Görüş
Hindistan’da genel seçimlere doğru-2 / Hindutva ideolojisi

Hindutva, Hinduluk anlamına gelen Neo-Sanskritik bir terimdir. İç ayrılıklarla, dış tehditlerle ve geleneksel sosyal hiyerarşileri koruyarak kayıp bir uygarlık ihtişamını geri kazanmakla meşgul olan gerici bir kimlik politikasından, “uygarlıkçılıktan” oluşan Hindu milliyetçiliğinin güçlü paternalist biçimidir. Batı Hindistan’da, sömürge yönetimine, Hindu olmayanların din değiştirtmesine ve sömürge döneminde laik, Hindu olmayan ve alt kastın sömürge karşıtı seferberliğine karşı üst sınıf, orta sınıf bir Hindu tepkisi olarak ortaya çıktı. Bu gelişmeler mevcut toplumsal düzeni bozdu ve on dokuzuncu yüzyılda bazı Hindu geleneklerini milliyetçilikle birleştiren hareketlerin ortaya çıkmasına neden oldu.
İlk olarak 1923’te V.D. Savarkar tarafından kavramsallaştırıldığı şekliyle Hindutva doktrini, devleti, ulusu ve bölgeyi Hindu kimliğiyle ilişkilendiriyordu. Savarkar, antik Mısırlılar ve Babillilerden önce antik Hinduların “büyük ve kalıcı bir uygarlığın” temelini attığını savundu. Bu büyük uygarlık, başlangıçta Budizm’in yayılması ve sonrasında askeri gücün azalması ve ardından da “Hindutva inanışına göre, Hindistan’ı karanlık bir baskı ve zulüm çağına sokan, onu İngiliz sömürgeciliğini önleyemez hâle getiren despot Müslümanlar” tarafından tekrarlanan istilalar nedeniyle yozlaşmıştı. Savarkar, bir Hindu’yu Hindistan’ı “kutsal toprakları” ve aynı zamanda “anavatanları” olarak gören biri olarak tanımladığından bu yana Müslümanlar ve Hristiyanlar başka uygarlıklara mensup sayıldı ve Hinduizm’e geçmedikleri sürece Hindistan’ın birlik ve ilerlemesine birer tehdit unsuru hâline getirildi. Kast ayrımları da bir tehdit olarak görüldüğünden, örneğin alt kastların okullara erişimini artırarak ve sistemi hiyerarşik olarak farklılaşmış olsa da her kastın değerlendiği düzenleyici bir sistem olarak yeniden tanımlayarak kast hiyerarşilerini terk etmese de iyileştirmeye çalıştı.
Savarkar’dan etkilenen Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS: Ulusal Gönüllüler Derneği), Maharashtra’dan alt-orta, orta ve üst-orta sınıf Brahmin erkekler tarafından 1925’te kuruldu. RSS, sömürgecilik karşıtı hareketi reddetti ve yerine, fiziksel ve askeri eğitime önem veren erkek gönüllü derneklerinin kurulması yoluyla birleşik, saldırgan bir Hindu kimliği oluşturmak için politik olmayan, karakter geliştirici çalışmaları destekledi. Bir kadın örgütü olan Rashtra Sevika Samiti (Hint Kadınlar Örgütü), kadınlara ve onlar aracılığıyla çocuklarına Hindu ulusunun hizmetkârlarının gerektirdiği disiplini ve itaati aşılamak için 1936’da kuruldu. Kadınlar fiziksel ve ideolojik eğitim yoluyla bekar savaşçılar, iffetli eşler veya kahraman anneler hâline gelecekti. RSS bağlantılı örgütler 1948’den sonra çoğaldı ve bunların başında, siyasi parti Bharatiya Jana Sangh (BJS – Halkın Partisi), politik seferberliği teşvik etmek için Vishwa Hindu Parishad (VHP – Dünya Hindu Konseyi) ve ticaret birliği olan Bharatiya Mazdoor Sangh (BMS- Hindistan İşçi Sendikası) geliyordu. Bu örgütler, özellikle Müslüman ve Hristiyan dönüşümüne karşı savunmasız görülenlere ve “yabancı” sol ideolojileri benimseyen “batılılaşmış” Hindu elitlerine Hindutva medeniyetçiliğini aşılamak için tasarlandı.
RSS lideri Deendayal Upadhyaya’nın, BJS’nin ve onun ardılı BJP’nin ideolojisinin de temeli olan “bütünsel hümanizm” felsefesi, ulusu birleştirmek için toplumsal reforma öncelik verdi ve ardından bunu, kitlesel seçim desteğinin kendiliğinden takip edeceği varsayıldı. Bu, shakhaların veya yerel şubelerin kurulması, Hindutva uygarlığının yerel olarak tanıtılması ve sosyal hizmetlerin sağlanması yoluyla yerel bir aktivist ağının oluşturulmasını gerektiriyordu. RSS lideri D.P. Thengadi, kast sistemine benzer bir sosyal düzen, bireylerin “doğal yeteneklerine” göre dâhil edildiği sosyo-ekonomik ve politik “ailelerin” örgütlenmesini savundu. Hindutva liderleri sivil toplumun önderlik ettiği toplumsal değişimi vurgulasa da devletin aynı zamanda disiplin, düzen, birlik, “Hindu ulusal ruhu” ve “kanun” olarak farklı şekillerde anlaşılan muğlak bir terim olan Dharma’nın savunucusu ve temsilcisi olarak paternalist bir rolü vardı.
Ve BJS’nin yerini, 1980’de daha ana akım bir siyasi parti olarak kurulan, tabandan gelen refah faaliyetleri aracılığıyla “kalpleri ve zihinleri” kazanmayı amaçlayan ve partinin temel ilkelerine demokrasi ve Gandhi sosyalizmi gibi Hindutva dışı popüler kavramları ekleyen BJP aldı.
***
Hindutva’nın öne çıkan iki temel ilkesinden biri Hint-Aryan göç teorisini reddetmek ve “Hindistan’dan çıkış” tezini savunmak, diğeri Akhand Bharat fikrini savunmaktır.
***
Hint-Aryan göç teorisi
Hindutva, Hint uygarlığının kaynağının Hinduizm’in en eski dini metinleri Vedalar’ı oluşturan Aryanlar olduğunu düşünüyor. Aryanların da Hindistan’dan geldiklerini ve daha sonra Asya ve Avrupa’nın büyük bölgelerine yayılarak Avrupalıların ve Hintlerin bugün hâlâ konuştuğu Hint-Avrupa dilleri ailesinin kurulmasına yardımcı olduklarını ileri sürüyor. Pek çok Hint bilim insanı, Hint-Avrupa dilini konuşanların (veya Aryanların) muhtemelen daha önceki bir uygarlığın çöküşünden sonra Hindistan’a gelen birçok tarih öncesi göçmen akımından sadece biri olduğunu ileri sürerek “Hindistan’dan çıkış” tezini sorguladı. Bu, şu anda kuzeybatı Hindistan ve Pakistan’da Mısırlılar ve Mezopotamyalılarla hemen hemen aynı zamanlarda gelişen Harappan (veya İndus Vadisi) uygarlığıydı. Ancak Hindutva, Harappan uygarlığının aynı zamanda bir Aryan veya Vedik uygarlığı olduğuna inanıyor.
Ancak son yapılan araştırmalar son 10 bin yılda Hindistan’a iki büyük göçün yaşandığını gösteriyor. Bunlardan ilki İran’ın güneybatısındaki Zagros bölgesinden (keçi evcilleştirilmesine dair dünyada ilk kanıtın bulunduğu bölge) ortaya çıktı ve tarımcıları, büyük ihtimalle çobanları Hindistan’a getirdi. Bunun, M.Ö. 7 bin ile 3 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu Zagroslu çobanlar, alt kıtanın ilk sakinleriyle (İlk Hintler, Hindistan’a yaklaşık 65 bin yıl önce ulaşan “Afrika’dan çıkış” göçmenlerin torunları) karıştılar ve birlikte Harappan uygarlığını yaratmaya devam ettiler. M.Ö. 2 binden sonraki yüzyıllarda Avrasya bozkırlarından, muhtemelen şu anda Kazakistan olarak bilinen bölgeden ikinci göçmen grubu (Aryanlar) geldi. Büyük olasılıkla yanlarında Sanskrit dilinin eski bir versiyonunu, atlar üzerindeki ustalığı ve kurban ritüelleri gibi bir dizi yeni kültürel uygulamayı getirmişlerdi ki bunların hepsi erken Hindu/Vedik kültürünün temelini oluşturdu. (Bin yıl önce, Bozkırdan gelen insanlar da Avrupa’ya taşınmış, oradaki tarımcıların yerini alıp onlara karışmış, yeni kültürler doğurmuş ve Hint-Avrupa dillerini yaymışlardı).
Ancak Hindutva için bu bulgular tatsız. Okul müfredatını değiştirmek ve ders kitaplarından Aryan göçüne dair her türlü anlatıyı çıkarmak için kampanya yürütüyor. Ki Hindutva için Aryanların Hindistan’ın ilk sakinleri olmadığını ve Harappan uygarlığının onların gelişinden çok önce var olduğunu kabul etmek demek, Aryanların veya onların Vedik kültürünün Hint uygarlığının tek kaynağı olmadığını ve en eski kaynaklarının başka yerlerde bulunduğunu kabul etmek anlamına gelir. Hindistan’ın eğitim ve su bakanlıklarında BJP’nin eski devlet bakanı olan Satyapal Singh’in birkaç yıl önce medyada şu sözleri yer almıştı: “Yalnızca Vedik eğitim çocuklarımızı iyi yetiştirebilir ve onları zihinsel disipline sahip vatanseverler yapabilir.”
Farklı nüfus gruplarının karışması fikri, “ırksal saflığa” önem veren Hindutva’ya çekici gelmiyor. Aryanları, Hindistan’ın son zamanlardaki Müslüman fatihleri olan Babürlerle aynı kefeye koyan göç teorisi gibi ek bir sorun daha var. Ve bunlar sadece teorik tartışmalar değil. Ki Hindistan’ın başkenti Delhi’ye komşu olan Haryana devletindeki iktidardaki BJP hükümeti, Harappan Uygarlığı’nın “Saraswati Nehri Uygarlığı” olarak yeniden adlandırılmasını talep etmişti. Saraswati, dört Vedik metnin en eskisinde söz edilen önemli bir nehir olduğundan böyle bir yeniden isimlendirme, uygarlık ile Aryanlar arasındaki bağı vurgulamaya hizmet eder.
***
Bilimsel kayıtlarda, Pakistan Beluçistan’da yer alan neolitik dönem arkeolojik sit alanı, Güney Asya’da çiftçilik ve hayvancılığın kanıtlarını gösteren bilinen en eski yerleşim yeri olarak Mehrgarh yer alıyor. Ve bugünkü Afganistan, Pakistan, Kuzeybatı Hindistan bölgelerine denk düşen “Indus Vadisi Uygarlığı”, günümüz Pakistan’ın Punjab bölgesinde yer alan 20. yüzyılın başlarında, 1920’lerde kazılan ilk alan olan “Harappa arkeolojik sit alanı” nedeni ile “Harappan Uygarlığı” olarak da anılıyor. Ve aynı bölgede Erken Harappan ve Geç Harappan olarak adlandırılan daha önceki ve sonraki kültürlerin varlığı da kanıtlanmıştır. Pakistan’ın Sindh bölgesinde yer alan Mohenjo-daro arkeolojik sit alanı Erken Harappan kültürlerinin en eski ve en iyi bilineni. Ve Harappan Uygarlığı onu daha önceki kültürlerden ayırmak için bazen Olgun Harappan olarak ifade edilir.
Ayrıca, Ghaggar-Hakra terimi, kuzeybatı Hindistan ve doğu Pakistan’daki yalnızca muson mevsiminde akan mevsimlik Ghaggar-Hakra Nehri boyunca bulunan çok sayıda alan nedeniyle İndus Uygarlığı’na uygulanan modern isimlendirmelerde belirgin bir şekilde yer alıyor. Ve İndus-Sarasvati Uygarlığı ve Sindhu-Saraswati Uygarlığı terimleri, M.Ö. 2 bin yılında antik Sanskrit dilinde yazılmış bir ilahiler koleksiyonu olan Rigveda’nın ilk bölümlerinde Ghaggar-Hakra’nın Saraswati Nehri ile özdeşleştirilmesinden sonra literatürde kullanılmıştır. Ancak Sarasvati’nin Ghaggar-Hakra sistemi ile tanımlanması sorunlu ve tartışmalı çünkü Gagghar-Hakra nehir sisteminin Rigveda’nın oluşturulma zamanından çok önce kuruduğu düşünülüyor.
Ancak 21. yüzyıl başlarından itibaren bazı Hindutva savunucuları Rigveda’nın daha erken tarihlendirildiğini öne sürüyor ve İndus Vadisi Uygarlığı’nı Sarasvati kültürü, Sarasvati Uygarlığı, İndus-Sarasvati Uygarlığı veya Sindhu-Sarasvati Uygarlığı olarak yeniden isimlendirerek İndus Vadisi ve Vedik kültürlerin eşitlenebilir olduğunu savunuyor ki “ārya” (asil) olarak anılan ortak kültürel normlar ve dil ile birleşmiş Hint-Avrupa dili konuşan insanların Hindistan yarımadasına kabaca M.Ö. 2 bin ve M.Ö. bin 400 yılları arasında uzun bir göç dönemi olduğunu öne süren Hint-Aryan göç teorisini reddediyor.
***
Başka bir açıdan, Hinduizm’e ve belirli uygarlık söylemlerine ayrıcalık tanınması, UNESCO Dünya Mirası programında da belirgin olarak görülüyor. Hindistan için UNESCO, ulusun mirası olarak tanımlanan kültürel geleneklerden ve maddi kültür biçimlerinden prestij ve finansal gelir elde etme konusunda oldukça etkili bir platform. Hindistan, 2000 yılından bu yana listeye 17 kültürel varlık ekledi. Bunlardan yedisi dini varlık: Champaner-Pavagadh Arkeolojik Park (2004), Chatrapati Shivaji Terminus (2004), Rani-ki-Vav Kraliçe’nin Basamaklı Kuyusu (2014); Tarihi Ahmedabad Şehri (2017), Dholavira: Harappan Şehri (2021), Kakatiya Rudreshwara Tapınağı (2021), Hoysalaların Kutsal Tapınakları (2023)—Hinduizmin tarihi yerleşim yerleri olarak önemi nedeniyle aday gösterildi. Ancak 2000’den 2014’e kadar geçen 15 yılda Hindistan hükümeti sadece beş yeri UNESCO’nun geçici listesine kaydettirirken 2014 yılında Modi’nin göreve gelmesiyle birlikte dahil edilen yerlerin türlerinde gözle görülür bir değişim ve ivmede ani bir yükseliş meydana geldi. Modi’nin başbakan seçilmesini takip eden dokuz yıl içinde BJP, 17’si Hinduizm ile bağlantılı ve geriye kalanının önemli bir oranının İndus Vadisi Uygarlığı ile bağlantılı olan 27 arkeolojik alana onay verdiği görülüyor.
***
Akhand Bharat ideası
Hindistan’ın iktidardaki partisi BJP ile yakın bağları olan Hindu milliyetçi örgütü RSS, onlarca yıldır Akhand Bharat veya “bozulmamış/bölünmemiş Hindistan” fikrini öne sürüyor. Önerilen varlık, Hindistan’ın batı kanadındaki Afganistan’dan Hindistan’ın doğusuna kadar Myanmar’a kadar uzanıyor ve aynı zamanda tüm Pakistan, Bangladeş, Tibet, Nepal, Bhutan, Sri Lanka ve Maldivler’i kapsıyor. Başbakan Narendra Modi’nin kendisi de bu fikirden bahsetmişti: 2012’de henüz Gujarat’ın başbakanı iken verdiği bir röportajda Akhand Bharat’ın “kültürel bir birlik” anlamına geldiğini savunmuştu.
Akhand Bharat zaman zaman kültürel bir varlık, tek bir orduya ve ortak bir başkana sahip bir siyasi grup, bir federasyon veya siyasi bir yekpare varlık olarak tanımlanıyor.
Akhand Bharat fikri, Hindutva ideolojisinin temel ilkesi. Artık kendi haritası ve terminolojisiyle ülke genelinde RSS tarafından yönetilen okullarda öğrencilere öğretiliyor. Savunucuları, Akhand Bharat’a ulaşmanın Hindistan’ın fiili bir Hindu Rashtra veya “Hindu ulusu” olarak yeniden şekillendirilmesinden sonra gerçekleşeceğini umuyor. Modi sık sık kendisini bir Hindu hükümdarı olarak sunuyor ve bu değişime Hindistan’da Müslümanlara karşı artan şiddet de eşlik ediyor.
Çoğu zaman 1947’de Hindistan’ın Britanya tarafından bölünme öncesi varsayılsa da Akhand Bharat fikri aslında 2 bin yıldan daha eski bir Hint krallığını çağrıştırıyor. Bir RSS ders kitabı Hindistan’ın bir zamanlar doğuda Myanmar ve Bangladeş’i, batıda Pakistan ve Afganistan’ı, kuzeyde Tibet, Nepal ve Bhutan’ı ve güneyde Sri Lanka’yı kapsadığını öğretir. Metin, okyanuslar ve denizler için kendi Sanskrit isimlerini kullanıyor ve onları algılanan İslami etkilerden arındırıyor: Bengal Körfezi Ganga Sagar’a (Ganj denizi) ve Hint Okyanusu Hindu Mahasagar’a (Hinduların okyanusu) dönüşüyor. Bir RSS yayınevi, Afganistan, Myanmar, Sri Lanka ve Tibet’e de yeni isimler verilen Hindistan’ın “kutsal topraklarına” gönderme yapan bir harita hazırlamıştı. Bu terminoloji en azından ikinci RSS Şefi M.S. Golwalkar’ın bunu kitabına dahil ettiği 1960’lara kadar uzanır.
Modi hükümeti tarafından uygulamaya konulan politikalar, Hindutva’nın mevcut sınırların ötesine geçtiğini öne süren bu arzu edilen siyasi coğrafyayı giderek daha fazla yansıtıyor. 2019’da Hindistan, Afganistan, Bangladeş ve Pakistan’daki dini azınlıklar (özellikle Hindular) için seçici olarak vatandaşlığa giden bir yol oluşturan ve Müslümanları hariç tutan bir Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nı kabul etti. İçişleri Bakanı Amit Shah daha sonra bu kriterleri Ulusal Vatandaş Kayıtları’na bağladı ve bu durum Müslümanlar arasında vatandaşlığın reddedilebileceği korkusunu artırdı. Aynı yıl Modi hükümeti, Hindistan’ın çoğunluğu Müslüman olan tek devleti olan Jammu ve Keşmir’in özerkliğini elinden aldı ve burayı doğrudan Birlik/Merkez yönetimi altına aldı.
Bu anlatıya karşın çoğu tarihçi, günümüz Hindistanı’nın eski zamanlarda dahi Bhutan, Myanmar, Nepal, Tibet veya Sri Lanka’yı asla içermediğini düşünüyor. Hindistan’a ait olan bölgeler (Afganistan, Bangladeş ve Pakistan), İngiliz sömürge yönetimi dışında hiçbir zaman aynı liderin doğrudan yönetimine girmedi. O zaman dahi hükümet, kendi sınırlı egemenliklerine sahip çok sayıda prens devlet aracılığıyla faaliyet gösteriyordu. Hindistan’ı çok daha eski bir politik varlık olarak ele almak güçlü bir revizyonizm eylemi: Akhand Bharat haritasının kenarından geçen sınırlar, hiçbir şeyin olmadığı tek bir Hindu cumhuriyetinin egemenliğine işaret ediyor. Bunun yerine, Güney Asya’nın tarihi esasen farklı diller konuşan, çeşitli etnik kökenlerden yöneticilerin bulunduğu çok sayıda krallıktan oluşuyor.
Dahası, Hindistan’ın geçmişi keskin dini çizgiler boyunca sürekli çatışmalarla dolu bir geçmiş değil. Geçmişte Hindu liderler, Müslüman yöneticilere karşı savaşmak için Müslüman generalleri görevlendiriyordu ve bunun tersi de geçerliydi. Ancak RSS ideologları, -Modi’nin de 2014 seçimlerinden sonra yaptığı gibi- Hindistan’ı bin 200 yıllık Müslüman yönetimi altında “acı çeken bir ülke” olarak tanımlayarak, Hindistan’ın eski ihtişamına kavuşturulması gereken bir Hindu ülkesi olduğunu savunuyor. Oysa Müslüman işgalciler tarafından sona erdirilen görkemli Hindu yönetimine işaret eden bu fikir, aslında bölgeyi bölüp yönetmeyi amaçlayan bir İngiliz sömürge yapısıydı ve RSS bunu hızlandırmış oldu…
***
Gerçek şu ki Akhand Bharat uzun zamandır Hindutva ideolojisinin bir parçası ve RSS’nin temel ilkeleri olan sangathan (organize birlik) ve shuddhi (ırkın saflaştırılması) ile bağlantılı. Yerel RSS birimleri, Hindistan ve Pakistan’ın 1947’de bağımsız ülkeler haline gelmesinden önceki gün olan 14 Ağustos’u Akhand Bharat Sankalp Diwas (Bölünmemiş Hindistan için Yemin Günü) olarak kutluyor.
Görüş
Kazananı Olmayan Kontrol Edilebilir Bir Çatışma

13-24 Haziran tarihleri arasında İsrail ile İran arasında eşi benzeri görülmemiş bir çapraz saldırı savaşı yaşandı. Bu süreçte, İsrail’e destek veren ABD doğrudan devreye girdi, İran’ın üç büyük nükleer tesisine uzun menzilli bombalama gerçekleştirdi ve İran’dan sembolik bir misilleme geldi. Sonuç olarak, ABD’nin doğrudan arabuluculuğunda, üç taraf da “zafer ilan ederek” çatışma ateşkese dönüştü. ABD ve İsrail’in İran’a ortak kıskacıyla başlayan ve 12 gün sonra hızlıca sona eren bu çatışma; kazananı olmayan, sınırlı ama bilinçli bir çatışmaydı. Gösteri niteliğinde unsurlar barındırıyordu, temel çelişkileri çözmeden sonlandı, bu da savaşın her an yeniden alevlenme riskini taşıyor.
Bu çatışmada kazanan olmadı. İsrail, İran ve ABD farklı düzeylerde farklı bedeller ödedi ve bu uzun vadeli sonuçlar doğuracak. Elbette kaybedenler vardı: savaşın ortasında kalan İsrail ve İran halkı; İran, İsrail ve ABD arasında daima eksik olan uzlaşma isteği ve stratejik güven; hem hakem hem oyuncu gibi davranan ABD’nin siyasi itibarı.
İsrail, güçlü uzun menzilli saldırı kapasitesi ve istihbarat ağına dayanarak “önleyici saldırı” ve sınır ötesinde düşmanı karşılama askeri geleneğini sürdürdü. “Yükselen Aslan Operasyonu” kod adıyla, İran’ın bazı nükleer tesislerine, devlet kurumlarına, füze ve hava kuvvetleri üslerine nokta saldırılar gerçekleştirdi. Ajanların desteğiyle 20’den fazla üst düzey İranlı askeri lider ve 10’dan fazla nükleer bilim insanı fiziksel olarak ortadan kaldırıldı.
Nüfus, toprak ve kaynak açısından bir “cüce ülke” olan İsrail’in, bu üç alanda da kendisinin en az on katı güçlü bir Orta Doğu ülkesi olan İran’a açıkça meydan okuması; güçlü ulusal iradesini, olgun askeri stratejisini ve üstün hava hakimiyetini gösterdi. Özellikle İsrail hava kuvvetlerinin Tahran semalarında iki saat boyunca gösterişli biçimde operasyon yapması, havada yakıt ikmali gerçekleştirmesi; İsrail istihbaratının İran’daki derin sızması, bilgi toplaması, yerel unsurları devşirmesi ve sürpriz saldırılar düzenlemesi, modern açık ve örtülü savaşın bir arada işlendiği bir efsane yazdı.
Ancak yine de İsrail kaybeden oldu. Ahlaki ve uluslararası kamuoyu açısından, İsrail her zamanki gibi BM Şartı ve uluslararası hukuku açıkça çiğnedi; İran’ın nükleer silah peşinde olduğu ve tehdit oluşturduğu bahanesiyle, ülkenin egemenliğini, hava sahasını ve toprak bütünlüğünü ihlal etti. Ayrıca, İsrail ile İran arasında yer alan Arap ülkelerinin hava sahasını kendi savaş uçaklarının geçiş yolu gibi kullandı, bu da bu masum komşuların egemenliğini, hava sahasını ve onurunu ihlal etti.
İsrail’in ilan etmeden savaş başlatıp İran’a saldırması, askeri liderlerini doğrudan “kellesini alarak” öldürmesi, nükleer bilim insanlarını öldürmeye devam etmesi; klasik bir devlet terörü eylemidir. Hukuki süreç olmadan başka ülkelerin asker ve sivillerinin hayatını sonlandırmak, modern uygarlık, hukuk devleti ve insani değerleri çiğner; İsrail’in uluslararası imajını daha da bozarak itici hâle getirir.
İsrail’in İran’a ani saldırısı, “Samimi Taahhüt-3” adıyla şiddetli bir misillemeyi tetikledi. İran, 12 gün içinde İsrail topraklarına 22 kez uzun menzilli hava saldırısı düzenledi; en az 534 orta menzilli füze ve çok sayıda İHA gönderildi. İran, füzelerle İsrail hava sahasına nüfuz etmeyi başardı.
ABD’nin savunma desteğine rağmen, İsrail’in çok katmanlı ve uzun menzilli önleme sistemlerinden oluşan sözde “demir duvarı” büyük ölçüde delindi. Tel Aviv, Hayfa, Berşeva ve Eilat gibi büyük şehirler ilk kez savaş düzeyinde bombalandı; bazı kilit kurumlar, enerji tesisleri ve ekonomik merkezler ya yok edildi ya da ciddi hasar gördü. Yarım yüzyıldan fazladır ilk kez, İsrail halkı gökten “cehennem ateşi” yağdığını gördü ve eşi benzeri görülmemiş bir paniğe kapıldı.
İsrail’in saldırısı güçlü, savunması zayıftı. Bu sadece bir taktik hata değil; stratejik ve psikolojik bir başarısızlıktı. İsrail’in yenilmez askeri gücü efsanesi, iki yıl içinde ikinci kez çöktü. 7 Ekim 2023’te, Hamas’ın beklenmedik saldırısıyla İsrail’in güvenlik hattı yıkıldı, ordu hazırlıksız yakalandı, sivil halk ağır kayıplar verdi. Bu sefer, özenle plan yapıp, hazırlıklarını tamamlayıp saldırıyı başarıyla gerçekleştirse bile; dünyanın en gelişmiş savunma sistemiyle korunan dar hava sahası, Hamas’tan çok daha güçlü İran tarafından bir intikam “füze yağmuruyla” delik deşik edildi. Bu yalnızca 12 gün süren çatışmanın, İsrail halkı ve siyaseti üzerindeki derin siyasi, toplumsal ve psikolojik etkilerini izlemeye devam edeceğiz.
İran da kazanan olmadı. Her ne kadar İran bu çatışmanın mağduru olarak uluslararası sempati kazanmış, askeri caydırıcılık anlamında İsrail’le başa baş mücadele etmiş ve Arap dünyasının yarım yüzyıldır başaramadığı şekilde İsrail’in iç bölgelerine kapsamlı saldırı gerçekleştirmiş olsa da; bölgesel süper güç olmayı hedefleyen, Orta Doğu “Şii Hilali”nin doğal lideri, “Direniş Ekseni”nin omurgası ve ABD ile İsrail’e karşı yıllardır direnen İran; savaşın başında çok ağır ve utanç verici bir darbe yedi. İsrail’in ana şehirlerine uzaktan etkili saldırılar düzenleyebilse de, kendi hava sahasını, kilit tesislerini, askeri liderlerini ve nükleer bilim insanlarını yerinde koruyamadı. Yetkililer kadınların kıyafet yönetmeliğine uymasıyla meşgulken, binlerce İsrailli casusun sızmasını fark edemedi.
Uzun süreli örtülü savaşlar ve neredeyse hiç zafer kazanılamayan casusluk faaliyetlerinden, 2024’te Reisi’nin uçağının gizemli düşüşüne, ardından bu defa devletsiz bir savunmaya, korumasız bir güvenliğe; düşman uçaklarının elini kolunu sallayarak girip çıkmasına, casus ve hainlerin ardı ardına çıkmasına ve keyfince hareket etmesine kadar, İran efsanelerde Yahudi savaşçı kral tarafından pusuya düşürülüp başı kesilen Filistinli dev Golyat’a benziyor: büyük ama etkisiz, iri ama güçlü değil.
İsrail’in yıldırım saldırısı karşısında İran’ın önemli isimleri can güvenliğini koruyamıyor, kritik tesisler bombalanmaya açık, başkent Tahran boşalıyor, savunma sistemi delik deşik oluyor, özellikle hava savunma kapasitesi ve güvenlik sistemi zayıflığı şaşkınlık yaratıyor.
Bu, 1988’deki İran-Irak Savaşı’nın sona ermesinden bu yana 37 yıldır İran’ın ilk kez büyük çaplı, sürekli bir dış hava saldırısına uğramasıdır. İki neslin barış ve güvenlik hafızası böylece sona erdi ve ülke şimdi nükleer sızıntı ve kirlilik riskiyle karşı karşıya.
İran-Irak Savaşı sırasında İran neredeyse tamamen yalnız kalmıştı. Ancak şimdi İsrail ve ABD’nin ortak saldırısı karşısında bile İran hâlâ “gururlu yalnızlık” içinde.
Çevresindeki Arap ve İslam ülkeleri sadece seyirci konumunda. “Direniş Ekseni” sadece Yemenli Husiler aracılığıyla sözlü destek veriyor. Batılı hükümetler İsrail’e ambargo koymadı, tedariki kesmedi. Almanya Başbakanı Merz, “pis işi herkes adına yaptığı” için İsrail’e açıkça teşekkür etti. NATO zirvesi İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısından tek kelimeyle bile bahsetmedi; aksine İran’ı Rusya’ya askeri ekipman sağlamakla suçladı…
İran eşi benzeri görülmemiş hava saldırılarına ve bombalamalara maruz kaldı: 600’den fazla ölü, yaklaşık 5000 yaralı, büyük emekle kurulan nükleer tesisler genel olarak zarar gördü.
Ancak İran’ın ulusal ve etnik onurunun tekrar tekrar zedelenmesi sadece İsrail ve ABD’nin askeri ve teknolojik üstünlüğünden kaynaklanmıyor. Daha çok İran hükümetinin oyunlaştırılmış, gösteri amaçlı hatta pazarlıkçı askeri karşılıkları ve diplomatik pazarlıkları yüzünden.
Bu tür bir etkileşim mekanizması, savaşan taraflar arasında yeni bir “zararı sınırlama” paradigması doğurdu; ama aynı zamanda İran halkının 40 yıldır rejim uğruna yaptığı büyük fedakârlıkları anlamsız kıldı.
ABD, “Gece Yarısı Çekici” operasyonu kapsamında stratejik bombardıman uçaklarını kullanarak İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırısının ardından durumu toparladı; ama öncesinde İran hükümetine bilgi vererek önlem alma veya zararı azaltma fırsatı tanıdı.
İran, ABD’nin Katar’daki üssüne misilleme yaparken bile önceden haber verdi; böylece meşru bir intikam eylemi, halkı kandıran bir askeri-diplomatik tiyatroya dönüştü ve Trump’tan aleni teşekkür aldı.
Tabii ki, devletler arası jeopolitik mücadeleyi bir “zararı azaltma oyunu”na çevirmek yeni değil; 2021’de ABD’nin İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Süleymani’yi Irak’ta öldürmesi ve İran’ın sembolik yanıtıyla başlamıştı. 2024 Nisan ve Ekim aylarında İran ile İsrail arasındaki iki sembolik karşılıklı saldırıyla devam etti—özellikle İran’ın her seferinde önceden dolaylı bildirim yapması, saldırıyı geciktirmesi ve İsrail’i daha fazla kışkırtmamaya çalışması dikkat çekiyor.
Devlet meseleleri, savaş ve barış, düşmanlık ve dostluk; ciddi ve ağır meselelerdir, halkın güvenliği ve duygularıyla ilgilidir.
İran’ın sürekli lanetlediği “büyük ve küçük şeytan”larla savaş ortamında flört etmesi, gizlice anlaşmalar yapması, dış dünyaya İran halkının İslam devrimini ihraç uğruna birkaç kuşaktır ödediği bedelin boşuna olduğunu düşündürüyor.
İran’ın bu kadar çok İsrail ajanı yakalaması belki de şu gerçeğe işaret ediyor: bu ülkenin rejimi, sistemi ve gidişatı günbegün merkezkaç hâle geliyor; yani devlet ile rejim birbirinden ayrılıyor olabilir.
ABD de kazanmadı. Trump, İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak “zamanında müdahale ettiğini” ve zafer kazandığını iddia etti. Bazı Kongre üyeleri onu Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterdi. Ancak ABD, küçük kazandı ama büyük kaybetti; az elde etti ama çok yitirdi.
Süper güç sıfatıyla ABD, beş turluk nükleer müzakereleri kılıf yaparak stratejik kandırmacayla İsrail’in İran’a ani saldırısını destekledi. İki hafta içinde saldırı kararı vereceğini duyurduktan sonra, İran’ın zayıf anını yakalayıp operasyon gerçekleştirdi.
Siyasi dürüstlüğü, ulusal etik anlayışı ve uluslararası itibarı tamamen çöktü.
Tarihte nükleer bomba kullanan tek ülke ve yüz binlerce sivilin ölümüne yol açan, aynı zamanda Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) kurucularından biri olan ABD, İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak bu anlaşmayı ilk bozan ülke oldu.
Savaş karşıtı olduğunu sıkça dile getiren Trump, ilk başkanlık döneminin başında Suriye hükümet hedeflerini bombaladı, görevden ayrılmadan önce Basra Körfezi’nde İran’la askeri gerilimi tırmandırdı. İkinci döneminin henüz yarısına gelmeden, stratejik bombardıman uçakları ve zemin delici bombalarla İran nükleer tesislerini vurdu…
Böyle güven vermeyen bir başkan yönetimindeyken, ABD’nin ne itibarı ne de erdeminden söz edilebilir.
Amerika Birleşik Devletleri, İran’ın üç büyük nükleer tesisini yok ettiğini iddia etti. Ancak hem ABD hem de İsrail’in istihbarat kurumları bunu yalanladı; yalnızca İran’ın nükleer kapasitesini yeniden kazanmasını birkaç ay ya da yıl geciktirdiğini değerlendirdiler.
İsrail ile iş birliği yaparak İran’a ortak saldırı düzenleyen ABD, verdiği sözleri tutmayarak İran’ın stratejik şüphe ve huzursuzluğunu artırdı ve onu stratejik tereddüdü terk ederek gerçekten nükleer silahlanma yoluyla kendini koruma yoluna itmiş olabilir.
Bu çatışma, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Ortadoğu Savaşı”nın bir aşama savaşıdır ve aynı zamanda donanım ve taktik seviyesi en yüksek devlet aktörleri arasındaki bir karşılaşmadır.
İslami gruplar, İran ve ABD, çatışmanın tamamen kontrolden çıkmasını istemediğinden ve herkes önceden hedef ve sınır belirlediğinden, çatışma yüksek şiddetli ama kontrol edilebilir bir seyir izledi.
Elbette, ateşkes savaşın tamamen bittiği anlamına gelmez, çünkü üç taraf da hedeflerine tam anlamıyla ulaşamamıştır.
İsrail, İran’ın nükleer yeteneklerini ve uzun menzilli füze sistemlerini tamamen yok etmeyi ve en iyisi İran’da iç karışıklık hatta rejim değişikliği çıkartmayı, böylece İran’ın düşmanca politikalarına kökten son vermeyi hedefliyor.
Bu nedenle İran’ın nükleer altyapısına, stratejik silahlarına, askeri liderlerine ve bilimsel araştırma kadrolarına yönelik saldırı ve imha işlemlerine odaklandı; aynı zamanda halkta savaş paniği yaratarak memnuniyetsizlik oluşturmak ve renkli devrim başlatmak istedi. Ancak bu hedeflerin gerçekleşmesi sınırlı oldu.
ABD, İsrail ile iş birliği içinde İran’ın nükleer programını ortadan kaldırmak ve İran’ı bölgesel yayılmacı politikasından vazgeçmeye zorlayan yeni bir anlaşma imzalamaya itmek istedi. Ancak aynı zamanda başka bir savaş bataklığına saplanmaktan da korktu.
Bu nedenle önce İsrail savaş makinesine destek uçağı ve lojistik sağlayıcı olarak eşlik etti, ardından İsrail İran hava sahasında kontrol sağladığında kendisi sahaya indi, derinlemesine saldırı ve nükleer tesislerin nokta imhasını gerçekleştirdi ve İran’ın yanlış değerlendirme yapmaması için önceden bilgi verdi.
İran, eşit nükleer haklar elde etmeye çalıştı, bölgesel büyük güç statüsünü vurgulamak ve “Direniş Ekseni” bayrağını yükseltmek istedi.
Aynı zamanda aşırı kan kaybından ve özellikle ABD ile savaşa girmekten kaçınmaya çalıştı.
Bu nedenle İsrail’e denk bir şekilde karşılık verip ABD’ye sembolik bir misillemede bulunduktan sonra, savaşın büyümesini önlemek için aktif olarak ateşkes aradı ve kabul etti, böylece iç istikrar ve rejimin meşruiyeti tehlikeye girmemiş oldu.
Şu anda İsrail’in askeri faaliyet yarıçapı iki katına çıkmış durumda; Doğu Akdeniz’den İran platosuna kadar genişledi.
Ancak nüfusun azlığı, dar bir coğrafyada yer alması ve kaynaklarının kıt olması uzun süreli bir yıpratma savaşına uygun değil ve ABD ile koordinasyon gerektiriyor, bu da stratejik sınırlamalar getiriyor.
ABD, Orta Doğu’daki angajmanını stratejik olarak azaltmaya devam ediyor ve bu bölgedeki denetimini en düşük maliyetle sürdürmek istiyor.
Bu nedenle hem İsrail gibi sıkı bir müttefike güvenmek zorunda, hem de Orta Doğu’daki büyük etnik güçler arasındaki genel dengeyi bozmamak istiyor. Bu sebeple İran’la kendi lehine bir uzlaşma arıyor.
“Arap Baharı” sonrası yaşanan yayılma ve ABD’nin sert yaptırımları sonrasında İran yönetimi ve halkı zor şartlarda ayakta durmaya çalıştı.
Bu kez İsrail ve ABD’nin ortak saldırısı sonucu İran ağır askeri kayıplar verdi, diplomatik olarak izole oldu ve pasif konuma düştü.
Dolayısıyla İran’ın dış meselelerde sürtüşmeye enerjisi kalmadı ve barışa bir an önce dönüp yeniden yapılanma sürecine girmek istiyor—bu sürece hükümetin askeri, siyasi ve diplomatik itibarını yeniden inşa etmek, ordu ve halkın moralini toparlamak ve ülkeyi ikinci bir Libya veya Irak’a dönüştürmemek de dâhildir.
Ateşkes, İran ile İsrail arasındaki tarihsel kin ve güncel güç mücadelesinin yalnızca bir halkasıdır.
Temel ve yapısal çelişkiler çözülmediği için İran ile bu iki taraf arasındaki gerilim ve çatışma her an “eski yaranın yeniden açılması” gibi nüksedebilir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na

İran-İsrail çatışmasının/savaşının muhtemelen birinci raundu sona erdi. Karşılıklı hava akınları ve füze salvoları şeklinde geçen bu raundun adı Orta Doğu’nun yakın tarihine On iki Gün Savaşı olarak geçecektir. Geçmişte Altı Gün Savaşı yaşanmış; 5 Haziran 1967 tarihinde İsrail önce Mısır’a sonraki günlerde de Suriye ve Ürdün’e saldırarak altı günde üç Arap devletini çok ağır bir yenilgiye uğratıp topraklarını dört katına çıkarmıştı.
İsrail bu üç devlet ile daha önce 1948 yılında bağımsızlık ilanının hemen ardından savaşmış ve bunlardan Mısır ve Suriye’yi ciddi bir yenilgiye uğratırken Ürdün’e yenilmiş ve büyük ölçüde İngiliz subaylarının eğittiği ve onların komutasında savaşan Ürdün kuvvetleri bugünkü Batı Şeria ve Doğu Kudüs bölgelerini ‘işgal’ etmişlerdi. Arap komşularına 1967 yılının haziran ayında saldıran İsrail 1948 savaşında yendiği bu iki devleti tekrardan çok ağır bir yenilgiye uğratırken Mısır’ın Sina yarımadasını ve Suriye’nin Golan bölgesini işgal etmiş; Ürdün’ü yenerek Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgelerini topraklarına katmış ve böylece kendi yüzölçümünü kabaca dörde katlamıştı. Ve bütün bunları altı günde yapmayı başardığı için de bu çatışmalar Altı Gün Savaşı olarak tarihe geçmişti.
Bu yenilgi savaşan Arap devletleri ve genel olarak Arap ülkeleri açısından çok ağır ve onur kırıcı olmasının yanında efsanevi Mısır lideri Nasır’ın da sonunu getirmiş ve üç yıl sonra (1970) ani bir kalp krizi sonucu ölmesinin ardından sadece Mısır’da değil bütün Arap dünyasında Pan-Arabizm ideolojisinin de sonunu getirmişti. Arap devletlerinden Mısır ve Suriye bu yenilgiye 1973 yılında belki de ilk defa senkronize ve iyi planlanmış bir saldırı (Yom Kipur Savaşı, 7 Ekim 1973) ile karşılık verdiklerinde ilk günde İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği bütün topraklarını geri almayı başarmışlar; ancak Amerika’nın büyük askeri nakliye uçaklarıyla doğrudan cepheye yaptığı tarihin en kapsamlı silah ve mühimmat sevkiyatı sayesinde İsrail savaşın gidişatını geri çevirmeyi başarmış ve başladığı noktada bitirmeyi sağlamıştı. Sovyetler Birliği’nin Arap ülkelerine aynı şekilde sevkiyat yapması özellikle Mısır’ın Sina yarımadasında kuşatma altına giren üçüncü ordusunu imha olmaktan kurtarmış; ancak ilk günlerde elde edilen askeri başarıları tekrardan kazanmaları mümkün olamamıştı.
İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA
HERHANGİ BİR DEVLET İLE SAVAŞMADI
Yom Kipur Savaşı Arap-İsrail mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Savaştan hemen önce Mısır lideri Enver Sedat’ın başlattığı Sovyetler Birliği’nden hızlıca uzaklaşarak ABD ile yakınlaşma siyaseti Kahire açısından sonuç vermiş ve Amerika’nın arabuluculuğu ile başlayan barış süreci (Camp David) sayesinde Mısır 1967 savaşında kaybettiği ve 1973 savaşının ilk günlerinde geri aldığı; ancak savaşın İsrail lehine dönmesiyle tekrardan kaybettiği topraklarına büyük ölçüde kavuşmuştu. Fakat İsrail’in Orta Doğu’da var olma hakkını tanımakla başlayan bu süreç iki ülke arasında büyükelçilikler atanması ve Camp David Antlaşmalarının imzasına kadar gidince özellikle Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerin başını çektiği Arap ülkelerinin girişimleriyle Mısır Arap Ligi’nden atılacaktı.
Sonraki yıllar İsrail ile sonuna kadar mücadele etmekten yana olan Arap devletleri ve Filistinliler açısından hiç de olumlu olmadı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika’nın liderliğinde ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni İsrail açısından bütün fırsat pencerelerini sonuna kadar açtı. Sonunda İsrail ile uzlaşmaya karşı çıkan Irak ve Libya yönetimleri devrildi ve yöneticileri (Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi) öldürüldüler. Bu halkaya bizim de yanlış politikalarımızla istikrarsızlaştırılan Suriye eklendi (2011-2024). Bu arada 1990’ların başlarında başlatılan Oslo Barış Süreci ise İsrail’deki aşırılıkçı partiler ve siyasi elit tarafından baltalandı.
Bu dönemde İsrail bir yandan Filistinlilere ve Güney Lübnan’da Hizbullah’a dönüşecek olan gruplara yıllarca kan kustururken Irak’ta ortaya çıkan istikrarsızlık ve halkın tepkileri İran’ın bu ülkede ve Suriye’de muazzam bir derinlik kazanmasına yardımcı oldu. Direniş Ekseni diye anılan güçlerin ortaya çıkma süreci böylece başladı. Hamas, Hizbullah, Haşdi Şabi ve Yemen Ensarullah hareketleri bu dönemde başladı veya gelişti. Suriye devleti ise İran’dan Hizbullah’a ve hatta Hamas’a uzanan Direniş Ekseni arasında bir köprü vazifesi görür gibiydi.
İsrail’in 13 Haziran İran saldırısını 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın düzenlediği saldırılara karşılık olarak başlattığı önce Hamas’a karşılık Gazze’de yürüttüğü ve dünya uzman kamuoyunun büyük çoğunlukla ‘soykırım’ olarak değerlendirdiği savaşlar silsilesinin devamı olarak görmek yerinde olur. Hizbullah’a karşı yeterince başarılı olamayan İsrail’in belki de önünü açan en önemli gelişme Suriye’de yönetimin 2024 yılının aralık ayında hiç beklenmedik şekilde düşmesi ve eski Başkan Beşar Esat’ın Moskova’ya kaçması oldu.
İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA İLK DEFA
BİR DEVLET AKTÖRÜ İLE SAVAŞA TUTUŞTU
İsrail’in 13 Haziran tarihinde İran’a karşı başlattığı hava harekậtı 1973 yılında Mısır ve Suriye’ye karşı yaptığı üç haftalık savaştan bu yana bir devlet aktörüyle ilk çatışmasıdır. Üstelik bu, tam bir savaş da sayılmaz; çünkü kara sınırları itibariyle birbirlerine yaklaşık iki bin kilometre uzaklıkta bulunan bu devletlerin kara ve deniz kuvvetleri çatışmalara katılmamış ve özel kuvvetleri birbirlerine karşı operasyon yapmamışlardır.
İsrail’in İran’a hava saldırıları aynı zamanda İran içerisinde oluşturduğu muhalif/casus unsurlar ve onların suikast operasyonları ile eş zamanlı başlatılmış ve Tahran’ın sivil/askeri üst düzey yöneticileri öldürülmüşlerdir ki, bu açıdan İsrail’in saldırısı tam anlamıyla bir baskın etkisi yaratmış olsa gerektir. Ancak bunun abartılmaması gerektiği de ortadadır. Nitekim İran yönetimi saatler içerisinde yeni tayinleri yaparken aynı günün akşamı İsrail’e ilk füze saldırılarına da başlamıştır. İran’ın giderek artan bir dozda yürüttüğü füze saldırılarını Batılı hiçbir hava savunma sistemi tam olarak durduramamış; Demir Kubbe adıyla bilinen ve efsaneleştirilen hava savunma sistemi büyük ölçüde etkisiz kalmış; buna karşılık İsrail hava kuvvetlerinin hava saldırıları ancak sınırlı bir etki yaratmış; ABD’nin savaşa sınırlı olarak dahil olması İran’ın füze fırlatma kapasitesine fazla zarar verememiş ve sonuçta taraflar – muhtemelen İsrail – ateşkes istemiş veya ateşkese razı olmuşlardır.
ON İKİ GÜN SAVAŞI’NIN SONUÇLARI
Bu çatışmalarda İran’ın İsrail topraklarını yoğun bir füze ateşine tabi tutması olağanüstü bir başarıdır; çünkü kurulduğu 1948 yılından bu yana İsrail yerleşim alanları hiçbir devlet tarafından kapsamlı bir şekilde bombalanamamıştı. Bağımsızlık ilanının hemen ardından başlayan 1948-49 savaşında İsrail üç Arap devletine (Mısır, Suriye, Ürdün) karşı savaşmış; buna karşılık Altı Gün Savaş’ında bu üç devlete aniden saldırarak üçünü birden feci bir yenilgiye uğratmış; 1973 Savaşı’nda ise kendisi baskına uğramış ama hiçbirinde toprakları, yerleşim yerleri savaştığı ülkelerin hava kuvvetleri tarafından doğru dürüst hava akınlarına uğramamıştı.
Oysa bu savaşların son ikisinde – ilkinde hava kuvvetleri pek yaygın kullanılmamıştı – İsrail, Mısır, Suriye ve Ürdün’ün başta başkentleri olmak üzere önemli merkezlerini yoğun hava bombardımanı altına almıştı. İran ile çatışmalarda da hava kuvvetleri açısından İsrail’in üstünlüğü açık olmakla birlikte İran’ın füzeler konusundaki tartışmasız üstünlüğü İsrail topraklarının her karışını hedef haline getirdi. Bunun kısa ve orta vadede İsrail halkı üzerinde yaratacağı etki ciddiye alınmalıdır. Büyük bir çoğunluğunun çifte pasaport sahibi olduğu İsrail vatandaşları için hükümetin çatışmalar sırasında güvenlik gerekçesiyle ülkeyi terk etmelerine izin vermemesi bu tezi güçlendiriyor.
Çatışmaların ardından ilk soru bu ateşkesin kalıcı olup olmayacağıyla ilgilidir. İsrail bugüne kadar devletlerle giriştiği savaşların ardından imzalanan ateşkes süreçlerine büyük ölçüde uymuş olmakla birlikte Hamas ve benzeri aktörlere – Hizbullah kısmen istisna- karşı aynı şekilde davranmamıştır. İran gibi bir devlet aktörüne karşı tavrının ne olacağı önemli bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Öte yandan ateşkes kalıcı olsa bile İsrail ve Amerika’nın rejim değiştirme fikrinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur.
İran’ın dünya kamuoyunda ciddi bir sempati kazandığı İsrail’in ise Gazze soykırımın ardından saldırganlığını sürdüren ülke görüntüsü vermesinin somut olarak mücadele alanına nasıl yansıyacağını şu anda tahmin etmek pek kolay olmasa gerektir. Trump’ın İsrail için yapabileceklerinin sınırları olduğunun açıkça görüldüğü bu dönemde İsrail’in çok kutupluluğu bir veri kabul ederek dış politikasını ve güvenlik politikalarını değiştirmesi pek güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkmıyor.
Bu durumda İran’ın Rusya’dan hava savunma sistemleri ve Çin’den gelişmiş savaş uçakları alarak eksiklerini tamamlamaya çalışacağına, buna karşılık İsrail’in ise her zaman olduğu gibi Amerikan silah sanayinin geliştirdiği bütün sistemlerle bir sonraki raunda hazırlanacağına kesin gözüyle bakılabilir. İran’ın güçlü bir caydırıcılık oluşturarak İsrail ve Amerika’yı bundan vaz geçirmesi de ihtimaller arasında sayılabilir. Türkiye’nin bu savaştan çıkarması gereken pek çok ders olduğuna şüphe yok. Başta İsrail’in önünü tamamen açan Suriye politikalarının ne kadar yanlış olduğunu anlaması ve ona göre hareket etmesi Ankara açısından önemli olsa gerektir. Türkiye’nin çıkaracağı dersler konusu bu yazının konusu olmayıp başka değerlendirmelerde ele alınacağı için şimdilik bu kadar…
Prof. Dr. Hasan Ünal
Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Görüş
Modi dönemi, Hindistan’ın ‘karanlık döneminin’ ileri bir uyarlaması mı?

50 yıl önce, 25 Haziran 1975’te, kurucu iktidar Kongre Partisi’nden kurucu Başbakan Jawaharlal Nehru’nun kızı Başbakan Indira Gandhi, iç istikrara yönelik bir tehditten bahsederek ülkede bir Acil Durum ilan etti. Bu dönemde halkın demokratik ve temel hakları çiğnendi. 1975 ile 1977 yılları arasında 21 aylık Olağanüstü Hal döneminde Indira Gandhi ve küçük oğlu Sanjay Gandhi, Anayasa tarafından garanti altına alınan temel hakların askıya alınmasına ve muhalif politikacıların ve demokrasi yanlısı aktivistlerin ve gazetecilerin ve entelektüel kesiminin tutuklanmasına başkanlık etti. Zorla kısırlaştırmalar ve uzun süreli tutukluluğa izin veren İç Güvenliğin Korunması Yasası (MISA) aracılığıyla muhalefetin bastırılması gibi olaylar o dönemin “normalleri” arasındaydı (ancak özellikle zorla kısırlaştırmalar tarihin dehşet verici az bilinen örnekleri olarak kayda geçti).
Evet, bu gerçekten de Hindistan’ın otoriterlikle ilk deneyiydi. Demir Leydi Indira Gandhi tarafından ilan edilen sıkıyönetimin 50. yıldönümü şu sıralar -aslında bir süredir-Hindistan’da yeni bir tartışmayı alevlendirdi: Hindistan’ın cumhuriyet tarihinde “karanlık çağ” olarak anılan benzeri görülmemiş bu demokratik kopuş dönemine en yakın tarihsel benzetmenin yapıldığı Modi dönemi…
Narendra Modi’nin 2014’te başbakanlığa yükselmesi, eskiyi süpürüp yeniyi getirme vaadi ile geldi. Geçen yıl 24 Haziran’da Modi, yeni nesil Hindistan’da “Hindistan Anayasası’nın tamamen reddedildiğini, Anayasa’nın her bölümünün parçalandığını, ülkenin hapishaneye çevrildiğini ve demokrasinin tamamen bastırıldığını” asla unutmayacağını söylemişti. Yine geçen yıl temmuz ayında Modi hükümeti, Kongre Partisi’nin Anayasa’ya saygısızlığını vurgulamak amacıyla 25 Haziran’ın her yıl “Samvidhan Hatya Divas” (Anayasa Katliam Günü) olarak anılacağını duyurmuştu.
Bugün Indira Gandhi’nin torunu Rahul Gandhi, Hindistan Parlamentosu’nun alt meclisi Lok Sabha’daki ana muhalefet Kongre’nin lideri. Hindistan demokrasisinin bu karanlık bölümünü vurgulamak, Modi liderliğindeki iktidar Hindistan Halk Partisi BJP’nin Hint halkına başlıca rakibi olan Kongre Partisi’nin demokratik olmayan doğasını hatırlatmasına olanak tanır.
İronik ki veya tuhaf ki bugün Rahul Gandhi cebinde Anayasa’nın bir kopyasını taşırken görülüyor ve partisinin Modi rejimine karşı mücadelesini Anayasa’yı koruma mücadelesi olarak haykırıyor. Hatta Rahul Gandhi’nin dahi partisi adına Olağanüstü Hal dönemindeki aşırılıklar için özür dilediğini de ekleyeyim.
(İronik ki veya tuhaf ki dedim çünkü) Bugün BJP muhaliflerinin Modi’nin 2014’te göreve gelmesinden bu yana Hindistan’da “ilan edilmemiş OHAL” ilan edildiğini iddia ettiği görülüyor. Örneğin, Hindistan’ın önde gelen muhalefet liderlerinden biri olan Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee, Birlik hükümetinin 25 Haziran’ın Samvidhan Hatya Divas olarak kutlanmasını isteyen talebini reddederek, anayasal değerlerin ve demokrasinin Modi yönetimi altında her gün ayaklar altına alındığını iddia etti.
Ki Modi dönemi, yalnızca “yükselen süper güç” olarak değil, aynı zamanda gerek ifade özgürlüğü anlamında olsun gerekse azınlıklara özellikle Müslümanlara yönelik muamele anlamında olsun, çokça tartışmalı bir dönem. Modi’nin, BJP’sinin ideolojik-örgütsel ebeveyni Rashtriya Swayamsevak Sangh RSS ile beraber, sağcı muhafazakar Hindu milliyetçi Hindutva yönetimi, nefret söylemi ile nefret suçlarının artmasına ve azınlıkların özellikle Müslümanların ve Hristiyanların dışlanmasına yol açan bir çoğunlukçu yönetim biçimini adeta normalleştiriyor. Gerçek olaylardan esinlenen dönem filmleri veya dizileri, hükümet politikalarının eleştirileri, karakter isimleri, safran bayrağı veya lotus çiçeği.. Modi hükümeti, kendi monolitik dünya görüşüne uymayan her türlü ifadeye karşı aşırı duyarlı bir tutum içinde..
Bugün Hindistan’da siyasi muhaliflerin yanı sıra Hindistan’ın büyük bir aydın kesiminin Indira Gandhi’nin açık ve resmi Acil Durumu ile Modi’nin “örtülü ve gayrıresmi” otoriterliği arasında paralellikler kurduğu yoğun tartışmalar yaşanıyor. Indira Gandhi hükümeti 1975-77 yılları arasında hakları tamamen askıya alırken Modi döneminde hak temelli yasaların giderek zayıflatıldığı ve terörle mücadele yasalarının ve bunların eleştirmenlere karşı kullanımının daha da sertleştirildiği gözlemlenebiliyor. Öte yandan Acil Durum hükümeti azınlıkları dışlamaya çalışmamışken Modi yönetimi azınlıkların ülkede yalnızca ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamasını sağlamak istiyor gibi görünüyor.
Bugün Indira Gandhi’nin 75-77 resmi otoriter yönetimi ile Modi döneminin örtülü gayrıresmi uygulamaları arasındaki benzerlikler farklılıklar tartışmaları Hindistan demokrasisine ilişkin kaygıları yansıtıyor olabilir, ancak buradaki anahtar soru demokrasinin tehdit altında olup olmadığı değil, içeriden yavaşça metodik aşınıp aşınmadığı. Demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları gibi konular üzerinde yetkin araştırma enstitüleri veya STK’ların son zamanlardaki raporlarında Hindistan’ın sistematik demokratik gerilemeyi takip ettiğine vurgu yapılıyor ve Hindistan artık “seçimsel otokrasi” ve “kısmen özgür” olarak sınıflandırılıyor. Sıralanan başlıca nedenler arasında azınlıklara yönelik dışlama veya eziyet, kurumsal yıkım, muhaliflere karşı yasal araçların silahlandırılması ve Hindu milliyetçi ideolojisi yönünde açık bir baskı. En rahatsız edici sonuçlardan biri ise sıklıkla Müslümanları hedef alan soykırım söylemleri veya çağrıları. Ki 2022 yılında Soykırım Gözlemevi Kurucu Başkanı Gregory Stanton, “soykırımın erken uyarı işaretlerinin çoğunun Hindistan’da görülebilir olduğu” konusunda uyarılarda bulunuyordu.
Çağdaş Hint tarihçi Gyan Prakash’ın “hukukun yasal askıya alınması” olarak tanımlamış olduğu Indira Gandhi’nin Acil Durumu olağanüstü bir istisna idi ise, Modi’nin yönetimi istisnanın kendisini normalleştirerek rutin bir yönetim aracına dönüştürüyor gibi gözüküyor. Çağdaş İtalyan filozof Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı, yasallık ile yasadışılık arasındaki sınırın kaybolduğunu anlatır.
Örneğin 2019’da Jammu ve Keşmir’in özel statüsünü kaldırılması tam siyasi bir mutabakat olmaksızın gerçekleştirildi ki Hindistan anayasacılığının merkezinde yer alan federal normları da ihlal etti. Ya da 2019 Vatandaşlık Değişiklik Yasası, örneğin, bağımsız Hindistan’da ilk kez dini, vatandaşlık için bir ölçüt olarak tanıttı. Ve aslında nihai hedef ise Hindistan’ın laik demokratik cumhuriyetini demokratik olmayan amaçlar için demokratik yollarla yeniden inşa ederek demokratik olmayan bir teokratik “Hindu rasthra” kurmak..
-
Dünya Basını2 hafta önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş2 hafta önce
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?
-
Görüş2 hafta önce
İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak
-
Avrupa2 hafta önce
Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’
-
Görüş2 hafta önce
Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi
-
Görüş2 hafta önce
‘Mükemmel fırtına’nın gözünde korkuyla dalgalanan piyasalar
-
Ortadoğu4 gün önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Ortadoğu2 hafta önce
Tahran’ın menzilindeki ABD üsleri