Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Gürcistan’a dair bir rehber

Yayınlanma

Gürcistan’ın yakın tarihindeki siyasi olaylar ve sosyal dinamikler, geçen haftaki seçimler ve onun öncesinde geçen yıl ve bu yıl boyunca devam eden tartışmalarda göz ardı ediliyor. Seçimlerde iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin zaferinin ardından, ülkede “Rusya yanlısı bir yönetim” olduğu iddiaları dile getiriliyor. Gürcistan’da, özellikle mart ayında hükümetin “Yabancı Etkinin Şeffaflığı” yasası önerisi halkın büyük tepkisine yol açarak protestolara sahne olmuştu. Gazeteci Andrew Cockburn, Mayıs 2023’teki Tiflis ziyaretinde şahit olduklarını, Gürcistan’ın Batı ve Rusya arasındaki gerilimi ve ülkedeki sosyal hareketlerin bu denklemde oynadığı rolü değerlendiriyor.


Gürcistan’a dair bir rehber

Ana akım medyada bulamayacağınız birkaç bilgi

Andrew Cockburn, Spoils of War

27 Ekim 2024

Gürcistan’daki seçim sonuçları gelmeye başladı ve görünüşe göre iktidardaki Gürcü Rüyası partisi bir kez daha kazanmış durumda. Şimdi muhtemelen, “Rusya yanlısı” hükümetin seçim sonuçlarını hile ile manipüle ettiği yönünde bir sürü iddia ortalığı saçılacak. Bu büyüleyici ülkenin son siyasi mazisine dair arka plan bilgisi arıyorsanız, geçen yıl yayımladığım bu habere göz atmanızı öneririm.

Tiflis’te

Mart ayının başında, bir akşam Rustaveli Bulvarı’nda, Gürcistan parlamentosunun ışıklandırılmış binasının önünde duruyordum. Etrafımda hızla büyüyen kalabalık arasında, çocukları ve köpekleriyle gelen ailelerin de olduğu insan grupları protestoya katılıyordu. Esasında gösteri, iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin desteklediği yeni bir yasa tasarısının oylanacağı tarihten iki gün sonraya planlanmıştı: Yasa kapsamında, yurt dışından gelirinin yüzde 20’sinden fazlasını alan herhangi bir kuruluşun, “yabancı etki ajanı” olarak kaydedilmesi gerekecekti. Yasanın destekçileri bu düzenlemenin, ABD’nin 1938 yılında çıkardığı Yabancı Acenta Kayıt Yasası’ndan (Foreign Agents Registration Act) ilham aldığını öne sürse de etrafımdaki insanlar daha ziyade Vladimir Putin’in 2019’da Rusya’da çıkardığı benzer bir yasayı düşünüyordu. Bu yasa, Rusya’da sivil toplumu adeta felç etmişti. Söylentilere göre, yetkililer yeni yasa tasarısının oylamasını sessizce öne çekmişti.

Tiflis’te herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu; etrafımda sürekli sıcak selamlaşmalar ve eski dostların neşeli sohbetleri vardı. Arkadaşlar heyecanla son gelişmeleri konuşurken, kalabalığın önündeki daha aktif gruplar, polisin kurduğu çelik bariyere sırayla tekme atıyordu. Özgür Üniversite’de görsel sanatlar okuyan Nina, “Bu benim onuncu gösterim. Benim işim bu,” dedi. Fakat gece ilerledikçe atmosfer daha gergin bir hal aldı. Polis arabaları ateşe verildi ve göstericilere su topları ile biber gazı sıkıldı (Olaydan sonra, biber gazına tam anlamıyla maruz kalan bir arkadaşım, etkisini Gürcistan’ın meşhur acı sosu Adjika’ya benzeterek, “Ama o kadar keskin değil!” diye şaka yapmıştı).

Kalabalık çoğunlukla gençlerden oluşuyordu. Birçoğu, protestolardan Tiflis’in gelişmekte olan gece kulüpleri ağı sayesinde haberdar olmuştu. Bu gece kulüpleri, heavy metal drag performanslarından Gürcistan Ulusal Balesi’ne kadar geniş bir yelpazede eğlence sunuyor. Bağımsızlık sonrasında doğmuş olan bu jenerasyon için birer topluluk merkezi haline gelen kulüpler, siyasi açıdan kayda değer bir etkiye sahip. Bir gösterici, bu kulüplerin “kaç kişi olduğumuzu ve birlikte ne kadar güçlü olabileceğimizi görmemiz için bir alan sağladığını” söyledi. Mart ayındaki protestolar büyüdükçe, gece kulüpleri de kapandı ve müşterilerini gösterilere katılmaları için teşvik etti. LeftBank adlı kulübün kurucusu Andro Eradze, merkezi bir organizasyon olmadığını vurguladı: “Doğal bir şekilde, fazla düşünmeden oluyor,” dedi. Onun için dönüm noktası, 2015’in haziran ayında yaşanan ve yirmi kişinin hayatını kaybettiği büyük sel felaketi olmuş. Selin ardından, şehir çamurla kaplanırken, aslanlar, kaplanlar ve diğer vahşi hayvanlar hayvanat bahçesinden kaçarak günlerce sokaklarda dolaşmıştı. Hazırlıksız yakalanan hükümet, felaketle başa çıkmakta zorlanırken, binlerce genç kendiliğinden organize olup kenti temizlemek için harekete geçmişti. Eradze, “Ben de o ekibin bir parçasıydım. Toplumsal şuurun gelişimi açısından olağanüstü önemliydi,” diye konuştu. Etrafımda toplanan bu yeni nesil, yerleşik siyasi yapılardan uzak duran, hatta onlara karşı eleştirel bir tutum sergileyen bir kuşaktı. Tasarıyı okuyan azdı ama hepsi, bu yasanın liberal özgürlüklerle olan bağlarını tamamen koparacağını düşünüyordu, zira pek çok kişinin bel bağladığı sivil toplum kuruluşları, yabancı fonlardan mahrum bırakılacaktı.

Gürcüce ve İngilizce yazılmış, Avrupa’ya bağlılık sözü veren ve Rusya’yı eleştiren el yapımı pankartlar, Gürcistan ve AB bayraklarıyla birlikte dalgalanıyordu. Hiçbir pankart Rusça değildi ve savaşın başından bu yana Gürcistan’a göç eden altmış binden fazla Rus’un hiçbirine rastlamadım; bu, halk arasında pek hoş karşılanmayan bir göç dalgasıydı. Ekonomiyi canlandırmış olsa da (geçen yıl Gürcistan’ın ekonomisi yüzde 10 büyüdü), yaşam maliyetlerini ciddi şekilde artırdı, Tiflis’te kiralar ikiye katlandı. Şehir duvarlarında “Rusları sınır dışı edin,” yazılı grafitiler belirmeye başladı. Dış dünyadan bakıldığında, bu Rusya karşıtı hava, Gürcistan’ın 2013’teki Ukrayna gibi, halkın Batı yanlısı bir muhalefetle Kremlin’den emir alan bir rejim arasında bölündüğünü doğruluyor gibi görünüyor.

Uluslararası sahnede, bu muhalefeti Gürcistan’ın eski Cumhurbaşkanı Mihail “Mişa” Saakaşvili temsil ediyor. Saakaşvili, iktidarı döneminde işlediği çeşitli yetki suistimalleri nedeniyle giyaben mahkum edilmiş, 2021’de ülkeye dönmesinin ardından tutuklanmıştı. Batılı siyasetçiler ve medya kuruluşları, sağlık gerekçesiyle Saakaşvili’nin serbest bırakılmasını talep eden samimi çağrılarda bulunuyorlar (2021’den bu yana aralıklı olarak açlık grevinde olan Saakaşvili, zehirlendiğini iddia ediyor ve sağlık durumu sürekli “ölümün eşiğinde” olarak bildiriliyor. Observer’a göre, Tiflis’te bir hastanede “zayıf düşmüş ve zihni bulanık” bir halde tutuluyor). Ancak gösterilerde pankartlarda gördüğüm tek Gürcü kamu figürü, Putin’le sarmaş dolaş bir karikatürü çizilmiş olan milyarder oligark Bidzina İvanişvili’ydi. İvanişvili, ülkenin gerçek lideri olarak kabul ediliyor ama resmi bir görevi yok ve halka açık alanlarda görünmüyor. Parlamento basamaklarından “Rus yasasını” kınayan konuşmacılar arasında da herhangi bir politikacı yoktu. Hafta ilerledikçe, küçük bir muhalefet partisinin lideri olan eski bir bakan mikrofonu ele geçirdiğinde, kalabalık “Defol!” diye slogan atarak onu susturdu; mikrofon, tanınmış bir yerel sanatçı tarafından elinden alındı. Sanatçı, “Bu, sanat ve sevgi zamanı,” diye ilan etti. Genel atmosfer, bana yaklaşık on iki yıl önceki Wall Street karşıtı Occupy hareketini anımsattı. O hareket sonunda Mike Bloomberg’in polisleri tarafından zorla dağıtılmıştı. Fakat Tiflis’teki kararlı ve giderek öfkelenen kalabalık, daha iyi bir sonuç elde etti. Üç gün süren artan protestoların ardından, hükümet yasayı geri çekti.

Gürcistan’da sokak protestoları uzun süredir etkili bir değişim aracı olmuştur. 1978’de, Sovyet iktidarının sarsılmaz göründüğü bir dönemde, binlerce insan güçsüz Gürcistan Yüksek Sovyet’inin bulunduğu Rustaveli Bulvarı’na akın etmişti. Kremlin, Gürcüce yerine Rusçanın resmi dil olarak kabul edilmesi yönünde bir karar almıştı. Sovyet döneminde protesto son derece tehlikeliydi; örneğin, 1956’da Stalin’in eleştirilmesine ve Gürcü halkına yönelik aşağılayıcı söylemlere karşı düzenlenen bir gösteri ordu tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Ancak 1978’de, dönemin yerel Komünist Parti lideri Eduard Şevardnadze, Kremlin’i ikna ederek askerlerin müdahale etmesini önledi ve Gürcücenin resmi dil olarak kabul edilmesini sağladı ki bu, Moskova için eşi benzeri görülmemiş bir tavizdi.

Bundan sadece on yıl kadar sonra, Sovyet gücü zayıflamaya başladığında, Gürcüler tekrar toplandı ve Sovyetler Birliği’nden ayrılma haklarını talep ettiler. 9 Nisan 1989’da askeri birlikler ellerinde küreklerle kalabalığı dağıttı ve yirmi kişi hayatını kaybetti. Bu hadise bir dönüm noktasıydı. Eski dışişleri bakanı olacak Tedo Japaridze’nin ifadesine göre, “9 Nisan katliamından önce, belki bazıları bağımsızlık yanlısıydı ama çoğunluk değildi. Ertesi sabah herkes birer vatansever olarak uyandı”. 1991’de bağımsızlıktan sonra Gürcistan kaosa sürüklendi. Bu yılki protestoculardan biri bana, “1990’ları yaşayan herkes hâlâ o yılların travmasını taşıyor,” dedi ve dönemin iç savaşlarını ve ayaklanmalarını parmaklarıyla sayarak gösterdi: “En az dört tane”. Parlamento binası bile çatışmalara sahne oluyordu; bağımsızlık sonrası liderlerden biri, binanın bodrum katında son direnişini yapmıştı. Siyasi bir dönüşüm geçiren Şevardnadze, 1995’te cumhurbaşkanı oldu ve artık Güney Osetya ile Abhazya’dan yoksun kalan ülkeyi yeniden inşa etmeye başladı.

Şevardnadze, Rusya’nın askeri üslerinin boşaltılması ve yeni bir anayasa hazırlanması gibi konularda ilerleme kaydetti; hatta NATO’ya üyelik başvurusu bile yaptı. Fakat rejimi yaygın yolsuzluklarla anılıyordu. Saakaşvili’nin de aralarında bulunduğu genç politikacılardan oluşan bir grup, Şevardnadze’yi tekrar iktidara getiren 2003 parlamento seçimlerinin hileli olduğunu ilan ederek sokaklara döküldü. Ellerinde kırmızı güllerle, Saakaşvili ve bir grup destekçisi meclis oturumunu bastı, Şevardnadze’yi konuşması sırasında bölerek onu kaçmaya zorladı. Şevardnadze kısa süre sonra istifa etti.

Bir Gürcü Rüyası milletvekilinin ifadesiyle, “Bu olay Gürcistan’da bir emsal oluşturdu. 6 Ocak’ta ABD’de Kongre işgal edildiğinde Amerikan hükümeti düşmedi. Ama Saakaşvili meclisi ele geçirdiğinde hükümet düştü. Şimdi, eğer fiziksel olarak parlamentoyu işgal ederseniz hükümetin düşeceği fikri hâkim”. Değişim talebine güçlü bir şekilde yatırım yapanlar arasında, “sivil toplumu” geliştirme amacıyla yabancı fonlardan istifade eden STK’lar da giderek artıyordu. Ayrıca, perde arkasında daha gölgeli güçler de işin içinde olabilir. ABD’li siyasi danışmanlık firması Black, Manafort and Stone’da görev alan merhum Greg Stephens, Londra’daki bir toplantıda iftiharla “Gürcistan’ı ben yaptım. 30 milyon dolara. Baksanıza ne kadar ucuz!” diye övünmüştü.

Saakaşvili bir süreliğine vaatlerini yerine getirdi. Hızlı ve yoğun bir reform sürecinde, sıradan vatandaşları en çok etkileyen yolsuzlukların büyük bir kısmını ortadan kaldırdı. Rüşvetçiliğiyle ünlü trafik polisi teşkilatını topluca işten çıkardı. Önceki rejimin bakanları, bazen iç çamaşırlarıyla birlikte, televizyon kameralarının önünde gözaltına alınıp götürüldü. İnsanların ehliyet gibi basit işlerini halledebilmek için rüşvet vermek zorunda kaldığı yorucu bürokrasi yeniden düzenlendi ve halka hizmet sunan bürolar kuruldu. Saakaşvili, Tiflis’e damgasını vurmak için uluslararası mimarlarla çalıştı. Kura Nehri kıyısında devasa bir Kamu Hizmeti Merkezi inşa edildi; mantar şeklinde beton kanopilerle kaplı bu bina oldukça dikkat çekiyordu. Sergi merkezi ve konser salonu olarak planlanan ve halk arasında “tüpler” olarak bilinen çelik ve camdan yapılmış iki büyük silindir yapı ise Saakaşvili’nin kendisi için seçtiği sarayın yanına inşa edildi; bu saray, çarlık döneminde emniyet müdürlüğüydü ve üzerine cam bir kubbe eklenmişti. Binanın geçmişte siyasi kargaşalarda oynadığı merkezi rolün farkında olan Saakaşvili, parlamentonun merkezini Tiflis’ten 225 kilometre uzaklıktaki Gürcistan’ın ikinci büyük şehri Kutaisi’ye taşıdı ve orada başka bir kubbe altında topladı. Fakat yanlış cam seçimi nedeniyle (maliyetleri düşürmek istemişlerdi), milletvekilleri nemli havada bunalıyordu. Milletvekillerinden biri, “Kutaisi’de yapılacak pek bir şey yok. Bu yüzden zamanımızı ziyafetler ve içkilerle geçiriyorduk,” diye anlattı.

Bu gösterişli projeler, özellikle de kapsamlı deregülasyon politikası ve diğer neoliberal ideoloji örnekleriyle birlikte yürütüldükleri için, Batı’da beklenildiği gibi Saakaşvili’ye övgüler kazandırdı. ABD’ye olan bağlılığını göstermek amacıyla Saakaşvili, Gürcü askerlerini Irak ve Afganistan işgallerine gönderdi. Tiflis havaalanına giden ana yol George W. Bush’un adıyla anıldı; 2005’te Gürcistan’ı ziyaret eden Bush, “Amerikan halkı sizinle,” diye ilan etti. Buna rağmen, başlangıçta Putin, güneydeki komşusunu tolere etmeye hazır görünüyordu. Saakaşvili’nin iktidara gelmesi, Rusya Dışişleri Bakanı İgor İvanov’un Şevardnadze’yi istifa etmesi için ikna etmesiyle mümkün olmuştu ve Saakaşvili’nin Moskova’da Putin’le yaptığı ilk özel görüşme de –her ne kadar Saakaşvili görüşmeden önce otelin havuzunda yüzüp Putin’i yarım saat bekletmiş olsa da– olumlu geçmişti. Hatta Gürcistan’ın 1990’larda kaybettiği bölgelerden biri olan Güney Osetya meselesinin barışçıl bir şekilde çözülmesi bile mümkün görünüyor gibiydi.

Fakat Saakaşvili kısa süre içinde Rusya’yı kışkırttı; Güney Osetya’daki silahsız barış gücü devriyelerine askeri polis ekleyerek gerginliği tırmandırdı. Washington’daki yetkililer ise, bu hiperaktif müttefiklerinin herkesi bir belaya sürükleyebileceğinden endişelenmeye başlamışlardı. Colin Powell, Gürcistan Dışişleri Bakanına, “Mişa’ya benim için bir şey sorabilir misin? Ayıyı her gün gözüne mi dürtmek zorunda? Belki haftada bir yeterli olur!” demişti. 2006’ya gelindiğinde, Ruslar Saakaşvili’nin hem güvenilmez olduğunu hem de Washington’un bir piyonu olarak hareket ettiğini düşünmeye başlamıştı. Gürcistan’ın Moskova’daki eski büyükelçisi ve şu anda hükümetin Rusya ile ilişkiler konusunda kıdemli danışmanı olan Zurab Abaşidze’nin anlattığına göre, Ruslar “Bu adamla el sıkışamazsınız,” anlamına gelen bir deyim kullanmışlardı.

Kremlin’de, özellikle de Putin’in kendisini telafisi mümkün olmayan düşmanca bir Batı ile karşı karşıya gördüğü olaylar arttığı için, bu ruh halini körüklemek tehlikeliydi. 2008’in nisan ayında Bükreş’teki NATO zirvesinde, Gürcistan ve Ukrayna’ya ittifakın gelecekteki üyeleri olarak kabul edildiler. Aynı yılın başlarında, ABD ve müttefikleri Kosova’nın Sırbistan’dan tek taraflı bağımsızlık ilanını tanıdı, ki bu durum Gürcistan için uğursuz sonuçlar doğurabilecek bir emsal teşkil ediyordu. Beyaz Saray’dan gelen belirsiz mesajların verdiği cesaretle, ki Saakaşvili bu mesajları bir destek sözü olarak yorumlamayı seçmişti, Ağustos 2008’de Gürcistan ordusunu Güney Osetya’ya gönderdi; burada sivil mahallelere gelişigüzel topçu ateşi açtılar. Ruslar karşı saldırıya geçti ve Tiflis’e sadece bir saat mesafeye kadar ilerlediler. Gürcistan’ın yenilgisinden sonra, Rusya hem Güney Osetya’da hem de Abhazya’da askeri üsler kurdu ve bu bölgeleri bağımsız devletler olarak tanıdı. Ancak Saakaşvili’nin bu pervasız teşebbüsünün sonuçları tamamen olumsuz değildi: Gürcistan, Rusya’nın saldırganlığının mağduru olarak kabul edilince ABD ve AB’den bol miktarda yardım akmaya başladı.

Gürcistan’da içeride neler olup bittiği ise Saakaşvili’nin Batılı destekçilerini pek ilgilendirmiyordu. İktidara geldiğinde hazine boştu ve ilk reformları büyük ölçüde devlete ait varlıkların özelleştirilmesiyle finanse edildi. Bu varlıklar arasında büyük Rustavi metal fabrikası da vardı ve oldukça düşük bir fiyata yerli bir oligarka satılmıştı. Fakat bu para toplama teşebbüsleri bununla sınırlı değildi. Ziyaretim sırasında, Saakaşvili’nin yetkililerinin sık sık suçlamalar yönelterek, bu suçlamaların sadece ağır kefalet ödemeleri ve pazarlık anlaşmaları ile çözülebildiğini anlatan iş insanlarıyla konuştum. Altı ay hapis yatmış bir banker, “Bu bir tür fidyeyle insan kaçırmaydı,” dedi. Yurt dışından finanse edilen bir STK’nın direktörüne, Saakaşvili’nin siyasi bir mahkûm olarak serbest bırakılmasını destekleyip desteklemediğini sordum, “O gangster mi siyasi mahkûm? Hadi ama!” diye hayretle cevap verdi. Ona göre bu zorbalık, küçük işletmelere kadar uzanmıştı. Bana, bir bağ sahibi olan iş insanının, bir yerel yetkiliye rüşvet vermeyi reddettiği için başına gelenleri anlattı. Saakaşvili bu yetkiliyi Tarım Bakanlığında üst düzey bir göreve terfi ettirdikten sonra, yetkili intikam almak için bağın ihracat lisansını iptal etmiş, bu da işletmenin iflas etmesine ve sahibinin intihar etmesine yol açmıştı. 2012 yılına gelindiğinde Gürcistan, Avrupa’da kişi başına en yüksek mahkûm nüfusuna sahip ülke olmuştu ve polis işkencesi yaygındı.

Bir süreliğine, Gürcistan’ın en zengin kişisi olan Bidzina İvanişvili, rejimin zorlamalarından etkilenmeden kaldı. Batı Gürcistan’daki yoksul bir köyde doğup büyüyen İvanişvili, 1990’ların çalkantılı döneminde Rusya’da milyarlarca dolar kazandı. İş çevrelerinde “Piton” (Pitond) lakabıyla tanınan İvanişvili, petrol ve alüminyum gibi kanlı ve tehlikeli sektörlerden uzak durarak, emtia ticareti ve bankacılık alanında büyük başarı elde etti. 1996 Rusya devlet başkanlığı seçimlerinde Yeltsin’e yardım ettikten sonra oligark elitin arasına katıldı ve kendisine, birkaç seçkin kişinin inanılmaz servet kazandığı “hisse karşılığı kredi” programına katılma hakkı tanındı. Oligarkların çoğu Batı Avrupa’ya taşınırken, İvanişvili ülkesine, Gürcistan’a dönmeyi tercih etti ve otel ve gayrimenkul yatırımlarına yöneldi. Ülkesindeki insanlardan fiziksel olarak da mesafesini koruyarak, Tiflis’in yükseklerinde bir tepede kendine camdan bir şato inşa etti. Bu münzevi milyarder tarafından şehre kazandırılan diğer bir yapı ise, altın kubbesi şehrin dört bir yanından görülebilen devasa Ortodoks katedraliydi. Bu oldukça akıllıca bir yatırımdı. Sovyet döneminde baskı altında kalan kilise, bağımsızlıktan sonra popülerlik ve servet kazandı ve bu güçlü konumu bugüne kadar devam ediyor. Son derece muhafazakâr bir figür olan Patrik II. İlya, anketlere göre, hatta Putin’e yakın Rus Ortodoks Kilisesi’ndeki mevkidaşlarıyla sıcak ve destekleyici ilişkileri olmasına rağmen, Gürcistan’ın en sevilen kişisi olmaya devam ediyor.

2008’den sonra Saakaşvili’nin el koyma faaliyetleri hız kazandıkça, İvanişvili de tehdit altında olduğuna inanmaya başladı. Harekete geçerek 2012’de yapılacak seçimlere katılmak için “Gürcü Rüyası” adlı siyasi hareketi kurdu ve bu hareketin çatısı altında muhalefet partilerinden bir koalisyon oluşturmayı başardı. Sağlık hizmetleri ve sosyal yardımlar gibi reform vaatleriyle geniş bir seçmen kitlesine hitap etti; ciddi ameliyatlar için ücretsiz sağlık hizmeti sunma ve herkes için ücretsiz çamaşır makinesi gibi vaatler verdi (kendi köyündeki her evin çatısını yeniletti). İvanişvili, kendini etkili bir siyasetçi ve halkın karşısında konuşma yapan biri haline dönüştürdü. Tiflis’teki seçim sürecini izleyen film yapımcısı Stefan Tolz, “Gerçekten de söylediklerinizi dinliyordu. Saakaşvili ise sadece kendi söylediklerine odaklanıyordu. Bana Donald Trump’ı hatırlatıyordu,” ifadesini kullandı. Seçimden iki hafta önce, İvanişvili’ye ait bir televizyon kanalı, polislerin mahkûmları dövdüğü dramatik bir videoya yer verdi. Saakaşvili bunun kurgu olduğunu iddia etse de Gürcü Rüyası seçimleri açık ara kazandı ve İvanişvili başbakan oldu. Saakaşvili’ye olan güvenin hâlâ yüksek olduğu Washington’dan gelen elçiler, endişeyle Gürcistan’ı nasıl yöneteceğini sordular. İvanişvili ise gülümseyerek, onlara iç rahatlatıcı bir yanıt verdi: “Ben Gürcistan’ı yönetmeyeceğim. Sivil toplumun tam katılımıyla kurumsallaşmış bir demokrasiyi yöneteceğim,” dedi. Bu sözlerle ikna olan ABD’li senatörler, Saakaşvili’ye yenilgiyi kabul etmesi talimatını verdiler.

İşini tamamlayan İvanişvili, kısa süre sonra arka plana çekildi ve Kasım 2013’te başbakanlıktan istifa etti. Fakat iktidarı tamamen bırakmadı. Şu anki içişleri bakanı Vahtang Gomelauri, İvanişvili’nin eski baş koruması. Başbakan Irakli Garibaşvili ise eski özel kalemi. Sağlık eski bakanının ise ailesinin dişçisi olduğu söyleniyor. Bu tür bağlantılar sayesinde İvanişvili’nin doğrudan kontrol sağlamasına ya da üst düzey yetkililerle düzenli iletişim kurmasına gerek kalmıyor. Hassas bir pozisyondaki bir yetkili, “Yıllardır kendisiyle konuşmadım. Ve İçişleri Bakanı, eski bir dostum, onun da bir yıldır konuşmadığını söyledi,” dedi. Anladığım kadarıyla, taleplerini hükümete iletmek için çeşitli çalışanları, aralarında yakın akrabalarının da bulunduğu kişiler aracılığıyla iletiyor.

Bu görünürde rahat tavrına rağmen, aklını meşgul eden pek çok konu var. Bir Amerikalı yetkili, “İvanişvili’nin bir numaralı endişesi, kendisinin, ailesinin ve servetinin güvenliği olmalı. Aynı konumda bulunmuş diğerlerinin başına gelenlerin farkında olabilir,” diye konuştu. İvanişvili’nin, servetine yapılan saldırıların siyasi motivasyonlu olduğuna inandığı görülüyor. 2005 yılında, bir milyar dolardan fazla bir miktarı Credit Suisse’in varlık yönetim departmanına emanet etti; bu, kötü bir karar olarak sonuçlandı; zira hesaplarından biri, bankanın üst düzey yetkililerinden Patrice Lescaudron tarafından yağmalandı. Banka, bu hırsızlık belirtilerini görmezden geldiği gibi, İvanişvili’ye geri ödeme yapmayı da reddetti ve çalışanının eylemlerinden sorumlu olmadığını öne sürdü. İvanişvili, sonunda dava açarak en az 900 milyon dolar kazandı. Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra parasını İsviçre’den çıkarmakta yeni zorluklarla karşılaşmaya başladı. Bunu, Gürcistan’ın savaşa dair politikasını değiştirmeye yönelik “gayri resmi yaptırımlar” olarak yorumladı; Gürcistan, işgali kınamak dışında savaşa herhangi bir şekilde müdahil olmaktan kaçınma politikası izliyor. Buna ek olarak, Gürcistan’ın AB üyelik başvurusunun değerlendirilmesinden önce siyasi ve iktisadi yaşamında “de-oligarklaşizasyon” yapılmasını talep eden AB baskılarıyla birleşince İvanişvili, Washington tarafından organize edilen bir kampanyanın hedefi olduğuna dair bolca kanıt gördüğüne inanıyor.

İlginç bir şekilde, İvanişvili’nin Gürcü Rüyası partisi aracılığıyla sürdürdüğü iktidarı, kısmen onun koltuğundan ettiği adama, yani Saakaşvili’ye bağlı. Gürcü seçmenler tarafından reddedilmesinin ve Brooklyn’in lüks bir mahallesinde rahat bir işsizlik döneminin ardından, Saakaşvili yeni bir yuva buldu: 2015’te, eski üniversite arkadaşı ve o dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko, ona Ukrayna vatandaşlığı vererek Odessa Valiliğine atadı. Ancak kısa sürede araları açıldı. Saakaşvili, eski müttefikine karşı kampanya yürütmeye başlayarak onu Ukrayna’daki yolsuzluğun kaynağı olmakla suçladı. Öfkeli Poroşenko, onun yeni vatandaşlığını iptal etti ve Rus “suç unsurları” ile ilişkili yolsuzluk iddialarıyla suçladı. Saakaşvili, intihar tehdidiyle çıktığı bir çatıdan polis tarafından zorla indirildi. 2019’da Poroşenko’nun yerine Vladimir Zelenskiy Ukrayna Devlet Başkanı olunca, Saakaşvili Gürcistan’da yeniden iktidara dönme fırsatı gördü. Zelenskiy’in yönetiminde, Saakaşvili’nin Gürcistan’daki hükümetinden eski dostları da vardı ve onların desteğiyle Ekim 2021’de bir soğutucu kamyonun içinde Gürcistan’a gizlice giriş yaptı. Büyük bir halk desteğiyle karşılanmayı bekliyordu ama birkaç gün içinde gözaltına ve iktidarda olduğu dönemdeki dayak ve cinayet skandallarına ilişkin suçlamalarla yargılandı ve mahkûm edildi. O zamandan beri hapiste, ancak Washington’da güçlü finansmanla yürütülen bir kampanya onu, Putin tarafından organize edilen bir komplonun kurbanı olarak lanse ediyor.

Saakaşvili’yi ülkeden çıkarıp bir uçakla göndermenin daha kolay olup olmayacağı sorulduğunda, Gürcü yetkililer genelde, adil bir şekilde mahkûm edilen bir suçluyu serbest bıraktıkları için asla affedilmeyeceklerini söylüyorlar. Daha da önemlisi, Saakaşvili rejim açısından son derece faydalı bir siyasi koz sağlıyor. Onu, kendi iktidarlarının alternatifi olarak eski günlerin yolsuzluğuna dönüş anlamına geleceğini hatırlatan bir figür olarak kullanıyorlar. Saakaşvili’ye verilen uluslararası destek, rejimin “Batı’nın Gürcistan’ı Ukrayna savaşına bulaştırmayı planladığı” yönündeki mesajını güçlendiriyor. Mart ayında Başbakan Garibaşvili, “Gürcü Rüyası hükümeti, savaştan yana bir hükümet değildir,” dedi. Ukraynalı yetkililer, Saakaşvili’nin iktidarda olmasını, Rusya’ya karşı bir savaş başlatmasını ve Gürcistan’ı bu savaşa dahil etmesini istiyorlardı. Muhalefet, bu söylemi korku yayma olarak nitelese de, mesaj halkta yankı buluyor. Tiflis’te yaşayan bir Amerikalı, hükümetin “Putin Ukrayna’da kazanırsa sıranın kendilerine geleceğinden, kaybederse de hızlı bir zafer kazanmak için Gürcistan’a yöneleceğinden korktuğunu” belirtti.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English