Görüş
İran: Sol el Araplarla kucaklaşmaya devam ederken, sağ el İsrail’le çatışıyor

26 Ekim sabahı, İsrail, İran’a karşı “Tövbe Günü” kod adlı üç aşamalı büyük ölçekli saldırı başlatarak, 1 Ekim’deki ikinci füze saldırısına misilleme yaptı. İsrail’in Jarusalem Post gazetesi, İsrail Hava Kuvvetleri’nin yüzlerce gizli savaş uçağı ile İran’ın askeri hedeflerini “kesin” bir şekilde vurduğunu açıkladı. Toplanan bilgilere göre, İsrail savaş uçakları İran’ın hava savunma, füze ve insansız hava araçları ile ilgili askeri üslerini, Tahran, Huzistan ve İlam eyaletlerinde hedef aldı.
İsrail daha sonra İran’a yönelik karşı saldırının sona erdiğini duyurdu. Times of Israel gazetesi, İsrail hükümetinin üçüncü bir taraf aracılığıyla İran’a saldırı hedeflerini önceden bildirdiğini ve karşılık vermemesi konusunda uyardığını belirtti. Bu, İsrail’in kuruluşundan bu yana İran’a yönelik hava saldırısı düzenlediği ilk seferdir ve İran’ın hava savunma sistemini kolayca aşması, İsrail’in İran üzerinde mutlak hava hakimiyeti, uzun menzilli hassas saldırı ve büyük ölçekli bombalama kapasitesine sahip olduğunu göstermektedir. F-35 gizli savaş uçağının en yüksek yük kapasitesiyle menzilinin 3500 kilometreye kadar ulaşabileceği ifade ediliyor.
İran resmi kaynakları, saldırıların büyük çoğunluğunun engellendiğini ve sınırlı hasara yol açtığını, iki askerin öldüğünü bildirdi. İran’ın Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Ali Rıza, sosyal medya üzerinden “İran’ın gücü düşmanı utandırdı” şeklinde bir mesaj paylaştı. İran hava sahası hemen açıldı ve sivil havacılık normale döndü. Ancak İran Dışişleri Bakanlığı, saldırılara karşı misilleme yapma hakkını koruyacağını belirtti.
Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Umman, Katar ve Irak, İsrail’i hemen kınadı. Ürdün, İsrail savaş uçaklarının üzerinden geçmesine izin verildiği yönündeki iddiaları da yalanladı. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in “kendini savunma” hakkını desteklediğini belirterek, İran’a misilleme yapmaması konusunda uyarıda bulundu..
Dünyanın gözü önünde İsrail’in misillemesinin “ikinci ayağı” sonunda gerçekleşti; saldırının şiddeti ve kapsamı da beklenildiği gibi oldu. İran’ın nükleer ve petrol tesisleri hedef alınmadı ve ciddi can kaybı yaşanmadı. İsrail ile diplomatik ilişkileri olan hemen hemen tüm Arap ülkeleri kınama ifadelerini dile getirdi. Bu nedenle, İran ile İsrail arasındaki sembolik misillemelerin kısa vadede sona ermesi bekleniyor.
İsrail’in gizli savaş uçaklarının Ürdün ve Suudi Arabistan hava sahasından geçerek saldırı düzenleme olasılığı tamamen dışlanamasa da, Arap komşularının son zamanlardaki vaatlerini ihlal ederek İsrail’e yardımcı olduğu yönünde herhangi bir kanıt yok; ayrıca, bu ülkelerdeki ABD savaş uçaklarının saldırılara katıldığına dair de bir delil bulunmuyor.
Daha önemlisi, İran’ın Arap komşularıyla bir yakınlaşma dönemine girmesi, durumu daha fazla tırmandırmaktan kaçınmak istediğini gösteriyor. Öte yandan da İran, İsrail ile geçmişteki vekalet savaşları ve gölge savaşlarını sürdürerek, “direniş ekseni” adlı Şii renklerle dolu bir birleşik cepheyi yönetiyor. Böylece, sol el Araplarla kucaklaşırken, sağ el İsrail ile çatışmada yeni bir normalleşme süreci yaratabilir ve uzun vadeli, düşük yoğunluklu bir harp yöntemi ile İsrail’i yorabilir. Özellikle Suudi Arabistan ile yeni ve sağlam ilişkisini değerli bulan İran, bir zamanlar kendisinden uzaklaşan Arap ülkelerini tekrar yanına çekmek için çaba göstermektedir.
23’ünde, Suudi Arabistan Savunma Bakanlığı sözcüsü Turki Maliki, Suudi Arabistan’ın son dönemde İran ve diğer Umman Körfezi ülkeleriyle ortak deniz askeri tatbikatı gerçekleştirdiğini duyurdu. İran medyası ise, 19’unda İran, Umman ve Rusya’nın Hint Okyanusu’nda ortak deniz tatbikatı başlattığını ve Suudi Arabistan, Katar, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Tayland gibi ülkelerin gözlemcilerinin davet edildiğini bildirdi. Dahası, 21’inde İran Öğrenci Haber Ajansı, İran Donanması Komutanı Şahram İrani’nin sözlerini aktardı ve “Suudi Arabistan, Kızıldeniz’de ortak tatbikat yapma talebinde bulundu” dedi.
İran ile Suudi Arabistan, Umman ve diğer Arap komşuları arasında ani bir askeri etkileşim artışı, Filistin-İsrail çatışmasının devam ettiği ve hızlı bir çözümün umulmadığı bir ortamda, Körfez bölgesindeki büyük güçlerin aktif olarak işbirliği arayışında olduğunu ve durumu kontrol altına almak için çaba gösterdiğini gösteriyor. İran ve Suudi Arabistan’ın ilk kez ortak askeri tatbikat gerçekleştirmesi, geçen yıl mart ayında Pekin’in aracılığıyla sağlanan tarihi uzlaşmanın ardından stratejik güvenin ve etkileşimin daha da güçlendiğini ortaya koyuyor. Bu durum, Orta Doğu ülkelerinin bölgesel meselelerde bağımsız liderlik arayışlarını ve jeopolitik ilişkileri ile güvenlik yapılarını yeniden inşa etme konusundaki kararlılıklarını da vurguluyor. Ayrıca, ABD’nin İsrail ve Körfez Arap ülkeleri ile “Orta Doğu versiyonu NATO” oluşturma çabalarının başarısız olma ihtimalini artırıyor.
Bu nedenle, İsrail’in İran’a yönelik büyük ölçekli bombardımanlarına rağmen, İran hala avantajlı bir konumda ve bölgedeki süper güçlerin etkisi ortaya çıktı. İki askeri tatbikatın peş peşe gerçekleşmesi ve bu tatbikatların Fars Körfezi ile Kızıldeniz’in geniş alanını kapsaması, ayrıca çevre ülkelerin İsrail’in hava saldırılarına açık bir destek vermemesi, İran’ın durumu aktif hale getirdiğini gösteriyor.
Ayrıca, Suudi Arabistan’ın gizli bir şekilde İsrail’i ikna etme çabaları ve İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin Mısır ve Körfez Arap ülkeleriyle “barış çabaları” ve “diplomatik mekik” faaliyetlerinin, İsrail’i saldırı hedeflerini yalnızca İran’ın askeri tesisleriyle sınırlı tutmaya ve nükleer ile petrol tesislerini göz ardı etmeye zorladığı görülüyor. Bu durum, tüm tarafların beklentileriyle tamamen örtüşüyor. ABD ve İsrail’in çıkarlarının tam olarak örtüşmediği bir dönem olduğunu da not etmek gerek.
İran’ın mevcut durumu belirgin bir şekilde iyileşmiş durumda. Bu yıl nisanda İran, İsrail’e karşı ilk büyük hava saldırısını gerçekleştirdi; ABD ve İngiltere gibi geleneksel müttefikler, İran füzeleri ve insansız hava araçlarını deniz ve hava güçleriyle engelledi. İran ile İsrail arasındaki Arap komşuları, açık ya da örtük bir şekilde İsrail’e destek veriyordu: Ürdün, hava savunma güçlerini kullanarak doğrudan müdahil oldu ve İsrail savaş uçaklarına hava sahasını açtı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ise, İran’ın rakiplerine istihbarat desteği sağladığı yönünde haberler alınıyordu.
İran’ın İsrail’e yönelik ilk misillemesinin askeri etkisi neredeyse sıfırdı. Bunun nedeni, saldırı hedeflerini önceden bildirmesi sayesinde İsrail’in tam olarak hazırlıklı olması ve uzun uçuş sürelerine sahip, hassas vuruş kabiliyetli zayıf silah sistemlerini seçmesiydi; ancak, Arap ülkelerindeki Amerikan deniz ve hava üslerinin de önemli bir müdahale rolü oynadığı aşikardı.
İlk hava saldırısını gerçekleştiren İran, uluslararası hukuka uygun ve orantılı bir misillemenin “cesur” unvanını kazandı ve “direniş ekseni”nin itibarını artırdı; bu eksen, Suriye, Filistin’deki İslami direniş hareketi (Hamas), Lübnan Hizbullahı, Yemen Husi milisleri ve Irak’taki “Halk Seferberlik Gücü” gibi grupları içeriyordu. Böylece, İran, İsrail’e karşı lider konumunu pekiştirdi; ancak, diplomatik savaşta kaybetti ve çevresindeki ülkelerle karşıt bir konumda yer aldı. Bu sefer ise, İran, İsrail ile mücadelenin getirdiği yalnızlık ve sıkıntıdan kurtulmuş ve Arap komşularının sempatisini kazanmış durumda.
İran ile Arap komşuları arasındaki yakınlaşma, İsrail’in hava saldırılarının yarattığı gölgenin etkisini azaltabilir. Son dönemdeki deniz ortak askeri tatbikatında, İran sadece Soğuk Savaş sonrası geleneksel müttefiki Rusya ile değil, aynı zamanda ABD ve İngiltere’nin askeri üslerinin bulunduğu Umman ile işbirliği yaptı; üstelik eski rakibi Suudi Arabistan’ı gözlemci olarak davet etmesi de dikkat çekiciydi. İran’ı en çok sevindiren ise Suudi Arabistan’ın önemli bir değişim göstererek yakınlaşması ve işbirliği yapmasıydı. Suudi Arabistan, kendisinin ortak tatbikatta bir gözlemci değil, bir katılımcı olduğunu açıkladı; bu, şüphesiz İran’ın konumunu güçlendirdi ve iki ülkenin “Pekin Bildirisi”ni hayata geçirme, stratejik güveni ve işbirliğini artırma çabalarını pekiştirdi.
Bununla da kalmayıp, Suudi Arabistan, kendi geleneksel etki alanı olan Kızıldeniz’de İran ile ortak tatbikat yapma talebinde bulunarak, bölgesel güvenlik yapısının yeni bir çerçeveye kavuşturulmasına katkı sağladı. Bu durum, İran’ın Tahran yanlısı Husi milislerine yönelik bir iyilik gösterisi olabileceği gibi, Tahran’ın da Husi milislerin yıllardır duraklamış olan ateşkes müzakerelerini yeniden başlatmasını beklemek adına bir fırsat sunuyor. Eğer Yemen savaşı, koalisyon güçlerinin çekilmesi ile sona ererse, bu, Husi milislerin tam anlamıyla zafer kazanması demek olacaktır; böylece İran, uzun yıllardır devam eden Yemen ve Kızıldeniz mücadelesinde büyük bir kazanan olarak öne çıkacaktır.
Bu yıl haziran ayında İran, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkeleriyle birlikte deniz güvenliği işbirliği mekanizması oluşturma önerisinde bulundu ve böylece bölge ülkelerinin güvenlik savunma bağımsızlığını artırmayı hedefledi. Suudi Arabistan ile olan uzlaşma sürecinin pekişmesi ve genişlemesi, ardından Umman ve Suudi Arabistan ile ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirilmesi, İran’ın bölgesel deniz kolektif güvenlik fikrinin bir adım daha ilerlemesini sağladı ve diplomatik inisiyatifin de kısmen genişlediğini gösterdi.
İran’ın diplomasisi yeni bir yön kazanmış durumda ve Suudi Arabistan’ın son zamanlardaki hızlı diplomatik değişimiyle de bağlantılı. İsrail’in saldırgan politikası, Gazze’deki ateşkesi reddetmesi, Filistin ve Lübnan halklarının çektiği derin acılar, Arap lideri olarak kendini gören Suudi Arabistan üzerinde büyük bir iç ve dış baskı oluşturdu. Bu sebeple Suudi Arabistan, sadece ABD ile askeri ittifak müzakerelerini süresiz ertelemekle kalmadı, aynı zamanda İsrail ile ilişkilerin normalleşme sürecini de askıya aldı. Bunun yanı sıra, 1982 yılından beri savunduğu ve yaklaşık yarım asırdır sürdürdüğü “toprak karşılığında barış” ilkesine geri döndü; iki devletli çözümün uygulanması ve Filistin’in bağımsızlığının sağlanması gerektiğini vurgulayarak, Suudi-İsrail ilişkilerinin normalleşmesinin ancak bu şekilde mümkün olabileceğini belirtti.
Suudi Arabistan, bu şekilde ABD’nin İsrail’e yönelik tek taraflı desteğine karşı duyduğu memnuniyetsizliği ifade ediyor ve “İsrail öldürürken ABD’nin bıçak uzatması” modeline karşı öfkesini dile getiriyor. Aynı zamanda, Filistinlilere, Lübnanlılara ve hatta tüm Arap ve İslam dünyasına büyük güç sorumluluğunu ve yükümlülüğünü göstermeye çalışıyor. Bu açıdan, Suudi Arabistan ile İran yeni bir barış rekabetine girmiş durumda.
İran, Pers milletinin ve Şii inancının ön planda olduğu bir non-Arab ülke olarak, Filistin’in kurtuluşu bayrağını yüksek tutarak, birçok Arap olmayan aktörü Orta Doğu çatışmalarında yeni bir başrol oynamaya yönlendirdi. Bu rol değişimi, İsrail ile uzlaşma arayışındaki Arap ülkelerini “büyük çıkarlar, küçük ahlak” ikilemine sokmakta ve bu durum, Arap dünyasının siyasi güç dengesini derinlemesine sarsmaktadır. Bu da, Arap dünyasının genel istikrarı ve siyasi geleneği açısından olumsuz sonuçlar doğurmakta ve nihayetinde Suudi Arabistan gibi ABD müttefiklerinin temel çıkarlarına zarar verme potansiyeli taşımaktadır.
İran, “direniş eksenini” harekete geçirerek İsrail ile yedi cephede karşı karşıya gelerek, beş önceki Orta Doğu savaşlarından farklı bir “altıncı Orta Doğu savaşı” başlatıyor. Bu durum, İsrail’in ana rakipleri, karar alma merkezleri ve “fırtına merkezi”ni Kahire ve Şam’dan Tahran’a kaydırarak jeopolitik merkezini belirgin bir şekilde değiştirdi. Stratejik olarak, İran’ın bölgedeki süper güç statüsünü yükseltti ve Hazar Denizi’nden Kızıldeniz’e kadar olan coğrafi etkisini güçlendirdi. Bu büyük ölçekli değişim ve dönüşüm, Suudi Arabistan’ın İran’ın jeopolitik haritayı yeniden şekillendirmesini pasif bir şekilde kabul etmesindense, aktif olarak katılmayı ve birlikte şekillendirmeyi seçmesini sağladı; yani menüdeki yemek olmaktansa, sofrada oturmaya karar verdi.
İran ile Suudi Arabistan arasında yapısal çatışmalar var; bu çatışmalar arasında mezhepsel, etnik, siyasi sistem, ulusal strateji ve dış politika farklılıkları ile bölgesel statü ve İslam söyleminde rekabet bulunuyor. Bu durum, son 40 yıldır ilişkilerin gergin olmasına, sık sık çatışmalara ve hatta birden fazla kesintiye neden oldu. Bu çatışmaların kökeninde ise her iki tarafın içsel farklılıkları olduğu kadar, Soğuk Savaş ve sonrası dış güçlerin rekabeti de yer alıyor. “Arap Baharı”ndan “Arap Kışı”na kadar on yılı aşkın süren şiddetli çatışmalar, İran-Suudi çatışmasını daha da derinleştirerek zirveye taşıdı; nihayetinde, her iki taraf da sınırlı güçleriyle aşırı yüklenmeden dolayı uzlaşma ve barış arayışına gitti.
Geleneksel büyük güçlerin etkisinin azalması, Orta Doğu ülkelerinin kendi bağımsızlık ve güçlendirme bilincini artırdı; bu durum, İran ve Suudi Arabistan’ın durum değerlendirmesi yaparak, geçmiş düşmanlıkları tamamen bir kenara bırakmasını, aktif bir şekilde birbirlerine yaklaşmasını sağladı. Bu barışın sağlanmasında Çin’in arabuluculuğu önemli bir rol oynadı.
Doğu Akdeniz’den Hazar Denizi’ne uzanan bu yeni Orta Doğu savaşında, İran ile Suudi Arabistan arasındaki Filistin-İsrail çatışmasını çözme konusundaki çok farklı ve hatta zıt duruşlar ve gizli oyunlar hâlâ devam etse de, iki ülke zorlu testlerden geçerek akıllıca çatışmalardan kaçınmayı başardı. Bu, yalnızca uzlaşmayı, işbirliğini ve istikrarı korumakla kalmadı; aynı zamanda stratejik güvenin derinleşmesine ve olumlu etkileşimin artmasına da katkı sağladı. Bu, çalkantılı Orta Doğu için kesinlikle sevindirici bir iyimserlik belirtisi ve desteklenmeye değer.
Ancak, günümüzde İsrail’in “yedi cephede savaş” yürütmesinin doğrudan kıvılcımı, Filistin-İsrail çatışmasıdır. Büyük ölçekli ve çok uluslu sivil toplumsal aktörlerin dahil olduğu “altıncı Orta Doğu savaşının” en kısa sürede ateşkesle sonuçlanmasının anahtarı, Gazze’deki çatışma ateşini söndürmektir. Orta Doğu’da kalıcı barış ve güvenliğin sağlanması ise, İsrail ile Filistin, Lübnan ve Suriye arasındaki toprak anlaşmazlıklarının köklü bir şekilde çözülmesine bağlıdır. Bu, köklü “Büyük İsrail” hayallerinden, orman kanunları anlayışından ve güç kullanma inancından kurtulmayı gerektirir.
Aynı şekilde, uzun süreli bir sıcak nokta olan İran da anlamalıdır ki, on yıllardır süregelen karmaşık ilişkiler, “Pers zekâsı”nı yansıtsa da, jeopolitik hiçbir şekilde geçim kaynağı olamaz. “Pers zekâsı”, hem başkalarına hem de kendine fayda sağlayacak ve barışa dayalı bir kazan-kazan durumu arayışında olmalıdır. Ulusal çıkarları yükseltmek ve büyük güç statüsü elde etme çabası, barış, gelişim ve refah yönündeki eğilimle uyumlu olmalı, özellikle de kendi halkına fayda sağlamalıdır.
Bugün, Orta Doğu’daki Arap ve İslam ülkeleri arasında İsrail ile barış içinde yaşama eğilimi giderek yaygınlaşırken, İran geçmişe sıkı sıkıya tutunarak, İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını kabul etmeyi reddetmekte; bu da onu ABD ve Batı dünyasıyla gergin bir karşıtlık durumuna sürüklemekte. Bu durum, uzun süreli abluka ve yaptırımlar nedeniyle, kendi halkının acı çekmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu çatışmalarının gerilimini, jeopolitik ilişkilerin kırılganlığını ve bölgesel yönetimin parçalanmasını artırıyor. Sonuç olarak, bu durum, İsrail’de aşırı sağcı güçlerin güçlenip sağlam bir halk desteği kazanmasına zemin hazırlıyor. Bu da “toprak karşılığında barış” ve “iki devletli çözüm” önerilerinin bir türlü hayata geçememesine neden oluyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Kanada: Bir başbakan, bir başkan ve yedi hafta

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Trump’ın Seçim Hediyesi
Manchester United’ın Lyon’la iki hafta önce oynadığı Avrupa Ligi maçını izlediniz mi bilmiyorum… Hayatımda izlediğim en eğlenceli, aynı zamanda da en imkânsız maçtı herhalde. Kronometre 113. dakikayı gösterirken, United taraftarının yüzünde büyük bir çaresizlik okunuyordu. Ancak sonraki yedi dakikada United üç gol atacak ve imkânsızı başaracaktı.
Benzer bir çaresizlik, Justin Trudeau’nun başbakanlığının son aylarında, Liberal seçmen ve yöneticiler için de geçerliydi. Gençliği ve dış görünüşüyle küresel bir popülerlik kazanan Trudeau, uzun süren Muhafazakâr iktidarın yarattığı yorgunluk, babasından miras kalan soyadı ve biraz da, rakiplerinin beceriksizliği sayesinde üç federal seçim kazanabilmişti. Ancak başında bulunduğu Liberal Parti, 2023 yılı ortalarından itibaren hızla kan kaybetmeye başladı. Trudeau, Ocak 2025’te başbakanlığı bırakacağını açıkladığında, Kanada’nın en köklü partisi olan Liberaller ile ana rakibi Muhafazakâr Parti arasındaki fark %25’e çıkmıştı. Bu noktada, kimsenin Muhafazakârların bir sonraki seçimi kazanacağına dair bir şüphesi yoktu. Hayat pahalılığı, artan suç oranları ve Liberal göç politikalarına karşı yürütülen sert kampanyalar, Muhafazakârları anketlerde %45’lere fırlatmıştı. 2020’den bu yana parti liderliğini yürüten, rakipleri tarafından bir “saldırı köpeği” ya da “haşere” olarak nitelenen ve birçok konuda Trumpvari bir tavır takınan Pierre Poilievre için tek yapılacak şey, başbakanlığa hazırlanmaktı.
Ta ki Mark Carney siyasete girene kadar…
Liberal kanattaki çaresizlik ve Muhafazakârların erken zafer coşkusu, Mark Carney’nin siyasete girişiyle birlikte hızla değişmeye başladı. Kariyerine yatırım bankası Goldman Sachs’ta başlayan Carney, daha sonra sırasıyla Kanada ve İngiltere Merkez Bankalarının başkanlığını yaptı. Günlük parti siyasetini pek bilmeyen (seçim kampanyasında bu oldukça belirgindi), teknokrat kimliğiyle tanınan Carney, önce anketlerdeki %25’lik farkı kapattı, sonra da liderliği ele geçirdi. Seçim sonuçlarına göre; buna göre, Liberaller geçerli oyların yüzde 43,5’ini alarak seçimlerde çoğunluğu sağladı. Ancak mevcut oy oranıyla Kanada Federal Parlamentosu’ndaki 343 sandalyeden 168’ini kazanan Carney’nin partisi, tek başına iktidar olmak için gereken 172 milletvekilli sınırını aşamadı, azınlık hükümeti kuracaklar.
Manchester United, yedi dakikada üç gol atarak imkânsızı başarmıştı. Carney de benzer şekilde, yaklaşık yedi haftada dibe vurmuş Liberalleri nasıl oldu da zafere taşıdı? Bu sorunun en basit cevabı: Trump.
Trump’ın Gölgesi: Beklenmedik Bir Zaferin Anatomisi
Elbette seçimi kazandıran tek faktör Trump değil. Ancak şüphesiz en belirleyici etken oydu.
ABD ve Kanada, iki ayrı egemen devlet olmalarına rağmen, ABD siyasetinin ve özellikle ABD Başkanı’nın ne düşündüğü ve ne söylediği, Kanada için son derece önemlidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Kanada’nın – Arktik Bölgesi de dahil olmak üzere – savunma sorumluluğunu üstlenirken, Kanada da Amerikan imparatorluğunun en sadık müttefiki haline geldi. 1960’ların ortasından itibaren otomotiv sektörüyle başlayan ve giderek derinleşen ekonomik entegrasyon, bu jeopolitik ittifakı daha da güçlendirdi. 1980 ve 1990’lardaki serbest ticaret anlaşmaları, dünyanın en uzun “korumasız” sınırını daha da geçirgen hale getirirken, iki ülkeyi birbirine bağlayan kritik tedarik zincirleri iyice sıkılaştı. Bu süreçte Kanada giderek ABD pazarına bağımlı hale geldi. Örneğin, geçen yıl Kanada’nın ihracatının %75,9’u ABD’ye yapıldı. Kanada’nın yaklasik on katı büyüklüğündeki Amerikan ekonomisi için durum farklı: Kanada, ABD’nin önemli bir petrol ve doğal gaz tedarikçisi olsa da, ABD kendi kaynaklarına sahip ve bu kaynakların kullanımını giderek artırıyor. Dolayısıyla bir bağımlılıktan söz etmek mümkün değil. Enerji dışındaki sektörlerde de benzer bir tablo geçerli.
Böyle bir bağlamda, ikinci kez başkanlık koltuğuna oturan Trump, göreve geldiği ilk günden itibaren Kanada’ya yüklenmeye başladı.
Kullandığı dilin ve taleplerinin ardında tam olarak ne olduğunu kestirmek güç. Trump bu… Şimdiye kadar gördüğümüz kadarıyla uluslararası siyasete bir Kapalıçarşı esnafı gibi yaklaşıyor: pazarlığa yukarıdan başlıyor, sonra orta bir yerde el sıkışmak istiyor gibi. Ama bunun bir taktik mi yoksa sistematik bir politika mı olduğunu zaman gösterecek.
Trump’ın Beyaz Saray’daki ilk yüz gününde yaptığı açıklamalar ve uyguladığı politikalar, iki ülke arasındaki ilişkilerde ciddi gerilimlere neden oldu. Eski başbakan Trudeau’ya “Vali Trudeau” diyen Trump, Kanada’nın ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini defalarca dile getirdi ve bu fikri bir ekonomik baskı aracı olarak kullandı (ve kullanmaya devam ediyor). Ayrıca istikrarlı olmasa da, Kanada’ya karşı ağır gümrük tarifeleri uygulayarak ticaret savaşını kızıştırdı. Trump’ın bu söylem ve politikalarının ardındaki temel iddia ise şu: Kanada, on yıllardır ABD’den haksız şekilde faydalanıyor. Elbette bu oldukça tartışmalı bir iddia. Üstelik dayandığı veriler de, en kibar ifadeyle, sorunlu.
Trump’ın tüm bu hamleleri, Kanada’da genelde pek güçlü olmayan milliyetçi damarı harekete geçirdi. Anketlere göre bu süreçte birçok Kanadalı’nın ABD algısı değişmeye başladı. Öyle ki, yakın zamanda yapılan bir ankete göre, Kanada genelinde nüfusun %24’ü ABD’yi “hasım” ya da “hasmane” olarak görüyor. Bu oran Liberaller arasında %31. Küresel hegemonya mücadelesinin diğer aktörü Çin’i hasım olarak görenlerin oranı ise sadece %15! Bu, Kanada siyasetini yakından izleyenler için oldukça dikkat çekici bir dönüşüm.
Trump’ın Kanada konusundaki tutumunun bir tür “trollük” olduğunu düşünuyor olabilirsiniz. Nitekim birçok kişi böyle düşünüyor. Ancak 26 Nisan’da yayımlanan Time dergisi röportajında bu konuda ciddi olduğunu yeniden vurguladı. Kanada’da seçimlerin sürdüğü pazartesi günü (Kanada’da oy verme işlemi birkaç gün sürer), Trump, kendi sosyal medya platformu Truth Social’da Kanadalıların kendisine oy vermesi gerektiğini ima eden bir paylaşım yaptı.
Kanada siyasetine doğrudan bir müdahale anlamına gelen bu hareket karşısında en sert tepki Muhafazakâr lider Poilievre’den geldi. Ama bu, Poilievre için yeterli olmayacakti.
Sorun şu: Muhafazakâr Parti ve lideri, bir süredir Trump ve MAGA (Make America Great Again) hareketiyle yakından ilişkilendiriliyor. Trump’ın “America First” (Önce Amerika) sloganını Poilievre seçim kampanyasında “Canada First” (Önce Kanada) şeklinde kullandı. Göçmenlikten LGBTQ haklarına, sol ya da liberal bir tavir takinan üniversitelerin fonlarının kesilmesinden ’woke’ kamu çalışanlarının işten çıkarılması tehditlerine kadar birçok konuda Poilievre ve tayfasının Trump’ı örnek aldığı asikar. Petrol zengini Alberta’nın promiyeri Danielle Smith’in MAGA çevresiyle süren flörtü de Muhafazakarlar’ın Trump’çı imajının silinmesine yardımcı olmadı (Alberta, Quebec gibi ilginç bir konu ama bu konuyu şimdilik başka bir yazıya saklayalım).
Sonuç: Uzun zamandır görülmeyen bir durum yaşandı — tam 95 yıl sonra iki ana parti diğer tüm partileri adeta ezdi ve Liberaller azınlık hükümeti kurma hakkını kazandı. Muhafazakârlar, oylarını yaklaşık 2 milyon artırmalarına ve bazı bölgelerde önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen, on yıl aradan sonra yine hükümeti kuramayacaklar.
Seçim sonuçlarının açıklandığı salı günü Başbakan Carney, ABD’yi tehdit olarak gördüklerini yineledi ve “Kanada’nın ABD ile eski ilişkisi artık sona erdi” dedi. Ben, bu iddianın gerçeklik kazanması için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Ama önümüzdeki yılların ne getireceğini kimse bilemez.
Carney’nin zaferi, belki United’ın uzatmalardaki mucizesi kadar dramatik değildi ama en az onun kadar beklenmedikti. Bu beklenmedik dönüşte, en az kendi çabası kadar, güney sınırının ötesinden gelen sert rüzgârların da payı vardı. Trump’ın soylemi ve temsil ettiği çizgi, Kanada siyasetinde tahmin edilenden çok daha güçlü bir karşılık buldu. Şimdi ise asıl soru şu: Amerikan siyasi rüzgârlarının giderek sertleştiği bir dünyada, Kanada kendi rotasını ne kadar koruyabilecek veya kendine yeni bir rota çizebilecek mi?
Görüş
Hindistan-Pakistan gerilimi: Geleneksel ve sınırlı bir askerî güç gösterisi oyunu

7 Mayıs’ta, dünya Trump yönetiminin başlattığı ticaret savaşına odaklanmışken, Güney Asya yarımadasında Hindistan ve Pakistan arasında kısa ama şiddetli bir askeri çatışma patlak verdi. O gün, Pakistan ordusu beş Hindistan savaş uçağını düşürdüğünü, çok sayıda Hint kontrol noktasını yok ettiğini ve çeşitli Hint karakollarını vurduğunu duyurdu. Hindistan da en az üç savaş uçağının Hindistan kontrolündeki Keşmir’de “düştüğünü” doğruladı.
8 Mayıs’ta Pakistan ordusu, İsrail yapımı 25 “Harpy” insansız hava aracını daha düşürdüğünü ve Hindistan’ı çatışmayı daha da “tırmandırmakla” suçladığını açıkladı. Pakistan Bilgi Bakanlığı, Keşmir’deki fiili Hindistan-Pakistan kontrol hattı yakınında yaklaşık 50 Hint askerinin öldüğünü bildirdi. Aynı gün Hindistan, Pakistan’ı, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pencap bölgesine drone ve füze saldırıları yapmakla suçladı. Buna karşılık, Hindistan ordusu misilleme saldırıları düzenleyerek bazı hedefleri yok etti.
Pakistan Dışişleri Bakanı Dar, Keşmir’de çatışma çıktıktan sonra iki ülkenin ulusal güvenlik danışmanlarının temas kurduğunu doğruladı. 8 Mayıs akşamı Hindistan Dışişleri Sekreteri Vijay Gokhale, “Sindoor Operasyonu”nun özel askeri hedefleri değil, yalnızca Pakistan’daki terörist tesisleri ve Hindistan’a yönelik sınır ötesi terör saldırılarıyla açıkça bağlantılı yerleri vurduğunu, Hindistan’ın durumu tırmandırma niyeti olmadığını vurguladı. Bir başka olumlu işaret ise Hindistan’ın daha önce kapattığı Çenab Nehri üzerindeki iki hidroelektrik santralinin üç kapısının yeniden açılması ve böylece Pakistan’a su temininin sağlanmasıydı.
Gözlemciler, iki taraf askeri mücadeleyi tamamen durdurmamış olsa da çatışma şiddetinin belirgin biçimde azaldığını ve Hindistan’dan sürekli yumuşama sinyalleri geldiğini kaydetti. Bu nedenle, iki nükleer güç arasındaki bu yerel çatışmanın zamanla sona ermesi ve dördüncü bir Hindistan-Pakistan savaşına dönüşmemesi bekleniyor. Analistler, Hindistan ile Pakistan arasındaki geleneksel sorunun hâlâ çözülmediğine, Hindistan tarafından başlatılan bu askeri güç gösterisinin iç politikaya hizmet etmenin ötesinde, yalnızca Güney Asya’daki gerilimi artırdığına ve iyi komşuluk ilişkilerine ya da Hindistan’ın süper güç olma hayaline katkı sunmadığına dikkat çekiyor.
Hindistan-Pakistan arasında yeniden patlak veren büyük çatışma, adeta “hafif bir esintiden çıkan fırtına” oldu. Bir anlamda Hindistan durumu abartarak, bir terör saldırısını iki Güney Asya gücü arasında son yarım yüzyılın en büyük hava çatışmasına dönüştürdü.
22 Nisan’da, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Üç silahlı saldırgan sivillere ateş açarak 26 kişinin ölümüne neden oldu. Hindistan hükümeti hiçbir kapsamlı soruşturma yürütmeden bu saldırının “Pakistan destekli terörizm” olduğunu ilan etti ve sert misillemeler yapılacağını duyurdu. Sonrasında Hindistan, Pakistanlı diplomatları sınır dışı etti, ikili ticaret anlaşmasını iptal etti ve hatta tarım ile içme suyu alanında Pakistan’a su tedarikini tamamen kesti. Hindistan’ın bu basit ve saldırgan adımları, terör saldırısının sorumluluğunu tartışmasız şekilde Pakistan’a yüklemeyi ve kamuoyu savaşında üstünlük kurmayı hedefliyordu.
29 Nisan’da Hindistan Başbakanı Modi, Pakistan’ın suçlamaları reddetmesi ve uluslararası tarafsız bir soruşturma çağrılarını göz ardı ederek, Hint ordusuna terör saldırısına karşı sert tepki verme yetkisi verdi. Orduya her türlü askeri müdahaleyi yöntem, hedef ve zaman açısından özgürce seçme hakkı tanındı. Hindistan’ın bu saldırgan tavrına karşı Pakistan da geri adım atmayarak hazırlıklarını artırdı ve nükleer silah kullanma tehdidinde bulundu.
7 Mayıs sabahı erken saatlerde, Hindistan ordusu “Sindoor Operasyonu” adı verilen sınır çatışmasının ilk saldırısını başlattı ve Pakistan’daki çeşitli hedeflere hava saldırısı düzenledi. Hindistan Basın Bürosu, dokuz Pakistan hedefinin vurulduğunu doğruladı. Pakistan’ın Dawn gazetesi, Pakistan kontrolündeki Keşmir’in başkenti Muzaffarabad ve Pencap’taki Bahawalpur dahil beş kente hava saldırısı düzenlendiğini, bazı şehirlerde elektrik kesintileri yaşandığını bildirdi. Pakistan askeri istihbaratı, birçok bölgenin Hindistan’dan gelen füze saldırılarına maruz kaldığını ve hava kuvvetlerinin savaş durumuna geçtiğini açıkladı. Ardından, Pakistan devlet televizyonu, askeri kaynaklara dayandırarak Pakistan’ın misillemeye başladığını ve Hint sınır kamplarına, karakollarına ve hava üslerine füze saldırısı düzenlediğini, beş Hint savaş uçağını düşürdüğünü bildirdi. 8 Mayıs sabahına kadar Pakistan tarafında 31 ölü ve 57 yaralı raporlandı.
Amerikan medyasına göre, her iki taraf da kendi hava sahasında eşi benzeri görülmemiş bir hava çatışmasına girdi, toplamda 125 savaş uçağı kullanıldı, çatışma menzili 165 kilometreyi aştı. Pakistan’ın düşürdüğü uçaklar arasında üç Fransız yapımı Rafale, bir Rus yapımı MiG-29, bir Su-30MKI ve bir Heron insansız hava aracı yer aldı.
Rafale, Hindistan Hava Kuvvetleri’nin en gelişmiş ana savaş uçağıdır ve yaklaşık 3,5 nesil seviyesindedir. Bazı askeri gözlemciler, uçakları düşüren Pakistan uçaklarının yüksek olasılıkla PL-15E hava-hava füzesi taşıyan JF-17 savaş uçakları ve LY-80 hava savunma sistemleri olduğunu belirtti. Pakistan Hava Kuvvetleri şu anda 150’den fazla JF-17 savaş uçağına sahiptir, PL-15E’nin azami menzili 145 kilometredir. Bu askeri çatışmanın sonucu, genel güç dengesi açısından dezavantajlı durumda olan Pakistan’ın yüksek performanslı hava savaşlarıyla Hindistan üzerinde moral üstünlüğü sağladığını göstermektedir.
Her iki taraf da şiddetli çatışmalara girmiş olsa da ve Hindistan herhangi bir avantaj elde edememiş, hatta kayıplar yaşamış olsa da, bu Hindistan tarafından başlatılan yerel çatışma, yine Hindistan’ın ilk olarak geri adım atmasıyla bir dönüm noktasına ulaşmış gibi görünüyor.
Birincisi, hava saldırılarını başlatan Hindistan Hava Kuvvetleri, Pakistan topraklarına girmeye cesaret edemedi, Pakistan ise hava kuvvetlerine Hindistan hava sahasına girmemesi talimatını verdi ve bu konuda ölçülü davrandı.
İkincisi, Hindistan “Sindoor Operasyonu”na dair bilgileri Rusya, Birleşik Krallık, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve ABD ile paylaşarak hem müttefik arayışına girdiğini gösterdi hem de arabuluculuk ve krizi yumuşatarak sonlandırma niyetinde olduğunu ima etti.
Üçüncüsü, birçok savaş uçağının düşürülmesine rağmen Hindistan, ilk “göz kırpan” ve yumuşama sinyali veren taraf oldu; diğer ülkelere yaptığı bilgilendirmelerde mevcut durumu “tırmandırma niyetinde olmadığını” vurguladı ve ancak Pakistan durumu tırmandırırsa kesin karşılık vermeye hazır olduğunu belirtti.
Hindistan-Pakistan arasında aniden patlak veren bu çatışma, zaten kaotik olan dünyaya yeni bir kaygı dalgası ekledi ve geçici olarak kamuoyunun dikkatini ABD’nin gümrük vergisi savaşı, Kızıldeniz krizi, İsrail-Filistin çatışması, İran nükleer meselesi, Rusya-Ukrayna savaşı gibi sıcak gelişmelerden uzaklaştırdı. Çin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve diğer ülkeler ile uluslararası kuruluşlar, her iki tarafa da itidal çağrısı yaparak çatışmanın büyümemesi ve tırmanmaması gerektiğini belirttiler. İran ve Türkiye aktif biçimde arabuluculuk yaparken, genelde Hindistan’ı destekleyen ABD hükümeti bu kez belirsiz bir tutum takındı; Başkan Trump, iki tarafın da bu krizi kendi başlarına düzgün şekilde çözeceğine inandığını ifade etti.
Bu çatışmanın büyük olasılıkla zirve noktasını geçtiği ve düşük yoğunluklu çatışmalara, hatta askerî olmayan yöntemlerle rekabete evrileceği öngörülüyor. Ancak, Hindistan’ın bu durumu abartarak büyük çaplı çatışmayı tetiklemesi, gözlemciler tarafından sorgulanmayı ve analiz edilmeyi hak ediyor.
Birincisi, Pahalgam’daki terör saldırısının kurgulanmış olma ihtimali dikkat çekiyor. Saldırıdan sonra Hindistan medyası, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de faaliyet gösteren Müslüman “Lashkar-e-Taiba” örgütünün uzantısı olan “Direniş Cephesi”nin sorumluluğu üstlendiğini iddia etti. Hindistan güvenlik birimleri, birçok saldırganın Pakistan’dan geldiğini belirtti. Ancak birkaç gün sonra “Direniş Cephesi” bu saldırıyla bağlantısı olmadığını resmi olarak duyurdu ve daha önceki “sorumluluğu üstlenme” mesajının, Hindistan siber istihbarat birimleri tarafından “hacklenerek uydurulduğunu” açıkladı. Pakistan yetkilileri, bunun Hindistan istihbaratının bir başka “sahte operasyonu” olduğunu, Pakistan’ın uluslararası itibarını zedelemeyi ve Hindistan’da Hindu temelli radikal siyasi ajandaya hizmet etmeyi amaçladığını ifade etti.
1 Mayıs’ta, sosyal medya platformu Telegram’da, saldırının Hindistan güvenlik birimleri tarafından planlandığı ve Pakistan’a suç atıldığına dair bir sızıntı yayımlandı. Kaynağın, Hindistan İstihbarat Teşkilatı Başkanı Korgeneral Rana olduğu bildirildi. Ardından, Rana gizemli bir şekilde görevden alındı.
İkincisi, Hindistan’ın ortak bir soruşturma teklifini reddetmesi makul değil. Pahalgam saldırısından sonra Pakistan Başbakanı Şahbaz, olayla ilgili güvenilir, şeffaf ve tarafsız uluslararası bir soruşturma yapılması çağrısında bulundu. Ancak Hindistan, bu çağrıyı kesin bir dille reddetti ve hızla ardı ardına misilleme adımları attı, suçlamaları tek taraflı olarak Pakistan’a yöneltti. Analistlere göre, bu anormal davranışlar Hindistan’ın gerçeği bulanıklaştırmak ve askerî müdahaleye alan açmak istediğini gösteriyor.
Üçüncüsü, mevcut durumda Pakistan’ın gerilimi tırmandırmasından bir çıkarı yok. Güney Asya uzmanlarına göre, Pakistan’da siyasi istikrar bu yıl itibariyle adım adım sağlanmakta, ekonomik zorluklar ise devam etmekte ve güvenlik durumu köklü biçimde iyileşmiş değil. Hindistan’a karşı büyük ölçekli bir askerî çatışma başlatmak, ciddi belirsizlikler doğurur. Bu nedenle Pakistan savunma pozisyonunu koruyor ve Hindistan’a saldırı başlatması olası görülmüyor.
Dördüncüsü, Hindistan’ın Pakistan’a karşı sert tutumunun iç politikada krizleri örtme amacı taşıdığı söylenebilir. Analistler, Modi’nin uzun süredir Hindu milliyetçiliğini teşvik ettiğini, Müslüman azınlığı baskı altına aldığını ve kendi siyasi meşruiyetini bu ideolojiye dayandırdığını belirtiyor. Bu durum, Hindistan’ın bu ideolojiye bağımlılığını artırmış ve karşılıklı bir simbiyotik ilişki doğurmuştur. Pakistan ve Müslüman kökenli terör saldırıları ve bunlara verilen sert tepkiler, Modi hükümetinin milliyetçi ve dini anlatısını güçlendirmektedir.
Beşinci olarak, Hindistan bu fırsatı kullanarak Keşmir bölgesinin “Hindulaştırılması” sürecini daha da ileri taşıdı. Modi’nin 2019’daki yeniden seçilmesinin ardından, Hindistan hükümeti Hindistan kontrolündeki Keşmir üzerindeki merkeziyetçi kontrolü ve “Hindulaştırma” sürecini güçlendirdi; bölgenin özel özerk statüsünü kaldırdı, yasama meclisini feshetti, yıllardır sahip olduğu özerk eyalet statüsünü sona erdirerek doğrudan merkezden yönetilen bir bölgeye dönüştürdü. Bu durum, yerel Müslüman nüfusun etnik ve dini aidiyet duygusunu daha da bastırdı, Keşmir sorununun çözüm perspektifini karmaşıklaştırdı ve radikal, aşırılıkçı hatta terör eğilimli yapıların yükselmesini tetikledi. Modi hükümeti, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de G20 bakanlar toplantısı düzenleyerek Keşmir’in ilhakını uluslararası topluma meşru gösterme çabasına dahi girdi.
Keşmir’in statüsü konusunda Hindistan ve Pakistan’ın tutumu tamamen zıttır. Hindistan, Keşmir’in kendi ayrılmaz parçası olduğunu savunurken, Pakistan Birleşmiş Milletler kararlarına dayanarak Keşmir halkının referandum yoluyla kaderini belirlemesi gerektiğini vurgular. Bu tutum farklılığı, her iki tarafın kamuoyu oluşturma biçiminde bazı ince farklar yaratmakta ve Hindistan kontrolündeki Keşmir’de neden sürekli terör saldırıları yaşandığını da açıklamaktadır. Modi hükümetinin altı yıl önce Keşmir’i zorla “Hindulaştırması”, mevcut çelişkileri derinleştirmiştir. Hindistan, Pakistan’ın sunduğu toprak anlaşmazlığı müzakere tekliflerini sürekli reddetmekte, bunun yerine önce terörizmi çözmesini şart koşmaktadır. Bu şekilde Hindistan, hem ikili ilişkilerin iyileştirilmesi için tek taraflı bir gündem belirlemekte hem de Pakistan’a ilgisiz terör saldırılarının sorumluluğunu yükleyerek Keşmir sorununun barışçıl çözümünü çıkmaza sokmaktadır.
Hindistan-Pakistan arasındaki bu son çatışma, iki tarafın nükleer güç olması, karmaşık jeopolitik ilişkiler ve kırılgan iç siyaset nedeniyle dördüncü büyük ölçekli bir savaşa dönüşmeyecektir. Bunun yerine, daha önce defalarca sahnelenmiş olan tanıdık anlatı mantığı ve olay örgüsünün tekrarını gördük. Ancak bu olay sayesinde gözlemciler, Modi hükümeti yönetiminde Hindistan’ın ekonomik kalkınmada ciddi ilerleme kaydettiğini açıkça görebiliyor. Hindistan’ın genel ulusal gücü ve jeopolitik ağırlığı Pakistan’ı çoktan aşmıştır. Üstelik Çin, ABD, Rusya, AB ve hatta Japonya gibi aktörlerin hepsi, jeopolitik rekabet içinde Hindistan’ı kendi yanlarına çekmeye çalışmaktadır. Bu da Modi hükümetinin üstünlük duygusunu eşi benzeri görülmemiş düzeye çıkarmış ve “Hindistan Rüyası” ile büyük güç olma hedefinde kendinden geçmesine, hatta gerçeklikten kopmasına yol açmıştır.
Güçlenen Hindistan, sadece Pakistan’a karşı “sert olmakta doğal” hale gelmekle kalmamış, Çin ile ilişkilerinde de sert ve saldırgan bir çizgi izlemeye başlamıştır. Hindistan, Çin’in kendisini Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dahil etmesini takdir etmek yerine, bu örgüt içinde ve BRICS içinde sürekli Çin’in önünü kesmekte, G20 üzerinden Keşmir konusunu gündeme getirmekte, hatta Küresel Güney ülkeleri liderliğini açıkça kapma yarışına girmektedir; bu durum Hindistan’ı adeta II. Dünya Savaşı sonrası bağlantısızlar hareketinin ilk yıllarına geri götürmektedir.
Gerçekte ise Hindistan hâlâ Güney Asya’nın büyük ülkesi, bölgesel bir güçtür. Körü körüne güven, kibir ve kendine hayranlıkla gerçek gücünün ötesinde bir büyük güç statüsünü hedeflemesi, büyük ihtimalle zarardan başka bir şey getirmeyecektir. Pakistan’la nadir görülen bir çatışmayı pervasızca başlatması ve hava savaşında yaşadığı aşağılayıcı mağlubiyet, umarız Modi hükümetini kendi hayali büyük güç rüyasından uyandırır; daha gerçekçi bir dış politika ve stratejiye dönmesini sağlar ve Hindistan’ın gerçek gücü ve konumuna uygun bir rekabet stratejisi ve hedefi geliştirmesine vesile olur.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”

Bu defa farklı bir 9 Mayıs yazısı olacak. Daha doğrusu, uzun bir tanıtımın ardından iki şiir çevirisi.
Şiirler, Tatar-Sovyet şairi, Sovyetler Birliği kahramanı Musa Celil’e ait.
Esas olarak iki nedenle yapıyorum bunu. İlki, bizde hâlâ pek yaygın olan “esir Türkler” demagojilerindeki sahtekarlığı gösterdiği için. Orenburg’da fakir bir Tatar ailesinden çıkıp bolşevik devrimcisi olan, esir düştüğü faşist toplama kampında Sovyet propagandası yaptığı ve (bizim Nazi işbirlikçilerinin takdirleri ve teşvikleriyle kurulan) faşist Tatar lejyonunu dağıtmak üzere örgütlendiği için idam edilen bir devrimci bu.
İkincisi, Musa Celil’in hikayesi, Sovyetler Birliği’nde milli meselenin nasıl çözüldüğünü de gösteriyor: her halkın eşitliği, milli kültürlerin geliştirilmesi, kurucu devrimci enerjinin bütün halklara yaygınlaştırılması.
Musa Celil bir Tatar. Şiirlerinin neredeyse tamamı da Tatarca. 1906’da Orenburg oblastinin Mustafino köyünde doğmuş. 11 yaşında yazdığı piyesin Orenburg şehir tiyatrosunda sahneye konduğu söylenir. İş savaş sırasında şehir iki defa Beyaz Ordu tarafından ele geçirilmiş ve özellikle Tatarlara karşı pogromlar düzenlenmiş. Musa bunların tanığı. 1920’de komünist gençlik örgütüne (VLKSM, Komsomol) katılmış. 1922’de Kazan’a gelmiş ve yerel Tatar gazete ve dergilerinde yazmaya başlamış. 1926’da Rusya Komünist Partisi (bolşevik) üyesi. 1927’de Moskova Devlet Üniversitesi etnografya fakültesi edebiyat bölümü öğrencisi. Aynı yıl VLKSM MK Tatar-Başkır bürosu sekreteri. Bu sırada en çok Tatarca çocuk dergilerinde çalışmış, yayın yönetmenliği yapmış. 1931’de üniversiteyi bitirmiş. Kommunist (yerel değil, birlik gazetesi) sanat-edebiyat bölümü yöneticisi. 1934’te Moskova konservatuarında Tatar opera stüdyosunun edebiyat yöneticisi. Çok sayıda operanın librettosunu Tatarcaya çevirmiş. 1936’da evlenmiş. 1939’da Tataristan özerk Sovyet sosyalist cumhuriyeti yazarlar birliği sorumlu sekreteri. 1942 şubat sonunda ikinci hücum ordusu gazetesi muhabiri olarak cepheye gönderilmiş. 26 Haziran’da esir düştü.
Tutsaklığı boyunca en az 115 şiir yazdığını notlarından biliyoruz; ama bunların sadece 94’ü savaştan sonraya kalmış. Geri kalanları, Moabit zindanlarında yok olmuş.
Kalan, iki defter. Bunlar “Moabit defterleri” diye bilinir. Birinci defter Arap harfleriyle yazılmış şiirler. Defterin son sayfasında şöyle yazıyor: “… Eğer bu kitap eline geçerse şiirleri itinayla güzelce bir temiz bir deftere geçir, sakla ve savaştan sonra Kazan’a haber et. Tatar halkının ölen şairinin şiirleridir, diye ortaya çıkar. Benim vasiyetim budur.” Defterde, kendisiyle birlikte yeraltında çalışan ve nazilerin Tatar lejyonunu dağıtmayı amaç edinen “siyasi suçluların” isimlerini de not etmiş, şöyle yazıyor: “Bunlar Tatar lejyonunu dağıtmak, Sovyet propagandası yapmak ve grubun kaçmasını organize etmekle suçlanmaktadırlar.” İkinci defteri ise Latin harfleriyle yazmış.
Birinci defter, Celil’in idamından sonra Tatar yoldaşlarından biriyle birlikte Fransa’da toplama kampına gitmiş, orada bir Fransız partizan tarafından kurtarılmış, 1946’da gene bir Tatar savaş esiri tarafından Kazan’a getirilmiş. İkinci defter, Celil’in Moabit’teki Belçikalı bir arkadaşı tarafından kurtarılmış; 1947’de Sovyetler Birliği’nin Brüksel konsolosluğuna teslim edilmiş.
Musa Celil, 20 Ağustos 1944’te Berlin’de, Plötzensee hapishanesinde, aralarında kendisi gibi ünlü Tatar bolşeviklerinden Abdullah Aliş’in de olduğu 12 kişiyle birlikte, giyotinle başı kesilerek idam edildi.
1956’da Lenin nişanı verildi ve Sovyetler Birliği kahramanı ilan edildi.
* * *
Affet, vatan!
Affet beni, bencileyin eratı,
Senin en küçük parçanı.
Affet, kızgın kavgada
Asker ölümüyle ölmedim.
Kim cüret edebilir sana
Şöyle demeye: Haindir Musa!
Kim sitem edebilir bana?
Volhov’dur tanığım, kaçmadım,
Canım tasasına kapılmadım.
Ölüme mahkûm kuşatma
Titrerken bombalar altında,
Yoldaşlarımın kanını, canını
Gördüm ama benzim atmadı.
Ve ne de gözyaşı… Bilirdim:
Yollar kesilmiş. İşitirdim:
Merhametsiz ölüm saymakta
Kalan saniyelerimi hayatta.
Mucize beklemedim… kurtuluş da.
Ölümü çağırdım: “İndir kılıcı!”
Yalvardım: “Amansız esaretten kurtar!”
Yakardım: “Bir an evvel, gel!”
Ben değil miydim, hayat arkadaşıma
Yazan şu satırları: “Tasalanma.
Kanımın son damlası da aksa
Andıma leke koymayacak.”
Kanlı savaşa giderken, ben
Değil miydim şiirle and içen:
“Ölüm, yüzümde tebessümle
Gelecek son nefesimde.”
Yazacağım: içimdeki ateşli ölümü
Senin, canan, aşkın söndürdü;
Vatanımı ve seni sevdiğimi
Kanımla yazacağım toprağa.
Kucaklarsam ölümü vatan uğruna
İçim huzur dolu olacağını da.
Can suyu olacak bu and
Sesini yitirmiş yüreğime.
Kader alay ediyor benimle:
Ölüm teğetti, geçip gitti.
O son an — kurşun gelmedi!
Tabancam bana ihanet etti…
Akrep iğnesiyle kendini sokar,
Kartal kendini kayalara çarpar.
Madem ki bir kartaldım ben de,
Kartal gibi olmalıydı ölümüm de.
Kartaldım ben, inan bana vatan:
Kartal tutkusuydu içimde yanan!
Kanatlarımı katladım artık, hazırım
Bir taşla düşmeye ölüm uçurumuna.
Elden ne gelir?
Yarenim tabancam reddetti
Son sözü söylemeyi.
Düşman zincirledi
Yarı ölü bileklerimi.
Toz ve toprak gizledi
Kalan kanlı izlerimi…
… Dikenli telden yükselen şafaktır.
Yaşıyorum, ve şiir hayattadır:
Kartalın yaralı yüreğinden
Nefret alevleri fışkırmaktadır.
Yükselecek şafak, telin üstünde,
Dostlar sancağı kaldırır gibi!
Esir ruhumun kanlı nefreti
Kükrüyor! Tek bir ümidim vardır:
Ağustos olacak. Karanlığında gecenin
Düşmana nefretim ve vatana sevgim
Esaretten benimle birlikte çıkacak.
Tek bir ümidim vardır benim,
Yüreğim tek bir şey için çarpar:
Saflarınızda katılmaktır kavgaya.
Yoldaşlar, yer açın ona da!
* * *
İnanma
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Yoruldu, geri çekildi, düştü…” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, inanıyorlarsa bana.
Andımdır, sancağa kanımla yazılan:
Çağırır, kuvvet verir bana, ileriye taşır.
Hakkım mıdır yorulup geri kalmak?
Hakkım mıdır düşüp de kalkmamak?
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Haindir! Vatana hıyanet etti!” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, seviyorlarsa beni.
Kaptım tüfeğimi, koştum savaşmaya,
Senin için ve vatanım için kavgaya.
Sana hıyanet mi? Hem de vatanıma?
Öyleyse ne kalır ki hayatımdan ardıma?
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Can verdi. Musa ölüler arasında.” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, seviyorlarsa seni.
Toprak soğuk teni örtse de —
Örter mi hiç ateşten yüreği;
Ölsen de, yenerek ölünce
Ölüm denir mi hiç öylesine?
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?
-
Görüş2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Rusya6 gün önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Dünya Basını2 hafta önce
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek
-
Görüş6 gün önce
Kim kazandı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı
-
Ortadoğu2 hafta önce
Netanyahu: Beşar Esad yardımımızla düştü