Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim saldırısından sonraki bir ay epey debdebeli geçti ve Gazze’de devam eden savaşın hem Filistin hem de İsrail tarafı açısından büyük değişimler getirdiği muhakkak. Nihayetinde Filistin, İkinci İntifada’dakine benzer türden bir viraj aldı ve İsrail, eski statükonun sürdürülemeyeceğinin farkında. İşgal rejimi, şimdi galip gelenin kendi barışını karşıdakine dayatacağı bir alternatiften ötesini göremiyor.


Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Daniel Lindley

Ebb Magazine

9 Kasım 2023

“Avrupa’nın her yerinde lambalar sönüyor, ömrümüz boyunca onları bir daha yanarken göremeyeceğiz.” — Sir Edward Grey, Avrupa’nın savaşa girmesinin kaçınılmazlığı üzerine, 1914.

İsrail devleti şu anda uçurumun eşiğinde duruyor. Seymour Hersh’ün “Netanyahu’nun işi bitti” başlıklı makalesinde, “Hamas’ı açlıktan öldürmek ya da Gazze’de 100 bin kadar insanı öldürmek” arasında bir seçim yapmak zorunda olduğu ikilem oldukça veciz bir şekilde ifade edildi. Hamas’ı yok edememek Siyonist sömürgeci proje açısından yıkıcı bir mağlubiyet olacaktır zira bu, devletin halkını tüm sömürgeci yerleşimcilerin korktuğu türden şiddetli bir yerli ayaklanmasından koruyamayacağının kabulü anlamına gelecektir. Ancak böyle bir hedefe ulaşmak, bir AB diplomatının deyimiyle “büyük bir etnik temizlik” olmadan muhtemelen imkânsız. Likud’lu Knesset üyesi Ariel Kellner, 7 Ekim’de “tek bir hedefleri olduğunu” açıkladı: “Nekbe! 48’deki Nekbe’yi gölgede bırakacak bir Nekbe. Gazze’de Nekbe ve kalmaya cesaret edecek herkes için Nekbe!”

Açık sözlülüğü aydınlatıcı olsa da onun ve benzer tehditlerin gözden kaçırdığı en ciddi dinamik, Orta Doğu’nun 1948’den bu yana epey değişmiş olması. Filistin direnişi hiç bu kadar hazırlıklı olmamıştı, İsrail’in geniş bölge üzerindeki askeri hakimiyeti azaldı ve baş hamisi ABD düşüşe geçti. Bu da İsrail’in ciddi sonuçlar doğurmadan etnik temizlik yapabileceği günlerin geride kaldığı anlamına geliyor. Bu durum bizi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Arşidük Franz Ferdinand suikastının intikamını almak için Sırbistan’ı işgal etmesi gerektiğine inandığı, fakat bunu yapmanın kaçınılmaz olarak Rusya’nın müttefiki ile dayanışma içinde savaş ilan etmesi anlamına geldiği ve bu noktada Avrupa çapında savaşın kaçınılmaz hale geldiği 1914 Temmuz Krizi ile pek çok benzerlik taşıyan tarihi ana getiriyor.

Batı basını, 7 Ekim’de yaşanan olaylarla ilgili haberlerinde İsrailli sivillerin Filistinli savaşçılar tarafından öldürülmesine odaklanırken bazı İsrailli görgü tanıklarının sivillerin Gazze’ye rehine götürülmesini engellemek amacıyla kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü bildirmesi detayları belirsiz hale getirdi. Eğer Hamas liderliği hesaplanmış bir tırmanma stratejisi izlemeye başladıysa, bu durum Hamas’ın siyasi lideri İsmail Heniye’nin 5 yıl önce İsrailli nişancıların 214 Filistinliyi öldürdüğü ve 36 bin 100’den fazlasını yaraladığı Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında Gandi portresi önünde şiddet içermeyen gösterileri desteklediği dönemden belirgin bir şekilde farklı olacaktır.

Batı basınında pek dikkat çekmeyen, ancak 7 Ekim’in muhtemelen en önemli tarafı, İsrail ordusunun Filistinli militanların doğrudan saldırısı karşısında hakikaten şok edici bir şekilde çökmesiydi. Hamas öncülüğünde çeşitli askeri üslere ve karakollara düzenlenen saldırıda yüzlerce İsrail askerinin öldürüldüğünü biliyoruz; sahiden de birkaç İsrail kenti iki gün boyunca Hamas’ın askeri kontrolü altındaydı ki bu daha bir ay öncesine kadar düşünülemeyecek bir senaryoydu. 1948’den bu yana hiçbir Arap askeri gücü İsrail’in orijinal sınırları içindeki toprakları ele geçirip elinde tutamamıştı; bunu İsrail’in düşmanları arasında askerî açıdan en zayıf güçlerden biri olan Hamas’ın başarmış olması bilhassa utanç verici.

İsrail gibi bir yerleşimci devlet için, düşmanlarının askerî açıdan kendisine meydan okumaya cesaret bile edememesi için baskın bir askeri güç imajı yansıtmak mecburi. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon, bu mantığı 2002 yılında şöyle izah etmişti: “Ben [zaferi] çatışmanın başından itibaren tanımladım: Filistinlilerin terör ve şiddetin bizi yenemeyeceğini, bizi pes ettiremeyeceğini oldukça derin bir şekilde içselleştirmesi. Eğer bu derin içselleştirme çatışmanın sonunda mevcut olmazsa, İsrail’e dönük varoluşsal bir tehdit içeren stratejik bir sorunumuz olacaktır. Eğer bu [ders] Filistinlilerin ve Arapların bilincine kazınmazsa, bizden taleplerinin sonu gelmeyecektir. Askeri gücümüze rağmen bölge bizi daha da zayıf olarak algılayacaktır.”

Hamas savaşçılarının askeri üsleri ele geçirdiği ve yerleşim yerlerinden engellenmeden geçtiği görüntüler İsrail’in caydırıcılık kapasitesine vurulmuş yıkıcı bir darbe, belki de devletin varoluşundaki en büyük darbedir. Onların mantığına göre, buna verilecek tek tatmin edici tepki, genel manada statükoya dönmeden önce sivillere yönelik olağan misillemeler değil, böyle bir saldırının bir daha gerçekleşme ihtimalini ortadan kaldıracak bir şeydir. İsrail Savunma Bakanı, amaçlarının sadece “tüm Hamas görevlilerine ulaşmak olduğunu, onları yok etmeden görevi sonlandıramayacaklarını” ve bunun “Gazze’deki son harekât olduğunu, zira bundan sonra Hamas’ın olmayacağını” resmen ifade etti. Gazze Şeridi’nde Hamas’a sunulan yaygın destek ve İsrail’in Hamas’ın tüm mensupları öldürüldükten sonra Gazze’yi kimin kontrol edeceğine dair herhangi bir planının olmaması göz önüne alındığında, bu hedefler —eğer Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya sürerek etnik temizlik yapma niyeti olarak yorumlanmıyorsa— pek pratik görünmüyor. Bu durum, Gazze’deki tüm nüfusun Sina’ya sürülmesini açıkça onaylayan 13 Ekim tarihli İsrail İstihbarat Bakanlığı belgesinin yakın zamanda sızdırılmasıyla daha da pekişti.

Bölgesel gericiler ve Direniş Ekseni kırmızı çizgiler belirledi

İsrailli politikacıların asıl maksadın bu olduğunu ağızlarından kaçırmış olmaları, bölgedeki kilit aktörlerin İsrail’in bunu yapma niyetine çoktan ikna olmuş olmalarından ve etnik temizliğin kırmızı çizgi olduğu konusunda ortak bir tepki vermiş olmalarından daha az önemli. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi, “Filistinlileri Sina’ya yerleştirmenin Mısır’ı İsrail’e karşı savaşa sürüklemek anlamına geldiğini” ifade etti. Mısır anayasası, Cumhurbaşkanı’nın parlamento onayı olmadan savaş ilan etmesine izin vermiyor ama Arap İşleri Komitesi Müsteşarı Eymen Muhsab, CNN’e yaptığı açıklamada Mısır parlamentosunun, “Sisi ve Mısır ordusuna savaş açmak da dahil olmak üzere ülkesinin ulusal güvenliğini koruma konusunda gereken tüm tedbirleri alma yetkisi vermeyi kabul ettiğini” doğruladı. Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen Sefadi de “Filistinlileri anayurtlarından tehcir etmeye dönük her türlü girişimin savaş ilanı olduğunu” ifade etti. Bu beyanlar, söz konusu liderlerin savaşa en ufak bir heves duydukları şeklinde yorumlanmamalı, aksine durumun ciddiyetinin bir işareti olarak görülmeli; İsrail’in en uysal komşuları bile onun karşı koymadan bir etnik temizlik yapmasına izin veriyormuş gibi görünmeyi düşünmeyecektir. Daha alaycı gözlemciler (doğru bir şekilde) bu açıklamaların Filistin davasına ilkeli bir destekten ziyade içeriden devrilme korkusuyla ilgili olduğundan şüphelenseler de bu durum pratikte çok az fark yaratacaktır.

Fakat İsrail’in baş düşmanları elbette Mısır ve Ürdün devletleri değil. Bilakis İran, Suriye, Hizbullah, Hamas, Yemen Ensarullah’ı ve Halk Seferberlik Kuvvetleri gibi Iraklı milislerden oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak bilinen koalisyon. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emi Abdullahiyan’ın 7 Ekim’den bu yana son derece yoğun olduğu ve neredeyse her gün Lübnan, Suriye, Irak ve Katar’ı ziyaret ederek müttefikleriyle bir araya geldiği görülüyor; bu, kriz dönemleri dışında bir dışişleri bakanı için nadiren görülen yoğun bir program. Direniş Ekseni’nin tüm varlık sebebinin İsrail ve ABD’nin bölgedeki varlığına karşı çıkmak olduğu düşünüldüğünde Gazze krizi ciddi bir ortak tepki verilmeden geçiştirilebilecek bir mesele değil. Bu tutum ve bu toplantıların ardından yapılan açıklamalar, İran’ın savaşın ilk aşamalarındaki rolünün, müttefikleriyle koordinasyon içinde, kuzey cephesinin açılması tehdidiyle İsrail’i Gazze’de sert adımlar atmaktan caydırmaya dönük planı harekete geçirmek ve nihayetinde İsrail’in birincil destekçisi olarak ABD’yi sorumlu tuttukları için bölgedeki ABD çıkarlarına koordineli bir saldırı düzenlemek olduğunu gösterdi.

Hizbullah, Lübnan sınırındaki İsrail mevzilerine saldırmaya başladı ve 3 Kasım itibariyle 120 İsrail askerini öldürdüğünü ya da yaraladığını iddia ederken 60 savaşçısını da çatışmalarda kaybetti. İsrail ayrıca artan çatışmalar nedeniyle sınır bölgesindeki 42 köyü ve Kiryat Şimona kasabasını tahliye etti. Hizbullah’ın bugüne kadar gerçekleştirdiği eylemler, İsrail ordusuna zayiat verdirmeye yönelik ciddi bir girişimden ziyade taciz operasyonları. Yine de İsrail ordusuna sınırın ötesinden bu kadar küstahça saldırması ve İsrail vatandaşlarını tahliyeye zorlaması, İsrail’den ateşle karşılık vermek dışında neredeyse hiçbir karşılık görmemesi daha önce düşünülemezdi. En önemli etki ise İsrail’e Hizbullah’ın sınırda olduğunu ve savaşmaktan korkmadığını hatırlatarak İsraillileri, ordularının büyük bir kısmını Gazze’ye göndermeleri halinde kuzey sınırlarını Hizbullah tarafından açılacak ikinci bir cephe gibi bir “kâbus senaryosuna” tehlikeli bir şekilde açık bırakacakları endişesine sevk etmesi oldu.

İsrail cephesinden uzakta Gazze krizi, ABD ordusunun Direniş Ekseni’ne bağlı grupların bölgedeki saldırılarına maruz kalmasıyla genişliyor. ABD’nin Irak’taki El Esad Hava Üssü ve Suriye’nin güneyindeki El Tanf garnizonu insansız hava araçları tarafından hedef alınırken Donanma destroyeri USS Carney 19 Ekim’de Ensarullah tarafından ateşlenen üç kara saldırısı seyir füzesini ve birkaç insansız hava aracını düşürdü ve ayın ilerleyen günlerinde de saldırılar devam etti. 24 Ekim itibariyle ABD’li yetkililer, üslerine dönük saldırı dalgası esnasında en az 24 ABD askerinin yaralandığını ve bir sözleşmelinin de kalp krizi geçirerek öldüğünü açıkladı. Hizbullah’ın İsrail’in kuzey sınırına dönük saldırılarına benzer şekilde, ABD’den herhangi bir misilleme gelmemesi dikkat çekiciydi; ABD Suriye’ye yönelik hava saldırılarını ancak 27 Ekim’de gecikmeli olarak başlattı. Basında görece az yer bulması bile ABD’nin misilleme yapmak zorunda kalmaktan kaçınmaya çalıştığını gösteriyor. Eğer ABD’nin bölgeye iki uçak gemisi göndermesinin nedeni Hamas’ın müttefiklerini İsrail’in planlarını bozmaktan caydırmaksa, bu işe yaramış gibi görünmüyor. Hatta ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın İran’a, Amerikalıların saldırıya uğraması halinde ABD’nin “kararlı bir şekilde karşılık vereceği” yönünde “şimdiye kadarki en sert uyarıyı” yaptığı, fakat saldırıların böyle bir karşılık verilmeden hızla devam ettiği acınası sahneye tanık olduk. Bu yazının kaleme aldığı sırada, Yemen’deki Ensarullah hükümetinin İsrail’e yönelik bir balistik füze saldırısının sorumluluğunu üstlenmesi ve “İsrail saldırganlığı durana kadar” bu tür saldırılara devam edeceği uyarısında bulunması en son tırmanış oldu.

ABD’nin bölgedeki konumunun kırılganlığı

Bunun önemi, ABD’nin İsrail’e Gazze’ye kara harekâtını ertelemesi konusunda baskı yaptığı, zira ABD’nin bölgedeki askeri ve donanma varlığını artırmasıyla birlikte bölge genelinde ordusuna dönük saldırıların kaçınılmaz olarak artmasına hazırlanmak için daha fazla zamana ihtiyaç duyduğu bildirildi.

ABD’nin şu anda Orta Doğu’da bölgesel bir savaş için son derece zayıf bir konumda olduğu neredeyse herkes tarafından biliniyor. Rusya-Ukrayna savaşı işleri karmaşık hale getirene kadar ABD dış politikasının ana odağı yükselen Çin’i kontrol altına almak için Hint-Pasifik bölgesinde askeri kabiliyetlerini geliştirmekti. Barack Obama’nın dış politikası “Asya’ya Yöneliş” ve Orta Doğu’da uzun vadeli savaşlara kuşkuyla yaklaşması ile tanımlanır hale geldi. Trump ve Biden yönetimlerinin Güney Çin Denizi ve etrafındaki ABD askeri üslerini genişletmesi ve Çin’i caydırmak amacıyla Britanya ve Avustralya ile yeni bir savunma paktı olan “AUKUS’u” kurmasıyla bu durum devam etti.

Ancak bu yeni odaklanma Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle sekteye uğradı. Temmuz ayında ABD’nin Avrupa’daki Hava Kuvvetleri Komutanı James Hecker, ABD silah stoklarının “tehlikeli bir şekilde azaldığı” uyarısında bulundu. ABD, Rusya ile savaşın başlamasından bu yana Ukrayna’ya 41,3 milyar dolar askeri yardımda bulundu ve bunun büyük bir kısmı yeni üretim yerine mevcut mühimmat stoklarının transferi şeklinde gerçekleşti. Hatta ocak ayında ABD’nin Ukrayna’ya bir milyondan fazla 155 milimetrelik mermi sağlama taahhüdünde bulunduğu ve bunun kayda değer bir kısmının İsrail ve Güney Kore’deki stoklardan alındığı kamuoyuna duyurulmuştu. Savunma sanayii ve Pentagon, Ukrayna’ya silah göndermek ve ABD raflarını dolu tutmak için çabalarken Pentagon da şu anda “ABD stoklarını taramak ve İsrail’e ikmal yapmak için mühimmat aramakla” görevlendirilmiş durumda. Axios CEO’su ve kurucu ortaklarının ortak köşe yazısı genel tabloyu şöyle özetliyor: “Daha önce özel hayatlarında aynı anda bu kadar çok denizaşırı çatışmadan endişe duyan hiç bu kadar çok sayıda üst düzey hükümet yetkilisiyle konuşmamıştık. ABD’li yetkililer, bu krizlerin bir araya gelmesinin destansı bir kaygı ve tarihsel bir tehlike yarattığını söylüyorlar.”

Amerikan halkının savaş yorgunluğundan ne ölçüde mustarip olduğu göz önüne alındığında —Joe Biden’ın bile Afganistan gibi “sonsuza kadar sürecek savaşların” sona erdirilmesini seçim kampanyasının bir parçası haline getirdiği noktada— bir başka uzun vadeli Orta Doğu macerası herhangi bir ABD Başkanının seçmenlerine sunmak isteyeceği son şey. 11 Eylül sonrası savaşların en azından ABD’nin doğrudan saldırıya uğramış olması gibi bir avantajı vardı. İsrail’in devredilemez etnik temizlik yapma hakkını savunmak adına yapılacak bir savaşın bu kadar destek görmesi pek mümkün değil.

ABD, şu anda bölgesel bir savaşa özellikle hazırlıksız olsa da İran ve müttefikleri için bunun tam tersi söylenebilir. Filistin dışında Orta Doğu şu anda yıllardır olmadığı kadar huzurlu. Bu yılın başlarında İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin Çin’in arabuluculuğunda yeniden tesis edilmesi kritik bir hadiseydi. Bu, özellikle Irak ve Suriye’deki çeşitli vekalet savaşlarının fiilen sona ermesiyle aynı zamana denk geldi. Beşar Esad’ın Arap Birliği’ne yeniden kabul edilmesi, Suriye iç savaşının sona erdiğinin ve Esad’ın konumunun tartışılmaz olduğunun bir işaretiydi. Suudilerin Yemen’e dönük saldırıları da yatışmış olsa da ABD anlamlı bir çözümü engellemeye çalışmayı sürdürdü.

Bunun manası, artık bu iç savaşlarda savaşarak geçimini sağlayamayan çok sayıda milisin var olduğu. Bir yandan bu tecrübeli profesyonel asker fazlası, İran ve müttefiklerine bu insanları ABD ve İsrail’e karşı savaşmak üzere kullanma fırsatı sunuyor. Öte yandan, ABD ve İsrail’e karşı doğrudan direniş düzenlemeye daha az hevesli olan Arap yöneticilerin artık aktif olarak bunu engellemeye çalışma konusunda daha az teşvikleri olduğu anlamına da geliyor, zira bu savaşçıların evlerine dönüp potansiyel sorun çıkaran insanlar olmaktansa savaşacakları bir sınır ötesi savaşa sahip olmaları kendi çıkarlarına daha uygun. Arap rejimleri, Sovyet-Afgan Savaşı’nın sona ermesinin ardından binlerce Arap mücahidin ülkelerine döndüğünü ve onları meşgul edecek başka bir şey kalmayınca da iç savaşların ve kanlı isyanların başladığını hatırlıyordur. Iraklı “meşhur militan” Ebu Azrail’in Lübnan-İsrail sınırında kendi videolarını yayımladığını ve Irak Halk Seferberlik Kuvvetleri milislerinin Lübnan’a girmeye başladığına şahit olduk. Bu hareketler muhtemelen daha çok İsrail’i etnik temizlikten caydırmaya dönük olsa bile, bu birlikler bir kez fiziksel olarak harekete geçirildiğinde ve belli bir “savaş ateşi” yakalandığında, örneğin İran böyle bir şeye kalkışsa bile onları geri tutmak zor olabilir.

İnsanlar Filistin’in Orta Doğu’da ne kadar duygusal bir mesele olduğunu ve Direniş Ekseni açısından Filistin’in merkeziliğini asla unutmamalı. Filistinliler, Arap dünyası üzerinde dayanışma bağları kurmak için 75 yıllık bir mücadele avantajına sahipti; savaşmadan ikinci bir Nekbe yaşamalarına izin vermek Direniş Ekseni’nin meşruiyetine felaket bir darbe olacaktır. Eksen grupları arasında —yani bazı Iraklı gruplar arasında— şu anda nasıl hareket edileceği konusunda ihtilaflar olduğunu iddia eden haberlerin olduğu yerlerde bile en açıklayıcı olan şey, hala “İsrail Gazze’yi karadan işgal etme tehdidini gerçekleştirmedikçe müdahale etmeyeceğiz ve o zaman Hamas’ın değil [Lübnan] Hizbullah’ın emrinde olacağız,” gibi açıklamalar yapmış olmaları.

İsrail’in Gazze’ye yönelik bir kara harekatının savaştan başka bir anlama gelebileceğini kimse söylemiyor.

Savaşın kaçınılmazlığı

Gazze krizinin bölgesel bir savaşa yol açmasını engellemekle meşgul olanlar, İranlıların koalisyonlarını koordine etmekle meşgul olduğu ve kumda bu çizgilerin çizildiği bir ortamda, Batı’nın bölgede ciddi bir diplomasiyi tamamen terk etmiş gibi görünmesinden endişe duymalı. Bu kısmen ABD’nin artık Arap başkentlerinde hoş karşılanmamasından kaynaklanıyor. 15 Ekim’de Suudi Arabistan’a yaptığı ve aşağılandığı ziyarette Anthony Blinken, Muhammed bin Selman’ın o akşam düzenlenecek bir toplantı için kendisini tüm gece beklettiği, ertesi sabaha kadar da gelmediği, bunun üzerine Blinken’a İsrail’in Gazze’ye saldırmayı durdurması konusunda bir dizi talepte bulunduğu ve oradan ayrıldığı bildirildi. Joe Biden Orta Doğu turu için geldiğinde durum daha da kötüleşti ve İsrail’in El Ehli hastanesini bombalamasının ardından Filistin, Mısır ve Ürdün hükümetlerinin kendisiyle yapacakları görüşmeleri aniden iptal etmeleri nedeniyle İsrail hükümeti dışında kimseyle görüşmedi. ABD Başkanı’nın tek bir Arap liderin bile kendisini ağırlamak istemediği bir Orta Doğu ziyareti oldukça tarihi bir gelişme. Blinken’ın bölgeye yaptığı ikinci diplomatik tur, hükümeti açısından iyimser olma konusunda pek bir neden sunmadı.

Böyle bir durumda ABD’nin sorumlu müttefiklerinin devreye girip arabuluculuk yapmaları beklenirdi ama elbette bu yaşanmıyor. Bunun yerine, Gazze’de binlerce sivili öldüren, onları yiyecek, su, yakıt ve elektrikten mahrum bırakan ve tüm bölgeyi ateşe verme tehdidiyle daha da ölümcül bir kara işgali başlatmayı düşünen İsrail’i ziyaret eden ve onunla dayanışma sözü veren AB liderlerinin mide bulandırıcı sahnelerine de maruz kaldık.

Ülkeler kendilerini ya bölgesel bir savaşı ya da küçük düşürücü bir geri çekilmeyi garantileyecek gibi görünen bir hareket tarzına sıkıştırdıklarında, bundan çıkmanın tek gerçekçi yolu diplomasidir. Batılı ve Orta Doğulu tarafların en üst düzeyde iletişimi tamamen kesmiş gibi görünmesi, gerilimi azaltmanın ana yolu da kapandığından, bu krizin nasıl ilerleyeceği konusunda iyiye işaret değil.

Bu kesinlikle bir tür erteleme ihtimalini ortadan kaldırmıyor. İsrail’in Gazze’de etnik bir temizliğe girişmemesi için pek çok geçerli nedeni var. İsrail tanklarının Gazze’de manevra yapmaya başlamasından bu yana görüldüğü üzere, direniş ordularının alışık olduğu her şeyden daha şiddetli olacak, Savunma Bakanı Yoav Gallant, kara harekâtının aylar sürebileceği konusunda şimdiden uyarıda bulundu ve İsrail savaş makinesi, çatışmalar Gazze ile sınırlı kalsa bile —ki muhtemelen kalmayacak— uzun savaşlar için inşa edilmedi. Olası bir senaryo da İsrail’in zevahiri kurtarmak için topyekûn bir kara harekâtı ilan etmesi ki bu da gerçekte 2014’teki Koruyucu Hat’a benzer bir başka harekât anlamına geliyor; savaşmak için bir Hamas taburu seçiyorlar, bazı tünelleri yok ediyorlar, İsrail’e dönüyorlar ve zafer ilan ediyorlar. Bu muhtemelen Netanyahu’yu siyasi olarak mahvedecektir ve Siyonist projenin salahiyeti için bunu göze alıp almayacağını kestirmek zor.

Bir başka potansiyel faktör de topyekûn bir kara saldırısı başlatma konusundaki tüm bu tereddüt ve gecikme boyunca Gazze’nin hala ağır bir şekilde bombalanması ve kuşatma altında tutulması. Çok geçmeden çok sayıda Filistinli susuzluktan ve hastalıktan ölmeye başlayacaktır. Şu anki gidişatlarını “Leningrad yaklaşımı” olarak nitelendiren ismini vermek istemeyen İsrailli yetkili, kuşatmanın süresiz olarak devam etmesinin doğuracağı sonuçların kesinlikle farkında. Bu nedenle, Direniş Ekseni üzerindeki daha doğrudan müdahale baskısı çok güçlü hale gelmeden önce topyekûn bir kara işgaline bile gerek kalmayabilir. Fakat bu olursa ve İsrail etnik temizliğe başlarsa, Orta Doğu’nun lambaları uzun süre yanmayabilir.

DÜNYA BASINI

‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.

Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün

KHALED HAMADEH

Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.

İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.

ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.

Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.

Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.

Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.

Zaman kazanma

Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.

Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.

Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.

Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.

Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.

Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”

“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”

Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.

Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.

Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.

İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”

Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.

Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.

Siyasi belirsizlik

Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?

Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.

New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”

Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün

Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.

Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:

“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”

Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.

Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”

İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”

“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”

Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”

İki devletli çözüm

ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.

Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.

ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi  yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:

 

İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?

Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.

Steven A. Cook

Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.

Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.

Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.

Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.

İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.

Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.

Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.

Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.

Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.

Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.

Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?

Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.

Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme  edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.

İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.


Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Natalya Eremina

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

4 Aralık 2023

İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.

Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri

Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.

Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.

Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.

Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).

Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar

Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.

Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.

Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.

Sonuçlar

Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English