Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

FP, Erdoğan’ın dış politikasını böyle anlattı: Varacağı yer belli, sadece en iyi yolu bulmaya çalışıyor

Yayınlanma

Foreign Policy, Erdoğan liderliğindeki Türk dış politikasının ana hatlarını analiz eden bir makaleye yer verdi. Türk dış politikasını dört aşamada ele alan analize göre Erdoğan’ın üç temel dış politika hedefi; stratejik bağımsızlık, güç ve refah. Analiz, Erdoğan’ın “Türkiye’yi nereye götürmek istediğini bildiği, sadece oraya ulaşmanın en iyi yolunu denediği”ni söylüyor. Dışarıdan bakıldığında tutarsız gibi görünmesine rağmen detaylarına inildiğinde atılan her adımın hedefle uyumlu olduğunu belirten analiz  NATO zirvesindeki “politika karmaşasına” rağmen Erdoğan’ın tam olarak istediği şeyi aldığı görüşünde.

Analizde imzası bulunan Steven Cook, Türkiye’de yakından tanınan bir isim. Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) Ortadoğu ve Türkiye politikaları uzmanı. CFR’nin yayın organı olan ve bu analizin yayınlandığı Foreign Policy’nin de köşe yazarı. Steven Cook, Erdoğan’ın iktidara geldiği ilk dönemde hatta ondan daha önce 1990’lardan beri Türkiye’nin batı ittifakı açısından önemine vurgu yapan bir isim. Ancak bu vurgusu, Erdoğan’ın ABD ile ilişkilerinin çıkmaza girdiği dönemde değişmeye başladı. Hatta bir dönem Türkiye’nin NATO üyeliğini bile sorguladı. Bu dönüşümde bozulan ABD-Türkiye ilişkileri kadar kuşkusuz Erdoğan’a yakın isimlerin kendisine yönelik suçlayıcı ifadeleri de etkili oldu.  

Son analizini, Erdoğan’ın dış politikadaki tutarlılığı üzerine kurarak “hakkını teslim etmesi” Washington’daki Erdoğan karşıtı havanın, kısmen mecburiyetten yumuşamaya başladığının da habercisi. ABD Orta Doğu’dan yavaş yavaş silinirken Orta Doğu’ya açılan bu kapının önemi Washington’da yeniden keşfedilmiş gibi duruyor.

***

Türkiye Aslında Ne İstiyor?

Steven A. Cook

NATO zirvesindeki politika karmaşasına rağmen Erdoğan dış politika hedeflerinde oldukça tutarlı davrandı.

Bu ayın başlarında Litvanya’nın Vilnius kentinde düzenlenen NATO zirvesinin sona ermesinden kısa bir süre sonra, Washington, D.C. banliyölerinde bir arkadaşımın evinde düzenlenen bir toplantıya katıldım. Arkadaşlarımın bira içip yengeç buğulama yediği yemek odasına girdiğimde içlerinden biri “İşte buradasın!” diye bağırdı ve bana “Erdoğan’ın Vilnius’ta ne yaptığını bana açıklayabilir misin?” diye sordu. Hemen arkamı döndüm ve odadan çıktım. Pazar günüydü ve haftalardır Türkiye ve NATO zirvesi ile ilgili soruları yanıtlıyordum.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetinin ne istediği konusunda insanların neden afalladığını anlamak kolay. Zirve öncesinde Türk lider, ABD Başkanı Joe Biden’a Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecine ilişkin uzun süredir askıya alınmış olan başvurusuna destek bildirisi gerektiğini söyledi ve bu destek bildirisini almadan İsveç’in Atlantik ittifakına katılma çabasına onay verilmesinin mümkün olmadığını ifade etti. Bu talep, demokratik İsveç’in Erdoğan’ın desteğini almak için yasalarını demokratik olmayan Türkiye’nin istekleri doğrultusunda değiştirdiği bir yıllık müzakerelerin ardından geldi.

Ankara’nın talebi Biden dahil hemen herkes için sürpriz oldu ama Vilnius’a vardıktan kısa bir süre sonra Türkler İsveç’in NATO üyeliğini kabul ettiklerini bildirerek herkesi bir kez daha şaşırttı. Aynı zamanda Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel, Erdoğan ile bir araya geldiklerini ve AB-Türkiye “iş birliğini yeniden ön plana çıkarmak ve ilişkilere yeniden enerji kazandırmak” için “fırsatları incelediklerini” tweetledi.

Ancak Erdoğan’ın işi bitmemişti. Zirve sona erer ermez, Türkiye’nin iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) dış politika sözcüsü İsveç’in üyeliği konusunda geri adım atar gibi göründü ve Türkiye’nin aslında herkesin inandığı şeyi kabul etmediğini öne sürdü. Ne olursa olsun, İsveç’in üyeliği için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ekim ayında toplanmasını beklemek gerekecek.

Sıradan bir gözlemci için NATO zirvesi öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşanan tüm bu zikzaklar şaşırtıcı ve belki de değişken bir liderin ya da kaotik bir dış politikanın göstergesi gibi görünebilir. Ancak gerçek şu ki, Erdoğan dönemi boyunca Türkiye, peşinden gittiği üç temel dış politika hedefinde tutarlı olmuştur: stratejik bağımsızlık, güç ve refah.

Bu pek de dünyayı sarsacak bir durum değil, sonuçta bunlar hemen hemen tüm ülkelerin istediği özellikler. Ancak Erdoğan’ın iktidarda olduğu 20 yıl boyunca tasarladığı tüm değişikliklerle, tamamen iç politika güdümlü tutarsızlık gibi görünen bir stratejiyi ayırt etmek zor oldu. Yine de Erdoğan yönetimindeki Türk dış politikasının dört aşamasının detaylarına inildiğinde, liderin Türkiye’yi nereye götürmek istediğini bildiği, sadece oraya ulaşmanın en iyi yolunu denediği anlaşılıyor.

AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den bu yana Türk dış politikasında birbiriyle örtüşen dört aşama yaşandı ve bu aşamalar AB üyeliğine vurguyla başladı. Ankara daha sonra Avrupa’dan uzaklaşarak Türkiye’yi bir Orta Doğu gücü olarak konumlandırdı. Ancak cesurca bölgede liderlik arayışından sonra, Türkiye’nin stratejik konumu 2013’te radikal bir şekilde değişti. Sonuç olarak, Türkiye ve diğer Orta Doğu güçleri arasında neredeyse on yıl süren bir gerginlik dönemi yaşandı ve bu süre zarfında Erdoğan ve AKP Türkiye’yi bölgede demokrasi ve istikrar peşinde olan ilkesel bir aktör olarak temsil etti. Bu da bölge içinde yakınlaşmanın son aşamasına ve ABD ile Rusya arasında kasıtlı bir dengelemeye yol açtı.

Birinci aşamada Erdoğan ve AKP hedeflerine AB üyeliği yoluyla ulaşmaya çalıştı. Analistler arasında Erdoğan ve partisinin bloğa katılma konusunda ciddi olup olmadıkları konusunda şiddetli bir tartışma var, ancak üyeliğin Türkiye’nin refahını, gücünü ve bağımsızlığını nasıl artıracağını görmek zor değil.

Refah genellikle AB üyeliğiyle birlikte gelir; bu nedenle pek çok Türk, AKP’nin 2003 ve 2004 yıllarında gerçekleştirdiği ve Türkiye’yi AB standartlarıyla uyumlu hale getirmeyi amaçlayan anayasal ve yasal reformları daha bloğa katılmadan önce destekledi. AB’ye katılmanın ekonomik faydalarını anlamak için Ege’nin karşı kıyısındaki Yunanistan’a bakmaları yeterliydi. Elbette Yunanistan 2010’larda sarsıcı bir mali kriz yaşadı, ancak buna rağmen kişi başına düşen GSYİH’si Türkiye’nin iki katı. Türkiye’nin dünyanın en seçkin kulüplerinden birine üye olması, Ankara’nın küresel gücünü ve prestijini de artıracaktı.

Konu Türkiye’nin dış politikada bağımsızlığını geliştirmeye geldiğinde, AB üyeliği tartışması biraz çetrefilli bir hal alıyor. Ne de olsa bloğa üye olmak, devletlerin egemenliklerinin bir kısmını uluslar üstü kurumlara feda etmelerini gerektiriyor. Yine de AB üyeliği Türkiye’yi, genellikle bağımsız dış politikalar izleyen Birleşik Krallık (o zamanlar üyeydi), Fransa ve Almanya gibi Avrupa’daki büyük güçlerle aynı seviyeye getirecekti.

Türkiye’nin AB üyeliği, Avrupa’nın muhalefeti ve Türkiye’nin kararsızlığı nedeniyle hızlı bir şekilde sona erdi. Bu durum Ankara’nın bağımsızlık, güç ve refah arayışında bir değişime yol açtı.

Erdoğan ve AKP zaten Orta Doğu’da önemli bir rol oynamakla ilgileniyordu, ancak AB üyeliği ihtimalinin azaldığı 2005’ten sonra daha aktif hale geldiler. Ankara kendisini, özellikle İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki tutumu söz konusu olduğunda, bölgesel bir sorun giderici, problem çözücü ve hakikati söyleyen kişi olarak konumlandırdı. Türk dış politikasındaki bu aşama Nisan 2012’de dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun parlamenterlere verdiği demeçle doruğa ulaştı: “Yeni Orta Doğu’nun efendisi, lideri ve hizmetkârı olmaya devam edeceğiz… ve Türkiye’nin etrafında yeni bir barış, istikrar ve refah bölgesi oluşacak.”

Erdoğan bir süre için başarılı oldu. Türkiye ve Türk cumhurbaşkanının kendisi özellikle de Ankara Filistin davasıyla yakından ilişkili hale geldikçe, bölgede popülerdi. Washington’daki dış politika camiası, İslamcı siyasi güç birikiminin demokrasi ve ekonomik kalkınmayla uyumlu olabileceğini gösteren sözde Türk modeliyle ilgili konuşmalarla çalkalandı. Hatta yetkililerin ve analistlerin Arap dünyasında daha adil, açık ve demokratik toplumlar inşa etmek için kritik olduğuna inandıkları refahın teşvik edilmesine yardımcı olmak üzere Türkiye’nin kalkınma ajansı ile ABD arasında bir ortaklık kurulması bile tartışılıyordu. Bu ortaklık önemliydi çünkü bölge uzmanları Ankara’nın Orta Doğu’da Washington’un uzun zaman önce heba ettiği bir prestije sahip olduğuna inanıyordu.

Ancak Davutoğlu’nun TBMM’ye gelmesinden kısa bir süre sonra Türkiye bölgede bir dizi gerileme yaşadı. Türkler ABD’li muhataplarına, ortak din ve Osmanlı mirasının sağladığı kültürel yakınlık nedeniyle bölgeye dair özel bir kavrayışa sahip olduklarını söylemişlerdi, ancak ellerini fazla açık oynadılar ve bölgeyi yanlış okudular. Arap dünyasındaki pek çok kişi Erdoğan’a ve AKP’ye hayranlık duysa da Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’nun efendisi ya da lideri olmasını istemiyordu.

Ardından Temmuz 2013’ün başlarında Mısır ordusu, bir yıllık çalkantılı bir görev süresinin ardından Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi devirdi. Erdoğan ve AKP, Müslüman Kardeşler’e yakınlığıyla bilinen Mursi’ye büyük yatırımlar yapmıştı ve darbenin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından teşvik edilmesine ve ABD tarafından kabul edilmesine öfkelendiler.

Sonuç, Türk dış politikasında bir başka değişim oldu. Türkiye artık daha önce liderlik etmeye çalıştığı bölgeden ayrılarak stratejik bağımsızlık, güç ve refah arayışında olacaktı.

Türkiye, Müslüman Kardeşler liderlerine ve diğer Mısırlı muhaliflere sığınma ve iş kurma hakkı vererek Mısır’ın diktatörü ve darbe lideri Abdülfettah Es-Sisi’nin altını oydu. Ankara aynı zamanda Suudiler, Mısırlılar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin karşı çıktığı Libya’daki uluslararası tanınırlığa sahip hükümetin de hamisi oldu. Erdoğan Filistinlileri ve özellikle de Türk yetkililerin Türkiye’deki ofislerinden İsrail’e karşı operasyonlar yürütmesine izin verdiği Hamas’ı desteklemeye devam etti. Ve elbette Ankara, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın Washington Post köşe yazarı Cemal Kaşıkçı cinayetindeki suçluluğunun ortaya çıkarılmasında önemli bir rol oynadı.

Tüm bunlarla birlikte Erdoğan ve AKP, dış politikalarının ilkeli bir politika olduğunu iddia edebilirler ki bu da bölgedeki hükümetlerin düşmanlığını kazanmalarına neden olsa da halkları nezdindeki prestijlerini artırdı. Erdoğan bunu yaparken Türkiye’nin, bölgedeki çatışma ve tartışmaların diğer tarafında olan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail’in en önemli üyeleri olduğu ABD liderliğindeki stratejik düzenden bağımsızlığının altını çizdi. Orta Doğu’nun bazı önemli ülkeleriyle Ankara’nın ilişkileri bozulmasına rağmen, özellikle başta İsrail ve Mısır ile ticari ilişkileri güçlü kalmaya devam etti.

Ancak 2021 yılına gelindiğinde, ülkenin prestijini ve Ankara’nın haklı olarak bir Akdeniz, Orta Doğu ve Müslüman gücü olduğu hissini artırmış olsa bile, Türkiye’nin Orta Doğu’ya yaklaşımının sınırları netleşti.

Mısır, Yunanistan, Kıbrıs, İsrail, Fransa, BAE ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir koalisyon, Türkiye’nin güç kullanmasına karşı çıkmak için bir araya geldi. Bu dengeleme çabasının bir parçası da çekirdeğini Mısır, Yunanistan, (Güney) Kıbrıs ve İsrail’in oluşturduğu Doğu Akdeniz Gaz Forumu oldu. Forum pek çok açıdan ekonomik iş birliği maskesi altında geçici bir çok taraflı güvenlik koordinasyonuydu. Elbette bölgede çıkarılacak çok fazla gaz ve bu gazın pazara ulaştırılmasında bölgesel iş birliği için teşvikler var ancak Fransız donanması Kıbrıs yakınlarındaki sularda devriye gezerken Suudi, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ve Yunan hava kuvvetlerinin Akdeniz semalarında birlikte tatbikat yaptığını fark etmemek zordu.

İzole edilmiş ve kendi yarattığı bir döviz kriziyle kuşatılmış olan Erdoğan, Türk dış politikasında bir başka değişiklik daha yaptı. Orta Doğu ile kavga etmenin artık maliyetine değmeyeceğine ve Suudiler, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrailliler ve Mısırlılarla yakınlaşmanın Basra Körfezi’nden yatırım ve Washington ile daha iyi ilişkiler getirebileceğine karar verdi.

Erdoğan Orta Doğu konusunda rota değiştirmiş olabilir ama Rusya’ya yaklaşımında tutarlı kaldı ve bu da Türkiye’nin bağımsızlığını tesis etme ve prestijini artırma arzusundan kaynaklanıyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Şubat 2022’nin sonlarında birliklerini Ukrayna’ya sokmasının ardından Erdoğan Ukrayna’nın egemenliğini destekleme konusunda doğru şeyler söyledi ve Kiev’e önemli askeri teçhizat sattı, ancak Ankara Rusya’nın saldırısının Moskova ile ikili ilişkileri bozmasına izin vermedi.

Bu da Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna arasındaki Karadeniz Tahıl Anlaşması’nı müzakere etmesine ve Ankara’nın Erdoğan’ın alışılmışın dışındaki ekonomik sorunlarının yol açtığı ekonomik hasarı tersine çevirme çabasına yardımcı oldu. Ankara, Batı’nın Moskova’ya yönelik yaptırımlarını hiçbir zaman benimsemedi, bunun yerine Türk firmalarının devreye girerek ayrılan Batılı firmaların yerini almasına ve Rus oligarkların Türkiye’de ikamet etmelerine ve ülkeye yatırım yapmalarına izin verdi.

Tüm bunlar bizi Vilnius’a geri götürüyor. Ciddi Türkiye gözlemcileri NATO zirvesine girerken Türkiye ile ilgili pek çok olay yaşanacağını biliyordu. Çünkü zirve Erdoğan’ın uzun vadeli projesi olan Türkiye’nin bağımsızlığını ve gücünü tesis etmesi için büyük bir fırsat sunuyordu.

Erdoğan (ve muhalefeti) Türkiye’nin sadece Avrupa’nın güneydoğu kanadında bir güvenlik unsuru olarak görülmesini istemiyor. Eğer Erdoğan NATO’nun genişlemesini, Biden’dan Türkiye’ye yeni F-16’lar sağlama taahhüdü alacak ve AB liderlerini Türkiye ile potansiyel olarak gelişmiş bir gümrük birliği anlaşmasına yol açabilecek iş birliğini yenilemeye ikna edecek kadar geciktirebilirse ve İsveç’in NATO üyeliğini kabul ettikten sonra bir devlet adamı olarak selamlanırsa, Türk lider adil bir şekilde “görev tamamlandı” diyebilirdi. Ve yaptığı da tam olarak bu oldu.

DİPLOMASİ

Trump ve Xi’nin nisan ayında bir araya gelmesi bekleniyor

Yayınlanma

Diplomatik kaynakların South China Morning Post’a aktardığına göre, ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’a dönüşünden bu yana Pekin ile bir anlaşma yapmaya odaklanmış göründüğü için önümüzdeki ayın başlarında Çin’i ziyaret edebilir.

Kaynaklara göre her iki ülkenin başkanları da karşı tarafın ziyaretini diplomatik bir zafer olarak sunmak istiyor ancak ilk tartışmalar Trump’ın Çin’i ziyareti etrafında şekillendi.

Olası bir ziyaretle ilgili görüşmelerin ne kadar ilerlediği belli değil.

Çinli bir kaynak “Washington köklü değişikliklerden geçtiği için Pekinli yetkililerin Washington’daki mevkidaşlarıyla konuşmasının Biden yönetimine kıyasla daha zor olduğunu” söyledi.

Trump 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a dönmeden birkaç gün önce, Trump ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping bir telefon görüşmesi yaptı ve çok çeşitli konularda konuştular.

Bir hafta sonra Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, ABD’li mevkidaşı Marco Rubio ile konuştu ancak henüz resmi bir görüşme gerçekleştirmediler. Rubio Pekin tarafından yaptırıma tabi tutuldu ve teknik olarak Çin’i ziyaret edemiyor.

İkinci bir kaynak ise her iki ülkenin de Trump ve Xi arasında bir zirve yapılmasını görüştüğünü ve tarihlerin henüz kesinleşmemesine rağmen nisan ayında bir zirve yapılması için çalıştıklarını söyledi.

Kaynak, Trump’ın Xi’nin Florida’daki Mar-a-Lago malikanesini ziyaret etmesini umduğunu açıkça ifade ettiğini, iki liderin daha önce 2017’de bir araya geldiğini, ancak Pekin’in Washington’da daha resmi bir toplantı yapılmasını ya da Trump’ın Çin’e davet edilmesini umduğunu söyledi.

Bu hafta sona erecek olan Çin’in en büyük yıllık siyasi toplantısına atıfta bulunan kaynak, “Özellikle Xi için, eğer Trump ‘iki oturumdan’ sonra Çin’i ziyaret ederse, bu önemli bir diplomatik zafer olacaktır” dedi.

Amerikalı bir kaynak ise “Trump’ın Çin’i ziyaret etmesi için en erken nisan ayı” dedi.

Daha önceki haberlere göre Trump danışmanlarına görevdeki ilk 100 gününde Çin’e seyahat etmek istediğini ve nisan ayında yapılacak bir ziyaretin bu 100 günlük süreye denk geleceğini söyledi.

Ticaret Savaşı 2.0: Çin, ABD tarım ürünlerine gümrük vergisi getirdi

Trump’ın bu ay Çin mallarına yönelik gümrük vergilerini iki katına çıkarmasının ardından Çin-ABD ticaret sürtüşmeleri artmaya devam ederken bir ziyaret gerçekleşebilir.

Trump’ın daha önce talimat verdiği üzere Çin’in ticaret uygulamalarına yönelik bir soruşturmanın nisan ayına kadar sonuçlanması bekleniyor ve bu soruşturmanın sonuçları Pekin’e yönelik yeni ticari eylemlerin temelini oluşturabilir.

Ancak kendisini bir anlaşma yapıcı olarak tanıtan Trump, şubat ayında Çin ile yeni bir ticaret anlaşması yapmanın “mümkün” olduğuna inandığını söyleyerek Çin ile müzakere etmeye istekli olduğunun da sinyallerini verdi.

Trump Beyaz Saray’a döndüğünden bu yana birçok kez Xi ile olan “çok iyi kişisel ilişkisi” ile övündü. Geçtiğimiz ay Xi’nin ABD’yi ziyaret etmesini beklediğini söyledi ancak ziyaret için somut bir zaman çizelgesi sunmadı.

Trump ilk başkanlığı sırasında Kasım 2017’de Çin’i ziyaret etmişti. Pekin, Trump’ın Çin’e karşı bir ticaret savaşı başlatmasından sadece aylar önce kendisine kırmızı halı sermiş ve Yasak Şehir’de bir akşam yemeği ısmarlamıştı. Halefi Joe Biden ise ABD başkanlığı döneminde Çin’i ziyaret etmedi.

Xi, 2023 yılında San Francisco’da düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesine katıldı ve etkinlik kapsamında Biden ile bir zirve gerçekleştirdi. Çin protokolüne göre Amerikan liderinin bir sonraki ziyaretini Çin’e yapması gerekiyor.

Washington’da bulunan ve durum hakkında bilgi sahibi olan bir başka Amerikalı kaynak South China Morning Post’a yaptığı açıklamada ABD liderinin nisan ya da mayıs ayında Çin’i ziyaret etmesinin beklendiğini ve Trump’ın Çin’e yönelik bir sonraki hamlesine dair “işaretlerin” “çok yakında” ortaya çıkabileceğini söyledi.

Bir İngiliz kaynağa göre iki liderin zirvesi için zemin hazırlıkları devam ediyor ve “oldukça üst düzey” bir Çin heyetinin “birkaç hafta önce” Trump yönetimiyle temaslarda bulunmak üzere Washington’u ziyaret ettiği bildirildi.

New York Times bu ay, aralarında Çin’in eski ABD Büyükelçisi Cui Tiankai’nin de bulunduğu yetkililerden oluşan bir heyetin Washington’da düşünce kuruluşlarının temsilcileriyle bir araya geldiğini ve Çinlilerin potansiyel bir ticaret anlaşması için fikirler ortaya attığını bildirdi.

Ancak konunun hassasiyeti nedeniyle adının açıklanmasını istemeyen kaynak, ABD’li yetkililerin Washington’un Çin politikasından emin olmadıklarını ve “[politika] henüz ifade edilmediği için ne söyleyeceklerini bilemeyeceklerini” öne sürdü.

Çin ve ABD arasındaki gerilim, Washington’un ticaret ve teknoloji kısıtlamaları, Tayvan ve Güney Çin Denizi de dahil olmak üzere bir dizi konuda yüksek seyretmeye devam ediyor.

Geçtiğimiz hafta Pekin’in yeni Trump yönetimiyle nasıl bir ilişki kuracağı sorulduğunda Dışişleri Bakanı Wang güçlü bir uyarıda bulunarak “hiçbir ülke aynı anda hem Çin’i baskı altında tutabileceğini hem de Çin ile iyi ilişkiler sürdürebileceğini hayal etmemelidir” dedi.

Cuma günü bir basın toplantısı düzenleyen Wang, “Bu tür iki yüzlü davranışlar ikili ilişkilerin istikrarı ya da karşılıklı güven inşası için iyi değildir” dedi.

Washington’un Pekin’e yönelik “baskısından” da bahseden Wang, ABD’yi “Çin’in gelişimine objektif ve rasyonel bir bakış açısıyla yaklaşmaya, Çin ile proaktif bir şekilde pratik alışverişlerde bulunmaya ve iki ülkenin ve tüm dünyanın yararına olacak şekilde birbirleriyle iyi geçinmenin doğru yolunu izlemek için Çin ile birlikte çalışmaya” çağırdı.

İki Toplantı: Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin açıklamalarından öne çıkanlar

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

ABD, Rus petrolüne tavan fiyatı yumuşatmayı ve milyarderlere yaptırımları kaldırmayı değerlendiriyor

Yayınlanma

Donald Trump yönetimi, Ukrayna’yı Rusya ile kısmi ateşkes görüşmelerine zorlamak için baskıyı artırırken, Moskova’ya yönelik yaptırımları hafifletme hazırlığında. Bloomberg‘in haberine göre, Trump’ın danışmanları, Rus petrolüne uygulanan tavan fiyatın yumuşatılması ve bazı milyarderler de dahil olmak üzere tüzel kişi ve şahıslara yönelik yaptırımların kaldırılması olasılığını değerlendiriyor.

Donald Trump yönetimi, Kiev’e, Ukrayna makamlarını Rusya ile kısmi ateşkes konusunda müzakerelere zorlamak için baskı yapmaya devam ediyor.

Washington, Moskova konusunda ise güç kullanmaktan ziyade taviz vermeye hazırlanıyor.

Bloomberg‘e konuşan ve müzakerelerin gidişatına aşina olan kaynaklar, Trump’ın danışmanlarının, Rusya’nın sattığı petrole uygulanan tavan fiyat konusunda yaptırımların hafifletilmesi de dahil olmak üzere çeşitli seçenekler hazırladığını belirtti.

Reuters da, Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında yapılacak bir toplantıda anlaşmaya varılması durumunda hızla uygulanabilmesi için enerji yaptırımlarının hafifletilmesine yönelik öneriler geliştirildiğini bildirdi.

Ajansa göre, ABD’nin Rusya’ya yönelik politikasının daha geniş kapsamlı bir şekilde gözden geçirilmesinin bir parçası olarak, bazı milyarderler de dahil olmak üzere belirli tüzel kişi ve şahıslara yönelik yaptırımların potansiyel olarak kaldırılması da değerlendiriliyor.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, geçen hafta yaptığı açıklamada, Rusya’nın hava saldırılarını ve deniz operasyonlarını durdurmayı kabul etmesi halinde ateşkes konusunu görüşmeye açık olduğunu ifade etti.

Zelenskiy, Brüksel’deki AB liderlerine, bunun ardından güven tesis etmenin bir yolu olarak esir takasının yapılması gerektiğini söyledi.

Rus petrolü için varil başına 60 dolarlık tavan fiyat, Aralık 2022’de AB ülkelerinin petrol alımlarına ambargo uygulamaya başlamasıyla yürürlüğe girmişti.

O zamandan beri Rusya, bir gölge filo oluşturarak bu tavan fiyatı aşmayı başardı. Bu filo, Rus petrolünün büyük bir bölümünü, 60 doların altında satılmadığı sürece sağlanamayan Batılı şirketlerin sigorta ve finansal hizmetlerini almadan taşıyor.

Fiyat, artık piyasa olayları sonucunda bu seviyenin altına iniyor. Nitekim, OPEC+ ülkelerinin bir hafta önce üretimi artırmaya başlama kararı almasının ardından Urals petrolünün fiyatı varil başına 55 doların altına düştü ve Brent petrolünün fiyatı da varil başına 70 doların altına geriledi.

Rus şirketleri ve bütçesi, Joe Biden yönetiminin 10 Ocak’ta tankerlere, petrol tacirlerine, petrol üreticilerine ve sigorta şirketlerine karşı uyguladığı “veda yaptırımları” nedeniyle ek kayıplara uğruyor.

Sonuç olarak, Rus petrolünün taşınması için navlun oranları keskin bir şekilde arttı ve bu durum ihracatçıların gelirlerini baltaladı.

Rus limanlarından çıkarılan büyük miktarlarda petrol, yaptırım uygulanan tankerlerde denizde tutuluyor ve alıcı limanlarda boşaltılmıyor.

Bloomberg‘e konuşan ve Rus yetkililerin tutumuna aşina olan kaynaklar, Moskova’nın, nihai bir barış anlaşmasına varılması konusunda ilerleme kaydedilmesi koşuluyla Ukrayna’da geçici bir ateşkese varmayı görüşmeye hazır olduğunu belirtti.

Fakat ajans, Putin’in taviz vermeye hazır olduğuna veya ABD’nin onu buna zorladığına dair henüz kamuoyuna yansıyan herhangi bir işaret bulunmadığını ifade etti.

ABD, G7’nin Rusya’nın gölge filosunu hedef alan planını veto etti

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Ukrayna, ABD askeri yardımını yeniden başlatmak için Rusya’ya kısmi ateşkes önerecek

Yayınlanma

Financial Times‘ın haberine göre, Ukrayna, ABD’nin askeri yardımını ve istihbarat paylaşımını yeniden sağlamak amacıyla Rusya’ya kısmi ateşkes önermeye hazırlanıyor. Bu kapsamda, insansız hava araçları ve uzun menzilli füzelerle yapılan saldırıların durdurulması ve Karadeniz’deki çatışmaların sona erdirilmesi öngörülüyor. Washington ile Kiev arasındaki görüşmelerin, yarın Suudi Arabistan’da yapılması planlanıyor.

Financial Times (FT)’a konuşan kaynaklara göre, Ukrayna yönetimi, ABD’nin askeri yardımını ve istihbarat paylaşımını yeniden sağlamak amacıyla Rusya’ya kısmi ateşkes teklif etmeye hazırlanıyor.

Kaynaklar, Kiev’in bu seçeneği 11 Mart’ta Suudi Arabistan’da ABD’li heyetle yapılacak görüşmelerde masaya yatıracağını belirtti. Kısmi ateşkes, insansız hava araçları ve uzun menzilli füzelerle yapılan saldırıların durdurulmasını ve Karadeniz’deki çatışmaların sona erdirilmesini kapsıyor.

Reuters‘e konuşan Amerikalı yetkililer, ABD’nin Ukrayna tarafıyla yapacağı görüşmeyi, Kiev’in Moskova’ya taviz vermeye istekli olup olmadığını belirlemek için kullanmayı amaçladığını ifade etti.

Yetkililerden biri, “‘Barış istiyorum’ deyip ‘uzlaşmaya yanaşmıyorum’ diyemezsiniz. Ukraynalıların sadece barışla değil, gerçek bir barışla ilgilenip ilgilenmediklerini görmek istiyoruz. Eğer sadece 2014 veya 2022 sınırlarıyla ilgileniyorlarsa, bu bir şey ifade eder,” diye konuştu.

The Economist‘e konuşan Ukraynalı yetkililer ise, görüşmelerin başarısız olması durumunda, ABD’nin Ukrayna’ya “Rusya ile birlikte karar verdikleri şeyi” dayatabileceğini ve Kiev’in ABD ile ilişkileri iyileştirmek için bir şans daha bulamayabileceğini söyledi.

Washington daha önce, ABD ve Ukrayna arasındaki görüşmenin resmi amacının bir barış anlaşması ve ilk ateşkes için zemin hazırlamak olduğunu açıklamıştı.

Fakat The Economist, Ukrayna tarafının, görüşmenin şantaj, oyalama taktikleri veya ABD Başkanı Donald Trump’ın Rusya’ya avantaj sağlayacak tavizler koparma girişimiyle sonuçlanabileceğinden endişe duyduğunu yazdı.

Suudi Arabistan’da bir anlaşmaya varmak için Kiev’in, Trump ile Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy arasında Beyaz Saray’da yaşanan gerginliğin ardından Washington ile uzlaşması gerekiyor.

Görüşmelerde Kiev’i Ukrayna Devlet Başkanlığı Ofisi Başkanı Andriy Yermak, Dışişleri Bakanı Andriy Sibiga ve Savunma Bakanı Rüstem Umerov temsil edecek.

ABD heyetinde ise Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Trump’ın Orta Doğu Temsilcisi Steve Witkoff yer alacak.

Economist: Cidde’deki müzakereler başarısız olursa Kiev’e ikinci bir şans verilmeyebilir

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English