Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

“İngilizler, Amerikalıları sevmiyor olabilirler ama onların arkasında durmaktan başka seçenekleri yok”

Yayınlanma

4 Temmuz’da erken seçimlerle birlikte yeni parlamentoyu ve iktidarı belirleyecek olan Birleşik Krallık’ta, on yıllara yayılan iktisadi durgunluğa Avrupa Birliği’nden ayrılma (Brexit) süreci ile katmerlenen siyasi ve toplumsal kriz ve Rusya karşıtı kutsal ittifaka dahil olarak başlayan jeopolitik gerilimlerin yükselişi eşlik etti.

Öte yandan Britanya emperyalizminin “özgün” bir tarafı da bulunuyor. Londra, uzun yıllardır küresel finans akışlarının sinir merkezi durumunda. 2008-9 mali krizinden sonra Körfez ülkelerinin İngiliz finans sermayesi ile kurduğu ilişkiler ayyuka çıkarken, 2010’lu yıllarda benzer bir mesele Çin ile de yaşanmış ve Londra küresel renminbi ticaretinin batıdaki en önemli odak noktası haline gelmişti.

Bütün bu finansal akışların merkezinde, kurulduğu alanın küçüklüğünden yola çıkılarak “Mil Kare” [Square Mile] de denilen ünlü City of London veya kısaca The City yer alıyor. Kendi ayrı idari ve hukuki yapısına sahip olan The City, her zaman karanlıkta kalan bir tarafı olması nedeniyle dünyada finansla ilgili tüm komplo teorilerinin de içinde bir şekilde yer alıyor.

City of London ve Britanya emperyalizminin işleyişinde finansın rolüne odaklanan The City: London and the Global Power of Finance [The City: Londra ve Finansın Küresel Gücü] (Verso, 2017) kitabının yazarı Tony Norfield, finansın kapitalist dünya sisteminin ayrılmaz bir parçası olduğunun kuvvetli bir biçimde altını çizerek, ikisini birbirinden ayırmanın saçma bir girişim olduğuna işaret ediyor.

Bununla birlikte City of London ve finans, Britanya emperyalizminin özgün yapısına da işaret ediyor ve özellikle finans sektörü, İngilizlerin hem GSYİH’sinde hem de yatırım yapısında kritik bir rol oynuyor.

Norfield, Londra’nın Washington’dan bağımsız bir siyaset izlemesini çok mümkün görmüyor. Ona göre İngilizler bunu istese bile, ABD’den ayrı davranabilmek için çok güçsüz durumdalar. Çin’in yükselişi ve Asya ve Latin Amerika’nın Çin’e yönelişi, ayrıca Rusya’nın Ukrayna’daki galibiyeti, Norfield’e göre, İngilizlerin tüm karşı çabalarına rağmen, kaçınılmaz. Norfield, güncel meselelere ilişkin düşüncelerini, “Economics of Imperialism” isimli kişisel blogunda yazıyor.

Britanya’nın küresel finanstaki rolü ile başlayayım. City of London Türkiye’de pek bilinmiyor. Fakat özellikle 2010’lu yıllarda City yetkilileri AKP hükümeti ile derin ilişkiler geliştirdi. Örneğin Türkiye’de sıklıkla eleştirilen Kamu-Özel Ortaklığı projeleri de aynı on yılda Britanya ve City of London aracılığıyla kabul edildi; hatta mevzuatı bile Britanya’dan alındı. Bize biraz City of London’ı diğer finans merkezlerinden ayıran özelliklerden ve City’nin İngiliz emperyalizmi için öneminden bahsedebilir misiniz?

Evet, bu büyük bir konu elbette, fakat hatırlayabileceğiniz bir konu, 2008’deki finansal krizin ortasında, faiz oranı takasları ve bunların devasa hacmi hakkında çok fazla tartışma vardı. Yüzlerce hatta binlerce milyar dolar değerindeki swaplar açısından teknik olarak ne kadar çok şey içerdiklerine bakarsanız, bilirsiniz.

Pek çok kişinin gözden kaçırdığı şey, bu faiz swaplarının yasal dayanağının aslında İngiliz hukukunda olduğudur. Britanya’daki insanlarla çok fazla swap yapılmadığı için bu tuhaf görünebilir, fakat İngilizlerin finans üzerindeki etkisinin oldukça büyük olduğunu yansıtmaktadır. Ve bu gerçekten tarihsel faktörlere dayanıyor çünkü İngiliz imparatorluğunun büyümesi, özellikle 19. yüzyılda, hatta daha önce bile, her türlü ticari, denizcilik, ulaşım, sigorta ve ticaret ilişkilerinin, bunların çoğunun İngilizler tarafından domine edildiği anlamına geliyordu.

İngilizler, örneğin, daha önceki bir dönemde, en büyük köle tüccarlarıydı. Yani temelde, kısmen emperyal hedefleri nedeniyle uluslararası ticarette çok büyük bir rol oynadılar. Örneğin Hindistan örneğinde, Hint gemi inşa endüstrisini ve Hint gemicilik endüstrisini aşağı yukarı kapattılar. Hintliler gemi inşa edebiliyor, gemileri yüzdürebiliyor ve limandan limana gidebiliyorlardı. Ama İngilizlerin yaptığı şey. Sömürge Hindistan’ında, İngiliz limanı olmadığı sürece gemilerin limana yanaşmasını engelledi. Böylece Hindistan’daki gemicilik ve gemi inşa endüstrisinin büyük bir kısmı kapanmış oldu ve bunun yerine İngilizlerin hakimiyetine girdi.

Sigortacılıkta, deniz sigortacılığında, Lloyd’s of London sanırım dünyanın en büyük deniz sigortası şirketi. Ve tabii ki Lloyds’a üye olan zengin bireylerden oluşuyor. Ama yine de bu tarihsel faktörü yansıtıyor, bu bugün de devam eden tarihsel bir faktör.

İngilizlerin sahip olduğu çoklu bağlantılar aslında Amerikalılardan çok daha öteye uzanıyor. Her ne kadar ABD en büyük ekonomik güç olsa da, açıkçası Britanya’dan çok daha büyük olsa da, finansal ve ticari işlemlerin üzerine inşa edilebileceği bağlantıların Britanya örneğinde çok güçlü olduğu ve aslında ABD için olduğundan daha yaygın olduğu oldukça açıktır.

Peki ne oldu? Aslında iki aşama var. Biraz geri gitmeliyim. Birincisi, 19. yüzyılda City of London dünya ekonomisi için büyük bir finans merkeziydi, dediğim gibi finans, gemicilik, sigorta, genel olarak sigorta ve ticaret, temel olarak ticaret. Bir tarihçi bunu oldukça güzel bir şekilde ifade ederek İngiltere’nin dünyanın atölyesi değil, deposu olduğunu söylemiştir. Başka bir deyişle, pek çok mal gelir ve tekrar dışarı gönderilirdi.

Dolayısıyla Britanya’nın bir tür ticaret merkezi olma konusunda uzun bir geçmişi vardır ve finansal ilişkiler bu temel üzerine kurulmuştur. Yani, yine, deniz sigortası, ticaret, finans ve bunun gibi şeyler üzerine ve bu İngilizler için çok önemliydi.

Dolayısıyla, 19. yüzyılda İngiliz ekonomisinin ticari mallarda açık vermesine rağmen, sigortadan kazandığı para ve denizaşırı tüm yatırımlarından elde ettiği yatırım geliri, cari hesabının aslında GSYİH’nin yaklaşık %5’i olduğu anlamına geliyordu. Yani ticarette büyük bir açığı vardı ama yatırım gelirlerinde ve sigorta da dahil olmak üzere çeşitli finansal gelirlerde büyük bir fazlası vardı.

Bu durum 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı ile darbe aldı. Bildiğiniz gibi, bu dünya ticaretine zarar verdi ve Britanya’nın daha zayıf bir ekonomik konumda olduğu anlamına geliyordu. İki savaş arası dönemde bunu düzeltmeye çalıştılar. Her ne kadar bunu yapmak için imparatorluğu bir temel olarak kullansalar da işler pek iyi gitmedi.

Daha sonra, savaş sonrası dönemde, İngilizler çok daha zayıf bir ekonomik konumdaydı, ancak ABD ile olan ilişkilerini finansal boyutlarını güçlendirmeye devam etmek için kullandılar. Yani savaştan hemen sonraki dönemde, örneğin 1950’lerde, ticaret finansmanının ağırlıklı olarak İngiliz Sterlini üzerinden yapıldığını, ABD Doları üzerinden yapılmadığını gördünüz. Yine, ABD’nin baskın ekonomik konumu nedeniyle bu biraz alışılmadık görünüyor, fakat olan buydu. Ayrıca, özellikle 1960’lar boyunca, avro piyasalarının büyümesi de söz konusuydu. Avro piyasalarının merkezi büyük ölçüde Londra’daydı. City of London, yabancı bankaları bu tür işlemleri yapabilecekleri Londra’ya gelmeleri için çekiyordu. Bunun nedeni de City of London’da, bir banka mevduatına verilebilecek faiz miktarını kısıtlayan ABD’deki yerel yasaları aşmak için var olan düşük düzenlemelerdi.

Örneğin, Avrupa piyasalarında çok farklı düzenlemeler vardır ve İngiltere Merkez Bankası ile City of London bu konularda çok daha az düzenlemeye sahiptir. Dolayısıyla uluslararası finansta avro piyasaları aracılığıyla yaşanan büyük patlamanın çoğu Londra’da gerçekleşti.

Ve tüm bu dönemde hiçbir zaman çok iyi durumda olmayan İngiltere ekonomisinin göreceli zayıflığına rağmen, İngiliz finansının ABD dolarını kullanması, ancak bir tür finansal ticaret aracı olarak hareket etmesiydi. Dolayısıyla bugün bile City of London’ın ya da daha genel anlamda Birleşik Krallık’ın böyle olmadığını görüyorsunuz.

City’nin kendisi nispeten küçük bir alan. Ayrıca Canary Wharf ve Londra içindeki diğer bazı yerler de var. Yani coğrafi açıdan tam olarak şehir değil ama City of London, Brexit’ten sonra bile ve İngiliz ekonomisinin zayıflığına rağmen hâlâ dünyanın en büyük döviz ticaret merkezi. Ayrıca bankalar ve müşterileri arasında, faiz swapları ve buna benzer şeyler gibi en büyük finansal türev ticaret alanlarından biridir.

Birleşik Krallık’taki bankalar, hepsi İngiliz bankası değil elbette, ama Birleşik Krallık’taki bankalar diğer ülkelere kıyasla en büyük uluslararası bağlantılara sahipti. Bu da yine stres yaratıyordu. Birleşik Krallık ekonomisinin göreceli zayıflığına rağmen City’nin ne kadar büyük olduğuna vurgu yapıyorum, kesinlikle ABD’ye kıyasla, ama aynı zamanda bir dizi Avrupa ülkesine kıyasla da öyle.

Ve bilirsiniz, banka için, uluslararası anlaşmalar için, her türlü şey için düzenlemelerin belirlenmesinde büyük bir rolleri vardı, çünkü bu uzmanlık birikimi ve ABD ile müttefik bir ortak ve suç ortağı olarak oynadıkları bu rol nedeniyle. Bu da onlara, İngiliz ekonomisi olarak tek başlarına sahip olabileceklerinden çok daha fazla özgürlük ve etki sağladı.

City’nin İngiliz devlet aygıtının yanı sıra ayrı bir idari yapısı var. Türkiye’de bazı insanların, hükümete yakın bazı insanların, Londra baronlarından, Londra bankerlerinin iç siyasetimize karışmaya çalıştığını düşündüklerini duyarız. Çünkü City of London, bir tür, bilirsiniz, karanlık bir yer, yabancılar için uğursuz bir yer.

Bence internette bu konuda yapılan tartışmaların çoğu tamamen yanlış. City of London’a finansal düzenleme açısından her türlü ayrıcalık tanınmıştır, fakat bu sanki kendi başına ayrı bir güçmüş gibi değildir. Bu, her hükümet tarafından izlenen bir politika olmuştur. Özellikle 1970’lerden bu yana muhafazakâr hükümetler ve İşçi Partisi hükümetleri tarafından kasıtlı bir politika izlenmiştir. Finans sektörünü canlandırmak, düzenlemeleri gevşetmek ve şehrin büyük ölçüde genişlemesine izin vermek.

1979’da döviz kontrolleri gevşetildi. 1986 ya da 87’den itibaren, hatırlayamıyorum, büyük patlama denen şey oldu. Sonrasında hükümetler, hayır, bu kötü bir fikir, değiştirelim demedi. Hayır, bunu devam ettirdiler ve daha da fazlasını yaptılar.

Ve 1997’deki İşçi Partisi hükümeti döneminde, City’nin en büyük destekçilerinden biri İşçi Partisi’nin Maliye Bakanı Gordon Brown’dı. Hatta City ile ilgili kitabımda da bahsettiğim gibi Lehman Brothers’ı gülünç bir şekilde övmüştü. Bu, her şeyin cehenneme dönmesinden sadece bir yıl kadar önceydi. Bu tutarlı bir İngiliz hükümet politikasıydı.

Yani, tamam, İngiltere Merkez Bankası farklı bir kurum olsa da, farklı hükümetler, farklı politikalar vs. olsa da, City’yi kapalı mekanlarında oturan bir tür şeytan gibi göstermek tamamen yanlıştır. Bu, İngiliz politikasının kasıtlı, kesin ve tutarlı bir parçasıdır. Bunun nedeni de bundan çok para kazanmaları ya da İngiliz ekonomisinin kazanması.

Ve yine, bu eski bir İşçi Partisi hükümetinin iktidarda olduğu döneme bakıyordu. Aslında tüm bu işlerden, büyük ikramiyelerden ve vergi gelirlerinden çok fazla vergi geliri elde edilmesinden övgüyle bahsediyorlardı.

Bu, ironik bir şekilde Brexit politikasının berbat ettiği bir şey oldu çünkü City’nin ekonomik faydalarını azaltan bir faktör oldu.

Bu konuya da geleceğiz. Tamam ama dün Politico’da bir makale okudum ve orada City’nin seçimleri çoktan kazandığı çünkü hem İşçi Partisi hem de Muhafazakârların şehrin nasıl işleyeceğini garanti altına aldığı yazıyordu.

Ama yine kitabınızda tüm kapitalist şirketlerin önemli finansal operasyonlar yürüttüğünün altını çiziyorsunuz. Sizce finansal faaliyetlere yönelik özel öfke nereden kaynaklanıyor? Kitleler, özellikle de proleter olmayan kitleler, sermaye yapısı ile, onun 1001 yüzünden biri olan finans sektörüyle karşı karşıya kalıyor olabilir mi?

Genel olarak, bankalara, şehre, finansa ve bunun gibi şeylere ülke ekonomisi için bir olumsuzluk olarak bakan bir halk görüşü var. Ve bu biraz daha azdı. Tabiri caizse, her şeyin gülünç bir şekilde harika göründüğü, hisse senedi fiyatlarının yükseldiği, her türlü finansal göstergenin iyi göründüğü patlama yıllarında, bankacıların açgözlülüğüne karşı daha popüler bir görüş vardı, bu tür şeyler. Ve elbette, bırakın büyük yöneticileri, milyonlarca sterlin kazanan genç insanlar bile bu tür şeylerle uğraşıyordu. Bu kolay bir kızgınlık odağıydı.

Sonra 2008 mali krizi, bankaların kurtarılması ve bunun gibi şeyler büyük bir olay haline geldi ve bankacılara karşı yaygın bir hoşnutsuzluk, nefret, bu tür şeyler ortaya çıktı. Fakat hiçbirinin inkar edemediği şey, finans, vergi geliri, haberler ve bu tür şeylerde İngiliz ekonomisi için önemli bir faktör olduğuydu.

Dolayısıyla bankacılık ve finansa karşı popüler bir görüş var ve bu sol radikal insanlar arasında çok yaygın. Ama bu çok basit bir görüş. Belki de böyle söylememeliyim, ama bence aptalca bir bakış açısı çünkü finans sektörünün kapitalizmin işleyişine eklenen gerekli bir unsur olduğunu görmezden geliyor.

Sizin de bahsettiğiniz gibi, kitabımda bu konuya değiniyorum ve hatta bir örnek veriyorum. Apple’ı ele alalım. Apple, ABD’nin devasa teknik harikası şirketi. Aynı zamanda en büyük tahvil ticareti şirketlerinden birinin de sahibi, değil mi? Garip, ben Apple’ı hep tüketici teknolojisi gibi şeyler sanırdım. Hayır, devasa miktarda finansal türev anlaşmaları varmış.

Bir sürü tahville ilgiliymiş ve Braeburn adında bir şirketi varmış. Öyle değil mi? Braeburn bir tür Apple ve merkezi Nevada’da ve pek çok insan bunu bilmiyor. iPod’ları, iPhone’ları, Mac’leri ve bunun gibi şeyleri biliyorlar, ama Braeburn’ü gerçekten bilmiyorlar.

Her büyük şirket, sadece Apple değil, her büyük şirket döviz riski, faiz oranı riski işlemleri ve diğer her şeyle ilgilenmek açısından bir finans koluna sahip olmak zorundadır. Yani bundan kaçamazsınız. Her bir şirket bunu yapar, teknik olarak bir sanayi şirketi, ticari şirket ya da her neyse, bunu yapmak zorundadır. Ve bu kapitalist piyasaların gerekli, kaçınılmaz bir faktörüdür.

Yani eğer finansı sevmiyor ama kapitalist piyasaları istiyorsanız, ortada bir çelişki var demektir. Sizin görüşünüze göre, bunlar kaçınılmaz olarak kapitalist piyasalardan kaynaklanır. Yani bunun etrafından dolaşamazsınız. Kapitalist piyasalar hakkında bir şeyler yapmanız gerekiyor., eğer kapitalist finansı sevmiyorsanız. Aksi takdirde kaybeden taraf olursunuz.

Evet, ama bir önceki soruyla bağlantılı olarak, 2008 krizinin ardından ve Brexit tartışmaları sırasında, aynı anda hem City of London’ın AB düzenlemelerinden kaçmasına hem de Birleşik Krallık’taki finans sektörünün aşırı enflasyonuna ve sözde üretken sektörlerin rekabet gücündeki nispi düşüşe dikkat çekildi. Bu tartışma tamamen popülist amaçlarla mı yürütülüyordu yoksa Britanya için gerçek maddi sınıf çıkarlarının bir uzantısı mıydı? Demek istediğim, sanayi sermayesine karşı finans sermayesi vs. gibi bazı tartışmalar var.

Bence bu yine yanlış yönlendirilmiş, kötü bilgilendirilmiş bir tartışma. Şöyle söyleyeyim, dürüst ve harika bir sanayi kapitalisti ile şeytani bir finans kapitalisti arasında büyük bir ayrım yok, çünkü tüm bu gerekli bağlantılar, örneğin British Petroleum, BP gibi bir petrol şirketini bulduğunuz yerde var, değil mi? Evet, öyle.

Bunlar büyük bir hazine ticaret departmanına sahip olacaklardır çünkü petrol fiyatlarındaki iniş çıkışlarla, nakit akışlarıyla ve her türlü şeyle ilgilenirler. Yani her büyük sanayi şirketinin gerekli olarak, finansal bir özelliği vardır. Doğru, teknik olarak bir şeyler üretiyorlar ya da başka şeylerle uğraşıyorlar ama bunları yapmak zorundalar.

Fakat şu anda dünyadaki üretimin çoğu özellikle Asya’da, ücretlerin nispeten düşük olduğu ve üretim maliyetlerinin daha düşük olduğu bir dizi ülkede gerçekleşiyor. Bu da daha zengin ülkelerin daha dar sanayi alanlarında, yani uzman mühendislik ve benzeri alanlarda tekel konumuna sahip olmaya odaklandığı anlamına geliyor. Ya da ticari güce dahil oluyorlar.

Apple’a geri dönelim. Diğer herkese kendileri için üretim yaptırırlar. Ve büyük kârlarını elde etmek için lisanslama ve ticari tekelleşmeye dayanırlar. Yani çok fazla üretmezler. Tüm üretimi başka bir yere yaptırırlar ama yine de büyük bir kâr elde ederler çünkü büyük zamlar yapabilirler.

Yani herkes onlar için üretim yapar ve onlar da zam yaparlar. Bu uç bir durum ama zengin kapitalist ülkelerin çoğunun yaptığına benziyor. Dolayısıyla tüm bu ülkelerde genel olarak imalat ve sanayinin payının azaldığını ve bunun yerine hizmetler sektörünün büyüdüğünü görüyorsunuz.

Yani, elbette bir hizmet sektörüne ihtiyacınız var, değil mi? Bir ekonomide sadece imalat, madencilik ya da sanayi ile yaşayamazsınız. Fakat olan şu ki, zengin ülkelerin ticari gücü, dünyanın geri kalanından değer hortumlamalarının önemli bir yoludur. Bu onların dünya ekonomisi üzerindeki asalaklıklarının bir parçasıdır.

Finansal boyut da bunun önemli bir parçasıdır. Yani bu ticari parazitlik ve finansal parazitlik, dünya ekonomisini yöneten zengin güçlerin altyapısının önemli bir parçasıdır. Biliyorsunuz, finans sektörü çıldırdığında ve patladığında sorun yaşıyorlar, fakat kriz sonrası dönem ortaya çıktığında ve başka bir şey yapmak istediklerinde bunu farklı bir şekilde yeniden empoze etmeye çalışıyorlar.

Şu anda Rusya, Çin ve bir dizi ülkenin farklı bir şey inşa etme girişimleriyle daha da büyük sorunlar yaşıyorlar. Tüm bunların dışında, ABD, İngilizler ve diğer batılı güçlerin on yıllardır başında olduğu dünya ekonomisi üzerindeki asalak egemenlik sistemi var.

Yani artık kapitalizmin olmadığı ve yeni bir feodal dünya düzeninde yaşadığımız iddiasına katılmıyor musunuz?

Hayır, bu çok saçma. Bu temelde, eğer öyle demek isterseniz, emperyalist kapitalizmdir ve birçok yönden çok daha asalak ve yozlaşmış bir kapitalizmdir.

Bilirsiniz, eski güzel 19. yüzyıl kavramına sahip olmaktan ziyade, bilirsiniz, ben açgözlü bir kapitalistim, ama en azından yatırım yapıyorum ve üretiyorum ve bunun gibi şeyler. Değil mi? Hayır, yaptıkları şey, bir şeyleri kontrol etmek için ticari tekelleşmiş bir sistem kurmak ve bilirsiniz, finansal ticari anlamda, hâlâ sahip oldukları sürece üreticilerine fayda sağlamak anlamına gelir. Ancak üreticilere sahip olmasalar ve üretimi size yaptırıyor olsalar bile, finansal bağlantıların ve ticari bağlantıların kendileri tarafından yürütüldüğünden ve tüm büyük fiyat artışlarının kendi yararlarına gerçekleştiğinden emin olmak isterler. Olan bu, değil mi?

Evet, anlıyorum. Şimdi biraz Brexit tartışmalarından bahsedelim ve bu konuyla da ilgili. Brexit ile birlikte bazı Thatcher tarzı Tory ekonomistleri Birleşik Krallık’ı yeni bir Singapur yapmak istediklerini söyledi ve siz de makalelerinizden birinde bunu sert bir şekilde eleştirdiniz. Fakat AB’deki bürokrasi, Brüksel’in finans kurumlarını düzenleme girişimleri ve Muhafazakârların serbest piyasadan uzaklaşma eleştirileri gibi şikâyetlerin kıtadaki kapitalist kurumlar ve fikirlerle bir çatallanma anlamına geldiğini düşünmüyor musunuz?

İngilizler için her zaman bir sorun olmuştur çünkü uzun bir süre boyunca dünya ekonomisinin ana büyüme alanı Avrupa gibi görünüyordu, artık öyle değil ama bir süreliğine öyleydi. Avrupa ekonomisinin ve AB’nin büyümesiyle birlikte Britanya’da AB’ye katılıp katılmama konusunda büyük bir tartışma başladı. 1960’lar boyunca İngilizler kendi içlerinde çok fazla tartışma yaşadı: Katılmalı mıyız? Katılmamalı mıyız?

Ve önceki imparatorluk bağlantılarının ekonomik açıdan kendilerine pek de iyi gelmediğini gördüler. Örneğin Avustralya ve Yeni Zelanda’nın çoğu, uzun bir demiryoluydu. Kanada bağlantıları o kadar güçlü değildi. Yani temelde Almanya, Fransa, İtalya, İspanya gibi görünüyordu. Bu Avrupa ülkeleri büyüyordu. Belki de biz onlara dahil olmalıydık.

Sorun şu ki, eğer İngilizler bunu yaparsa, o zaman hâlâ baskın bir konuma sahip olacaklar mıydı? Sorun hep buydu ve yapmaları gereken hesap da hep buydu.

1970’lerin başında nihayet karar verdiler: Evet, bunu yapmamız gerekiyor. Böylece Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katıldılar. Bu onlar için ekonomik açıdan çok anlamlıydı, fakat diğer Avrupalılarla olan bağlarını, gerilemekte olan kendi sanayileri üzerinde ekonomik baskı kurmak ve onları iyileştirmek ve daha iyi bir şekle sokmak için rekabetçi bir kamçıya sahip olmak için kullanıyorlardı, oysa daha önce eski imparatorlukla, yani Commonwealth [İngiliz Milletler Topluluğu] ile güçlü bağları vardı, bu onlara ayrıcalıklı bir konum sağlıyordu, ama bu artık dünyanın geri kalanında rekabetçi olmadıkları anlamına geliyordu.

Bu nedenle 1970’lerin başındaki muhafazakâr hükümet ve ardından gelen İşçi Partisi hükümetleri, İngiliz ekonomisini daha rekabetçi hale getirmeye ve böylece Avrupalılarla da biraz daha rekabet edebilmeye çalıştılar. Fakat, Avrupa bağlamında bile artık ekonomik olarak o kadar baskın olmadığınızda, baskın konumunuzu nasıl koruyacağınız konusunda büyük bir sorun yaşadılar.

Ve siyasi güçlerini kaybetme konusunda çok endişeliydiler. Bu nedenle Avrupa Birliği’ne katılmak istemediler ya da Avrupa Birliği ile birlikte AB’ye katıldılar, fakat tek bir para birimi oluşturma ve avroya sahip olma şeklindeki yeni düzene katılmak istemediler, çünkü bu çok ileri bir adım olurdu ve etkilerini kaybedecekleri anlamına gelirdi. Bu yüzden bunu yapmaktan hoşlanmadılar.

Ayrıca bunun City’nin konumunu zayıflatacağından ve bunun yerine örneğin Almanya’ya, Avrupa Merkez Bankası’na ve bu tür şeylere daha fazla doğrudan güç vereceğinden korkuyorlardı. Dolayısıyla bundan hoşlanmadılar ve bunu yapmaktan geri adım atmak istediler.

Her zaman bu gerilim vardı, bağlantılara sahip olmak istiyorlardı. Aslında Avrupa’da avro ile ilgili işlerin çoğunu City of London yapıyordu ve Avrupalılar bundan pek hoşlanmadı çünkü alternatif bir finans merkezi olarak Frankfurt ya da Paris’in büyüklüğü, Avrupa finansıyla ilgilenen İngiliz finans sisteminin büyüklüğü ve gücüyle karşılaştırıldığında bunu yapmakta nispeten zayıftı.

Ayrıca Singapur makalenizde Brexit tartışmaları sırasında bazı Londralıların, özellikle de hedge fonların ve risk sermayesinin Birleşik Krallık’ı AB’den ayırmaya çalıştığından bahsetmiştiniz. Ancak diğer kurumlar, bazı bankalar ve emeklilik fonları, varlık yöneticileri kalmaktan yanaydı. Bu olguyu nasıl açıklıyorsunuz?

Brexit çok aptalca bir ekonomik fikirdi, birkaç dar boyut dışında tamamen aptalcaydı. İşte bu yüzden büyük şirketlerin Brexit’i fazla büyütmediklerini gördünüz, çünkü nüfusun yarısından biraz fazlası Brexit’i destekliyordu. Dolayısıyla bu konuyu büyütmek ve müşterilerinin yarısını kızdırmak istemediler. Bu konu hakkında çok fazla konuşmak istemediler.

Fakat örneğin finans sektörü ya da iş dünyası içinde Brexit’i gerçekten destekleyenler ya hedge fonları ya da risk sermayedarlarıydı, bu gibi insanlar daha az düzenleme, daha düşük ücretler ve bu tür şeylerden faydalanabileceklerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla daha Brexit odaklı bir bakış açısına sahiptiler. Ayrıca, açıkçası İngiliz işçi sınıfının çoğunun desteklediği daha milliyetçi bir versiyona da hitap ediyorlardı. Yani hoşlanmadıkları sözde bir Avrupa gücüne karşı İngiliz milliyetçiliğiydi. Özgür olacaktık, ayrı şeyler yapabilecektik ve bu tür şeyler. Bu oldukça aptalca bir milliyetçi görüştü ve aslında İngiliz işçi sınıfının sosyal refah yönlerini baltalıyordu. Fakat İngiliz işçi sınıfı genel olarak bu milliyetçi, Avrupa karşıtı bakış açısını destekliyordu.

Avrupalıların harika ilericiler olduğunu ve bu perspektiften bakıldığında bunun olumsuz bir şey olduğunu söylemiyorum, fakat bu kesinlikle ekonomik açıdan biraz aptalca bir hareketti ve bunun yerine hangi hükümet olursa olsun, ki bu durumda İşçi Partisi hükümetinden çok muhafazakâr hükümet tarafından uygulanabilecek daha gerici bir perspektifin önünü açtı, çünkü örneğin sendikalar genel olarak biraz daha Avrupa yanlısıydı çünkü Avrupa’da, Avrupa dışında, AB dışında gerçekleşmesi muhtemel olandan daha olumlu sosyal refah olayları görüyorlardı. Yani bu bir gerçeklikti.

Ayrıca bu AB göçmenlerine karşı bir göç karşıtlığıydı, yaşam koşullarımızı baltalıyorlardı ve bilirsiniz, İngiliz refah yardımını almaya çalışıyorlardı ve bu tür şeyler. Bu, popülizmin göç karşıtı yönüydü, Avrupa karşıtı şeylerdi, bu da İngiliz işçi sınıfının, herkesin değil ama çoğunun AB karşıtı bir bakış açısına sahip olmasına yol açtı, bu da Brexit görüşünün yakıtıydı, bu da AB karşıtı Nigel Farage tipi, UKIP tipi bakış açısıyla bağlantılıydı.

Fakat ekonomik olarak bu aptalca bir şey. Ekonomik olarak Brexit kötü bir hataydı. Biliyorsunuz, Avrupa Birliğ’’nin gidişatını görüyorsunuz, pek ilerici değil, aynı zamanda ABD tarafından domine ediliyor ve aptalca şeyler yapıyor.

Yani benim pozisyonum, doğrusunu isterseniz, çekimser kalmaktı. Avrupa Birliği’nin kötü olduğunu ve İngilizlerin harika alternatifinin de kötü olduğunu düşünüyordum. Yani, bilirsiniz, birinin diğerinden daha iyi olduğunu söyleyemezdim, ama bilirsiniz, İngilizlerin harika bir alternatifi olduğu görüşüne sahip olmak açıkça saçmaydı.

2010 yılı boyunca Birleşik Krallık ve City of London, Çin finansal akışları ve özellikle de renminbi için bir merkez haline geldi. Buna karşılık Birleşik Krallık da Kuşak ve Yol Girişimi’ne ve Asya Altyapı Yatırım Bankası’na katıldı ve krize rağmen Çin yatırımlarını Britanya’da çekti. Brexit’in bu gelişmelerle bir ilgisi var mıydı, yoksa bu sadece bir tesadüf müydü? Çin hâlâ Britanya’yı batı yarımküre için bir kapı olarak mı görüyor?

İngilizler Asya’dan daha olumlu bir ekonomik büyüme bekliyordu, oysa büyümenin Avrupa boyutu kıyaslandığında oldukça zayıf görünüyordu. Ama aynı zamanda Asya’nın ekonomik gücünün artmasından da korkuyorlardı. Yani bu biraz karışık bir bakış açısıydı. Yani, evet, bir süre ekonomide daha fazla Asya ilişkisi kurmak istediler ama aynı zamanda daha büyük bir Çin boyutundan korktular ve daha sonra Çin hakkındaki Amerikan paranoyasını kolayca satın aldılar. Bu da İngilizlerin Asya perspektifini ne kadar benimseyebileceklerini her zaman zayıflattı. Yani, bilirsiniz, onlar. Temelde Asya’ya dahil olmak istiyorlardı ama bu, büyük bir role sahip oldukları Batı gücünü yerinde tutabildiği sürece. Yani zorlamaya çalıştıkları açı buydu. Bu da hiçbir yere varmayan ve aptalca görünen bu saçma “Thames üzerinde Singapur” alternatifine yol açtı.

Fakat İngilizler bu açıdan hiçliğin ortasında kaldılar, açıkçası, bir tür bağımsız görüş uygulayacak kadar güçlü değiller. Amerikalılar söz konusu olduğunda listede iki ya da üç numaradalar. Avrupalılar onları pek sevmiyor ama sıkışmış durumdalar. Açıkçası biraz aptal görünüyorlar.

Yine de her zaman, bilirsiniz, harika uluslararası konumlarını güçlendirmeye çalışacaklardır. Biz Amerikalı değiliz. Amerikalılar kadar saldırgan ve emperyalist değiliz… Ama Amerikalıların yaptıklarının çoğunu onlar da yapıyor.

Bugün Avrupa Birliği de Çin malı elektrikli araçlara yönelik yeni gümrük vergilerini açıkladı. Haberlere göre, Almanya, İsveç ve Macaristan yeni tarifelere karşı çıkarken, özellikle Fransa ve İspanya yeni tarifeler için bastırdı. Peki sizce Avrupa’nın Çin’den ayrışması [decoupling] ya da resmi adıyla “de-risking” ne kadar gerçekçi?

Birincisi, bu yapılamaz. İkincisi, ister İngiliz bakış açısı olsun, ister Avrupa’nın bakış açısı olsun, bu oldukça zayıf bir Avrupa ekonomisini destekleme girişimidir.

Fakat birçok Alman şirketinin bu ayrışma fikrine tamamen karşı olduğunu söyleyebiliriz. Ve Çin’den ayrıştırma yapılamaz. Temel olarak, bu yapılamaz. Yapmaya çalışmak da aptalca bir şey.

Mesele sadece Çin de değil. Kore için endişeleniyorlar, Hindistan için endişeleniyorlar, temelde Asya ile rekabet edemeyecekleri her türlü şey için endişeleniyorlar. Anafikir bu. Bilirsiniz, Asya ekonomisinin büyüyen gücüyle rekabet edemezler. Bu yüzden bu tür şeyler yapmak istiyorlar ama temelde rekabet edemiyorlar. Hepsi bu.

Ve özellikle Çin’i seçecekler, çünkü Çin büyümeye devam eden bir büyük ekonomi, daha güçlü, rekabetçi bir ekonomi. Böylece Huawei’nin tüm bu kötü casusluk işlerini yaptığını, oysa harika Google’ın, harika Amazon’un ve tüm bu tür şeylerin Çinlilerin yaptığı kadar casusluk yapmadığını iddia edecekler. Çok saçma.

Ve onlar sadece Çinlilerin riskinden ziyade daha batılı, Amerikan temelli güçlerini istiyorlar, ki bu da onların hoşlanmadığı, bağımsız bir güç değil.

Son zamanlarda batı medyasında Çin’in kapasite fazlası hakkında çok fazla konuşma duyuyoruz. Önceleri Çin’in gelişmekte olan ekonomileri borç batağına sürüklediği anlatılıyordu. Sizce tüm bunlarda gerçeklik payı var mı? Çin’in büyük ekonomik gücü, özellikle Asya ve Latin Amerika’daki ülkeleri bağımlı hale getirmeyi mi amaçlıyor? Ya da AB’den gelen damping suçlamaları?

Bu çok saçma. Biliyorsunuz, örneğin birçok Afrika ülkesi Çin’i batı egemenliğine karşı daha ilerici bir alternatif, üretken bir alternatif olarak seçiyor. İşte bu kadar ve bu onlar için işe yarıyor, öyle değil mi?

Bunları kim inşa edecek? Yani köprüleri, yolları, demiryollarını, elektrik santrallerini vs. Lanet İngilizler, Avrupalılar ve Amerikalılar yapmayacak. Çinliler yapacak. Yani bu bir borç tuzağı değil. Ve açıkçası tüm bu borç tuzağı aldatmacası saçmalıktır ve doğru olmadığı kanıtlanmıştır. Ama temelde bunu tartışmak istiyorlar.

Elbette, her Çin yatırımının harika olduğunu ve her Avrupa yatırımının tamamen berbat olduğunu iddia etmiyorum, bu doğru değil. Fakat Çin’in bir borç tuzağı ve geri kalan her şeyin iyi olduğunu söylemek saçmalık. Bunun saçmalık olduğuna ve rekabet edemediklerine dair her türlü kanıt var. Fakat Batı gücünün harikalarına ilişkin Anglo-Amerikan bakış açısının hakim olduğu dönemdeki kadar kontrol sahibi değiller. Mesele de bu zaten. Ve bunu kaybetmekten endişe ediyorlar. Mesele temel olarak bu.

Bunu makalelerinizden birinde söylemiştiniz. Geçtiğimiz yıllarda BRICS ülkeleri batı finans sisteminin dışında bazı şeyler yaptılar. ABD’nin başını çektiği batı emperyalizminin yaptırım politikasının başarısız olduğu ve bu süreci hızlandırdığı da iddia ediliyor. Fakat Rusya’nın aksine Çin’in, bloğun diğer üyeleri arasındaki gerilimler göz önüne alındığında, ABD ile ilişkiler konusunda hâlâ temkinli olduğunu görüyoruz. Bir alternatif olarak BRICS için beklentiler nelerdir?

Temelde çok iyi. Ve gidilecek yol da bu. Birçok Asya ülkesinin, Latin Amerika ülkelerinin ve Afrika ülkelerinin önceki on yıllarda zarar gördüğü ve zarar gördüklerini bildikleri Batı-ABD-Anglo tipi egemenliğinden daha üretken ve farklı bir şey inşa etmek iyi bir fikir.

Her türlü çatışma, şikayet ve geri kalan her şey olacaktır, ama bu onlara İngilizler, Amerikalılar ve Avrupalılar tarafından sunulandan daha verimli bir alternatiftir.

Dolayısıyla gidilecek yol bu ve onlar da her türlü yolla bunu yapıyorlar. Bu devam edecek. Amerikalılar şikayet edecek, İngilizler şikayet edecek, Avrupalılar şikayet edecek ama parazitliğin, batı dünyasının parazitlerinin hakim olmadığı alternatif bir üretken ekonomi inşa etmeye çalışmaları iyi bir şey. Temel olarak, bu tuzaktan kurtulmaya çalışıyorlar ve bu işe yarıyor. Bu onlar için daha iyi. Ve bunu her seferinde görüyorlar. İçlerinden biri artık bu saçmalığa bir alternatif olduğunu görüyor ve artık bunu istemiyorlar, bu yüzden bir alternatif inşa etmeye çalışıyorlar. İşte bu kadar.

Burada ve orada bir karışıklık olabilir, her neyse. Her zaman tam olarak işe yaramayabilir. Evet, ama bu tür şeylere bir alternatif oluşturmak; yapmaları gereken şey bu ve bunu yapıyorlar.

Türkiye, Asya ve diğer ülkeler de buna katılmalı. Bunun yerine onlara hükmetmeye çalışan batı saçmalıklarına değil.

Son olarak Gazze’de devam eden işgalden, Ukrayna savaşından ve Britanya’nın tüm bunlarla ilgili rolünden bahsedelim. Britanya 7 Ekim’den bu yana İsrail’i aktif olarak destekliyor. Buna ek olarak Londra, İsrail ile açık ya da örtülü ilişkileri olan gerici Arap rejimleriyle çok yakın bir mali ve siyasi ilişki kurmuş durumda. İngiliz emperyalizminin finansal altyapısı göz önüne alındığında, İngiliz hükümetinin şu anda Orta Doğu’daki rolü hakkında ne söyleyebilirsiniz? Ukrayna söz konusu olduğunda, Britanya’nın Doğu Avrupa ve Karadeniz bölgesinde ve ayrıca Güney Kafkasya’da ABD’den daha sert bir Rusya karşıtı politika izlediği görülüyor. Polonya, Baltık ülkeleri, Türkiye ve Azerbaycan ile derin ilişkiler kurdu. Britanya Rusya’ya karşı bir kordon oluşturmaya mı çalışıyor?

İngilizler elbette Amerikalılarla güçlü müttefikler ve Amerikan gücüne karşı her türlü gerçek meydan okumayı kendileri için bir sorun olarak görüyorlar. Bu bir nevi, bilirsiniz, harika bir alternatif olmak isteyen ya da alternatif olmayan ama kendi şeylerine sahip olan büyük yardımcı olmak gibi bir şey. Bu tam olarak işlerine gelmiyor ama başka bir şey de yapamıyorlar. Zorba olmak istiyorlar ama Amerikalılara bağımlılar. Asıl mesele bu. Alternatifleri varmış gibi davranmak istiyorlar ama yok. Güçlerini arttırmak için Amerikalılara bağımlı olmaları gerekiyor.

Dolayısıyla Ukrayna söz konusu olduğunda, Amerikalıların Ukrayna meselesinde olduğundan daha fazla Rus karşıtıdırlar. Rusların yaptıklarına Amerikalılardan daha fazla karşılar. Ama bu politika kaybedecek çünkü Rusya kazanacak.

Ama bunun yerine başka bir şeyi güçlendirmek istiyorlar çünkü güçlerini, Amerikalıların ve genel olarak Batı’nın gücünü kaybetmesinden endişe ediyorlar. Ve Amerikalıların ve batının gücü olmayan başka bir şey inşa ediliyor. Bu yüzden bundan hoşlanmıyorlar.

Tüm bu şeylere böyle bakılmalı. Kilit nokta bu. Bugün olan herhangi bir şey, batı gücünün, esas olarak Amerikan gücünün ve İngilizlerin kendi bakış açılarını ya da Avrupa gücünün ya da her neyse, olup olmayacağı ile ilgili ve bunun yerine diğer ülkeler tarafından inşa edilen bir alternatif olacak.

İngilizler bundan hoşlanmıyor, Amerikalılar hoşlanmıyor ve bunun ne kadar korkunç olduğunu ileri sürmeye çalışıyorlar. Ama bu diğer ülkeler açıkçası daha iyi bir alternatif oluşturmaya çalışıyorlar. Biz de bunu inşa etmeye çalışıyoruz.

Peki ya Ortadoğu bağlantıları ve Ortadoğu’da Filistin’de devam eden Gazze savaşı ne olacak?

Evet, İngilizlerin bu konuda gerici bir rolü var. Bu konuda korkunç bir rolleri var. Ama biliyorsunuz, Filistin’de, Gazze’de, Ortadoğu’da, Batı Asya’da ilerici bir güç olmalarının hiçbir yolu yok. Her zaman gerici bir rol oynayacaktır. Şu anda İsrail’i her şekilde destekleme politikalarıyla bunun farkına varmış durumdalar ve bu Amerikalıları da desteklemeye bağlı.

Ama başarısız olmak zorunda. Umarım öyle olur ama bu onların gerçekten geri adım atacakları ya da farklı bir şey yapmaya çalışacakları bir şey değil. Tüm politikaları gerici ve aptalca ve başarısız olacaklar.

Yani hâlâ Britanya’nın dünya çapında Amerikan emperyalizminin bir tür fino köpeği gibi davranacağını mı düşünüyorsunuz?

Evet, çünkü temelde tek seçenekleri bu. Bağımsız, harika bir alternatif olmak istiyorlar. Yankileri sevmiyorlar. Farklı bir şey olmak istiyorlar ama olamıyorlar çünkü çok zayıflar. Bu yüzden onun yerine “harika İngiliz şeyleri” istiyorlar. Oysa İngilizler kimse için bir şey yapmıyor, bir şey inşa etmiyor ve başka hiçbir ülke için alternatif değil. Yani temelde alternatifleri değil, tepkiyi destekliyorlar. İşler böyle yürüyor.

Dolayısıyla Ortadoğu’da ve dünyanın geri kalanında tepkiyi desteklemek zorundalar ve yaptıkları da bu.

Bence temel fikir Avrupalıların kaybediyor olması. Amerikalıları pek sevmiyor olabilirler ve Amerikalılardan farklı olmak istiyorlar ama o kadar da farklı olmadıkları ortaya çıkıyor. Amerikalılar, onlardan biri, sizi de mahvetmeye çalışıyor. Tamam, ben bir İngilizim ama temelde yaptıkları şey bu. Yani farklı bir şey inşa etmek istiyorsanız başka bir yere bakmanız gerekiyor.

SÖYLEŞİ

‘Yerli halklar, sömürgecilik ve emperyalizme karşı ayakta’

Yayınlanma

Venezuela’da ve beş asırdan uzun bir süre önce İspanyol imparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika’nın büyük bölümünde ekim ayı, atalarının “Abya Yala” olarak adlandırdığı Amerika kıtasının yerli köklerini andığı tarih.

Ancak, Kristof Kolomb’un gelişinden 500 yıl sonra bugün bile İspanya, yerli halkların ve kültürlerinin soykırımını ve bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasını tanımamaya devam ediyor.

Günümüzde imparatorluk bir başka hegemonik güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve bir başka sömürgecilik türü olan, daha ziyade bir kâbus gibi görünen “Amerikan Rüyası” kültürü tarafından temsil edilmektedir, ancak yerli halklara ve Venezuela’yı oluşturan Afro-azınlık halklara yönelik tehdit aynı olmaya devam ediyor.

Ve bu emperyal ve sömürgeci tehdit karşısında Venezuela ve diğer Abya Yala ülkeleri mücadele ediyor, direniyor ve savaşı kazanıyor.

Venezuela’da 2002 yılından bu yana her 12 Ekim’de anılan Yerli Direniş Günü çerçevesinde Venezuela Yerli Halklar Bakanı Clara Vidal ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Vidal, aslen Venezuela’nın doğusundaki Sucre eyaletinde yaşayan Kariña yerli halkından ve 2022’den bu yana Yerli Halklar Bakanı olarak görev yapıyor.

Venezuela Yerli Direniş Gününü neden kutluyor?

Bugün bu trajik tarihin önemi üzerine düşünürken, İspanya bugün “Hispanik Günü” adını verdikleri ulusal bir bayramı neşeyle, uçaklarla vs. anıyor. Yani İspanya 90 milyon yerli halkın ölümünü kutluyor, insanlık tarihinin en büyük soykırımını kutluyorlar.

Fakat Venezuela’da bizler, bugüne kadar bir ufuk ve bizi bekleyen muzaffer bir gelecek için savaşan yerli halkların direnişinin başlangıcının 532. yılını anıyoruz.

Bugünün yansıması şudur ki ne İspanyol monarşisi ne de çökmekte olan ABD imparatorluğu, hiçbir şey ve hiç kimse bizi yenemeyecektir, zira 200 yıl önce onları bu topraklardan kovduk, zira artık sömürgecilik ya da emperyalizm istemiyoruz, egemen, hür ve bağımsız olmak istiyoruz.

Bugün Venezuela’daki yerli halkların referansları nelerdir? Ve bunun önemi nedir?

Bugün komutan Hugo Chávez’in, kurtarıcı Simón Bolívar’ın, Büyük Şefler Şefi Cacique Guaicaipuro’nun, yerli halkların direnişinin liderinin topraklarında olduğumuzu söylememe izin verin, zira 532 yıl önce topraklarımız işgal edildi ve neredeyse 90 milyon yerli kardeşimiz bir Avrupa İmparatorluğu tarafından yok edildi.

Tam olarak, yaşadıklarımıza ve atalarımızın yaşadıklarına göre, hür, egemen ve bağımsız bir ülke olduğumuzu, tarihimiz boyunca hiçbir imparatorluğun bizi kontrol etmesine, bize hükmetmesine izin vermeyeceğimizi söyleyebiliriz ve bu nedenle her zaman hatırlamamız gereken temel tarihi referanslarımız arasında:

Yerli Cacique Guaicaipuro’nun, ağabeyimizin mücadelesi, ardından kurtarıcı Simón Bolívar’dan kurtuluşumuz için verilen mücadele ve daha yakın bir zamanda, 4 Şubat 1992’deki “Şimdilik ‘ten sonra 1999’da başkanlığımızı üstlenen ebedi komutanımız Hugo Rafael Chávez Frías’ın özgürlüğümüzü, egemenliğimizi, bugün ve ulusal geleceğimiz için bağımsızlığımızı kurtarması yer alıyor.

Bolivarcı Devrim, yerli halklara nasıl bir rol verdi?

Bolivarcı Devrim bize en önemli şeyi, yani yerli halkların haklarının güvence altına alınmasını sağladı. Devrimin gelişi, yerli halklarımızın her birinin 1999 Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Anayasasında özel bir maddeye sahip olması için mücadele etti ve bunu sağladı. Yerli halkların haklarının tanınması ve bu haklara saygı gösterilmesine yönelik devrimci sürecimizin büyük takdiri işte burada başlıyor. Buna ek olarak, bize kamu politikaları olarak verdiği binlerce araç: Guaicaipuro Misyonu, Yerli Halklar için Halk Gücü Bakanlığı, ki bu uluslararası düzeyde benzersiz bir deneyim. Venezuela özellikle yerli halklar için bir kuruma sahip olma konusunda öncüdür, diğer ülkelerde de bakanlıklar var, örneğin Brezilya’da, ama yolu biz açtık.

Buna ek olarak, yasa koyucularımız var, belediye meclislerinde meclis üyelerimiz var, yerli olan ulusal milletvekillerimiz var. Ulusal, bölgesel ve yerel yasama organlarında sesimizi duyurabiliyoruz.

ABD’nin Latin Amerika’daki varlığı

Latin Amerika’daki diğer müdahaleci kurumların yanı sıra CIA, DEA veya NATO gibi emperyalizm kurumlarının varlığı, işlevlerinin aşırılığına göre değerlendirilmeli. ABD bir ülke olarak değil, her bir ulusun iç politikasına müdahale eden bir örgüt olarak hareket ediyor.

Birleşik Devletler, ulusların her birinin politikalarına müdahale etmekte, yani halkların egemenliğini ihlal ediyor. Ve en önemlisi de her bir halkın kültürüne ve kendine has özelliklerine saygı duymuyor.

Kesinlikle, sömürgecilikten bahsettiğimizde, emperyalizmden farklı olarak, yerli halkların kültürlerini küçümseyerek, onlara hükmetmek, kontrol etmek ve kültürlerini empoze etmekle alakalı. Şimdi, emperyalizmden bahsettiğimizde, bu, her bir halkın ve ulusun siyasi, sosyal, kültürel, askeri; her açıdan mutlak bir kontrol.

ABD ve Avrupa buradan faşizme, neo-faşizme ve benzer ifadelere denk düşüyor. Venezuela yerli halklar: Topraklarımızdaki ve uluslarımızdaki emperyal varlığa hayır deyin!

Latin Amerika’daki neo-faşist hükümetlerdeki emperyalizm yerli halklara saldırıyor

Yerli halklar cesur halklardır, aşırı sağcı, neo-faşist hükümetlerin olduğu ülkelerde yerli halklar tamamen kriminalize edilmiş ya da tamamen unutulmuş, kendi topraklarında kendi kültürlerini yaşamaları engellenmiştir. Bugün Venezuela’dan size yerli halkların yalnız olmadığını söyleyebilir ve onları hakları için mücadeleye devam etmeye teşvik edebiliriz. Sağcı ve neo-faşist hükümetler yerli halkları asla ama asla sevmeyecekler, çünkü tarihimizi silmek istiyorlar.

Bu hükümetler hiçbir zaman yerli halkların haklarını korumayacaklardır. Venezuela solu, Bolivarcı sosyalizm, başta yerli halklar ve topluluklar olmak üzere tüm bu kesimlerin ve kadim yerli halkların taleplerinin temel bir parçası olmuştur, zira biz aynı halkız, ezilen halklarız. Bu nedenle Abya Yala’nın yerli halklarına, zaferi elde edene kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyoruz. Venezuelalı kimliğimizi, haklarımızı ve yerli kültürümüzü geri kazanmanın mümkün olduğunun kanıtıdır.

Dünyada emperyalizm ve soykırımcı sömürgecilik: Gazze’de soykırım

Dünyayı, uluslararası toplumu, ulusal ve uluslararası kamuoyunu Gazze’de yaşananlar üzerine düşünmeye çağırıyoruz. Nasıl ki bugün Gazze’de Filistin halkına karşı bir soykırım yaşanıyorsa, 500 yıldan fazla bir süre önce yaşadıklarımızı da hatırlıyoruz. Tıpkı bugün Filistin halkının başına gelenler gibi, dün atalarımızın başına gelenler de bizim atalarımızın başına gelmişti, zira biz bugün hayattayız. Bugün dayanışmamızı ilan ediyor ve Filistin halkına da kazanacaklarını söylüyoruz, zira nefret karşısında, emperyalizm karşısında, sömürgecilik karşısında sevgi ve adalet her zaman kazanacaktır. Dolayısıyla bugünün yansıması, mücadeleye devam etmemizdir; çünkü zafer, kurtuluşları için mücadele eden insanlara aittir.

Bu tarihi insanlık tarihindeki en büyük soykırımın başlangıcı olarak hatırlayacağız ki bir daha asla insanlara karşı kolunu ve nefretini kaldırabilecek, insanın insana köleliğini dayatabilecek bir imparatorluk olmasın, aksine Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nden anayasal başkanımız Nicolás Maduro ile birlikte önerdiğimiz gibi barış ve umut olsun.

Venezuela’nın diğer yerli halklara verdiği mesaj nedir?

Güneydeki kardeş halklara, Bolivya, Peru, Ekvator, Şili, Arjantin, Uruguay ve ayrıca büyük Brezilya’ya, çünkü Brezilya’da da bizim gibi Portekiz tarafından işgal edilen yerli halklar, yerli kardeşlerimiz var; Bugün hepinize diyoruz ki, bu halkın zamanıdır, birleşeceğiz, bir ağlar ağı oluşturacağız. Bu çökmekte olan imparatorluğun ya da ortaya çıkabilecek herhangi bir başkasının bizi bir daha asla yenememesi için gerekli olan tarihsel ittifakı oluşturacağız.

Bugün internetle, yapay zekayla bizi ezmeye çalıştılar ama biz burada yerli halkların atalarından gelen insan zekasıyla kazanamayacaklarını söylüyoruz. İşte biz savaşıyoruz. Kimsenin kuşkusu olmasın, zira Komutan Chavez’in dediği gibi burada bir vatan var. Bugün tüm atalarımız bir arada, emperyalizme ve sömürgeciliğe yeter demek için birleşti. Zafer halkın olacak! Çok yaşa halk! Yaşasın yerli halklar! Yaşasın barış ve yaşasın özgürlük!

Son olarak, Venezuela’daki yerli halklar ve Afro-azınlık halkların birliğinin önemi nedir?

Bu önemli günde Venezuela’, Latin Amerika’nın geri kalan yerli halklarına mücadelesini ve direnişini gösteriyor. Bugün, Abya Yala’daki büyük soykırımdan 532 yıl sonra, işte buradayız, Afro-azınlık halklarının yanında bulunan yerli halklar, genel olarak yerli halklar, direnmeye devam eden kadın ve erkeklerden oluşan Venezuela’ halkı. Bugün güçlü bir sesle, sevgi dolu bir sesle ve sevinç dolu bir sesle direnişe devam ettiğimizi söyleyebiliriz.

Yerli halklarımızın haklarının iadesi için yorulmak bilmeden mücadele etmeye devam ediyoruz. Ve bugün Venezuela’da 54’ten fazla yerli halkımız var, bu da direndiğimiz ve direnmeye ve kazanmaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.

Afro-azınlık halklar da hayatta kalmak ve haklarını savunmak için bir savaş verdiler. Ve burada yerli direniş gününe sahip çıkıyoruz, ama aynı zamanda emperyal hırsın nesnesi olan ve onları zorla buraya getiren, ama bugün tam da bizi devrim yapan eli yürümeye yönlendiren Afro-azınlık halkların atalarının tarihi için de savaşıyoruz.

Şimdi yeni bir tarih yazıyoruz, zira İspanyol imparatorluğu gelmeden önce buradaydık, zira yerli halklar bu topraklardaydı, çünkü köleleştirilmiş olarak gelen kadın ve erkeklerin şimdi yeni bir ufku var, tam da tarihi, kökenlerimizi unutmak değil ama kaderimizin kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kesin olarak kurtarmak, zihinlerimizden özgürleşmek ve direnen ve direnmeye devam eden bir halk olduğumuzu bilme vizyonuyla yeni nesillere doğru ilerlemek olduğunu da biliyoruz çünkü bizi kimse keşfetmedi. Biz zaten vardık.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır’

Yayınlanma

Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó, Harici’ye konuştu: “Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır.”

Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Macar Bakan, AB üyesi ülkelerin çoğunluğunu “barışçıl olmayan” politikaları nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken, Başkan Biden’ın Ukrayna’ya ABD yapımı balistik füzeleri Rusya’ya karşı kullanma izni verme kararına ve Gazprombank’a uygulanan ABD yaptırımlarına dair de değerlendirmelerde bulundu.

Sayın Bakan, bizimle konuşmak için zaman ayırdınız; çok teşekkür ederim. Avrupa Birliği’nin Macaristan’a yönelik eleştirileriyle başlayalım. Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasına uymadığınız iddia ediliyor. Bu eleştirilere yanıtınız nedir ve Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığınız sırasında edindiğiniz deneyim nasıldı?

Ne yazık ki, Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır. Ateşkesin sağlanması ve barış müzakerelerinin başlatılması için çaba gösteriyoruz. Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır. Gittikçe tırmanma riskini artıran önlemler alıyorlar. Bu nedenle kesinlikle onlarla uyum sağlamayacağız. Barış çabalarımıza devam edeceğiz ve önümüzdeki yıl Ocak ayında Başkan Trump Beyaz Saray’a geçtiğinde, uluslararası alanda barış yanlısı politikacıların daha da güç kazanmasını umuyoruz.

Antalya Diplomasi Forumu’nda sizinle yaptığımız röportajda bu konu hakkında konuşmuştuk ve bana Trump’ın seçilmesi durumunda Ukrayna ile Rusya arasında barışın mümkün olduğuna inandığınızı söylemiştiniz. Şimdi Trump seçilmiş başkan ve dediğiniz gibi Ocak ayında görevine başlayacak. Trump Yönetimi ile temas halinde misiniz? Gündeminizde hangi maddeler var ve hangi konuları müzakere ediyorsunuz?

Bakın, Başkan Trump seçildikten sonra, Başbakanımızı arayıp tebrik etti ve önümüzdeki dört yılın ABD-Macaristan ilişkileri açısından altın çağ olacağı konusunda anlaştılar. ABD’de geçiş dönemiyle ilgili çok katı düzenlemeler olduğunu biliyorsunuz, bu yüzden bizimle Trump yönetimi arasındaki ciddi ve esaslı müzakereler, elbette Trump Beyaz Saray’a girdikten hemen sonra başlayacak. Gündemde zaten önceden tartıştığımız bazı konular var, ancak örneğin Demokrat yönetim, Macaristan ile ikili vergi anlaşmasını feshetti. Bunun yeniden yürürlüğe girmesini umuyoruz. ABD Demokrat Yönetimi, Macar vatandaşlarının ESTA vize sistemine veya bir tür vize sistemine erişimini kısıtladı. Trump Yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden olduğumuz statüye geri döneceğimizi umuyoruz. Elbette, Başkan Trump’ın genel olarak, Orta Avrupa bölgesine barışın geri dönmesine yardımcı olacak ve Avrupa’da çok daha iyi bir atmosferin oluşmasını sağlayacak bir politika yürüteceğini umuyoruz.

Kırım ve Donbas bölgeleriyle ilgili olarak Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki duruşunuz nedir? Çünkü bu bölgeler, Rusya’nın barış yapması için birinci şart olabilir.

Toprak bütünlüğü ve egemenlik, saygı duyulması gereken prensiplerdir. Öte yandan, sıralamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir ateşkes sağlanmalı, ardından barış müzakereleri başlatılmalı ve sonrasında bir barış anlaşması yapılmalıdır. 

Enerji konuşacak olursak, İstanbul Enerji Forumu’na katıldınız ve farklı ülkelerden mevkidaşlarınızla ikili görüşmeler yaptınız. Macaristan, TürkAkım boru hattını tam kapasiteyle kullanmak için Gazprom ile ek bir sözleşme imzaladığını da duyurdu. Bu gelişmeden beklentiniz nedir?

Rusya enerji tedariki konusunda güvenilir bir ortak. Türkiye ise transit konusunda çok güvenilir bir ortak. Dolayısıyla, Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışarak Macaristan’ın enerji arz güvenliğini garanti edebilmek bizim için bir onurdur. Beklentimiz, artan hacimlerle birlikte fiyatın daha rekabetçi hale gelmesidir. Elbette, Macaristan’da çok önemli bir programımız var ve bu program sayesinde Macar ailelerin ve hanelerinin hizmetler için en düşük fiyatı ödemelerini sağlıyoruz. Gazprom ve gaz ticaret şirketimiz arasında imzalanan bu ek sözleşmeler, Macaristan’daki hizmet maliyetlerini düşük tutma açısından çok önemli.

Enerji konusuna devam edelim. Türk Devletleri Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olarak, AB Konseyi başkanlığınızın bu iki bölge arasında bir köprü olmak açısından çok önemli olduğunu biliyorum. Türkmenistan ve Kazakistan çok istekli, aslında AB de bu iki ülkeden enerji satın almak için çok istekli. AB’nin bu bölgeye yatırım yapması beklenen milyarlarca dolarlık altyapı projeleri var. Bu konuda en son gelişmeler ve rakamlar nedir?

Türk bölgesi, Kafkasya ya da Orta Asya bölgesine gelince, bu bölgeleri gelecekteki enerji tedariki için olası kaynaklar olarak değerlendiriyoruz. Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik sağlayacak ve Azerbaycan ile Gürcistan’dan Romanya üzerinden Macaristan’a elektrik taşınmasını içeren “Yeşil Orta Koridor” projesinin başarılı olmasını kesinlikle bekliyoruz. Ayrıca, Azerbaycan’dan gelen gazın ulusal enerji karışımımızda daha büyük bir rol oynamasını bekliyoruz. Bunun için en büyük darboğaz, Güneydoğu Avrupa boru hattı ağının kapasitesidir. Ancak umuyoruz ki kapasiteyi artırarak, Azerbaycan’dan gelen gazın ve Türkiye’den gelen gazın ulusal enerji karışımımızdaki rolünü artırabiliriz. 

Orta Koridor, kuzey rotası şu anda kullanılamadığı için çok daha fazla önem kazandı. Başka bir gelişme; Biden yönetiminin, görev süresinin bitiminden hemen önce Ukrayna’ya Rusya’ya karşı ABD füzeleri kullanma izni vermesi oldu. Rus lider Putin, “Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak” dedi. Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?

Bu gerçekten çok tehlikeli. Bu durum, kesinlikle Orta Avrupa’daki insanların çıkarlarına aykırıdır. Bu durum, kesinlikle Amerikan halkının iradesine de aykırıdır, çünkü Amerikan halkı farklı bir yönetim seçti. Barış yanlısı bir başkan seçtiler. Bu nedenle, mevcut Amerikan yönetiminin yaptıklarının gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu tür adımlar, bir tırmanışa yol açabilir ve umuyoruz ki 20 Ocak’a kadar tırmanıştan bir şekilde kaçınabiliriz. Sonra, Başkan Trump göreve geldiğinde, umarım hâlâ barışı sağlama şansı olur. Mevcut Demokrat yönetimin Ocak ayında barışı tamamen imkânsız hale getirmeyeceğini umuyorum.

Son sorum: İstanbul Enerji Forumu hakkındaki görüşleriniz nedir? Burada gündeminiz neydi ve Macaristan, Türkiye ve diğer ikili görüşmeler yaptığınız muhataplar için beklenen sonuçlar nelerdir?

Şu anki en kısa vadeli görevimiz, ABD yönetiminin Gazprom Bank’ı yaptırım listesine alma kararıyla ortaya çıkan zorlukların üstesinden gelmek. Çünkü bölgemizdeki birçok ülke gibi biz de gaz ödemelerini Gazprom Bank hesaplarına yapıyoruz. Bu nedenle burada bir araya geldik ve bu zorluğun üstesinden nasıl gelineceğini bulmaya çalışıyoruz. Eminim ki bir araya geldiğimiz için bunu aşmanın ve gelecekte de arz güvenliğini sağlamanın bir yolunu bulacağız.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz

Yayınlanma

Yazar

Küresel mali krizin ardından gelen Avro bölgesi krizi, Orta Doğu’ya emperyalist müdahale ve ardından sığınmacı krizi, Ukrayna krizi, enerji krizi… Aşağı yukarı 15 yıla yayılan tüm bu bileşik kriz sarmalı, Avrupa’da yeni bir dönemin de kapısını aralamış görünüyor. Artık “neoliberalizmin ölümünün” ilan edilmediği tek bir köşe bile kalmadı. Yalnızca eski iktisadi düzenin değil, düşünce dünyasının da bazen sessizce, bazen de büyük bir gürültüyle yıkılışına şahit oluyoruz.

Ama düzenin temelleri şimdilik sağlam. Yeni ve farklı bir inşaat isteyenlerin sayısı milyarlarca olmasa da, birikiyorlar. Buna, yeni bir mimariye kafa yoran bir Avrupalı için, hele de o mimari güvenlikle ve jeopolitikle ilgili ise, akla ilk Rusya geliyor. “Rusya uzmanları” Avrupa’nın düşünce dünyasına yeni bir soluk katıyor. Yeni harçta Rusların da olması gerektiğini düşünüyorlar, az ya da çok.

İşte Thomas Fasbender ile de bu nedenle konuştuk. Ukrayna savaşı ve Gazze işgali ile birlikte “tek ses” olan Alman anaakım medyasında, bir tür “aykırı ses” olarak dikkat çeken Berliner Zeitung’un jeopolitik şefi Fasbender, Rusya lideri Vladimir Putin hakkında yazdığı bir biyografi ile dikkat çekmişti.

Fasbender de, tıpkı Hauke Ritz gibi, felsefe arka planına sahip, belki de Almanya’da siyaset üzerine yazmak için bu gerek koşullardan biri. O da tıpkı Ritz gibi, ama ondan daha önceleri, Rusya’nın karışık 90’larında Rusya’da yaşamış; 1992’den 2015’e kadar. “İş dünyasında” yer aldığını söylüyor, yani gazeteciliğe nispeten geç gelmiş.

Yakınlarda yayımlanan Der Eurasienkomplex: Warum und wie dem Westen die Zukunft entgleitet [Avrasya Kompleksi: Gelecek neden ve nasıl Batı’nın elinden kayıp gitti?] kitabında “Batı kibrine” karşı birliktelik çağrısı yapıyor. Kendi kişisel deneyimlerine dayanarak, temelde insanların her yerde Batı Avrupalılar gibi “aynı önemsiz hedeflerin” peşinde olduğunu ileri sürüyor: Bireysellik, mesleki ve kişisel başarı arayışı…

Dolayısıyla Batı Avrupa’dan başka dünyalara, örneğin İslam dünyasına, örneğin Çin’e, örneğin Hindistan’a karşı bir tür “göz hizasında” yer alma çağrısı yapıyor. Batı, artık isteklerini ve arzularını dünyaya dayatabilecek güce sahip değildir; BRICS’e ve temsil ettiği demografiye ve ekonomiye bakın. Yapılması gereken, Soğuk Savaş’ın “blokçu” anlayışından vazgeçerek, Avrupa’yı (ve Almanya’yı) Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasına bir köprü olarak yerleştirmek. 

Felsefe geçmişiniz nedeniyle Kantçı ebedi barış hakkında da konuşabiliriz sanırım. Bu da bizi Avrasya hakkındaki kitabınıza getiriyor. Geleceğin Batı’dan nasıl uzaklaştığını kısaca açıklayarak başlayabilir misiniz? Sanırım buna bir de Avrasya kompleksi adını vermişsiniz. Siz bu Avrasya kompleksi hakkında ne düşünüyorsunuz? Çünkü her zaman Batı’nın düşüşü ya da batının çöküşü hakkında çok fazla konuşulur. Batılı değerler artık işe yaramıyor, vesaire. Bununla ne demek istiyorsunuz?

Batı’nın geleceği elimizden kayıp gidiyor. Temel olarak, geleceğin Batı’nın elinden kayıp gittiğini söylerken başladığımız yer temel iktisadi ve demografik verilerdir.

Demografi ile başlayalım. Avrupa insanı, Kanada’yı, ABD’yi de dahil edersek Avrupa kökenli insanlar 100, 150 yıl önce dünya nüfusunun %30’unu oluşturuyordu. Bu ülkeler bugün dünya nüfusunun yaklaşık %15’inden daha azını oluşturuyor. Batı denilen yer, Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika’yı da dahil edersek, gayri safi milli hasılanın, dünya gelirinin, dünya toplam üretiminin %50’sinden fazlasını oluşturuyordu. Aşağı yukarı 2010 yılına kadar. 2010’dan itibaren bu %50’nin altına düştü.

Bugün BRICS ülkelerine bakacak olursak, birkaç yıl önce, 1970’li yıllardan beri batılı gelişmiş sanayileşmiş ülkeler kulübü olan G7 ülkesinden daha fazla bir toplam üretime ulaştılar.

Yani Avrupa’nın ve Avrupa merkezli ya da Avrupa kökenli ülkelerin eskiden, İkinci Dünya Savaşı’nda müttefiklerin zaferinden sonra 20. yüzyılın ortalarında zirveye ulaşana kadar sahip olduğu çok etkili bir konumdan sayısal bir düşüş, sayısal bir kayma olduğunu görüyoruz.

Yani Avrasya kompleksi bu mu?

Avrasya kompleksi değil, başka bir şey. Bu sadece bizim düşüncemizin başlangıç noktasını, Batı’nın dünya üzerindeki hakimiyetini neden kaybettiğini, bunu demografisine, ekonomisine dayandırdığımızı belirtmek için.

Avrasya kompleksi ek bir unsur, çünkü Avrasya kompleksi Avrupa için, biz Avrupalılar için, ülkelerin, Avrasya ülkelerinin, Batı Avrupa dışındaki Avrasya bölgelerinin (hatta örneğin bugün Rusya’ya bakın) artan gücünü kabul etme zorluğu anlamına geliyor.

Eskiden Rusya’yı Avrupa’nın önemli bir parçası olarak görüyorduk, çünkü Rusya’nın büyük bir kısmı coğrafi olarak Avrupa’ya, Avrupalılara aitti. Fakat son zamanlarda, yani savaşın başlangıcından bu yana, kendimize ilişkin Avrupa fikri Rusya’yı giderek daha fazla dışlıyor. Dolayısıyla Rusya, Avrasya kavramının parçası haline geliyor.

Kitapta farklı Avrasya kavramları olduğunu tartışıyoruz. Temelde Portekiz’den Şangay’a kadar uzanan ve Avrasya coğrafyasının tüm yayılımını kapsayan Avrasya kara kütlesine sahip olabilirsiniz.

Örneğin Rusya’da yayılan ve eski Sovyetler Birliği bölgesini, Orta Asya’yı, Rusya’yı ve Kafkasya’nın bir kısmını kapsayan bir Avrasya kavramına sahip olabilirsiniz. Bu da başka bir Avrasya kavramı.

Biz Avrasya’ya daha çok coğrafi açıdan bakıyoruz ama esas olarak Avrupalıların Avrasya kıtasının geri kalanıyla geçmişte olduğu gibi değil, yeni bir şekilde ilgilenmesi gerektiği şeklinde anlıyoruz.

Geçmişte sömürgeci efendiler olarak acımasızdık. Esas olarak, malları biz ürettik, fikirleri, ideolojileri biz ürettik. Avrupa’dan 100, 200, 300 yıl boyunca gelen tek şey buydu.

Ve bu durdu. Bu, daha önce bahsettiğim nedenlerle, ekonomi ve demografi ile durdu. Ama aynı zamanda küreselleşmeden sonra, Avrupalı olmayan, Batılı olmayan ülkelerin tüm dünyada yeni bir özgüvene sahip olması nedeniyle de durdu.

Bu kendine güven belki de sadece son nesille birlikte geldi, aslında önceki nesillerin deneyimlerine dayanıyor. Ama asıl farkı yaratan, asıl meydan okumayı yaratan şey bu kendini ortaya koyma gücüdür, çünkü artık insanların basitçe ayağa kalkıp şöyle dediğini görüyoruz: Siz Avrupalıların bize liberalizmden, demokrasiden, değerlerden vesaire bahsetmeniz çok güzel, ama bunlar artık bizi ilgilendirmiyor.

Bunu hazmetmek Avrupalı elitlerin ortalama bir üyesi için bile çok zor, kendimizi bu devasa kıtadaki Batılı olmayan, Avrupalı olmayan halklar, ülkeler, gelenekler ve tarihlerle ilgili olarak tamamen yeni bir durumda bulduğumuzu hazmetmek çok zor.

Peki bu Avrasya kavramı hangi açıdan BRICS ya da “Küresel Güney” ya da diğer “Batılı olmayan” terimlerle örtüşüyor?

Elbette bu noktada Avrasya bir tür klişe sözcük haline geliyor. Gerçekten de her şeyi ve herkesi kapsamıyor. 

Jeopolitik uygunluk açısından Batı ve “Küresel Güney”den bahsetmek çok daha doğru örneğin. Ama o zaman da Çin’in gerçekten bir güney ülkesi olmadığı ve Çin’in gerçekten gelişmekte olan bir ülke olmadığı sorunuyla da başa çıkmak zorunda kalacaksınız.

Dolayısıyla tüm bu kavramlar bir dereceye kadar basitleştirmedir, ama gerekli basitleştirmelerdir. Yapmak zorundasınız. Toplam dünya o kadar karmaşıktır ki, onu en azından terimlerle basitleştirmediğiniz sürece kavramak tamamen imkansızdır.

Dolayısıyla Avrasya dediğimizde, elbette Küresel Güney ile bir örtüşme var. BRICS ile örtüşen bir şey var. ŞİO var, Şangay İşbirliği Örgütü. Gördüğümüz şey şu ki, bu terimlerin altında, bizim verdiğimiz isimlerin altında, az önce bahsettiğim bu iddialı olma halini temsil ediyor, kendini yeni güç düzenlemelerine dönüştürüyor.

Çünkü BRICS bir kulüptü. Hatta kulüp bile değillerdi, başlangıçta bir isim, 1999 civarında Amerikalı bir analist tarafından verilen bir isimdi. Ve sonra dönüştü. Kendi başına bir tür hayat kazandı ve önce kavramsal bir isme, sonra da siyasi bir gerçekliğe dönüştü ve şimdi bu iktisadi gerçeklik siyasi gerçekliğe dönüşüyor, çekim gücü kazanıyor. Kendine çekiyor.

Halihazırda Etiyopya’yı çekti, İran kabul edildi, Mısır ve Emirlikler, artı şimdi sizin ülkeniz, Türkiye, resmen üyelik talebinde bulundu ve büyük ihtimalle üç hafta içinde, ekim ayında Kazan’da Türkiye kabul edilecek. Aynı şey Azerbaycan için de geçerli.

Bu da tabii ki yeni bir dinamik yaratıyor, çünkü orijinal BRICS’i düşünün. 1999’da orijinal BRICS’in içinde İslam ülkesi yoktu. Şimdi, İslam faktörü, kendi içinde bir varlığı, Endonezya’dan Fas’a kadar kendi içinde bir varlığı, İslam dünyasını temsil ediyor. Şimdi bu İslam dünyası da bu yeni kart dağılımına katılıyor diyebilirim.

Jeopolitiği bir oyuna benzetirsek, her zaman yeni bir el vardır. Kartları her zaman yeniden dağıtırız ve bu kartlardan biri de elbette ki değeri giderek artan İslam dünyasıdır.

Bir başka soru da şu: Asya ya da Avrasya bugün ABD ya da G7 rekabette güçlü konumunu koruyabilir mi? ABD çok belirgin bir üstünlük pozisyonuna sahipti ve örneğin Sovyetler Birliği bile kendi üstünlüğünü koruyamadı. Avrasya sadece iktisadi açıdan değil, kültürel, medeniyet ve sistem açısından da üstünlük sağlayabilir miydi? En azından Batı ülkelerine karşı bir denge kurabilir mi?

Burada iki şeyi karıştırmamaya dikkat etmeliyiz. Bunlar sadece isimler. Avrasya diye bir oluşum yok. Bir varlık yok. Küresel Güney diye tek bir varlık yok. Batı diye bir varlık da yok.

Bu etiketleri etkileri tanımlamak için, belirli çekimleri tanımlamak için, birbirlerine baskı uygulayan, rekabet eden, düşmanlık eden güçleri tanımlamak için kullanıyoruz.

Asya hakkında konuştuğumuzda Çin her zaman vardır, Çin-Hindistan çatışması bölen bir faktör olarak her zaman vardır. İslam dünyası hakkında konuştuğumuzda Türkiye, İran ve Arap dünyası arasında her zaman bir rekabet olacaktır.

Tabii ki jeopolitik kazanımların gerçekliğinde, her bir taraf diğer taraftaki rekabetlerden faydalanacak, faydalanmaya çalışacaktır. Rusya’nın Avrupalıları bizden ayırmak istemesi gibi, Amerikalılar ya da İsrailliler İslam dünyası içindeki rekabetleri kullanacak ve kendi çıkarları doğrultusunda bölmeye çalışacaktır. Herkes Hindistan ile Çin’i karşı karşıya getirmeye çalışacaktır ki her ikisini de kontrol altında tutabilsinler, her birinin çok fazla güçlenmesine fırsat vermesinler.

Dolayısıyla burada bunu görmek çok önemli. Bence çok kutuplu dünya ismi kötü bir isim değil, çünkü basitçe dünyaya hükmedebilecek tek bir kutup kalmadığı gerçeğinden yola çıkıyor. Bahsettiğiniz gibi ABD elbette çok güçlü bir konumdan geliyor. Hâlâ çok güçlü bir pozisyona sahip ve uzun bir süre daha bu güçlü pozisyonunu, çok güçlü pozisyonunu koruyacak.

Amerika Birleşik Devletleri 250 yıllık genç bir ülke. Tarihteki imparatorluklara baktığımızda ya çok hızlı çökmüşler ya da gerçekten uzun ömürlü olmuşlar, uzun yaşayan varlıklar olduklarını kanıtlamışlar.

Bu oyunda çok kutuplu ifadesi, tek bir baskın faktörün olmadığı, fakat çok güçlü iktidar merkezlerinin, etki uygulayan, güç yansıtan, rekabet gücü yansıtan iktidar merkezlerinin olduğu bir oyunu anlamamızı sağlar. 

İşte burada üç merkezli bir İslam dünyası var. Arap dünyası, Türk dünyası ve İran. İran’da Çin ve Hindistan’ın olduğu Asya var, ABD ve Avrupa’nın olduğu Batı var, ayrıca Avustralya var.

Yani gördüğümüz şey, şimdi oyunun yeni bir şekilde oynandığı. Bu, bir bulmaca gibi, yeni, diyelim ki birbirine bağımlı, sürekli değişen bir durum yaratıyor.

Bu dünyayı, yeni dünyayı, 30 yıl öncesinden bu kadar farklı kılan şey de budur. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra her şey basitti. Bu yüzden pek çok insan bundan hoşlanıyordu. Soğuk savaş bitmeden önce de basitti, çünkü iki kutbunuz vardı ve iki kutuplu bir dünyayı anlamak çok kutuplu bir dünyayı anlamaktan çok daha kolaydı.

Eğer tek kutuplu bir dünyanın çok kutuplu bir dünyaya dönüşme ihtimalini düşünürseniz, o zaman bu gerçekten çok zor bir hal alacaktır. 

Fakat benim kişisel görüşüm, 30 yıl öncesinin net ve basit yapılarının yerine yeni bir şeyin hızlı bir şekilde geçmeyeceği yönünde. Yani dersek ki, harika, yeni dünya yine iki kutuplu olacak, ABD ve Çin… Hayır, ne ABD ne de Çin, Sovyetler Birliği ve ABD’nin 50, 70, 80 yıl önce olduğu gibi yeterince güçlü değil.

Yani bir tür interregnuma [fetret devri] işaret ediyorsunuz.

Jeopolitik interregnum muhtemelen doğru kelime: Kralsız interregnum. Çünkü ABD’nin on yıllar boyunca askeri ve iktisadi olarak baskın güç olarak kalacağını varsaysak bile, ki bence varsayabiliriz, en azından iktisadi olarak, Çin’den güçlü bir rekabet var, Hindistan’dan da güçlü bir rekabet var ve askeri olarak ABD, 700 veya 800 askeri üssüne rağmen, artık gerçekten her yerde olabilecek güce veya insan gücüne, istekliliğe ve aynı zamanda maddi güce sahip değil.

Çünkü dünyadaki küreselleşme nedeniyle, 50 yıl önce, 70, 80 yıl önce gerçek jeopolitikte güç uygulamak söz konusu olduğunda oldukça yeni olan ülkeler var. Afrika sömürgeleştirilmişti ve Afrika ve Asya’nın büyük bölümünün sadece dilsizdi, hayatta kaldıkları için mutluydular, ancak fakat başlarına herhangi bir siyasi önem, herhangi bir siyasi hırs iddia etmiyorlardı.

Bu durum artık değişti. Ülkeler uluslararası arenaya yeniden girmeye başladı. Çin yeniden girdi; Çin 19. yüzyılın ilk yarısına kadar en güçlü ulustu. Hindistan da aynı şekilde, İran da aynı şekilde, Türkiye de aynı şekilde girdiler. Yani bu ülkeler uluslararası arenaya yeniden girdiler ve yine eski tarihi haklarını da geri alıyorlar. Bu da jeopolitiğe ek bir renk katıyor. 20. yüzyıla kadar jeopolitik oldukça karmaşık ve basitti. Artık tamamen farklı bir şeye dönüştüler.

Ama bu durumda sizin tasviriniz, yani çok kutupluluk daha fazla savaş anlamına gelebilir mi? Çünkü siz bunun kralsız bir interregnum olabileceğini söylediniz. Yani eğer kralsız bir interregnuma girersek, geçmiş on yıllardan daha fazla savaş yaşamamız daha olası değil mi?

Zaten çok sayıda savaşımız var. Bence daha fazla savaş yaşayacağımız konusunda haklısınız. Fakat Üçüncü Dünya Savaşı olarak adlandırılan büyük ve topyekün bir dünya savaşı olasılığı muhtemelen azalacaktır.

Bu olasılık, iki ya da en fazla üç çok güçlü gücün hakim olduğu bir dünyaya sahip olmamızdan daha az olacaktır. 

Dünya eskiden böyle yaşardı. Dünya her zaman, bazıları savaşa dönüşen bir dizi bölgesel çatışma ile yaşamaya alışkındı ve bu muhtemelen bir çözümdür ya da gelecekteki durumun bir tasviridir.

Biraz da Rusya konusundaki uzmanlığınızdan bahsedelim. Vladimir Putin otobiyografisi üzerine yaptığınız röportajlardan birinde, devletin, devlet kavramının Rus lider Vladimir Putin’in dünya görüşünü belirleyen ana unsur olduğunu söylemiştiniz. Şunu sormak istiyorum, bu sadece pragmatizm ya da makyavelizm mi, yoksa Putin’in daha derin ideolojik inançları var mı? Ayrıca bu noktada şunu sormak istiyorum: Avrupa ve özellikle Almanya, bu devlet konsepti konusunda Putin ve Rusya’dan bir şeyler öğrenmeye başlarsa, bunun sonuçlarını tahmin etmek mümkün mü? Çünkü devletin yüceltilmesi Avrupa’da daha önce iyi sonuçlara yol açmadı.

Rusya, Avrupa ulus devletlerinden farklı olarak, Orta Asya’dan koparılmış olmasına rağmen, Kafkasya’dan koparılmış olmasına rağmen, kendi görüşlerine göre hâlâ bir imparatorluk, emperyal olarak egemen olan bir devlet, bir ulus-devlet değil.

Ruslar, Rusya nüfusunun yaklaşık %80’ini oluşturuyor. Bu elbette çoğunluk, büyük bir çoğunluk, ama yine de Rusya, tarihsel anlayışlarından, kendi görüşlerinden kaynaklı olarak kendini Rusların ulus-devleti olarak görmüyor.

Rusya tarihsel olarak kırılgan bir hükümete, kırılgan bir güce sahip olmuştur, çünkü devasa topraklara sahiptir, aynı zamanda seyrek nüfusludur, geleneksel olarak çok yüksek farklılıklara sahiptir, zengin ve yoksul arasında güçlü farklılıklar vardır ve ülkenin korunması çok zordur, çünkü Rus sınırları çok büyüktür ve bunların çok azı nehirler veya sıradağlar gibi doğal sınırlardır.

Dolayısıyla Rusya devletinin, kendini gördüğü şekliyle, tehlike altında bir varlık olma ihtimali her zaman vardır. İşte bu yüzden Rusya batıya, ama sadece batıya değil, güneye de çok güçlü bir şekilde yaklaşıyor.

Bu yüksek derecede güvensizlik, en azından potansiyel güvensizlik, 1812’deki Fransız işgalinin hatırası, 1941’deli Alman işgalinin hatırası nedeniyle çok güçlü. Bunlar bir taraftan devlet tarafından yapay olarak, devletin tarih kültünün ve tarihi zaferler kültünün bir parçası olarak geliştiriliyor. Ama aynı zamanda gerçek bir şeyi de yansıtıyorlar, o da bir duygu ve bu duygu gerçek; gerçek bir güvensizlik duygusu.

Batıdaki pek çok insanın anlamakta güçlük çektiği şey budur, çünkü Batı’daki insanlar kendilerinden yola çıkarlar: Rusya’ya karşı saldırgan duyguları yoktur, yayılmacı duyguları yoktur… Bu yüzden NATO ya da Batı bile olsa, kendilerinden Rusya’ya yönelik bir tehdit olmadığını söylerler. Dolayısıyla Rus tarafındaki herhangi bir güvensizlik, tehdit algısı sadece bir hayal ürünüdür, gerçek değildir.

Ama burada psikolojiye giriyoruz. Burada bir duygu ne zaman gerçek olur ve ne zaman olmaz? Önemli olan, herhangi bir Rus liderin, Kremlin’de oturan herhangi birinin, güçlü ve dikey olarak örgütlenmiş bir devlet yapısına sahip olmakta ısrar edeceğini anlamaktır çünkü bu her zaman böyle olmuştur. Bu, Rus halkının ve Rus tarihinin doğasında var olan bir gelenektir.

Ve Avrupa liberal demokrasisi gibi bir şeyin Rusya’da işlemesini beklemek bir hayaldir, tamamen mantıksız ve gerçek dışıdır, çünkü farklı ülkelerde, Almanya’da, İngiltere’de, Rusya’da ve diğer ülkelerde, farklı özyönetim geleneklerine sahip olabilirsiniz. Rusya’daki özyönetim geleneği her zaman yukarıdan aşağıya ve aynı zamanda dikey olmuştur ve güçlü bir iktidar unsuruyla, sadece kendi iradenizi uygulayabilme anlamında bir iktidar unsuruyla birleşmiştir.

Örneğin Sovyetler Birliği’nin çöküşü sırasında [dönemin Alman Şansölyesi] Helmut Kohl, Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’ni adem-i merkezileştirmeye istekli olduğunu ve bunun Rus halkı için iyi, harika bir demokratik deneyim olacağını düşündü. Batı’da, özellikle Almanya ve ABD’de pek çok siyasi elit böyle düşünüyordu. Siz bunun doğru olmadığını mı düşünüyorsunuz?

Bence Mihail Gorbaçov’un kendisi de liberal ve az çok demokratik olarak örgütlenmiş bir Rusya gibi bir şey olabileceğine inanıyordu. Ama sonuçta öyle olmadı. Elbette bunun neden olamayacağı konusunda kitaplar yazıldı ve yazılacak. Ama gerçek şu ki, Vladimir Putin tarafından somutlaştırılan güvenlik aygıtı, iktidar aygıtı, en saf haliyle devlet, kontrolü tekrar ele geçirdi.

Dolayısıyla Gorbaçov’un başarmaya çalıştığı ve Yeltsin’in bir şekilde 1990’larda devam ettirdiği her şey işe hiç yaramadı diyemem, çünkü 1990’larda Rusya’da yaşadım ve çok fazla şey vardı. Büyük oranda demokrasi ve tartışma her zaman vardı.

Ama bunlar fiili olarak sona erdi; eski güvenlik iktidarı, Rusların deyimiyle Siloviki, eski KGB yapılarının ipleri ele almasıyla sona erdi.

Bundan pişmanlık duyabiliriz. Bunun gerekli olup olmadığını kurgulayabiliriz. Bunu açıklamaya çalışabiliriz ama gerçek şu ki Rus devleti bu zihniyet ve bu insanlar tarafından yönetiliyor, Rus geleneksel tarihinin bu kısmı ve Avrupa’nın yaşamak zorunda olduğu şey de bu.

Peki, Almanya’nın tepkisi ne olur ya da Almanya’da bundan bir şeyler öğrenebilir miyiz, derseniz… Almanya’nın Rusya’da olanlardan bir şey öğreneceğini ya da öğrenmesi gerektiğini düşünmüyorum çünkü iki ülke çok farklı. Batı Avrupa, Orta Avrupa, Avrasya’nın geri kalanından tamamen farklı bir tarihe sahip. Mesele sadece Rusya değil, tarih ve tarih geleceğimizi şekillendiriyor.

Bazen anlaşılması zor olan ya da insanlar tarafından tam olarak anlaşılamayan şey budur: Kolektif tarihimizin kolektif geleceğimizi ne kadar belirlediği. Çünkü özerk olduğumuzu ve stratejik olarak özgür olduğumuzu düşünüyoruz, “Bizler özgür insanlarız. Sistemlerimizi değiştirebiliriz.”

Teorik olarak değiştirebiliriz ama bu asla işe yaramayacaktır. Rusya bunun neden işe yaramadığının bir örneği. Örneğin 1945’teki Almanya ile karşılaştırdığınızda bile, bazı insanlar bize demokrasinin müttefik güçler tarafından, Amerikalılar tarafından getirildiğini söylüyor. Bu doğru değil. Bu 1945’te gerçekleşti ama binlerce yıl öncesine, bağımsız Alman kasabalarının kendi kendini yönetmesine kadar uzanan kendi demokratik geleneklerimizden yeniden kuruldu.

Yani Batı Avrupa’nın geri kalanı gibiyiz. 1.500 yıllık güçlü bir demokrasi geleneğimiz var. Bu demokrasi geleneğine sahip olmadığınız sürece, demokrasi icadı yapamazsınız. Gerçekten de hiçbir devlette demokrasiyi yoktan var edemezsiniz. Öncesinde bir şey olması gerekir.

Bence Almanya’nın önündeki zorluk, her şeyden önce bizim düşünce tarzımızın, liberal, demokratik vs. gibi kelimelerle sahip olmak istediğimiz tarzın, ancak kendi ülkemizde bunu başarırsak mutlu olabileceğimiz bir şey olduğunu anlamaktır.

Ama dünyanın geri kalanının bizim kendimizi gördüğümüz şekilde bizi takip etmesini asla istememeli ya da beklememeliyiz. Biz ideal bir dünya görüyoruz. Bu Rusya için de geçerli çünkü Avrupa değerleri dediğimizde Rusya’nın, hatta bugünkü Rusya’nın bile Avrupa’nın bir parçası olduğunu her zaman aklımızda tutmalıyız.

Avrupa değerlerinden bahsettiğimizde bazen insanlara soruyorum, nedir bu Avrupa değerleri? Diyorlar ki, hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları… Ben de diyorum ki, Avrupa değerleri Tanrı, aile ve vatandır. Bu da Avrupa değerleri. Tanrı, aile ve vatan aslında Avrupa’nın yükselişi sırasında, Avrupa’nın dünya gücüne yükselişi sırasında Avrupa’yı yöneten değerlerdir. Dolayısıyla demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü açısından sahip olduğumuz şey Avrupa tarihimiz bakımından oldukça geç bir gelişmedir.

Avrupalılar bu kavramları sabit fikirler olarak görüyorlar; tarihsel fikirler değil, sabit kavramlar…

Haklısınız. Diğer Avrupa ülkelerini bilmem ama Almanya’da evrensel olduğunu düşündüğümüz bir dizi ideolojiye, bir dizi değere saplanmış durumdayız. Ama aslında bunlar evrensel değil. Bunlar sadece kendi tarihsel deneyimimizin, kendi tarihsel oluşumumuzun bir dışa vurumudur.

Ve, diyelim ki 200 ya da 300 yıl sonra, insanların insan haklarına bugün bizim değer verdiğimiz gibi değer vereceğinin hiçbir garantisi yoktur. Dünyanın başka yerlerinde bile insanların insan haklarına bizim değer verdiğimiz gibi değer vereceğinin garantisi yok. Çok eğitimli Müslüman insanlarla konuştuğunuzda, örneğin. Bir dizi İslami insan hakları üzerine konferanslar vardı ve bunlar Avrupalıların sözde evrensel haklarının farklı kültür ve dini gelenekler için zorunlu olarak geçerli olmadığını savunacak yüksek eğitimli ve son derece entelektüel insanlar; basitçe bunu bir gerçek olarak kabul etmeliyiz.

Bizim yaptığımız hata, evet, bunların hepsi var, insanlar böyle düşünüyor ama biz yine de haklıyız, dememiz. İşte kendi sefaletimiz de burada başlıyor. Çünkü haklı olsak bile, Batı olarak artık dünyanın geri kalanına fikrimizi empoze edecek ve irademizi dayatacak bir konumda değiliz.

İşte tam da bu noktada, üçüncü yüzyılda, 21. yüzyılın üçüncü on yılında kendimizi içinde bulduğumuz ikilem budur.

Bu da beni Alman-Rus ilişkileri ile ilgili bir soruya getiriyor. Bunun hakkında konuşalım. Rusya ile arası açık olan Almanya, Avrasya, Asya veya “Küresel” Güney ile sağlıklı ilişkiler kurabilir mi? Rusya ile ilişkilerin kısa ya da orta vadede düzelmesi pek mümkün görünmüyor. Ve şu soru ortaya çıkıyor. Almanya bu bağlamda Rusya ile kavga ederse ne kaybeder?

Almanya şu anda bir yol ayrımında, dediğim gibi, hangi değerlerin evrensel olarak herkes için geçerli olması gerektiği konusunda belirli fikirlerimiz var. Uluslararası ilişkilerde hukukun üstünlüğü konusunda belli fikirlerimiz var. Uluslararası hukuk, uluslararası hukukun dogmaları, toprak bütünlüğü, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi konularda belli fikirlerimiz var ve bunun herkes için geçerli olması gerektiğine dair inancımızda, anlayışımızda çok kararlıyız.

Şimdi, Rusya deyim yerindeyse güneybatı cephesinde saldırıya uğradığını hissediyor. Batının bu yaklaşımı, Rus bakış açısıyla, Ukrayna’yı sözde Doğu Slav dünyasından, sözde Rus dünyasından koparmaya çalışması, kabul etsek de etmesek de var, bu bir gerçeklik.

Rusya 24 Şubat 2022’deki işgaliyle uluslararası hukuku ihlal etmiştir. Bu konuda hiçbir şüphe yok. Ukrayna’ya karşı, uluslararası düzene karşı kendi yükümlülüklerini ihlal etmiştir. Yani birçok açıdan Avrupa’yı yöneten ve Alman bakış açısıyla Avrupa’yı yönetmesi gereken düzeni ihlal etmiştir.

Peki bununla nasıl başa çıkacağız? Hâlâ Ukraynalıların zaferini güvence altına almaya çalışıyoruz. Zaferi güvence altına almak derken, statükoyu, yani bizim anladığımız şekliyle Avrupa düzen yeniden tesis etmekten bahsediyoruz.

Eğer bu işe yaramazsa, eğer Ukraynalıların zaferini güvence altına alacak, düzeni yeniden tesis edecek bir konumda değilsek, eğer çatışma, diyelim ki, uluslararası hukuka olan tüm inançlarımıza tamamen ters düşecek bir toprak taviziyle sona ererse.. İşte bahsettiğim ikilem de budur. O zaman kendimizi dünyayla, dış dünyayla olan tüm ilişkilerimizi yeniden düşünmemiz gereken bir durumda bulacağız.

Eğer hâlâ uluslararası düzene olan inançlarımıza sadık kalırsak Rusya ile nasıl başa çıkacağız? Mücrim ile konuşamayız. Rusya bizim için bir tabu ülke haline gelecek. Ama sadece Rusya değil, Çin de, örneğin, insan hakları ihlalleri nedeniyle; İran’da da bunu bulacaksınız, pek çok ülkede bulacaksınız; Suudi Arabistan’da bulacaksınız, hatta müttefikimiz bile, insan haklarını ihlal ediyor.

Dolayısıyla mevcut politikamızın düşünce temelini gerçekten sonuna kadar götürürseniz, sonunda izole olacağız, kendi kendimizi izole edeceğiz. Kesinlikle kendi kendimizi izole edeceğiz. Elbette kendi kendimizi muhakkak izole etmeyeceğiz, çünkü Almanya’da bile sadece ideologlar yok, çok rasyonel insanlar da var. Biz ihracata güveniyoruz, ekonomimiz %50’den fazla ya da %50 civarında bir oranda ihracata dayanıyor. Dolayısıyla dış dünya ile başa çıkmamız gerekiyor.

Ama burada çok önemli bir şeye, bir ikileme işaret ediyorsunuz., bahsettiğim yol ayrımına. Büyük olasılıkla kendi düzen fikirlerimizi tüm dünyaya dayatacak güce sahip olamayacağız. Büyük olasılıkla Doğu Avrupa’da, Ukrayna’da Avrupa düzenini yeniden tesis edebilecek bir konumda bile olmayacağız ve bunu kabullenmek zorunda kalacağız. Bu da dış dünya ile ilişkilerimizi, örneğin evrensel değerler fikrinden uzaklaşarak, daha gerçekçi terimlerle yönetilecek yeni bir dizi düşünce üzerine yeniden düşünmek ve yeniden kurmak zorunda kalacağımız anlamına geliyor.

Ukrayna ve Doğu Avrupa sorununun yanı sıra, bugünlerde Orta Doğu’daki durum da ısınıyor. İsrail’in Gazze’yi işgali ve şimdi de güney Lübnan’ın işgali. Birleşik Krallık ya da ABD gibi ülkelerde bile, ülkelerinin İsrail’e desteği hakkında başka sesler, başka düşünceler var. Ama Alman hükümetine baktığımızda, Alman devlet yapısına baktığımızda, Almanya’nın İsrail devletine verdiği destekle ilgili bir terim bile var: Staatsräson [devlet aklı]. Sizce Almanya, Filistin halkına ve Lübnan halkına karşı İsrail’i destekleyerek ne elde etmeye çalışıyor, bu desteğin jeopolitik nedeni nedir?

Almanya’nın bir şey elde etmeyi beklediğini düşünmeyin. Bu, bir şey karşılığında başka bir şey almakla ilgili değil. Almanya’nın bir devlet olarak İsrail’e duyduğu bağlılık tamamen Holokost’a dayanıyor. Sadece temelde değil, tamamen Holokost’a, bundan bizim sorumlu olduğumuz gerçeğine, Almanya’nın dünya tarihinde şimdiye kadar endüstriyel olarak organize edilmiş tek şekilde bir halkın bir bütün olarak ortadan kaldırılmasından sorumlu olduğu gerçeğine dayanıyor.

Bu bir kültür ihlalidir, bir medeniyet ihlalidir, tüm ülkelerin ve tüm dinlerin, tüm kültürlerin tüm değer ve kurallarının ihlalidir ve bu anlamda gerçekten tektir. Bu, kendi tekil düzeninde bir soykırımdır ve bu elbette Almanya’yı bağlıyor, nesiller boyu bağlayacaktır. Kendimizi bulduğumuz büyük ikilem.

Dolayısıyla, evet, kendimizi içinde bulduğumuz büyük ikilem, bunun ne ölçüde olduğu sorusuyla ilgilidir. Bu suçluluk, bu sorumluluk, İsrail’in gelecekte ve bugün dahil olduğu herhangi bir çatışmada kendimizi ne ölçüde pozisyon almaya zorluyor? Staatsräson kelimesi, 2021’e kadar şansölyemiz olan Angela Merkel tarafından, sanırım 2010 civarıydı, ortaya atıldı. Bu terim Almanya tarihinin çok müreffeh, sakin, barışçıl, yani nispeten sakin bir döneminde ortaya atıldı. Muhtemelen bizi bir devlet olarak İsrail’e bağlama anlamında, bu konuda çok ileri gitme anlamında, çok fazla şey içeriyor. Merkel’in ne söylemek istediğini çok iyi anlıyorum. Sahip olduğumuz bu özel sorumluluk, bu özel taahhüt konusunda onunla tamamen aynı fikirdeyim. Asıl soru şu: Bu bizi belirli pozisyonlar almakla mı sınırlıyor? Kendimizi sadece belirli pozisyonları almakla mı sınırlıyoruz? Yoksa kendimizi belirli eylemlerde bulunmaya mı adıyoruz?

Örneğin, Staatsräson, İsrail’in varlığının tehdit altında olması halinde Alman ordusu Bundeswehr’i Orta Doğu’ya göndermemiz gerektiği anlamına mı geliyor? İsrail’in varlığı her an tehdit altında olabilir.

Şu anda gördüğümüz gibi, Hamas’ı büyük ölçüde yok etmiş, Hizbullah’ın ve liderliğinin büyük bir bölümünü yok etmiş, çok muzaffer, kendinden emin bir İsrail ile karşı karşıyayız. Bu muhtemelen İran’a gücünün sınırlarını gösterecektir. Yani askeri olarak bölgedeki gücünü yeniden tesis etmiş, yeniden canlandırmış bir İsrail var.

Asıl soru ve bu Almanya’nın cevaplayamayacağı bir sorudur, İsrail’in düşmanlaştırılmış halklarla çevrili bir ortamda geleceğini nasıl gördüğüdür. Dünyada uzun süre, on yıllar, yüzyıllar boyunca tüm komşularıyla ilişkilerini askeri üstünlüğe dayandıran başka bir ülke var mıydı? Büyük bir soru işareti.

Dolayısıyla bana göre, biz Almanların ele alması gereken temel konulardan bahsederken bu soruya da geri dönmemiz gerekiyor. Kendisini sadece ya da neredeyse sadece askeri güç kullanmaya odaklamış bir İsrail devletini ne ölçüde desteklemek zorundayız?

İsrail’in her bir hükümet altında bu şekilde davranacağına inanmıyorum. Bunun sorumlusu, İsrail toplumunu bu yöne sürükleyen Binyamin Netanyahu yönetimindeki mevcut hükümettir. Fakat demokratik yollarla seçilmiş olan bu hükümetle baş etmek zorundayız, dolayısıyla kurallarımıza ve normlarımıza göre bu hükümet meşru hükümettir. Bu meşru hükümet, Almanlar olarak kendimizi ahlaki açıdan uzak hissettiğimiz bir şekilde davranıyor.

Bazı Almanlar, 7 Ekim 2023’te İsrail halkına, Yahudilere yapılanların her türlü tepkiyi haklı çıkardığını veya meşrulaştırdığını söyleyor olabilir. Ama Alman halkının büyük çoğunluğu aynı soruyu soracaktır: Tamam, Hamas teröristleri 7 Ekim’de 1200 kişiyi öldürdü, rehin aldı. Ama bu 30.000, 40.000, 50.000 kişinin ölümünü haklı çıkarır mı? Bunun sonu nereye varacak? İsrail vatandaşı 1200 kişinin karşılığı nedir?

Ben her zaman bir şeyleri sonuna kadar düşünüp temeline inmeye çalışıyorum. Ve buradaki temel nokta, Almanya olarak İsrail’in yanında tavizsiz bir göze göz, kulağa kulak politikasını desteklemek zorunda olamayacağım. Bu, politikacılarımızın cevaplaması gereken bir soru.

Ama gördüğünüz gibi, Almanlarla konuştuğunuzda, aşağıdakilerden ya da yukarıdakilerden, fark etmiyor, herkes bu ikilemi hissediyor ve net bir pozisyonu olan çok az insan var.

Ben, “Size söylüyorum: İsrail rahatsız edici bir faktördür. Ortadan kaldırılması gerekir,” diyecek çok fazla Alman olduğunu sanmıyorum. Hayır, Almanya’da bunu söyleyen Araplar olabilir, Almanlar değil ama İsrail’in yaptığı her şeyin kendi Alman geçmişimiz nedeniyle meşru ve haklı olduğunu söyleyen çok az Alman var.

Fakat burada Alman hükümeti açısından daha büyük bir ikiyüzlülük var. Almanya ahlaki olarak kendisini Rusya ve Vladimir Putin’den ayırabilir ama aynı şeyi Netanyahu hükümeti ve İsrail’in şu anda Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili olarak yapamaz.

Ben ikiyüzlülük kelimesini kullanmazdım. İkiyüzlüler var, buna şüphe yok. Fakat bunların Alman hükümetinde oturduklarını düşünmüyorum. Şansölyemiz Olaf Scholz’u ne İsrail ne de Ukrayna konusunda ikiyüzlü olmakla suçluyorum. Medyada ikiyüzlüler var, kesinlikle. Medyada çifte standart var. Pek çok siyasetçinin çifte standardı var.

Bence mevcut hükümetimiz, bu iki büyük çatışma ile ilgili olarak, eşit bir zeminde kalmaya çalışıyor. Bunu söyleyebilirim. Ve tabii ki yine iki taahhüdümüz var. Ukrayna’ya baktığımızda, Avrupa barış düzenine, Avrupa barış düzeninin ilkelerini yeniden tesis etmeye yönelik bir taahhüdümüz var. Orta Doğu’ya baktığımızda ise İsrail’in bir devlet olarak varlığına bağlılık söz konusu ve bunlar, içinde faaliyet göstermemiz gereken bir çerçeve oluşturan sınırlamalar.

Alman hükümetinin aslında bu konuda kötü bir iş yaptığını söyleyemem. Evet, her çatışmada güvercinler ve şahinler vardır ve bazen siyasette ve medyada İsrail’in yaptığı her şeyin haklı olduğu ya da Ukrayna’nın her koşulda kazanması gerektiği konusunda çok ileri giden şahinlerimiz var.

Bunlar gerçekten de çok hızlı bir şekilde ortaya çıkan çifte standartlardır.  Örneğin, tam da bugünlerde merak ediyordum, çünkü Rusya’nın Ukrayna’yı işgali Ruslar tarafından her zaman özel bir askeri operasyon olarak tanımlandı. İsrail’in Güney Lübnan’ı işgali de bu kelimelerle değil, ama  sınırlı bir operasyon olarak tanımlandı. Rusya söz konusu olduğunda Alman medyası bunu her zaman bir yalan, açıkça gerçek dışı olarak tasvir eder, çünkü bu tam ölçekli bir işgaldir. Burada buna tam ölçekli işgal deniyor. Hiç kimse IDF’ye bağlı İsrail güçlerinin Güney Lübnan’a tam ölçekli bir işgalinden bahsetmiyor. Belki güney Lübnan’da henüz tam ölçekli bir işgal yok ama olsa bile Alman medyasının tam ölçekli işgallerden bahsedeceğini sanmıyorum.

Son bir soru. Kafkasya’da Azerbaycan ve Ermenistan sorununa dönelim. Yakın zamanda sanırım her iki ülkeyi de ziyaret ettiniz.

Azerbaycan’daydım ama Ermenistan’a gitmedim, Ermenistan Büyükelçisi ile bir görüşme yaptım.

İran ve Türkiye’yi de dahil edersek, Güney Kafkasya’da durum barışa mı yoksa savaşa mı daha yakın?

Güney Kafkasya’da şunu açıkça belirtmek gerekir ki, 2024’ün sonundan bahsediyoruz, Sovyetler Birliği’nin sona ermesinden bu yana ilk kez barış için gerçek bir şans var.

Bunu tekrar tekrar söylemek gerekiyor çünkü pek çok insan bunu duymaktan hoşlanmıyor, bir yıl önce, Eylül 2023’te Azerbaycan, 1991’in sonunda uluslararası alanda tanındığı üzere toprak bütünlüğünü ve tüm toprakları üzerindeki egemenliğini askeri olarak yeniden tesis etti.

Dolayısıyla Azerbaycan’ın 2023’teki bir günlük savaşta elde ettiği şey, ki bunun öncesinde 2020 sonbaharında bir savaş yaşanmıştı, Ukrayna topraklarında 1991’in son gününden itibaren Ukrayna devletinin tam egemenliğinin yeniden tesis edilmesini sağlamak için Ukrayna’ya gönderdiğimiz silahlar ve milyarlarca dolar ile tamamen aynıdır.

Elbette buradaki sorun, Dağlık Karabağ’ın bu kısmının, tartışmalı kısmının ya da Azerbaycan’ın savaşılan kısmının, yaklaşık 120.000 Ermeni tarafından iskan edilmiş olmasıdır. Öte yandan, hepimiz biliyoruz ki aynı şekilde savaşılan Donbass’ta 100.000 kişi daha var. Orada yaşayan, kendilerini Rus olarak tanımlayan, sempati duyan milyonlarca insan var.

Dolayısıyla Sovyetler Birliği sınırlarının, Sovyetler Birliği’nin 1991’de egemen devletlerin dış sınırları haline gelen iç sınırlarının, nüfusu, etnik kökenleri hiçbir şekilde yansıtmadığı, yansıtamadığı aşağı yukarı benzer bir durumla karşı karşıyayız.

Dolayısıyla evet, Dağlık Karabağ 1991’den sonra Azerbaycan’ın bir parçası haline geldi. Tarih bu şekilde işledi, her şeyden önce 1991’den sonra büyük bir Ermeni-Azeri savaşı yaşandı. Savaşı Ermenistan kazandı ya da Dağlık Karabağ Ermenileri kazandı diyelim. Azerbaycan topraklarının büyük bir bölümünü işgal ettiler. İnsanlar Azerbaycan topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Azerbaycan 30 yıl sonra bu ülkeyi geri aldı.

Burada sonsuz bir çatışma sarmalı var. Her iki tarafta da zulüm var. Her iki tarafta da mülteciler var. Bu, teorik olarak sonsuza kadar sürebilecek korkunç bir çatışma. Şu anda tek büyük şansımız, her iki ülke arasında uluslararası alanda tanınan sınırların yeniden tesis edilmesiyle, uluslararası alanda barışın mümkün olduğu bir duruma sahip olmamızdır, çünkü statüko yeniden uluslararası alanda tanınan bölgelere tekabül etmektedir. Sovyetler Birliği’nin sona ermesinden bu yana ilk kez ortaya çıkan en önemli fark budur. Bu nedenle barış yeniden mümkün.

Her iki taraf için de büyük zorluklar var. Ermenistan bu yenilgiyle yaşayabilecek mi? Evet, bu Ermeni taraflar için bir yenilgiydi. Geçen Eylül ayındaki bir günlük savaştan sonra Karabağ Ermenilerinin göçü bir yenilgiydi, korkunç bir kültürel yenilgiydi. Temelde Ermenistan bir halk olarak, bir devlet toprağından değil ama bin yıldır sahip olduğu kültürel bir topraktan vazgeçti. O halde soru yine şu: Ermenistan bu yenilgiyle yaşayabilir ve kendini daha umut verici bir geleceğe dönüştürebilir mi?

Ve aynı derecede önemli olarak, Azerbaycan zafer kazanırken mütevazı olabilir mi? Her iki durumda da galip tarafın alicenaplık göstermesi gerekir. Yenilen taraf da, her iki tarafın da alicenaplığına bağlıdır. Eğer her iki taraf da, eğer her iki lider de, bir tarafta Sayın Paşinyan, diğer tarafta Sayın Aliyev, eğer her iki lider de tarihsel olarak iyi olurlarsa, potansiyellerini gerçekleştirirlerse, tarihi figürler haline gelebilirler. Barış için bir şans var. Eğer sarmala, sonu gelmeyen savaş sarmalına geri dönerlerse bu şansı heba ederler.

Öte yandan Türkiye ve İran gibi daha bölgesel ve daha büyük aktörlerimiz var. Biliyorsunuz, İran kendi iradesi dışındaki Zengezur koridorunu istemiyor. Türkiye de hem askeri hem de iktisadi olarak Azerbaycan’ı destekliyor. Dolayısıyla, eğer gelecekte yeni bir savaş çıkarsa, bu bir önceki savaştan daha büyük olacak gibi görünüyor.

Yeni bir savaştan kaçınılmalıdır. Bu konuda hiçbir soru işareti yok çünkü bir daha barışa ulaşma şansı olmayacak. Ve bu bölgede baskın bir kazanan olarak tek bir aktörün gelişeceğini hayal etmek çok zor. Bu kim olabilir? Bu çok eski bir mesele.

Burası hiçbir zaman tek bir baskın gücün olmadığı ya da çok nadiren olduğu bir bölge. Şimdi barış fırsatına baktığımızda, bunun herkesin çıkarına olduğunu düşünüyorum. Ermeni tarafındaki unsurlar ve Azeri tarafındaki unsurlar duygusal nedenlerle bu statükoyla yaşayamayabilirler. Türkler için Ermenistan sınırının ekonomiye, sadece ticarete açık olması çok cazip bir ihtimal. Nahçıvan üzerinden, bu Azeri eksklavı Nahçıvan üzerinden ve daha sonra Zangezur koridoru üzerinden güneye ya da başka bir yolla Azerbaycan üzerinden Bakü’ye ve daha sonra Çin’e uzanan orta koridoru inşa edebilecekleri ihtimali, ticaret için muazzam bir fırsat, çünkü bugün bunların hepsi kuzeyden Gürcistan üzerinden Azerbaycan’a gitmek zorunda.

İranlılar için de aynı şey söz konusu. Çünkü Azerbaycan ve Ermenistan barış içinde yaşarlarsa, Rusya’dan İran üzerinden Hindistan’a, Azerbaycan üzerinden İran’a uzanan kuzey güney koridoru fikrinin gerçekleşmesi çok daha kolay olacaktır.

Ve sizin de bahsettiğiniz Zangezur koridoru. Zangezur koridoru ile ilgili sorun İranlılar değil. İranlılar, Ermenistan-İran sınırının güneyindeki kendi topraklarında Nahşavan ile Azerbaycan anakarası arasında bir bağlantı inşa ediyorlar. Dolayısıyla Zangezur koridoru ile bir sorunları yok. Zangezur koridoruyla ilgili sorun, Azerbaycanlıların kendi malları ve kendi insanları için anakara ile eksklavları arasında kontrolsüz ve gümrüksüz bir bağlantıya sahip olmak istemeleridir. Anlaşılabilir sebeplerden ötürü Ermenistan bunu taahhüt edecek durumda değil çünkü bu egemenlik haklarından gönüllü olarak vazgeçmek anlamına gelecektir. Dolayısıyla bu, her iki ülkenin de çatışmanın olası bir uzaması için hâlâ bir basamak taşı olduğu bir nokta. 

Fakat ben Türkiye’nin ya da İran’ın barış için herhangi bir olumsuz etki yarattığını düşünmüyorum. Bu Ermenistan ve Azerbaycan’a bağlı. Ben her iki tarafın da bunu anladığından eminim, çünkü görüşmelerin çoğu artık Türkiye, İran, AB veya ABD katılmadan ikili olarak yapılıyor.

Burada jeopolitik olarak düşünebilirsiniz, ABD’den bazı muhalefetler gelebileceğini bekleyebilirsiniz, çünkü ABD, Çin’e Yeni İpek Yolu olarak adlandırılan kuşak ve yol girişimini geliştirme fırsatı vermek istemiyor. Çünkü Ermenistan ve Azerbaycan arasında bir barış, orta koridorun tamamen yeni boyutlarda inşa edilmesi için bir fırsat anlamına gelecektir. Kafkasya’nın güneyi, doğusu, batısı, Kafkasya’dan geçerek Hazar Denizi üzerinden Orta Asya’ya bağlanacak. ABD’de Türkiye ve Türkiye’nin çok kutuplu dünyadaki jeopolitik rolü hakkında bunu hoş karşılayacak güçler, jeostratejik düşünürler ya da komplocular var mı bilmiyorum.

Sanırım Türkiye’nin bu yükselen yeni uluslar ve yükselen çok kutuplu dünyada neler yapabileceğine dair bazı düşünceleriniz var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bence Türkiye şu anda kesinlikle potansiyelini ve hedeflerini gerçekleştiriyor. Anladığım kadarıyla Türkiye, Batı Avrupa’ya bağlanma fikrine veda etti. AB üyeliğinin hayali bir fikir olduğunu söyleyebilirim. AB ile bir tür ilişki olacak ve elbette Türkiye’nin Avrupalılarla iktisadi olarak bütünleşmek için güçlü bir çıkarı var. Bu konuda hiçbir şüphe yok fakat herhangi bir dış politika özerkliğinden, dış politika haklarından vazgeçmeden…

Türkiye için BRICS üyeliğinin mevcut perspektifine baktığımızda, Türkiye’nin 360 derecelik bir dış politikaya öncülük edeceği açıktır. Bu arada Türkiye’nin işini kolaylaştırmayacak olan zorluk, Türkiye’nin bir yandan jeopolitik tiyatrodaki geleneksel yüksek egemenliğie geri dönmesidir. Öte yandan, Türkiye için hayatı her zaman, tekrar tekrar çekilmez kılan eski rekabetlere geri dönüyor. Çünkü Türkiye için en büyük zorluk düşmanlarının sayısını maksimize etmek. Hıristiyan Balkanlar bir nevi potansiyel düşman. Avrupa’da son 400 yılda en çok savaşan iki ülke Rusya ve Türkiye, sanırım on bir ya da daha fazla. Türk-İran rekabeti, Türk-Arap rekabeti, Türk-Mısır rekabeti…

Dolayısıyla Türkiye için, bu jeopolitik tiyatroda bir kural koyma ve egemenliğini iddia etme, yeniden iddia etme hırsı mantıklıdır, gereklidir, anlaşılabilir bir durumdur. Aksi takdirde Anadolu’da boğazlar çevresinde bir boşluk oluşacaktır. Ama bu fırsat aynı zamanda Türk liderliği için pek çok potansiyel sorun ve meydan okumayı da beraberinde getiriyor.

Yine de şu anda en büyük tehdidin eski rekabetleri yeniden keşfetmek olduğunu düşünüyorum. Örneğin Yunanistan ile. Türkiye’nin böyle bir rekabete ihtiyacı yok. Bu aptalca olur.

Bir diğer tehdit de tabii ki İslamcılık, köktendincilik. Bu tüm İslam dünyası için bir tehdit. Çünkü köktendinciliğe doğru atılan her adım İslam dünyasını kendi içinde daha derin rekabetlere ve İslami olmayan güçlerle daha derin düşmanlıklara sürükler.

Ve belki de en büyük zorluk, Türkiye’nin büyüyen Batı-Doğu, Batı-Rusya düşmanlıkları, Batı Avrupa ve NATO dünyası ile sözde otokratların temsilcileri olarak Rusya ve Çin arasında büyüyen bölünme ile ilgili olarak konumunu yönlendirmesidir.

Dolayısıyla bu bloklar ne kadar düşmanca bloklara, gerçekten düşmanca bloklara dönüşürse, Türkiye’nin burada bir NATO üyesi olarak, orada bir BRICS üyesi olarak kalması o kadar zorlaşacaktır. Bu da her zaman Türkiye’nin konumunu gereksiz biçimde zorlama tehlikesini beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English