Dünya Basını
IMF: Küresel borç ve açık seviyeleri pandemi öncesi seviyelerin çok üzerinde

Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Kristalina Georgieva, bugün IMF ve Dünya Bankası yönetim organlarının Marakeş’te düzenlenen sonbahar oturumunda yaptığı açıklamada, mevcut küresel borç ve açık seviyeleri koronavirüs pandemisi öncesine kıyasla çok daha yüksek olduğunu belirtti.
Georgieva, “Borç ve açıkların pandemi öncesi seviyelerin çok üzerinde olması nedeniyle maliye politikası her zamankinden daha fazla ihtiyat gerektiriyor. Orta vadeli büyümeyi canlandırmak için dönüştürücü reformlara ihtiyaç var. Bu tür reformların uygulanmasının verimlilik seviyelerini dört yıl içinde yüzde 8 artırabileceğini tahmin ediyoruz,” diye konuştu.
‘Enflasyonla mücadele, yoksulluk ve eşitsizliğin azaltılması için özel sektörün dönüşüm sürecine dahil edilmesinin’ önemli olduğuna vurgu yapan Georgieva, “Uzun bir süre yüksek faiz oranlarının damgasını vuracağı bir dönemde olduğumuz açık, ancak finansal koşulların aniden sıkılaşması piyasalara, bankalar ve diğer kurumlara zarar verebilir,” ifadelerini kullandı.
Öte yandan Georgieva, gelişmekte olan ülkeler için GSYİH’nin yüzde 5’ine, düşük gelirli ülkeler için ise yüzde 9’una kadar ek gelir getirebilecek vergi reformları yapılması çağrısında bulundu.
IMF ve Dünya Bankası’nın Marakeş’teki etkinliğinde 190 ülkeden bakanlar, merkez bankası başkanları, parlamenterler, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve uzmanlardan oluşan yaklaşık 12 bin katılımcı yer aldı.
Toplantıda küresel ekonomik görünüm, yoksulluğun ortadan kaldırılması, iklim değişikliği, ekonomik kalkınmanın sağlanması ve etkin yardım konuları ele alındı. IMF-DB ortak oturumu 1973 yılında Nairobi’de yapılmasından bu yana yarım yüzyıl sonra ilk kez Afrika’da düzenleniyor.
Dünya Basını
Fas, Batı Afrika’da imparatorluk inşa ediyor

“Fransa Batı Afrika’dan çekilirken, Fas diplomasi ve ekonomik entegrasyon yoluyla boşluğu doldurmaya çalışıyor, ancak bu tek başına yürüttüğü bir mücadele değil. İki devlet arasında iktidarın ‘devri’ için yapılan zımni anlaşma söz konusu… ” Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesindeki güç ve endüstri rekabetine ilişkin stratejik araştırmalar ve analizler yayınlayan Vizier blogdaki yazıyı Mert Cafer Eral çevirdi.
***
Afrika’ya yol döşemek
Fransa Batı Afrika’dan çekilirken, Fas diplomasi ve ekonomik entegrasyon yoluyla boşluğu dolduruyor.
19 Şubat 2025’te, Fas ve Moritanya hükümetleri Smara ve Bir Moghrein şehirleri arasında Moritanya’nın hidrokarbon ve çeşitli mineraller yönünden zengin iç kesimlerini Fas’ın Atlantik kıyısındaki limanlarına bağlamak için bir kara yolu kurma anlaşması yaptılar. Rotanın iki ülke arasındaki lojistik geçişini hızlandırması bekleniyor, örneğin bu yol Moritanya’nın ham demir ulaştırma süresini Nouadhibou limanına yapılan yedi günlük bir seferden, sözü ettiğimiz yolu kullanarak Fas’ın Laayune limanına yapılan üç günlük bir yolculuğa indirecek.
Yakın bir tarihe kadar, Fas Afrika’nın kalanından izole bir konumdaydı. Doğusundaki tek komşusu Cezayir, güneyde ise çoğunlukla kontrol altında olmayan Sahra vardı. Cezayir’le aralarındaki sürekli yükselen tansiyonlar Fas’ı sınırı tekrar tekrar kapatmaya mecbur bırakıyordu, bu durum Afrika’nın kalanıyla tek bir kara bağlantısı olduğu anlamına geliyordu: Moritanya üzerinden, tartışmalı Batı Sahra bölgesinden güneye doğru. Fas, Batı Sahra’yı kendi topraklarının ayrılmaz bir parçası olarak kabul ediyor ve 1975 yılında İspanya’nın eski kolonisi olan bu bölgeden çekilmesinden bu yana bölgenin büyük bir kısmını yönetiyor.
Batı Sahra’nın yerlisi olan Sahrawi halkını temsil ettiğini iddia eden isyancı grup Polisario Cephesi uzun süredir bağımsızlık istiyor. 1975’ten bu yana Cezayir, Libya, Küba ve İran’dan çeşitli derecelerde askeri, mali ve diplomatik destek aldığı iddia edilen Polisario, Fas’a karşı kesintili bir savaş yürüttü. Uluslararası gözlemciler bu on yıllık savaşın savaşçılar ve siviller arasında 10.000 ila 20.000 kayıpla sonuçlandığını tahmin etmektedir.
İsyan bastırma faaliyetleri dahilinde Fas hükümeti toplamda 100.000 asker içeren karakollarla korunan 2.700 kilometrelik “kum duvar” Berm’i inşa etti. Cezayir sınırından Atlantik’e kadar uzanan bu hat Fas’ın fiili güney sınırları olarak hizmet ediyor. Berm, Batı Sahra (ve dolayısıyla Fas) ve Moritanya arasında ufak bir bölgeyi kapsayarak İnsansız Bölge olarak bilinen kimsenin yaşamadığı bir bölge yarattı. Bölgedeki mayınlı araziler ve kalıcı yerleşimlerin yokluğu sebebiyle bölge Moritanya ve Fas arasında direkt sınır geçişini engelledi.
Bu durum değişiyor. Bir zamanlar Moritanya ve Fas arasında, İnsansız Bölge ile ayrılmış uzak bir kontrol noktası olan Guerguerat sınır karakolu, şimdi gerekli altyapıya sahip, tamamen işlevsel bir uluslararası geçişe dönüştürülüyor. Fas’ın Sahraaltı Afrika ile ticaret ağında önemli bir düğüm haline gelen bu sınır kapısı, başta tarım ve sanayi ürünleri olmak üzere Fas’ın toplam ihracatının yaklaşık %2’sini oluşturan 1 milyar doların üzerinde yıllık ihracatı kolaylaştırıyor.
Guerguerat ve Smara-Bir Moghrein geçişleri lojistik iyileştirmelerden daha fazlasını temsil etmektedir. Bu altyapı, Moritanya ve demir, bakır ve petrol bakımından zengin iç kesimleriyle Laayoune gibi Fas’ın Atlantik limanlarına doğrudan koridorlar oluşturarak Moritanya’yı Fas’ın ihracata dayalı ekonomisine daha fazla entegre edecek ve Afrika’nın geri kalanının bu genişleyen ekonomik bölgeye katılmasını sağlayacaktır. Fas’ın önemli doğal kaynaklar gerektiren endüstriyel hedefleri göz önüne alındığında, bu gelişme Rabat’ın kendisini Afrika’nın Atlantik, Avrupa ve ötesine açılan birincil ekonomik geçidi olarak konumlandırmaya yönelik uzun vadeli jeopolitik stratejisinde yeni bir aşamaya işaret ediyor.
Tüm bunlarla birlikte, Fas tarihsel rakibi Cezayir’e üstün gelmek ve bölgedeki Fransız etkisini azaltmak istiyor. Ancak Fası zor bir yolculuk bekliyor. Fransa’nın diplomatik başarısızlıklar nedeniyle etkisinin azalması ve Rusya’nın Mali ve başka yerlerdeki müdahalelerinin savaş suçları ve diğer suistimaller nedeniyle artan bir incelemeyle karşı karşıya kalmasıyla Batı Afrika’da bir güç boşluğu ortaya çıktı.
Türkiye, İran, Körfez ülkeleri ve Çin bu boşluğu doldurmak istiyor. Yine de, Fas burada bölgeye coğrafi olarak en yakın, politik olarak stabil, ekonomik olarak uyumlu bir rakip olması ve yüz yıldır bölgede süregelen kültürel ve yayılmacı gücü sebebiyle iddialı bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Dış aktörlerin aksine Fas, 1999’da Fas tahtına çıkan Kral 6. Muhammed (MVI) yönetiminde yirmi yılı aşkın bir süredir hazırlandığı geleceğe yatırım yapıyor.
Mahzen: Fas’ın Devlet Geleneği
Fas’ın bölgedeki konumu, Batı Afrika, Akdeniz ve Orta Doğu arasında seyahat eden halklar, mallar ve fikirler için binlerce yıllık köprü rolüne dayanmaktadır. Berberi tüccarlar ve kervanlar yüzyıllar boyunca Sahra ötesi ticaretin can damarı olarak faaliyet göstermiş, Sijilmasa ve Marakeş gibi Fas şehirlerini Timbuktu ve Gao gibi Batı Afrika merkezlerine bağlamıştır. Faslı tüccarlar tekstil, seramik ve silahları altın, fildişi ve tuzla takas ederek Fas hanedanlarını zenginleştiren ve Fez ve Meknes’in büyük camileri gibi anıtsal projeleri finanse eden bir ticaret yaptılar.
Ticaret aynı zamanda kültürel ve dini alışverişi de kolaylaştırdı. İslam’ın 7. ve 8. yüzyıllarda Kuzey Afrika’da yayılması, Fas’ın imparatorluk kimliğine zemin hazırlayan kalıcı siyasi, kültürel ve ticari bağları teşvik etti. Timbuktu’daki âlimler Fez’deki Al-Qarawiyin Üniversitesi gibi Fas’ın öğrenim merkezlerine seyahat ederken, Ticaniye ve Kadiriye gibi Sufi tarikatları güneye doğru yayılarak Fas’ın İslam yorumlarını Batı Afrika toplumlarına yerleştirdi. Fas bugün de bölgede kültürel ve dini yumuşak gücünü korumakta ve Fas’ta hakim olan Maliki İslam hukuku ekolü Batı Afrika’nın büyük bölümünde birincil mezhep olmaya devam etmektedir. Fas ayrıca Senegal, Mali ve Nijer gibi ülkelerdeki camilerin yapımını ve bakımını finanse ederken, bu ülkelerden gelen imamları Fas dini kurumlarında eğitmektedir.
Tüm bunlar, yüzyıllar boyunca çeşitli hanedanlıklar ve biçimler arasında Arapça ‘dolap’ veya ‘depo’ kelimesinden türetilen Mahzen olarak anılan günümüz Fas’ında yoğunlaşan siyasi güçler tarafından kolaylaştırıldı. Gerçekten de Fas, Kuzey ve Batı Afrika’da yüzyıllara dayanan bir devlet geleneğine sahip az sayıdaki siyasi oluşumdan biridir. I. İdris tarafından 757 yılında kurulan İdrisi hanedanı, Berberi kabileleri ve Arap yerleşimcileri birleştirmiş ve Fas’ın bölgesel bir güç olarak rolünü kurumsallaştırmıştır; bu miras daha sonra Fas’ın etkisini güneye, Batı Afrika’ya ve Gana İmparatorluğu’na kadar genişleten Murâbıtlar (11.-12. yüzyıllar) tarafından genişletilmiştir. 16. yüzyıla gelindiğinde Sa’adi hanedanı Fas’ın gücünü daha da ileriye taşıyarak 1591’de o zamanlar Batı Afrika’nın hâkim gücü olan Songhay İmparatorluğu’nu deviren bir askeri harekât başlattı. Sa’adi’nin Timbuktu ve Gao’yu fethi, bu şehirleri Fas tarafından yönetilen paşalıklara (eyaletler) dönüştürerek Sahra ötesi ticaret yollarının kontrolünü güvence altına aldı.
Fas’ı 1631’den beri yöneten mevcut Alevi hanedanı bu imparatorluk mirasını devralmıştır. Sultan Mulay İsmail (1672-1727) döneminde Fas’ın etkisi Sahra’nın derinliklerine kadar uzanmış ve bugünkü Senegal’deki Saint-Louis’ye kadar ulaşmıştır. Bu tarihi iddialar daha sonra 20. yüzyılın ortalarında Fas’ın milliyetçi İstiklal hareketi tarafından yeniden canlandırıldı ve Moritanya’nın sınırlarının meşruiyetini Fas’ın doğal hinterlandını parçalamak için tasarlanmış bir “sömürgeci yapaylık” olarak reddetti. Moritanya’nın egemenliğinin 1973’te resmen tanınmasından sonra bile Fas’ın jeopolitik tahayyülü Batı Afrika’ya uzanan bir etki alanı vizyonundan hiçbir zaman tam olarak vazgeçmedi.
1956’da Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından Fas’ın dış politikası başlangıçta pan-Arabizm ve “ alt sınıf ” dayanışmasına yönelmiş ve Sahra-altı Afrika ile olan tarihi bağlarını bir kenara bırakmıştır. Bu değişim, Afrika’nın büyük bir kısmının Polisario Cephesi’nin Sahrawi Arap Demokratik Cumhuriyeti’ni (SADR) tanımasının ardından Fas’ı diplomatik olarak izole eden Batı Sahra çatışmasıyla daha da şiddetlendi. Fas’ın 1984 yılında SADR’nin kabul edilmesini protesto ederek Afrika Birliği Örgütü’nden (OAU) çekilmesi, Afrika ilişkilerinde dibe vuruşa işaret etti.
Bu konum Kral MVI döneminde Fas’ın kendisini ülkenin çeşitli imparatorluk hanedanlarının “mirasçı devleti” olarak yeniden konumlandırması ve meşruiyetini Batı Afrika’nın Sahra ve Sahel bölgeleri üzerindeki derin kurumsal sürekliliğinden ve tarihsel etkisinden alması ile değişti. Fas 2017’de Afrika Birliği’ne geri döndü ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’na (ECOWAS) üyelik arayışına girdi, Kazablanka-Dakar otoyolu gibi altyapı yatırımları için lobi yaptı ve 2012 Mali çatışmasından göç yönetişimine kadar bölgesel krizlerde kendisini arabulucu olarak konumlandırdı. Bu çabalar, Fas’ın Afrika ve Avrupa arasında bir geçit olarak tarihi rolünü yeniden canlandırmak ve Batı Afrikalı ortakları çekmek için siyasi istikrarından, bankacılık sektöründen ve sanayi tabanından yararlanmak için uzun vadeli bir vizyonu yansıtıyor.
Frankofonu Taşeronlaştırmak
Fas’ın ekonomik ve diplomatik genişlemesi Fransa’ya karşı düşmanca bir eylem olmaktan ziyade Fransa’nın frankofon etki çemberinde Fas’ı bir “taşeron” olarak kullanma girişimlerinin bir parçası. Fransa’nın geçmiş sömürgeleri üzerindeki etkisi tüm girişimlere rağmen zaman içinde azalırken, Fas Fransa’nın buradaki etkisini tek başına sürdürememesinden mütevellit bu süreci üstlenmesi için yeni ortaklar aradığı bu dönemde avantajlı bir pozisyon aldı.
1999 yılında iktidara geldiğinden beri, MVI Fasın Batı Afrikadaki Fransız etkisinin yerini alması için bölgedeki ülkelerle ileri düzey bir diplomasi yürütüp stratejik ekonomik yatırımlar yaparak aralarındaki bağı güçlendirmeyi amaçlıyor. Senegal, Mali, Gine, Nijer, Burkina Faso, Fildişi Sahili gibi ülkelere gerçekleştirilen sık seyahatlerde ticaret, altyapı, güvenlik ve gelişim gibi konuları da içeren çok sayıda işbirliği anlaşması yapılıyor. Bu anlaşmalar Fas’ın kendisini Afrika ve Avrupa arasındaki en önemli ekonomik ve lojistik kanal yapma planının bel kemiğini oluşturuyor.
Bu stratejinin kalbi Fas’ın fiili varlık fonu olan kraliyet ailesinin finansal kolu Al Mada yatırım fonu. Al Mada sayesinde Fas Fransa’nın bölgedeki etkisinin yerini almak amacıyla Batı Afrika pazarlarında, bankacılıkta, sigortacılıkta, telekomünikasyonda ve inşaat sanayide agresif bir biçimde büyüyebildi.
Attijariwafa Bank ve BMCE Bank gibi önde gelen Faslı finans kuruluşları, Société Générale gibi Fransız kuruluşlarının çekilmesiyle hızlanan bir eğilimle Batı Afrika’da güçlü bir varlık oluşturdu. Fas’ın en büyük finans kuruluşu olan Attijariwafa, Moritanya, Togo ve Benin’deki Société Générale yan kuruluşlarını satın almaya hazırlanıyor. Bu genişleme sadece Fransa’nın tarihsel ekonomik hakimiyetine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda Fas’ın kıtanın finans kapısı olma yönündeki daha geniş hedefini de yansıtıyor.
Benzer şekilde, telekomünikasyon alanında Fas’ın İtissalat El Mağrib (Maroc Telecom) şirketi başta Batı Afrika olmak üzere 11 ülkede faaliyet göstermekte ve Moritanya’da Mauritel, Burkina Faso’da Onatel ve Mali’de Sotelma gibi iştirakleri yönetmektedir. Fransız Orange ile birlikte Fas’ın Maroc Telecom’u Afrika’nın en büyük telekom operatörleri arasında yer alan yükselen bir yıldız.
Fas ayrıca, 26 Afrika ülkesine internet erişimi sağlamak üzere tasarlanan ve Elon Musk’ın Starlink’i ile doğrudan rekabet eden bir uydu takımyıldızı projesi olan Panafsat girişimi aracılığıyla teknolojik hedeflerini ilerletiyor. Ülke, özellikle Fransız firmalarının kapsamlarını azaltmasıyla değişen bölgesel dinamiklerden faydalanıyor. Tanger-Med’in (dünyanın en büyük 17. limanı) işletmecisi Marsa Maroc gibi Faslı şirketler, Bolloré Logistics’in bölgeden ayrılmasının ardından Liberya ve Benin’deki lojistik altyapısını yönetmek için devreye girdi.
Fas’ın güney illeri Dahla ve Layoune, krallığın bölgesel stratejisinde kritik düğüm noktaları olarak hizmet veriyor. Bu bölgelerin stratejik değerinin farkında olan Kral MVI, 2014 yılında bu bölgeleri trans-Afrika ticareti için lojistik merkezlere dönüştürmek üzere 7 milyar dolarlık bir altyapı girişimi başlattı. Şubat 2025’te Smara-Bir Moghrein sınır kapısının açılması, Moritanya demir cevherinin Layoune’daki Fas çelik tesislerine ulaşması için doğrudan bir rota oluşturarak bu vizyonu örneklemektedir. Bu gelişme Fas’ı bölge için bölgesel bir çelik işleme merkezi olarak konumlandırıyor.
Altyapı gelişimi, Dahla Atlantik Limanı projesinin bölgesel ticaret dinamiklerini dönüştürmeyi vaat ettiği Fas’ın Atlantik kıyı şeridine kadar uzanıyor. Balıkçılığı canlandırmak, Afrika ve Brezilya ile ticareti geliştirmek ve gelişmiş deniz lojistiği sağlamak üzere tasarlanan liman, trans-Afrika bağlantısına yönelik daha geniş bir vizyonun parçasını oluşturuyor. Bu denizcilik genişlemesini tamamlayan Fas’ın 2023 Sahel için Atlantik Girişimi (AIfS), Moritanya’yı Mali, Burkina Faso, Nijer ve Çad gibi denize kıyısı olmayan ülkelere bağlayan demiryolu ve karayolu ağları için iddialı planların ana hatlarını çiziyor.
Enerji gelişimi, Fas’ın bölgesel entegrasyon ve enerjide kendi kendine yeterlilik stratejisinin bir diğer ayağını oluşturuyor. Hükümet, 2030 yılına kadar yurt içi elektrik üretiminin %52’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından elde etmek gibi iddialı bir hedef belirledi. Bu yenilenebilir enerji stratejisinin merkezinde 510 megawatt ile dünyanın en büyük konsantre güneş enerjisi santrali olan Noor Ouarzazate Güneş Kompleksi yer alıyor. Fas, ulusal (ve sivil) bir nükleer enerji programı başlatmak için Batı Sahra’daki uranyum yataklarının potansiyelini araştırıyor. Krallık ayrıca Moritanya ile 2024’te imzalayacağı bir anlaşmayla Batı Afrika Enerji Havuzu’na katılarak Batı Afrika ülkelerine elektrik ihracatını mümkün kılacak. Belki de en iddialısı, Fas, Nijerya gazını Fas toprakları üzerinden Avrupa pazarlarına taşıyacak 25 milyar dolarlık bir proje olan Afrika-Atlantik Gaz Boru Hattı üzerinde işbirliği yapıyor.
Kültürel ve akademik bağlar Fas’ın stratejisini daha da güçlendiriyor. Fas’taki üniversiteler Senegal, Mali ve Fildişi Sahili’nden binlerce öğrenciye ev sahipliği yapıyor ve bu öğrencilerin birçoğu askeri bilimler, tarım ve mühendislik eğitimi almak için burs alıyor. Bu değişimler kalıcı ikili ilişkileri teşvik etmekte ve Fas’ın uzun vadeli ortaklıklar geliştirirken uzmanlığını ihraç etmesini sağlıyor.
Tarım ve gıda güvenliği Fas’ın bölgesel faaliyetlerinin bir diğer ayağını oluşturuyor. Ülke Batı Afrika’ya milyonlarca dolar değerinde tarım ürünü ihraç ediyor, ancak bunlar Moritanya’nın Fas kamyonlarını vergilendirmesi nedeniyle sık sık zorlanıyor. Bunu aşmak için Fas, Senegal’e yeni nakliye rotaları açarak Batı Afrika pazarlarına doğrudan deniz yoluyla erişim sağladı.
Fas bu esnada otomobil üretimine yaptığı önemli yatırımlar ve Kazablanka’da 500 milyon dolarlık bir ilaç fabrikasıyla imalat sektörünü güçlendiriyor. Bu tesis, ülkeyi, yerel araştırma ve geliştirme çalışmalarıyla desteklenen, Afrika’nın önde gelen aşı ve ilaç ihracatçısı konumuna getirmeyi amaçlıyor. Fas’ın gelişmekte olan otomotiv endüstrisine, Batı Afrika ülkeleriyle ihracat sözleşmeleri imzalayan ulusal otomobil üretim girişimi Neo Motors öncülük ediyor.
Fas Haşin bir Jeopolitik Rekabette
Fransa’nın Batı Afrika’daki tarihsel etkisi dramatik bir şekilde azaldı ve askeri cuntalar Sahel ülkelerini birer birer ele geçirirken bölgede geniş çaplı bir askeri geri çekilme yaşandı. Bu durum, bir zamanlar Afrika’nın geri kalanıyla birlikte Fransa tarafından sömürgeleştirilen Fas’ın boşluğu doldurması için fırsatlar yarattı. Ancak Batı Afrika’da nüfuz mücadelesi veren tek aktör Fas değil. Cezayir gibi bölgesel komşular ve Rusya, Türkiye, Çin ve BAE gibi uluslararası güçler de benzer şekilde varlıklarını yoğunlaştırdı ve her biri farklı stratejik gündemler geliştirdi.
Onlarca yıllık Sovyet dönemi ‘Afrika politikası’ ve Başkan Vladimir Putin’in hırsı tarafından yönlendirilen Rusya, bölgedeki en önemli askeri güç haline gelmek için Batı Afrika’da yükselen Batı karşıtı (özellikle Fransız karşıtı) duygulardan yararlandı. Mali, Burkina Faso, Nijer ve Çad’dakiler de dahil olmak üzere askeri cuntalara verdiği destek (aynı zamanda doğu Libya ve Sudan’daki etkilerini genişletme arayışları) ve dezenformasyon kampanyaları ve propaganda gibi dördüncü nesil savaş taktikleri sayesinde Rusya, Fransız etkisini önemli ölçüde aşındırdı. Ne var ki, Rusya da bölgedeki yumuşak gücünün, özellikle de Mali’de Kremlin’in bir uzantısı olarak faaliyet gösteren Wagner Grubu gibi paramiliter örgütlerin eylemleri nedeniyle önemli darbeler aldığını gördü. Güvenlik sözleşmeleri bahanesiyle altın rezervlerini yasadışı olarak çıkaran grup, çok sayıda insan hakları ihlali ve sivillere yönelik katliamlarla da suçlanıyor.
Tarihsel olarak Rusya’nın müttefiki ve Fas’ın baş düşmanı olan Cezayir, Fas sınırı yakınlarında Ruslarla ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Ne var ki, Ukrayna çatışması başladığından beri Cezayir, Rusya’nın silah ihracat kapasitesinin azalmasını ve açık askeri ittifaklara girme konusundaki isteksizliğini gerekçe göstererek Moskova’dan temkinli bir şekilde uzaklaştı. Bununla birlikte, her iki ülke de Suriye’deki Beşar Esad rejimini Aralık 2024’te yıkılana kadar desteklemeye devam etti. Cezayir ayrıca Rus yapımı Su-57 savaş uçaklarını satın alarak Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası’na (CAATSA) meydan okudu ve ABD’li Senatör Marco Rubio’nun 2022’de yaptırım önermesine yol açtı.
Cezayir ise, Fas’taki Polisario Cephesi ve Mali’deki Azavat Cephesi gibi ayrılıkçı hareketleri destekleyerek nüfuzunu genişletmek için uzun süredir vekalet savaşına bel bağlamış durumda. Sızdırılan diplomatik belgeler, 2012 Tamanrasset terör saldırısından sonra Cezayirli yetkililerin Mağrip El Kaidesi (AQIM) ile zımni anlaşmalar yaptığını ve Cezayir varlıklarının korunması karşılığında tehditleri Fas ve Fransa’nın çıkarlarına yönlendirdiğini gösteriyor. İddia edilen bu işbirliğinin son on yılda Mali’de en az üç Fas vatandaşının ölümüne yol açtığı bildiriliyor.
İran’ın Batı Afrika’daki rolü her ne kadar azımsansa da çok yönlüdür ve genişlemektedir. Tahran, 1990’lardan bu yana, tarihsel olarak Sufi İslam’ın hakim olduğu bir bölgede Şii dinini yaymayı teşvik ediyor. Nijerya şu anda Lübnan’dan daha büyük bir Şii nüfusa ev sahipliği yapıyor ve İran’ın devrimci sistemini model alan İslami Hareket gibi gruplar bir Şii İslam cumhuriyetini savunuyor. İran ve Hizbullah’ın 2018’den bu yana Polisario Cephesi’ni desteklediği, Tinduf’taki savaşçılara eğitim ve kısa menzilli füzeler sağladığı da iddia ediliyor. Hatta Polisario birliklerinin İran destekli milislerle birlikte Suriye’deki iç savaşa katıldığına dair raporlar da var.
Buna karşılık Çin’in müdahalesi öncelikle ekonomik. Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla hammadde teminine ve Moritanya’nın Nuakşot derin su limanı ve Gine’nin Cibloho Barajı gibi altyapıları finanse etmeye odaklanırken maden çıkarımı için lojistik ağlar kuruyor.
Türkiye ayrıca Cezayir tarafından vurulan model de dahil olmak üzere Mali’ye insansız hava araçları satarak ve Libya’nın Trablus merkezli hükümetini destekleyerek iddialı bir konuma geldi. Ankara’nın Libya’nın güneyinde, Cezayir sınırı yakınlarında askeri üsler açma planları Afrika’da derinleşen bir angajmana işaret ediyor.
Birleşik Arap Emirlikleri de Sahel’deki askeri cuntalarla bağlarını geliştirerek, Mali’nin altın ihracatını kolaylaştırarak ve Gine’nin boksit madenini Emirlik tesislerinde alüminyuma dönüştürerek önemli bir oyuncu olarak ortaya çıktı. Moritanya ile deniz erişim anlaşmaları ve Fas ile sağlam yatırım bağlantıları sürdürse de Cezayir ile ilişkiler rakip bölgesel hırslar nedeniyle gerginliğini koruyor.
Fas, Fransa’nın bölgedeki nüfuzunu değiştirmek için onunla bir anlaşma yapma avantajına sahip, ancak bölgesel hegemonya çabalarına karşı artan zorluklarla karşı karşıya. BAE ve Türkiye’nin üsler ve silah anlaşmaları yoluyla genişleyen askeri etkisi Fas’ın bölgesel nüfuzunu azaltma riski taşıyor.
Fas’ın Yükselişinin Önündeki Zorluklar
Fas’ın Batı Afrika’daki dış politikası, Fransa’nın bölgeden çekilmesiyle ortaya çıkan boşluk ve iki devlet arasında iktidarın ‘devri’ için yapılan zımni anlaşma sayesinde mümkün olmuştur. Kral MVI’nin yönetimi altında Fas, son birkaç on yıldır Afrika genelinde diplomatik, kültürel ve ekonomik nüfuzunu özenle geliştirdi. Bu sayede Afrika’nın dört bir yanındaki hammadde kaynaklarını Fas’taki fabrikalara aktararak katma değerli üretim yapabilen ve daha sonra da bunları dünyanın dört bir yanındaki ülkelere ihraç edebilen bir ekonomik imparatorluğun temelleri atılmış oldu.
Ne var ki Fas bunu yaparken çok sayıda zorlukla karşı karşıya. Fransız ordusunun geri çekilmesi, Rus paramiliter savaş suçları ve zayıf devlet kapasitesi El Kaide gibi grupların toprak işgal etmesine izin verdiği için Sahel’de terörizm yükselişte. Rusya, Çin, Türkiye, BAE ve İran gibi daha uzaktaki güçler de Afrika’daki kaos ortamından faydalanmaya çalışıyor.
Belki de en önemlisi, Fas’taki sıradan vatandaşlar, ülke yüksek ve kalıcı işsizlik ve düşük ücretlerden muzdarip olduğu için meyvesini alamıyor. Fas’ın siyasi ve ekonomik eliti Mahzen ve özellikle de Al Mada fonu aracılığıyla kraliyet ailesi, Fransız varlıklarının satın alınması ve Afrika genelinde yeni iş bağlantıları yoluyla meyvelerin aslan payını alıyor. Kral MVI, Batı Afrika’ya bakıp Fas’ın bölgedeki tarihi üstünlük konumunu yeniden tesis etme fırsatını görürken, Fas’ın siyasi ekonomisini düzeltmek gibi eve daha yakın meselelerle uğraşmak zorunda kalabilir.
Dünya Basını
Askeri tarihçi Roland Popp: ‘Trump dönüm noktasında’

Askeri tarihçi Roland Popp, Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Berliner Zeitung’dan Simon Zeise’ye verdiği mülakatta Ukrayna savaşının kilitlendiğini, Trump’ın arabuluculukta başarısız olduğunu ve Avrupa’nın hüsnükuruntu içinde olduğunu belirtiyor. Popp, Rusya’nın kapsamlı savaş hedefleri ve Ukrayna’nın taviz vermeme kararlılığı nedeniyle yakın zamanda barış beklemediğini ifade ediyor. Batı’nın yaptırımlarını etkisiz bulduğunu ve askeri güçle diplomatik hazırlığın birleştirilmesi gerektiğini vurgulayan Popp, ayrıca, Alman kamuoyundaki uzmanlık eksikliğini eleştirerek, Rusya ile NATO arasında doğrudan bir çatışma riskine dikkat çekiyor.
Askeri uzman, Ukrayna müzakerelerini değerlendirdi: ‘Trump dönüm noktasında’
Simon Zeise
16 Mayıs 2025
Askeri tarihçi Roland Popp, verdiği mülakatta Ukrayna savaşının kilitlendiğini, Trump’ın nüfuzunu kaybettiğini ve Avrupa’da hüsnükuruntunun hakim olduğunu belirtti.
Ukrayna’da üç yıldır şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Savaşan taraflar arasında ilk müzakereler yapılmış olsa da her gün askerler ve siviller ölmeye devam ediyor. Almanya, Fransa, Birleşik Krallık ve Polonya, diplomatik bir girişim başlatmak yerine daha fazla silah sevkiyatına odaklanıyor. Kilitlenmiş bu durum karşısında ateşkes ve kalıcı barış şansı ne kadar? Berliner Zeitung, bu konuyu ETH Zürih Askeri Akademisi’nden askeri tarihçi Roland Popp ile konuştu.
Sayın Popp, Donald Trump’ın göreve başlamasından bu yana Rusya ile Ukrayna arasında pek çok müzakere yapıldı. Yakında bir barış anlaşmasına varılacak mı?
Çok karamsarım. Mevcut durumda asıl meselenin barış müzakereleri veya ateşkes sağlamak değil, başarısızlıktan diğer tarafın sorumlu olduğuna Trump yönetimini ikna etmek olduğu izlenimindeyim. Trump’ın arabuluculuk rolünde daha önce iddialı bir şekilde duyurduğu kadar başarılı olmadığını da kabul etmek gerekiyor.
Bunu nasıl açıklarsınız?
Trump bir dönüm noktasına geldi. Amerikalılar yeniden Avrupa’nın pozisyonuna yaklaştı. Trump yönetimi, İstanbul’daki toplantı öncesinde Putin’e yönelik Avrupa ültimatomunu desteklediğini bile ima etmişti. Şimdi ise durum daha çok Avrupa’nın hüsnükuruntusu gibi görünüyor. Şu anda müzakerelerde kayda değer bir ilerleme yok.
Putin ve Trump kamuoyunda yakın müttefikler olarak gösteriliyor. Barış müzakerelerinde kayda değer bir ilerleme olmamasını nasıl açıklıyorsunuz?
Kamuoyunda kişiler ön plana çıkarılıyor ancak müzakereleri son derece zorlaştıran yapısal nedenler de var. Rusya’nın savaş hedefleri oldukça kapsamlı. Şu anda bir ateşkes, bu hedeflere ulaşılmasını muhtemelen imkânsız hâle getirir. Ukrayna içinse Rusya’nın talepleri kesinlikle kabul edilemez. Savaş alanında daha önemli gelişmeler yaşanmadan barış anlaşmasının hâlâ çok uzakta olduğunu düşünüyorum, her ne kadar her iki tarafta da savaş yorgunluğu artmış olsa da.
Trump uzun süre Rusya’nın taleplerini desteklemeye istekli görünüyordu. Beyaz Saray’da kameralar önünde Vladimir Zelenskiy’e geri adım atması gerektiğini açıkça belirtti. Trump’ın tutumu neden değişti?
Trump, selefinden çok farklı bir yol izledi. Biden, Rusya’yı olası bir askeri yenilgi tehdidiyle barışa zorlamak için Ukrayna’yı neredeyse koşulsuz desteklemişti. Trump ise Ukraynalıları taviz vermeye zorlamak için Rusya’nın hedeflerine yaklaştı. Fakat Ukraynalılar hâlâ Avrupalıların desteğine sahip ve Rusya’nın kapsamlı taleplerine boyun eğmeye niyetli değiller. Bu anlaşılabilir bir durum, zira hiçbir devlet egemenliğinin bu ölçüde kısıtlanmasına razı olmaz. Ama sonuçta bir de savaş alanının kendisi var ve burada Ukrayna çok büyük sorunlarla karşı karşıya. Şu anda bir ateşkes, askeri açıdan en çok Ukrayna’ya yarar sağlar. Rusya’nın buna ihtiyacı yok; tam tersine, bir ateşkes Rusya’nın hızlanan ilerleyişinin mevcut seyrini kesintiye uğratır.
Merz, Keir Starmer, Macron ve Tusk, geçtiğimiz hafta sonu Kiev’deydi ve Rusya’ya ateşkesin ne zamana kadar imzalanması gerektiğine dair bir ültimatom verdiler. Bu yaklaşımı ne kadar başarılı buluyorsunuz?
Bu her şeyden önce bir çaresizlik ifadesi. Rusya yine yaptırımlarla tehdit edildi. Oysa Batı’nın şimdiye kadarki yaptırım politikası, tüm güçsüzlüğünü ve stratejik yetersizliğini halihazırda ortaya koydu. Berlin’in, Moskova’da bu tür tehditlerin artık ciddiye alınmadığını kabul etmesi gerekiyor.
Ukrayna savaşının çözümü için diplomatik girişimlerde bulunulması gerektiğini savunan az sayıdaki sesten birisiniz. Amacınız nedir?
Benim için önemli olan, eski düşman imgelerinin refleks olarak yeniden canlandırılmaması. Askeri bilimlerden diğer sesler gibi ben de Almanya’nın güvenliği için daha fazla para harcaması gerektiği görüşündeyim. Ancak Baltık ülkelerinde istisnai bir senaryoyu önlemek için büyük ölçüde silahlanma fikrini tamamen yersiz buluyorum. Rusya’nın NATO’ya ne zaman saldırmayı planladığına dair —nisan 2029’da mı, yoksa Polonya istihbaratının iddia ettiği gibi 2026’da mı— yapılan bu tahmin yarışması, ciddi tehdit analizleri değil, hesaplanmış siyasi mesajlardır. İhtiyaç duyulan şey, inandırıcı askeri güç ile diplomatik uzlaşıya hazır olmanın birleşimidir. Kamuoyunda bu kadar baskın olan güvenlik uzmanları, Avrupa’da yeniden istikrarlı bir düzen kurmaya yönelik herhangi bir inandırıcı strateji olmaksızın sadece askeri caydırıcılıktan bahsediyor.
Alman siyasi talk show’larında uzmanlara dair çok tek taraflı bir tablo çiziliyor. Uzmanlık eksikliği mi var, yoksa bu politik olarak mı isteniyor?
Ukrayna savaşında bu uzmanların çoğu hemen her konuda yanıldı. Örneğin Carlo Masala’ya göre Rusya, 2022 yaz sonunda askeri olarak “son demlerini” yaşıyordu. Bilimsel olarak böyle bir tespitten, Rusya’nın şimdi tüm NATO bölgesi için bir tehdit olduğu yönündeki mevcut ifadelere nasıl gelinir?
Şu anda sürekli ekranlarda olan uzmanların neredeyse hiçbiri gerçekten askeri bilimler alanında araştırma yapmadı. Ancak Almanya kendi kendini uzmanlıktan mahrum bıraktı. Örneğin, şu anda askeri tarih alanında sadece tek bir kürsü bulunuyor. Bu epey manidar.
Bu tür yanlış değerlendirmelerin ne gibi et kileri oluyor?
Bu durum, Leopard 2 tanklarının teslimatı tartışmasında açıkça görüldü. Federal hükümet, Batılı tankların Ukrayna’ya “oyun değiştirici” olarak zafere yardımcı olacağını varsayan bu uzmanların değerlendirmeleriyle baskı altına alındı. Ciddi askeri bilim insanlarıyla yaptığım görüşmelerde buna aslında kimse inanmıyordu. Fakat bu tür sesler hiç dinlenmedi. Bu, Alman medyasının da sorumlu tutulması gereken bir sorumsuzluktur. Steinmeier’in “kalibre uzmanları” hakkındaki şikayeti, hükümettekilerin talk show’lardan gelen sürekli baskı karşısındaki hayal kırıklığının bir ifadesiydi.
Rusya’nın NATO’ya saldırmayacağından neden bu kadar eminsiniz?
Rusya’nın Suwałki Koridoru’ndan geçmeyeceği veya Estonya’ya saldırmayacağı konusunda mutlak bir güvence veremem. Ancak Rusya’nın bununla ne gibi bir amacı olabilir? NATO ile nükleer bir çatışmayı provoke etmek mi? Rusya’nın güvenlik hesaplamaları hakkında ne biliyoruz? Putin, 2014’te Kırım’ı zorla ilhak ettiğinde, arka plandaki düşünce muhtemelen Ukrayna’nın bir gecede NATO üyesi olabileceği korkusuydu. Bu, sonuçta onlara 2008’de kamuoyuna açıklanmıştı. Bu gerçekleştiğinde, Moskova’nın NATO ile bir çatışmaya girmeden Ukrayna ile savaşması artık mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla Putin, Kiev’deki iktidar değişikliğinin hemen ardından Kırım ve Donbass’ta harekete geçti. Büyük sorunlardan biri, politikalarımızın diğer devletlerin tehdit algılarını nasıl etkilediği gibi önemli bilimsel bulguları göz ardı etmemizdir. Bunun Putin’in saldırganlığına anlayış göstermekle hiçbir ilgisi yok. Mesele daha çok sağduyulu, stratejik analizdir. Ve bizde bu tamamen eksik.
Friedrich Merz, Ukrayna’ya Taurus seyir füzesi tedarik etmek istiyor. Bazı çevreler bunun Rusya ile doğrudan bir çatışmaya yol açabileceğinden endişe ediyor. Siz bu konuyu nasıl görüyorsunuz?
Merz’in Taurus konusunda bu kadar ileri gitmesine şaşırdım. Şimdi kendini bir çıkmaza soktu. Almanya’nın sonunda Taurus’u Ukrayna’ya teslim edeceğine ikna olmuş değilim. Seyir füzesi Rusya’ya zarar verir, ancak asla savaşın kaderini değiştirmez. Ayrıca Taurus, hâlâ kendi savunmasına inandırıcı bir şekilde katkıda bulunan son silah sistemlerinden biri. Taurus Ukrayna’da kullanılırsa, ülke savunması için ancak kısıtlı bir şekilde kullanılabilir. Kendi güvenliğinin ciddi şekilde tehdit altında olduğunu düşünenler, bu tür sistemleri kesinlikle yurt dışına vermemelidir.
Avrupalılar, Ukrayna müzakerelerinde Trump ve Putin tarafından göz ardı edildiklerini eleştiriyor. Putin’in Avrupalılara çoktan müzakere teklif etmesi gerekmez miydi?
Avrupalıların Ukrayna’ya ve Vladimir Zelenskiy’e verdiği destek, Trump yönetimi altındaki Amerikan desteğinden daha güçlü. Bu nedenle Putin, ABD ile müzakereleri Avrupalılara tercih ediyor; özellikle de ABD düzeyinde bir büyük güç olarak algılanmak istediği için. Angela Merkel, Avrupa’nın bazı kesimlerinin Rusya ile bağımsız ilişkilerini sürdürmesini sağlamıştı, bunun sonucunda Berlin bağımsız bir dış politika izleyebiliyordu. Rusya da Almanlar ve Fransızlarla diyalog halinde kalmaya istekliydi. Ancak tüm bunlar bu savaşla yok oldu: Şimdi Moskova ve Washington, diğer Avrupalıların katılımı olmadan Avrupa’nın düzeni hakkında yeniden konuşuyor. Ve bu feci sonucun yalnızca Trump’ın seçilmesinden kaynaklandığına inananlar, korkarım hiçbir şey anlamamışlardır.
Almanya ve Fransa savaşı önlemek için daha fazlasını yapabilir miydi?
Bu, tarihçileri önümüzdeki on yıllarda meşgul edecek büyük bir soru. Bu felakete yol açan süreci daha iyi anlayabilmemiz için tüm arşivlerin parça parça değil, tamamen açılmasını faydalı buluyorum. Özellikle silah sevkiyatlarını her zaman savunan çevrelerden, Rusya’nın güvenlik çıkarlarını ve ekonomik entegrasyonunu dikkate alan Merkel hükümetinin asıl sorumluluğu taşıdığı sürekli ima edildi. Bana göre bu yanlış bir analiz.
Merkel, Putin’e karşı fazla mı saftı?
Savaşın nasıl çıktığına bakıldığında, savaşın patlak vermesinden önceki aylarda aşırı bir hızlanma görülüyor. Merkezi olan, Avrupa’nın Ukrayna politikası üzerindeki önceki Alman-Fransız tekelinin ortadan kaldırılmasıydı. Bu dönüşün koşulları şu anda tamamen belirsiz; Berlin’deki iktidar değişikliğiyle pek ilgisi yoktu. Sonrasında ne Berlin ne de Paris’in kayda değer bir etkisi oldu. Amerikalılar ve İngilizler ise çok daha fazla etkiye sahipti. Bir tarihçi olarak, bu savaşı olası kılan şeyin, diğer etkenlerin yanı sıra, Merkel politikasının terk edilmesi olduğu tezini savunurum.
Koalisyon hükümetinin dış politikası yoğun eleştirilere maruz kaldı. Yeni federal hükümette bir rota değişikliği gözlemliyor musunuz?
Bunu söylemek henüz zor. Sonuçta, özellikle SPD dış politikada büyük bir değişim geçirdi. Sosyal Demokratlar geleneksel olarak Federal Almanya Cumhuriyeti’nin dış politikasında vatansever olarak adlandırılabilecek pozisyonları daha güçlü bir şekilde savundular; Egon Bahr’ı düşünün, nispeten tutarlı bir şekilde ulusal çıkarları savunduğu için Washington’daki pek çok kişi için kırmızı çizgiydi. CDU ise her zaman transatlantik geleneğe çok daha yakındı. Sonuç olarak, Avrupalılardan kıtayı barışa kavuşturabilecek bağımsız girişimler göremiyorum.
Her iki tarafta da savaş çığırtkanlığı devam ederse, bir noktada Rusya ile NATO arasında doğrudan askeri bir çatışma yaşanmasından endişe ediyor musunuz?
Evet, elbette, durum istikrarsız. Bunun sadece panik yaymak olduğu ve hiçbir savaş tehlikesi olmadığı yönündeki karşı argümanı abartılı buluyorum. Avrupalılar, en geç ağır silahların teslimatıyla bu savaşa büyük ölçüde dahil oldular. Rusya açısından bakıldığında, on binlerce Rus askerinin ölümünden Avrupalılar sorumlu tutuluyor. Bu doğrudan olmasa da dolaylı yoldan savaşa dahil olmaktır. Moskova’da Avrupalılara yönelik öfke elle tutulur düzeyde. Soru şu: Bununla nasıl başa çıkılacak? Kendi bilimsel çıkarlarınıza aykırı olsa bile Rusya ile çatışmayı kalıcı hâle getirmeye mi çalışıyorsunuz? Bundan sonra Avrupa politikasının büyük sorusu bu olacak: Rusya sorunu.
Tarihte defalarca umutsuz gibi görünen durumlar yaşandı ancak bunlar sonuçta barışla noktalandı. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında Ukrayna’da barış için bir şans görüyor musunuz?
Temel olarak, bu kadar yoğunlukla yürütülen çatışmalar, savaşan tarafların düşüncelerinde bir değişikliğe yol açabilir. Ukrayna ihtilafı, sadece kurban sayısının yüksekliğiyle değil, Birinci Dünya Savaşı’nı andırıyor. Belki de sadece umut ediyorum ama burada da kalıcı bir çatışma hâlinde yaşanamayacağının ve yaşanmak istenmediğinin kabul edilebileceğini hayal edebiliyorum. Özellikle Ukrayna toplumu uzun süre kendini Avrupa’dan Rusya’ya bir tür köprü olarak tanımladı. Belki bir gün bu role geri dönme şansı olur. Unutmayalım ki Vladimir Zelenskiy, o dönemde barış vaat ettiği için büyük bir çoğunlukla devlet başkanı seçilmişti. Şimdi ise bir savaş devlet başkanı ve Rusya’nın düşmanı oldu, bu da tarihin trajedisidir.
Dünya Basını
Batı’nın Gazze sessizliği

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, İsrail’in kuruluşuna dair resmi anlatıyı sorgulayan “Yeni Tarihçiler” arasında yer alan ve İsrail’in etnik temizlik politikalarına dönük hayli eleştirel çalışmalarıyla tanınan İsrailli tarihçi Ilan Pappé’ye ait. Pappé, makale boyunca Gazze’de süregiden soykırım karşısında Batı’nın sergilediği kurumsal ve entelektüel sessizliği, “ahlaki panik” kavramı etrafında çarpıcı bir biçimde teşhir ediyor. Batı Avrupa’nın ve ABD’nin, bilgiye erişimin bu denli kolay olduğu bir çağda bile Filistinlilerin uğradığı sistematik şiddeti görmezden gelmesini yalnızca ideolojik körlükle değil, aynı zamanda bilinçli bir suç ortaklığıyla açıklayan yazar, resmi Batı siyasetinin ve medya düzeninin, İsrail baskıları karşısında içine düştüğü suskunluğun, Holokost sonrası suçluluk duygusu ve ırkçılıkla harmanlanarak bir tür düşünsel felce dönüştüğü tespitini yapıyor. Gerçekten de Filistin direnişinin şeytanlaştırılması, soykırımın görünmez kılınması ve insani dayanışmanın bastırılması, yalnızca medya ya da siyaset düzleminde değil, ahlaki tahayyülün bizzat kendisinde bir çöküşe işaret ediyor. Bu çöküşe karşı yükselen dayanışma sesleri ise, sadece Filistin’in özgürlüğü için değil, evrensel vicdanın yeniden inşası için de taşıyıcı bir rol üstleniyor.
“Ahlaki panik” ve konuşma cesareti üzerine: Batı’nın Gazze sessizliği
Ilan Pappe
The Palestine Chronicle
19 Nisan 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Batı dünyasının Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki duruma verdiği tepkiler rahatsız edici bir soruyu gündeme getiriyor: Neden resmi Batı, özellikle de Batı Avrupa, Filistinlilerin çektiği acılara karşı bu denli kayıtsız?
[ABD’deki] Demokrat Parti, Filistin’de her gün yaşanan insanlık dışı uygulamaların sürdürülmesinde doğrudan ve dolaylı olarak neden bu denli suç ortağıdır -öyle ki bu suç ortaklığı o kadar aşikar hâle gelmiştir ki, Arap Amerikalılar ve ilerici seçmenler, kritik eyaletlerdeki oylarıyla, soykırımdaki payı nedeniyle Biden yönetimini cezalandırmış ve bu durum muhtemel ki Demokratların seçimi kaybetmesinin nedenlerinden biri olmuştur?
Bu sorunun sorulması oldukça yerindedir, zira şu an televizyonlarda canlı yayınlanan bir soykırımla karşı karşıyayız. Bu durum, Batı’nın kayıtsızlık ve suç ortaklığının daha önce de sergilendiği Nakba döneminden veya 1967’den beri süregelen işgal yıllarından farklı.
Nakba sırasında ve 1967’ye kadar bilgiye erişim çok kolay değildi. 1967 sonrası baskılar ise kademeliydi ve Batı medyası ile siyaseti, Filistinliler üzerindeki artan etkisini görmezden gelmeyi tercih etti.
Ancak son on sekiz ay bambaşka bir tablo sunuyor bize. Gazze Şeridi’ndeki soykırımı ve Batı Şeria’daki etnik temizliği görmezden gelmek, ancak kasıtlı bir tercihle açıklanabilir; cehaletle değil. İsrail’in eylemleri ve bu eylemlere eşlik eden söylemler, siyasetçiler, akademisyenler ve gazeteciler bile isteye göz ardı edilmediği sürece, görmezden gelinemeyecek kadar açık.
Bu türden bir cehalet, her şeyden önce, Avrupa’nın suçluluk kompleksi, ırkçılık ve İslamofobi gibi verimli bir zeminde filizlenen başarılı İsrail lobiciliğinin ürünü olabilir. ABD söz konusu olduğunda ise, bu durum, akademi, medya ve özellikle siyaset dünyasında çok az kişinin karşı çıkmaya cüret ettiği acımasız ve etkili bir lobicilik mekanizmasının yıllara yayılan çalışmalarının bir meyvesi.
Bu olgu, son dönem akademik çalışmalarda “ahlaki panik” olarak adlandırılıyor. Bahsi geçen panik, Batı toplumlarının daha vicdanlı kesimlerine –entelektüeller, gazeteciler ve sanatçılara– özgü bir özellik taşıyor.
Ahlaki panik, bir insanın, sonuçları ağır olabilecek bir cüret gerektirdiği için, kendi ahlaki değerlerine bağlı kalmaktan korktuğu bir durumu imliyor. İnsan her zaman cesaret veya en azından doğruluk gerektiren sınavlarla karşılaşmaz. Böyle bir sınavla karşılaştığında ise, “ahlak” artık soyut bir fikir değil, bir eylem çağrısı halini alır.
İşte bu yüzden Almanların çoğu, Yahudiler imha kamplarına gönderilirken sessiz kaldı. Ve işte bu yüzden beyaz Amerikalılar, Afrikalı Amerikalılar linç edilirken ya da daha öncesinde köleleştirilip kötü muameleye maruz kaldıklarında seyirciydiler.
Peki, Batı’nın önde gelen gazetecileri, deneyimli siyasetçileri, kadrolu profesörleri veya tanınmış şirketlerin CEO’ları, İsrail’i Gazze Şeridi’nde soykırım yapmakla suçlasalardı, bunun bedeli ne olurdu?
Görünen o ki, bunun iki olası sonucundan korkuyorlar: Birincisi, antisemitik veya Holokost inkârcısı olarak damgalanmak; ikincisi, insaflı bir tepkinin, kendi ülkelerinin ya da genel olarak Avrupa’nın ve Batı’nın, bu soykırımı mümkün kılan suç ortaklığını gündeme getirecek bir tartışmayı tetikleyecek olması.
Bu ahlaki panik, bazı şaşırtıcı sonuçlara yol açıyor. Genel olarak, eğitimli, son derece kültürlü ve bilgili insanları, Filistin hakkında konuşurken tam bir ahmağa dönüştürüyor. Güvenlik bürokrasisinde bir nebze daha derin düşünebilen ve sağduyulu olanlar dahi, Filistin direnişini tümüyle “terör” listesine alma yönündeki İsrail taleplerini sorgulamaktan imtina ediyor. Anaakım medyada Filistinli kurbanların insanlığı silikleştiriliyor.
Soykırım mağdurlarına dönük empati ve en temel düzeydeki dayanışma eksikliği, Batı anaakım medyasının ve özellikle ABD’deki New York Times ve Washington Post gibi köklü gazetelerin sergilediği çifte standartlarla iyiden iyiye ayyuka çıktı. Palestine Chronicle’ın editörü Dr. Ramzy Baroud, Gazze’deki İsrail soykırımı sırasında ailesinden 56 ferdi kaybettiğinde, Amerikan medyasındaki hiçbir meslektaşı onunla konuşma ya da bu vahşet hakkında bilgi alma zahmetine girmedi mesela. Fakat Chronicle’ın rehinelerin tutulduğu apartmanda yaşayan bir aileyle bağlantısı olduğuna dair tümüyle uydurma bir İsrail iddiası, bu medya organlarının büyük ilgisini çekecekti.
Bu insanlık ve dayanışma dengesizliği, ahlaki paniğin beraberinde getirdiği çarpıtmaların sadece küçük bir örneği. ABD’de Filistinli ya da Filistin yanlısı öğrencilere karşı yapılanların, İngiltere ve Fransa’daki tanınmış aktivistlere yönelik baskıların, İsviçre’de Electronic Intifada editörü Ali Abunimah’ın gözaltına alınmasının bu çarpık ahlaki davranışın tezahürleri olduğundan en ufak bir şüphem yok.
Benzer bir vaka çok yakın bir zamanda Avustralya’da da yaşandı. Ünlü Avustralyalı gazeteci ve eski SBS World News sunucusu Mary Kostakidi, Gazze’deki durumla ilgili -bir hayli yumuşak addedilebilecek- haberleri nedeniyle federal mahkemeye çıkarıldı. Mahkemenin bu iddiayı ilk elden reddetmemiş olması, ahlaki paniğin Küresel Kuzey’de ne denli derinlere kök saldığını gösteriyor.
Ancak işin bir de diğer yüzü var. Neyse ki, Filistinlilere desteğini açıkça dile getirmenin getireceği riskleri göze alan, yani bu dayanışmayı gösterirken işten atılma, sınır dışı edilme ya da mahpuslukla karşılaşacağını bilen çok daha büyük bir kesim var. Onlara anaakım akademi, medya veya siyasette sık rastlanmıyor belki ama Batı toplumuna dair hakiki bir sesi temsil ediyorlar.
Filistinlilerin, Batı’nın ahlaki paniklerine kulak verme ya da bunlardan etkilenme lüksü yok. Bu panik karşısında geri adım atmamak, hem küçük ama anlamlı bir duruştur hem de acilen inşa edilmesi gereken küresel bir Filistin dayanışma ağı kurma yolunda atılmış önemli bir adımdır -ki bu ağ, önce Filistin’in ve Filistin halkının imha edilmesini durdurmayı, ardından da gelecekte sömürgecilikten kurtulmuş ve özgürleşmiş bir Filistin’in koşullarını yaratmayı hedeflemelidir.
-
Rusya2 hafta önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Görüş2 hafta önce
Kim kazandı?
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu
-
Söyleşi2 hafta önce
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır
-
Asya2 hafta önce
Cammu ve Keşmir: Yarım asırlık çatışmanın tarihi
-
Görüş1 hafta önce
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”
-
Amerika1 hafta önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!