DÜNYA BASINI
Hindistan’da beceriksiz muhalefet ve Modi’nin alternatifsizliği
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse“Yaygın kayırmacılık suçlamalarına rağmen Modi’nin itibari hala sağlam. Onaylanma oranı sürekli olarak yüzde 75’in üzerinde.”
Çevirmenin notu: Hindistan’da ana muhalefetteki Kongre Partisi, geçen yılın sonlarında Narendra Modi hükümetine karşı ülke çapında “birlik yürüyüşü” başlatmıştı. Kongre Partisi lideri Rahul Gandhi ve parti liderlerinin öncülük ettiği yürüyüş, kısa zaman içinde ülke çapında yayılarak sansasyon yaratmıştı. Yürüyüşün gerekçeleri arasında ülkede büyüyen zengin-yoksul uçurumu, Çin’e dönük politikalar ve Modi liderliğindeki BJP hükümetinin yolsuzlukları yer aldı. Fakat kısa bir süre sonra Gandhi’nin yürüyüşünün yarattığı etki sönümlendi ve Modi, hala anketlerde sağlam konumda. Aşağıda tercümesi verilen makalede Johns Hopkins Üniversitesi’nde görev yapan Hindu akademisyen Aditya Bahl, Kongre Partisi’nin yürüyüşünün yarattığı etkileri ve Hindistan toplumunun durumunu detaylandırarak muhalefetin riyakârlığına işaret ediyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Kongre küllerinden tekrar mı doğuyor?
Aditya Bahl, New Left Review
22 Haziran 2023
Geçtiğimiz yıl 7 Eylül’de Kongre’nin kıdemli lideri Rahul Gandhi, BJP liderliğindeki hükümetin “bölücü politikalarına” karşı “Hindistan’ı birleştirmek” amaçlı bir protesto yürüyüşü olan Bharat Jodo Yatra’yı [Birleşik Hindistan Yürüyüşü] başlattı. Hindistan’ın güney ucundaki Kanyakumari’den kuzeydeki Cammu ve Keşmir’e kadar uzanan yatra, yaklaşık 3 bin 500 kilometre oldu ve on iki eyaleti kapsadı. Bazı ünlüler beş ay süren bu yolculuğa katılarak manşetlere çıktı. Gandhi’nin kıyafeti (kış boyunca tek bir polo tişört), dağınık sakalı ve fit vücudu (“on saniyede on dört şınav”) da öyle. Sağcıların tepkisi tahmin edilebilirdi: bazıları Gandhi’nin Burberry gardırobuyla alay etti, diğerleri sakalını Saddam Hüseyin’inkine benzetti. Yine de Nehru-Gandhi hanedanının 52 yaşındaki veliahtı, geçtiği her eyalette popülaritesinin —en çok da yüzde 32’den yüzde 55’e sıçradığı Delhi’de— arttığını gördü. Kariyerinde ilk kez kitlesel bir popülarite dalgası yakalayan Gandhi, şu unutulmaz özeti yaptı: “Nefret pazarında sevgi dükkanları açıyorum.” Ardından birkaç hafta içinde yıldızı söndü. 23 Mart’ta bir alt Hint mahkemesi onu Başbakan’ın soyadı hakkında hakaret içeren yorumlarda bulunmaktan mahkûm etti. Bir gün sonra da parlamentodan karga tulumba çıkarıldı.
Gandhi’nin siyasi istikbali tehlikede olsa da ezeli düşmanı, görevde olduğu dönemdeki dalgalanmalara rağmen hala dokunulmaz görünüyor. Dokuz yıl boyunca Narendra Modi, popülaritesinin azalmasını daimî olarak engelleyen yıkıcı bir dizi “şok ve dehşet” operasyonuna imza attı. Kasım 2016’da bir gecede tedavüldeki paranın yüzde 86’sını geri çekerek 10 ila 12 milyon emekçiyi işinden etti. Temmuz 2017’de bölgesel yönetimlerin gücünü daha da kısıtlayan merkezi bir Mal ve Hizmet Vergisi uygulamaya koydu. Ağustos 2019’da Cammu ve Keşmir’in anayasal özerkliğini kaldırarak buraya Keşmirli olmayanların ve özel madencilik şirketlerinin akın etmesine imkân verdi. Aynı yılın ilerleyen günlerinde ayrımcı vatandaşlık yasası değişikliğini yürürlüğe koyarak, Yeni Delhi’de Müslümanlara dönük sağcı bir pogromla bastırılan büyük protestolara yol açtı. Mart 2020’den itibaren tahminen 4,7 milyon kişinin hayatına mal olan ve işsizlik oranının yüzde 20,9’a yükseldiği Kovid-19 salgınını feci şekilde kötü yönetti. Eş zamanlı olarak, Hindistan tarımının şirketler tarafından istimlak edilmesini kolaylaştırmak adına üç yeni yasa çıkardı ve tarım sendikalarının bir yıl süren mücadelesi nihayetinde onu bu yasaları yürürlükten kaldırmaya zorladı. Şimdi ise Modi’nin Asya’nın en zengin ikinci adamı olan milyarder Gautam Adani ile yakın ilişkisi, iş adamının hisse senedi manipülasyonu ve muhasebe dolandırıcılığının ortaya çıkmasının ardından dünya gündeminde.
Fakat yaygın kayırmacılık suçlamalarına rağmen Modi’nin itibarı sağlam. Onaylanma oranı sürekli olarak yüzde 75’in üzerinde; bu, görevdeki başbakanlar arasında en yüksek oran. Deneyimli Hintli gazeteci M.K. Venu’nun yazdığı üzere, Modi, üzerine hiçbir şeyin yapışmadığı bir “teflon lider.” Ancak bu değişmez hegemonyaya rağmen Hint siyaseti durağan olmaktan çok ötede. Seçimlerde Kongre’yi işlevsizliğin eşiğine getiren BJP, ironik bir şekilde, Kongre’nin 1970’lerin başındaki otoriter saltanatıyla karşılaştırmalara neden olmaya başladı. Pek çok yorumcu benzerliklere dikkat çekti: Modi de İndira Gandhi gibi karizmatik bir şahsiyet ve esasen tek partili bir devlete öncülük ediyor; ulusal ve bölgesel düzeyde muhalefet liderlerini hedef almak için devlet kurumlarını kullanıyor (Rahul Gandhi’nin görevden alınması pek çok örnekten yalnızca biri); işbirliğine dayalı federalizm ilkelerini bastırıyor, tüm bölgesel güçleri merkezileştiriyor, yeni bir ahbap çavuş kapitalist ekibini teşvik ediyor vb. Şimdi, BJP eski Kongre’ye benzemeye başladıkça, Kongre de kendini yeniden markalaştırmaya çalışıyor ve elitlerden uzaklaşıp halk sınıflarına doğru geçici adımlar atıyor.
Bharat Jodo Yatra bunun başlangıcıydı. Ekim 2022’de Kongre, ender görülen bir başkanlık seçimi düzenledi: İndira Gandhi’nin 1972’de yaptığı iç oylamadan bu yana bu türdeki yalnızca üçüncü etkinlik. Tarihinin büyük bölümünde kalıtım, partinin sağ kanadının yararına olacak şekilde demokrasinin aleyhine oldu. Modi, sık sık Kongre derebeyliğini hicvetti ve Gandhi’yi bir şehzade (ya da prens) olarak tasvir ederken kendi avam kökenlerini öne çıkardı. Ancak yeni seçilen Kongre Başkanı, bir zamanlar sendika lideri ve Manmohan Singh’in kabinesinde bakan olan 80 yaşındaki Mallikarjun Kharge, bu pozisyona gelen ikinci Dalit. Onun liderliğinde Kongre’nin seçim stratejisi değişti. Kongre’nin 2024’te yapılması planlanan genel seçimler ve bu yılın sonunda yapılacak dokuz eyalet meclisi seçimleri öncesinde “çoğulculuk” ve “sevgi”ye dair geleneksel kaygıları yerini yavaş yavaş daha somut refah politikalarına bırakıyor.
2023’ün ilk aylarında BJP, kuzeydoğudaki hakimiyetini daha da sıkılaştırdı. Şubat ayında, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Meghalaya ve Nagaland eyaletlerinde yerel partilerle kurulan koalisyonlarda küçük ortak oldu. Mart ayında ise Hinduların çoğunlukta olduğu Tripura eyaletinde iktidara gelerek kırk yıldır neredeyse kesintisiz iktidarda olan komünistleri tasfiye etti. Mayıs ayında ise Kongre, iktidardaki BJP tarafından uzun zamandır güney Hindistan’daki “safran devrimi” için stratejik bir geçit olarak görülen Karnataka’da nadir görülen bir zafer elde etti. Kongre toplam oyların yaklaşık yüzde 43’ünü alarak 212 meclis sandalyesinin 135’ini kazandı. 1989’dan bu yana hiçbir parti bu tür bir çoğunluğa ulaşamamıştı. Yine de en dikkat çekici olan şey programıydı. Köktendinci Hindutva örgütü Bajrang Dal’ı yasaklama vaadinin yanı sıra Kongre manifestosu beş önemli refah reformu içeriyordu: tüm hanelere 200 birim ücretsiz elektrik; her kadın aile reisine aylık 2 bin rupi ve işsiz yeni mezunlar için 3 bin rupi yardım; yoksulluk sınırının altında yaşayan ailelerin her üyesine 10 kilogram ücretsiz pirinç ve kadınlara halk otobüslerinde ücretsiz seyahat. Yerel Kongre liderliği bu önerileri açıkça Alpasankhyataru (azınlıklar), Hindulidavaru (geri kalmış sınıflar) ve Dalitaru’ya (Dalitler) sunarken, tarihsel olarak dezavantajlı grupların kamu kurumlarında daha iyi temsil edilebilmesi için ulusal kast sayımı taleplerini yineledi. Bu arada BJP de her zamanki dini kutuplaştırma taktiklerini uyguladı. Kısa bir süre önce devlet okullarında başörtüsünü yasaklayan BJP, ezana, helal et dükkanlarına ve Müslümanlar için rezervasyon kotalarına karşı bir dizi kışkırtıcı kampanya yürüttü. Seçim sonuçları açıklandığında, Rahul Gandhi ilanını şöyle tweetledi: “Yoksulların gücü BJP’nin kapitalizmini yendi.”
BJP halen diğer on dört eyalette iktidarı elinde tutarken, Kongre sadece altı eyalette iktidarda. Önümüzdeki üç meclis seçimi Hint kuşağında gerçekleşecek; merkez eyaletleri Madhya Pradesh ve Chhattisgarh’ın yanı sıra görevdeki Kongre’nin bir iç isyanla mücadele etmekle meşgul olduğu kuzeybatı Rajasthan eyaleti. Burada Hindutva hegemonyasını delmeye yönelik politika vaatleri tek başına yeterli olmayacaktır. Madhya Pradesh’te BJP’nin ana örgütü olan Rashtriya Swayamsevak Sangh o kadar güçlendi ki artık shakhalarını [medrese] devlet dairelerinin içinde işletiyor. Kongre’nin benzer bir kadro ağı yok. Eyalet lideri Kamal Nath’ın bir dizi yolsuzluk tezgahına karışmış şaibeli bir multimilyoner olması da buna yardımcı olmuyor. Yaklaşan seçimlere hazırlık olarak bir “tapınak rahipleri hücresi” kurdu ve kısa süre önce devlet ödeneklerinin artırılmasını ve tapınak arazilerinin ailelerine devredilmesini talep eden Brahmin rahipleriyle bir “dini diyalog” düzenledi. Karnataka’da alt sınıfları bir araya getiren parti, Madhya Pradesh’te Brahmin rahiplerine kur yapıyor.
Bu tür çelişkileri yerel liderleri suçlayarak açıklamak makul olacaktır. Ancak bu, Kamal Nath Kongre saflarında bir istisna sayılmaz. Gandhi’ler de seçim fırsatçılıklarıyla meşhur. Önceki seçim kampanyaları sırasında Rahul Hindu tapınaklarında Brahmanik janeu’sunu sergilerken, kız kardeşi Priyanka Hindutva siyasetinin merkezi olan Ayodhya’daki Ram Mandir tapınağının inşasını desteklemişti (Kamal Nath yerel parti birimi adına on bir gümüş tuğla bile bağışladı). Rahul, “BJP kapitalizmine” karşı bir dizi ses getiren sefere öncülük etti, ancak “Kongre kapitalizminin” kirli tarihini —1991’de neoliberalizme dönüşü, önceki on yıllarda Adani’ye verdiği destek söz konusu olursa— tartışma konusunda isteksiz davranıyor. Bu nedenle partinin kendini yeniden keşfetmesinin kozmetik bir makyajdan öte bir şey olup olmadığı sorulmalı. Alt sınıflara yönelik hareketi, BJP’yi geride bırakmaya yönelik sinik bir teşebbüsten mi ibaret?
Deneyimli gazeteci Harish Damodaran bir süredir Hindistan kapitalizminin bu iki çeşidi arasındaki tarihsel düğümü çözmeye çalışıyor. Damodaran’ın analizine göre, Kongre liderliğindeki liberalleşmenin ilk yıllarına bölgesel girişimcilerin ve bölgesel partilerin eşzamanlı yükselişi damgasını vurdu. İlki, koalisyon hükümetlerinde kilit makamları işgal eden ve Yeni Delhi’deki bağlantılarını kullanarak şeker, otoyol, basın, içki ve emlak gibi yeni liberalleşen sektörleri ele geçiren yerel siyasi şebekelere büyük yatırımlar yaptı. Partiler de bütçelerini bölgesel tabanlarını güçlendirmek için kullandılar.
Bu dinamik, BJP’nin 2014 yılında iktidara gelmesi ve yeni bir ahbap çavuş kapitalizmi döngüsünü başlatmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Bölgesel girişimcilerin yerini artık doğrudan merkezi hükümet tarafından himaye edilen büyük holdingler aldı. BJP’nin münhasır ekonomik bölge düzenlemeleri ve kredi hükümleri gibi iktisadi reformları, şirketlerin tüm sektörlerde tekelleşmesine neden oldu (Reliance petrokimya ve telekomu, TATA çelik ve IT hizmetlerini, Adani limanları ve enerjiyi kontrol ediyor). Hindistan’daki eşitsizlik de bunu takip etti, en tepedeki yüzde 1’lik kesim Hindistan’ın toplam servetinin yüzde 40’ından fazlasına sahipken, en alttaki yüzde 50’lik kesim sadece yüzde 3’üne sahip oldu. BJP, nakit paranın kendi kasasına akması için yeni kanallar açarak kurumsal müttefiklerinin zenginleşmesinden faydalandı. Parti 2017 yılında, sermaye gruplarının siyasi partilere anonim olarak bütçe sağlamasına olanak tanıyan bir “seçim tahvili” programının açılışını yaptı. 2022 yılına gelindiğinde BJP bu tür bağışların yüzde 57’sini (92 milyar rupi) aldı. Kongre sadece yüzde 10 alırken, şu anda Batı Bengal’de iktidarda olan Trinamool Kongresi kayda değer miktarda bütçe alan tek bölgesel parti oldu (yüzde 8). BJP’nin siyasi gücü merkezileştirmesinin sırrı, siyasi finansın bu şekilde merkezileştirilmesinde yatıyor.
Hindutva tugayı 1990’ların başında ilk kez ön plana çıktığında, muhalif aktivist Aijaz Ahmad zırhındaki küçük çatlağı fark etti. Ona göre BJP’nin, parlamento dışındaki adamlarının vahşetine denk düşecek tutarlı bir ekonomi programı yoktu. Kongre, Hindistan ekonomisini çoktan liberalleştirdiği için BJP çokuluslu şirketlere “daha çok cazip” bir teklifte bulunamazdı. Otuz yıl sonra durum tersine döndü. BJP ikinci bir liberalleşme dalgası başlatarak başat kamu sektörlerini —tarım, sağlık, ordu ve eğitim— eşi benzeri görülmemiş düzeyde özel yatırıma açtı. Bu arada Kongre, Hindistan’ın alt sınıflarına “çok daha cazip” bir teklif sunarak seçim cazibesini artırmaya çalıştı.
Ancak Kongre’nin refahçı dönüşünün kitle siyasetinde çok az karşılığı var ya da hiç yok. Uttar Pradesh, Gujarat, Andhra Pradesh ve Batı Bengal gibi pek çok eyalette küçük çaplı bir muhalefet partisi statüsüne indirgendi. Sonuç olarak, kadro örgütleri ciddi şekilde dağılmış durumda. Hala saray entrikalarına saplanmış olan üst düzey liderliği, tabandan gelen aktivizmin zorluklarından kopmuş durumda. Seçim ateşi Hint kuşağını sararken, bu tabaka şimdi çalışan yoksullara mütevazı teşvikler ve maaş paketleri dağıtıyor. Fakat daha radikal tedbirler (servet vergileri, istihdam güvenceleri, asgari ücretler vb.) önererek siyasi elitler ve büyük şirketler arasındaki yeni ittifakı bozmaları pek mümkün değil. Sosyal reformlara dönük tepeden inme ve bölük pörçük çabaları onlara fazladan oy kazandırabilir. Ancak bunlar Kongre’nin kendi iç çelişkilerini çözmek şöyle dursun, Hindutva’nın yürüyüşünü bile durduramaz.
Rahul Gandhi, nisan ayında resmi konutundan tahliye edildiğinde Kongre #MeraGharAapkaGhar başlıklı bir sosyal medya kampanyası yürütmüş ve parti üyelerinin evlerini Gandhi’ye sunduklarını göstermişti. Eş zamanlı olarak RSS ve ona bağlı örgütler Ram Navami dini bayramı sırasında Müslüman mahallelerine eş zamanlı saldırılar düzenliyordu. Hint kuşağı boyunca sağcı çeteler çok sayıda Müslümanın evini, dükkânını, kütüphanesini, mezarlığını ve camisini yakıp yıktı. “Buldozer adaleti” olarak bilinen bu tür yargısız infazlar, Hindutva’ların Hindu dini törenleri sırasında sık sık çete şiddetini kışkırtmakla suçlanan azınlık nüfusunu toplu olarak kriminalize etmeye yönelik yeni bir manevrası. Tüm bunlar olurken Kongre şiddeti durdurmak istemeyerek seyirci kaldı. Yeni Delhi’deki liderliği Gandhi’nin durumuyla meşgulken, Madhya Pradesh’teki kadroları eyalet merkezini pırıl pırıl safran bayraklarla süslüyor ve bin altı yüz Brahman rahibin gelişine hazırlanıyordu.
İlginizi Çekebilir
-
Suriye’deki çalkantının Hindistan’a yansıması
-
Çin ve Hindistan Asya’nın jeotermal pazarına liderlik edebilir
-
ABD, Rusya’nın petrol endüstrisine ‘İran tarzı’ yaptırımlar planlıyor
-
Rusya ile Hindistan, tarihin en büyük petrol anlaşmasını imzaladı
-
Bangladeş ve Hindistan Hasina sonrası gerilimi düşürmek için görüştü
-
Hindistan Savunma Bakanı Rusya’yı ziyaret etti
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
5 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
7 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt