizli belgelere göre, fiyat 2027 yılına kadar 157 dolara düşebilir ve bu da sadece geçen yıl 6,3 milyar avroluk rekor bir zarar açıklayan Gazprom için ek mali kayıplara neden olur. Gazprom, 2023 yılında toplam 12 milyar avro zarar etti, ancak bu zarar kârlı petrol ve elektrik satışlarıyla kısmen telafi edildi.

İkinci şart: Fiyatın pahalı yakıtlara sabitlenmemesi

Bir diğer önemli engel de doğalgaz satış fiyatının hesaplanmasında kullanılan fiyat formülü oldu; bu formül, oranı dünya piyasalarında toplu olarak kıyaslama ölçütü olarak bilinen çeşitli yakıt türlerinin fiyatına bağladı.

Uluslararası gaz alım sözleşmeleri genelde Japonya Crude Cocktail (JCC), ABD’deki Henry Hub ve AB ve Birleşik Krallık’taki yakıt borsa kotasyonları gibi çeşitli endekslere bağlı. 2000’li yılların sonlarında Çin, Gazprom’un gaz ihracat fiyatlarını oldukça yüksek olan JCC kriterine bağlama önerisini reddederek şirketin projeyi bir kez daha birkaç yıllığına rafa kaldırmasına neden oldu.

Esasında Çinliler, 2013 yılında her iki boru hattı üzerinden gaz sevkiyatı için o dönemde ABD pazarındaki arz fazlası nedeniyle düşük olan ABD’deki kaya gazı fiyatlarına dayalı sabit bir fiyat üzerinde anlaşmayı önermişti. Fakat Ruslar Pekin’in önerisine itiraz ederek fiyat üzerinde zaten anlaşmaya varılmış olduğunu vurguladı. Bu durum müzakereleri bir kez daha rayından çıkardı.

Moskova ya da Pekin’den bu sözleşmenin herhangi bir kritere bağlanması yönünde bir talep gelip gelmediği bilinmiyor, ancak analistler Çin’in güçlü müzakere pozisyonunun avantajlı bir fiyat bağı için direnmesini sağladığına inanıyor. Novaya Gazeta’ya konuşan Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi analisti Petras Katinas, “Çin istediği formülü sözleşmeye dahil edebilecek güce sahip,” dedi.

Üçüncü şart: Boru hattının gazın gerekli olduğu yere yeniden yönlendirilmesi

2000’li yılların ortalarından bu yana, Pekin’in Sibirya’nın Gücü-2’ye yönelik bir diğer önemli itirazı da Moskova’nın başlangıçta “batı rotası” olarak adlandırdığı ve doğrudan Rusya’nın dağlık Altay bölgesinden geçerek Çin’in batısına ulaşması öngörülen boru hattının güzergahı oldu.

Bir dağ silsilesi üzerinden boru hattı inşa etmenin zorluklarına ve Rus çevrecilerin planladığı protestolara rağmen Altay rotası, Gazprom’un kesin tercihi, zira bu rota, Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki gaz sahaları ile Çin sınırı arasındaki en doğrudan rota.

Belki daha da önemlisi Gazprom, boru hattını Moğolistan ya da Kazakistan üzerinden geçirmekten imtina ediyor, zira bu durumda transit ücreti ödemek zorunda kalacak ve bu da kârını azaltacak. Önerilen güzergahla ilgili temel sorun, Batı Çin’in gaz talebinin, Sibirya’nın Gücü-2’nin nihai olarak sağlayabileceği 30 milyar metreküplük gaz kadar yüksek olmaması.

13 yıl süren müzakerelerin ardından Kremlin, nihayet Pekin’in taleplerine boyun eğdi ve Sibirya’nın Gücü-2’yi doğuya yönlendirmeyi kabul etti; bu da artık Çin’in endüstriyel olarak çok daha gelişmiş bölgelerine gaz ulaştıracağı anlamına geliyor. Fakat şimdi Rusya’ya düşen, transit bir ülkeyle anlaşmaya varmak.

Dördüncü şart: Çin’in yılda 30 milyar metreküp gaz almasını beklemeyin

Gazprom, 2006’daki müzakerelerin en başından itibaren Altay boru hattı üzerinden Çin’e yılda 30 milyar metreküp doğalgaz sevk etmeyi planlıyordu. Fakat proje müzakerelerinden 10 yıl sonra, Kremlin’i dehşete düşüren bir şekilde, CNPC’nin o dönemki başkanı Vang Yilin basın mensuplarına verdiği demeçte 30 milyarlık rakamın sadece basın tarafından dile getirildiğini ifade etti. Sibirya’nın Gücü-2 üzerinden yapılacak nihai gaz sevkiyatının gerçek hacminin hala müzakere edilmeyi beklediğini söyleyen Vang, tek bir yorumla müzakereleri en başa döndürdü.

Rus gazetesi Kommersant’a göre Çinliler, 2000’li yılların ortalarında Gazprom’un boru hattının yılda 30 milyar metreküp gaz taşıma kapasitesine sahip olmasını şart koşmuş, ancak sadece yılda 10 milyar metreküp gaz satın almayı garanti etmişti.

Dahası, geçen yıl Çinli yetkililer Türkmenistan’dan gelen ve Sibirya’nın Gücü-2 ile aynı kapasiteye sahip bir doğalgaz boru hattı olan D Hattını ülkenin başlıca enerji altyapısı önceliği olarak belirledi.

Columbia Üniversitesi’nden enerji araştırmacısı Erica Downs, Çin’in 2030’dan önce Sibirya’nın Gücü-2 gazına ihtiyaç duymasının muhtemel olmadığını söylerken CREA’dan Petras Katinas, Çin’in 2030’ların ortalarına kadar Rusya’dan bu ölçekte gaz sevkiyatına ihtiyaç duymayacağını öngördü.

Beşinci şart: Çin’in Rusya’nın iç enerji pazarına erişimine izin verilmesi

Putin’in görevde olduğu süre boyunca yılda birkaç kez üst düzey Çinli yetkililerle bir araya gelerek Pekin yönetimini etkilemeye çalışmasına rağmen, iki ülke arasındaki sınırsız karşılıklı güven ve dostluk iddiaları ne kadar sık dile getirilirse getirilsin, herhangi bir gerçekliği yok gibi görünüyor.

Esasında konu gaz sevkiyatını tartışmaya geldiğinde, Moskova ile Pekin’in birbirlerinin gaz işinin en kutsalları olan üretim ve satışa erişimini defalarca reddetmesi nedeniyle ortada hiç güven olmadığı ortaya çıkıyor.

CNPC, Doğu Sibirya’daki yeni sahalarda gaz üretimine dahil olmayı, sadece yakıt üretmeyi değil, aynı zamanda Gazprom ile birlikte Rusya’da bir yerel gaz boru hattı inşa etmeyi ve yönetmeyi umuyordu. CNPC’nin Rusya’nın yerel gaz işine girme arzusu ve Rusya’nın yabancıların kendi iç pazarına girmesine izin verme konusundaki isteksizliği, Sibirya’nın Gücü-2’nin daha fazla gecikmesi anlamına geliyordu.

Rusya da Çin’de kendine bir yer edinmeye çalıştı. 2013 yılında dönemin başbakan yardımcısı Arkadiy Dvorkoviç, Altay boru hattının inşasının Çin’in iç gaz piyasasının liberalleşmesine bağlı olduğunu ve Çin’deki fiyat düzenlemesinin zayıflaması halinde Gazprom’un bir zamanlar Avrupa’da yaptığı gibi kendi yakıtını kendisinin pazarlamayı tercih edeceğini açıkladı. Fakat çok geçmeden Pekin’in yabancı bir aktörün pazarlarına girmesine izin vermeye niyeti olmadığı ortaya çıktı.

Altıncı şart: Pekin’den kredi alın

Çin’in Rusya’nın iç gaz işine müdahil olması konusu gündeme gelirken aynı zamanda Çinli bankaların Gazprom’a yeni boru hattını inşa etmesi için borç vermesi ve bu borcun ne kadar olabileceği de tartışılıyordu.

Gazprom, 2014 yılına kadar yeni boru hattının inşasını kendi yatırım programını kullanarak finanse edeceğini söylüyordu, ancak Rusya hükümetinin Gazprom’a Rusya Ulusal Varlık Fonu’ndan kredi verilmesini onayladığı da konuşuluyordu.

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Gazprom’un bir anda dış borç piyasalarının kendisine kapalı olduğunu fark etmesiyle her şey bir gecede değişti. İşte bu noktada her iki boru hattı projesini finanse etmek için bir Çin kredisi gündeme geldi.

Gazprom’un mali zorluklarından sonuna kadar faydalanan Çin, Altay projesinde ilerlemeyi şirketin boru hattının Rusya bölümünü inşa etmek için “ortağından” kredi almayı kabul etmesi koşuluna bağladı. Bir Çin bankasının finansmanını kabul etmesi için Moskova’da lobi faaliyeti yürüten Pekin, 8 milyar ila 15 milyar dolar arasında bir gelir elde etmek üzere kendi bankacılık sektörünü kurmuş oldu.

Ancak Rusya ve Çin’in faiz oranı ve kredinin diğer koşulları üzerinde anlaşamaması, iki tarafı bir kez daha çıkmaza sürükledi. Gazprom’dan bir kaynağın 2015 yılında Reuters’a verdiği demeçte şirketin inşaatı finanse etmek için kendi mali kaynaklarından yoksun olduğunu söylediği bildirildi.

Yedinci şart: Çin’e esnek hacimlerde gaz teslimatı yapılması

Aşılamayan bir başka mali engel de gaz sözleşmelerinde standart bir madde olan ve alıcı teslim edilen her şeyi satın almasa bile ödenmesi gereken minimum hacmi belirleyen al ya da öde koşulu oldu.

Novaya Gazeta’nın kaynaklarına göre Gazprom, orijinal Sibirya’nın Gücü boru hattı sözleşmesinde belirlenen standart olan yüzde 80’in altında bir al ya da öde seviyesini kabul etmeyecek, ancak Pekin bu koşulları kabul etmeyecek.

Petras Katinas, Novaya Gazeta’ya verdiği demeçte, Pekin şu anda al ya da öde şartlarıyla yeni bir sözleşme imzalama niyetinde olmasının pek mümkün olmadığını söyledi ve Pekin’in muhtemelen teslimatlar için sabit bir fiyatta ısrar edeceğini ya da esnek hacimler talep edeceğini, böylece ihtiyacı olmayan gazı satın almak zorunda kalmayacağını da sözlerine ekledi. Katinas, aynı zamanda Çin’in, şirketin mali durumunun kötü olduğunun bilincinde olarak, boru hattının inşasını finanse etmek için Gazprom’un Çin’den kredi almasında ısrar edebileceğini düşünüyor.

Boş umutlar

Birkaç yıl içinde Gazprom, batı güzergahında bir boru hattı inşası için Çin ile yakında bir sözleşme imzalayacağını duyurmasının 20. yıldönümünü kutlayacak.

Çin’in devasa inşaat projesini durdurmak için kullandığı tüm araçlar hala elinin altında ve bu süre zarfındaki tek önemli gelişme boru hattının doğuya kaydırılmış olması.

Çin coğrafi konumu itibariyle şanslı ve etrafı gaz tedarikçileriyle çevrili; Türkmenistan ve Myanmar’dan boru hattıyla yakıt almanın yanı sıra Orta Doğu ve Avustralya’dan da LNG sevkiyatı yapıyor. Bunun da ötesinde Gazprom tarafından Sahalin adasında ve Novatek tarafından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki Yamal Yarımadası’nda üretilen Yamal LNG de var. Sonuç olarak Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 konusunda acele etmeyebilir.

Ancak neredeyse 20 yıldır Çin’in şartlarını kabul edemeyen ve kendi şartlarını belirleme çabalarında başarısız olan Gazprom’un artık kaçacak bir yeri kalmadı. Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinden bu yana Avrupa pazarının neredeyse tamamını kaybetmesi, gaz üretiminin 1983’ten bu yana görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyor ve şirketin hala Batı Sibirya gazını gönderecek bir yere ihtiyacı var. Sonuç olarak Çin, Moskova’nın zayıf bir pazarlık pozisyonunda olduğunu ve sözleşme yapmak için giderek daha fazla çaresiz kaldığını çok iyi bilerek neredeyse her türlü taviz için bastırabilir.

Columbia Üniversitesi araştırmacıları Erica Downs, Akos Losz ve Tatiana Mitrova tarafından hazırlanan raporda, “Proje inşa edilirse ve edildiğinde, muhtemelen Çin’in şartlarına göre olacaktır,” denildi. Novaya Gazeta’ya konuşan Downs’a göre Çin hangi tür yakıt bağımlılığının —Rusya’dan boru hattı gazı mı LNG teslimatları mı— daha riskli olduğuna karar vermeli. Downs’a göre Çin’in LNG ile ilgili sorunu, LNG taşıyan bazı tankerlerin uzun deniz yollarını kullanmak zorunda kalması olabilir ki bu da Pekin’in “ABD tarafından kesintiye uğratılmaya açık olarak algıladığı” bir durum.

Katinas, “Çin’in enerji güvenliğine odaklandığı göz önüne alındığında, ülkenin Rus gazına olan bağımlılığını kayda değer ölçüde artırmak isteyip istemediği epey şüpheli. Ancak ithalat için ek bir seçeneğe sahip olmak, küresel gaz piyasasında aksaklıklar yaşanması durumunda avantaj sağlayabilir,” diye konuştu.

Çin’in sahip olduğu çok sayıda etki aracına rağmen, Sibirya’nın Gücü-2’nin akıbeti belirsizliğini koruyor. Ukrayna’da savaşın patlak vermesinden bu yana Pekin’in yeni sınır ötesi enerji altyapı projeleri ve Rusya’nın enerji sektörüne yatırım yapma konusunda temkinli davrandığını belirten Downs, “Dolayısıyla Çin’in bu boru hattıyla ilgili karar verme konusunda zaman lüksü var,” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English