Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Küresel Güney’de yeni bir borç krizi kapıda mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Bretton Woods’un halefi olan krizle eş anlamlı küresel mali sistem temellerinden sarsılırken üçüncü dünyayı yeni bir borç krizi bekliyor. Eski Arjantin Ekonomi Bakanı Martin Guzman, aşağıda tercümesi bulunan uzun ve çarpıcı bir mülakatta Latin Amerika ve Afrika coğrafyasındaki yeni borç krizinin sebeplerini ve görev yaptığı dönemde ülkesinin IMF ile yaşadığı süreçleri değerlendirerek borç krizlerinin güç dinamiklerinden ayrı tutulmaması gerektiğine dikkat çekiyor.


Küresel Güney’de yeni bir borç krizi mi?

Lynn Parramore
Institute for New Economic Thinking
17 Nisan 2023

Eski Arjantin Ekonomi Bakanı Martin Kuzman, özellikle kamu borçları söz konusu olduğunda gücün neden iktisadi araştırmaların merkezinde yer alması gerektiğini açıklıyor.

Dünyadaki tüm gelişmekte olan ülkelerin yarısından fazlası ya şu anda borç sıkıntısı içinde ya da borç sıkıntısına doğru gidiyor.

İnsanlar Latin Amerika ve Afrika’nın “kayıp on yıl” yaşadığı 1980’lerin başından bu yana görülmemiş büyüklükte yeni bir uluslararası borç krizinin ufukta belirdiğini idrak ediyor. Bu büyüklükteki patlamalar sağlık, eğitim ve sosyal istikrar alanlarında yıllar alan ilerlemeleri silip süpürebilir. Ancak pek çok kişi bunun neden ve nasıl olduğunu anlamıyor.

Yeni bir kriz ivme kazanırken, Arjantin’in eski ekonomi bakanı ve Columbia Üniversitesi Politika Diyaloğu Girişimi Eş Başkanı iktisatçı Martin Guzman, neyin yanlış gittiğine ve buna karşı neler yapılabileceğine dair kendi bakış açısını sunuyor. Guzman’a göre borç krizlerini, oyundaki güç dinamikleriyle yüzleşmeden anlamak mümkün değil.

Lynn Parramore: Ne oldu da birdenbire bu kaygı verici durum ortaya çıktı?

Martin Guzman: Küresel Güney’de yaklaşmakta olan bir borç krizine şahit oluyoruz. Bizi bu duruma bir dizi hadise sürükledi. Bunlardan kritik olan üçünü ayırıyorum.

Küresel Güney’deki borç dinamiklerini anlamak için Kuzey’deki para politikalarında neler olduğuna bakmak her zaman son derece elzemdir.

Yaklaşmakta olan bu borç krizini anlamak için kritik olan ilk hadise on buçuk yıl önce gerçekleşti. ABD mali krizine verilen reaksiyon, parasal genişleme yoluyla büyük bir likidite yaratılmasını gerektirdi. Bu likidite, sermaye hareketliliğinin olduğu bir dünya ekonomisinde her zaman olduğu gibi küresel hale geldi. Faiz oranlarının sıfır olduğu bir dünyada, küresel piyasa oranlarının üzerinde bir getiri arayışını içeren tuhaf bir kavram olan “getiri arayışı” vardı. Rekabetçi piyasada bu, elbette daha yüksek bir riske göre ayarlanmış getiri anlamına gelmeyecek belirli bir risk ve getiri seçimi anlamına gelecektir.

Kayda değer sayıda ülkenin ilk kez uluslararası kredi piyasalarına erişim sağladığına şahit olduk, ancak bu erişim riskleri kaldıracak oranlarda gerçekleşti. Bu durum, gelişmiş ekonomilerin hazine bonoları sıfıra yakın, hatta bazı durumlarda negatif faiz getirirken yüzde 8 ila 10 faiz oranlarıyla borçlanan Afrika ülkeleri için geçerliydi. Daha önce Yüksek Borçlu Yoksul Ülkeler (HIPCs) grubunun bir parçası olan ve şu anda her ikisi de borç krizi yaşayan Gana veya Zambiya gibi ülkeler, yurt dışına tahvil ihraç etmeyi başardılar ama yüksek oranlarla.

Ayrıca uluslararası kredi piyasalarına yeniden erişen ülkeler de oldu. En dikkat çekici örnek 2016 yılında Arjantin’di. Ülke, uluslararası özel kredi piyasalarından 15 yıl boyunca dışlanmasını da içeren, akbaba fonlarıyla ABD mahkemelerinde süren uzun soluklu anlaşmazlığın sona ermesinin ardından ortalama yüzde 7’lik oranlarla (Amerikan doları cinsinden) yeniden borçlanmaya başladı. Bu durum, küresel faiz oranları henüz sıfıra yakınken yaşanıyordu.

İkinci kritik hadise Covid-19’du. Pandemi, ülkelerin vergi gelirlerinin düşmesi ve daha fazla harcama yapma ihtiyacı duymaları nedeniyle küresel borçların artmasına yol açtı. Gelişmiş ekonomiler için bu durum sürdürülebilirlik açısından değil, daha çok nesiller arası sonuçlar doğurdu; gelecek nesiller bugün üstlenilen borçları ödeyecekti. Fakat Küresel Güney’deki bazı ülkeler için bu durum ani borç sıkıntısı yarattı.

Son darbe Ukrayna’daki savaş oldu ve bu da enflasyonu tüm dünyadaki ekonomi yetkilileri için en önemli endişe kaynağı haline getirdi. Gelişmiş ekonomilerin merkez bankalarının buna verdiği reaksiyon, faiz oranlarının artırılması ve “parasal sıkılaştırma” olarak nitelendirilen, parasal genişlemenin geri alınması oldu. Bu da daha az ve daha pahalı likidite anlamına geliyor.

Merkez bankalarının kendi yetkileri var ve eylemlerinin uluslararası anlamdaki etkilerini dikkate almazlar. Küresel Güney için borçları yönetmek daha da zorlaşıyor ve çoğu durumda sürdürülemez hale geliyor. Borçları yeniden finanse etmek için kredi piyasalarına erişim olmadığından, borçları ödemek iktisadi ve toplumsal dinamikleri istikrarsızlaştıracak, daha derin resesyonlar, daha fazla işsizlik ve daha fazla enflasyon anlamına gelecektir.

Bu sonuçlar, birkaç güçlü ülkenin politikalarının dünyanın geri kalanı için nasıl ciddi yansımaları olduğunu gösteriyor.

Ortaya çıkan bu borç sorunu 2008’de yaşananlardan ve dünyanın pek çok yerinde “kayıp on yıla” yol açtığı söylenen, 1980’lerin meşhur borç sorunlarından hangi açılardan farklı?

Şu anda yaşananlar ile 1980’ler arasında benzerliklerin yanı sıra önemli farklılıklar da var. Her iki durumda da sorunların öncesinde küresel likiditenin arttığı bir dönem yaşandı ve daha sonra bu durum aniden tersine döndü. 1970’lerde petrol fiyatlarındaki şoklar petrol ihraç eden ülkelerde büyük ticaret fazlalarına, petrol ithal eden ülkelerde ise açıklara yol açmıştı. Bu fazlalıklar, açık veren ülkelere verilen kredilerin temelini oluşturdu. 1981’de Fed, enflasyona faiz oranlarını yüzde 20’ye kadar yükselterek yanıt verdi. Bugün Fed yine faiz oranlarını aniden artırdı ama bu kadar fazla değil. Her iki durumda da gelişmiş ekonomilerdeki daraltıcı para politikaları başka yerlerde sorun yarattı.

İlk önemli fark, 1980’lerdeki borç krizinin şu anda şahit olduğumuzdan farklı bir grup ekonomiyi sıkıntıya sokmuş olması. Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmı krizdeydi; önce Polonya, ardından Romanya, Macaristan ve Yugoslavya on yılın başında IMF finansmanı talep etti. Ve bu, Brezilya ve Meksika da dahil olmak üzere Latin Amerika’nın büyük ekonomilerini vurdu. IMF kredileri o zaman için rekor miktarlara ulaştı ve bu paralar özel alacaklıları kurtarmak için kullanıldı.

1980’lere kıyasla ikinci önemli fark, kreditörlerin bileşimi ve maruz kaldıkları risklerin büyüklüğü. O dönemde egemen ülkelere sağlanan uluslararası özel finansman çoğunlukla ticari banka kredileri şeklindeydi. Özellikle ABD ve Japonya’dan gelen banka riskleri o kadar büyüktü ki Latin Amerika’da ülkelerde yaşanacak bir temerrüt dalgası bu iki gelişmiş ekonomide mali kriz yaratırdı ve bu neredeyse kesin olarak küresel bir krize evrilirdi.

Yıllar evvel İsveçli büyük iktisatçı Axel Leijonhufvud tarafından doktora öğrencileri için kurulan muhteşem bir akademik okul olan Trento Yaz Okulu’nda der verirken ilginç bir şeye tanık oldum. Euro-dolar sendikasyon kredisi piyasasından sorumlu olan ve Latin Amerika’daki borç kriziyle bu pozisyondan ilgilenen New York Fed’in emekli eski iktisatçılarından biri, dersinde bize çok samimi bir şekilde Amerikan bankalarının o kadar açıkta olduğunu anlattı ki, ABD hükümeti bu bölgedeki ülkelerde bir temerrüt dalgası yaşanmasına engel olmak için bölgeye yönelik dış politika geliştirmek zorunda kalmıştı. Bunu on yıl boyunca yaptılar ki bu süre, bazı kayıpları kabul etmenin sistemi iflas ettirmeyeceği bir noktaya ulaşmak için gereken süreydi. Dinleyicilerimiz arasında o on yıl boyunca ülkelerinde karar mercilerinde yer almış Latin Amerikalı iktisatçılar vardı. Dövizden mahrum kalmanın büyüme açısından nasıl kayıp bir on yıla ve Arjantin’de olduğu gibi bazı durumlarda hiperenflasyona yol açtığını ilk elden görmüşlerdi. O kasvetli suratları hatırlıyorum. Hükümetler yabancı para cinsinden borçlandıklarında, ülkelerin borç krizlerinin çözümünün jeopolitik bir süreç olduğunun ayırdına varmaları gerekir. Bu 1980’lerde de geçerliydi, şimdi de geçerli ama alacaklıların bileşimi ve buna bağlı jeopolitik durum bugün farklı.

1980’lerde yaşanan hadiseler uluslararası finans sistemini değiştirdi ve devletlere yönelik uluslararası özel finansmanın ana kaynağı olarak tahvil borcuna zemin hazırladı. Bu bizi üçüncü temel farka götürür; özel alacaklılar evreni bugün daha parçalı ve koordine edilmesi daha zor. Bu aynı zamanda borçlular, özel alacaklılar ve kurumsal alacaklılar arasındaki ilişkilerin de farklı olduğu anlamına geliyor.

Tahvilli borçlarda yeniden yapılandırmalar türev sözleşmelerin sahipleri, tahkim kararı sahipleri ve alacaklılardan ziyade “kamu kaynaklarının talep sahipleri” olarak adlandırabileceğimiz diğer kategoriler ile anlaşmazlıkları da içerebilir.

Son on buçuk yılda, yaklaşık 70 yıldır borçlu ülkelerle ilişkileri koordine eden ve düzenli olarak Paris’te toplanan yerleşik büyük alacaklı ülkeler grubunun aksine, “Paris kulübü dışındaki alacaklılar” olarak nitelendirilen yeni resmi iki taraflı alacaklıların oranında önemli bir artış yaşandı. Bu yeni grupta Çin en önemli aktör olmakla birlikte Hindistan, Güney Afrika ve Suudi Arabistan gibi yeni ortaya çıkan diğer kurumsal alacaklılar da yer alıyor.

Tüm bunlar, kırılganlık halindeki borçlular grubunun, uluslararası finans sisteminin maruz kaldığı risklerin ve alacaklılar grubunun 1980’lerden farklı olduğu anlamına geliyor. Sonuç olarak mevcut kriz muhtemelen daha az sistemsel olacaktır, ancak bundan zarar gören ülkeler için kötü olacaktır. Çözüm, borç silme işlemlerinin tarihte ilk kez etkileşim halinde olan ve birbiriyle rekabet eden çıkarlara sahip alacaklı sınıfları arasında dağıtılmasını gerektirecek.

Ülkelerin borç krizlerini çözmek üzere borçların yeniden yapılandırılmasına yönelik çok uluslu bir sistem ne o zaman mevcuttu ne de şimdi mevcut. Bu, uluslararası finansal mimarinin büyük bir eksikliği; tesadüfi bir eksiklik değil, uluslararası güç ilişkilerinin bir sonucu.

Akademik hayatınızda yıllarca uluslararası ekonomi üzerine çalıştınız. Daha sonra sizden ülkenizin alacaklıları ile müzakereleri fiilen yürütmeniz istendi. Bu iki tecrübe uluslararası borç sorununa ilişkin anlayışınızı nasıl etkiledi? Akademik teoriden istifade ettiğiniz özel bir içgörünüz var mı?

Bir karar alıcı olarak kamu borcu kriziyle baş ederken, açıkça tanımlanması gereken iki temel konu mevcut.

İlk olarak, ne tür bir borç yeniden yapılandırma operasyonu borcun sürdürülebilirliğinin yeniden sağlanması, yani ekonomik toparlanmaya elverişli ve sürdürülebilir ilerleme için gerekli koşulları oluşturan bir ekonomi politikası planının uygulanmasına yönelik koşulların yeniden sağlanması hedefiyle tutarlı olacaktır?

İkinci olarak hem uluslararası hem de ülke içindeki güç dinamiklerine dair görüşe ihtiyacınız olur. Her kamu borcunun yeniden yapılandırılması çatışma içeren siyasi süreçler, zira bu süreçlerden kaynaklanan bölüşüme ilişkin sonuçlar bulunur. Ayrıca sadece bireysel paydaşlara düşmeyebilecek verimlilik sonuçları da olur; bu daha geniş süreçler sadece pastanın nasıl pay edileceğini değil, aynı zamanda borçlu ve alacaklılar arasında paylaştırılacak pastanın büyüklüğünü de etkiler.

Teknik konuların anlaşılması işe yarar. Her borç yeniden yapılandırma sürecinin temel taşı, borcun sürdürülebilir olup olmadığını belirleyen ve cevap olumsuzsa, sürdürülebilirliği yeniden sağlamak için gerekli yardım miktarını hesaplayan borç sürdürülebilirlik analizidir. Uygun bir strateji oluşturmak için borç sürdürülebilirlik analizinin hem teorisini hem de pratiğini kavramanız gerekir.

Arjantin’in 2020’deki borç yapılandırması örneğini ele alalım. 2018 yılında, çoğu New York yasaları kapsamında olmak üzere iki yıl boyunca döviz cinsinden büyük miktarda borçlanmanın ardından ülke, uluslararası kredi piyasalarına erişimini tekrar kaybetti. Hükümet derhal IMF’ye başvurdu ve Trump yönetiminin siyasi desteğiyle kurum tarihindeki en büyük krediyi aldı. 50 milyar Amerikan doları tutarındaki kredi onaylandı, ardından 57 milyar Amerikan dolarına yükseltildi ve bunun yaklaşık 45 milyar doları, bir önceki Arjantin devlet başkanının 2019’da ilk tur seçimleri kaybetmesi üzerine IMF’nin krediyi durdurmasına kadar ödendi; bu, kredinin siyasi nitelikte olduğuna dair bir diğer ipucu (Kayıtlara geçmesi açısından, yeni seçilen Devlet Başkanı Fernandez göreve geldikten hemen sonra hükümetin IMF’ye olan borcunu artırmak istemediğini ve dolayısıyla onaylanan 12 milyar dolarlık ek krediyi almak istemeyeceğini açıkça belirtmişti).

2019’un aralık ayında göreve geldik ve ben de ülkenin ekonomi bakanı oldum. Derhal borç krizini ele almaya başladık. Döviz cinsinden kamu borcunun sürdürülemez olduğunu ve planlanan ödemelerde kayda değer bir kesinti ile borcun yeniden yapılandırılmasının büyümenin yeniden sağlanması için gerekli bir koşul olduğunu gösteren bir borç sürdürülebilirlik analizi yaptık. O esnada ekonomi serbest düşüşteydi.

Borç sürdürülebilirlik analizlerinin beklentileri sabit tutması beklenir. Fakat on milyarlarca doların söz konusu olduğu kazanılmış menfaatler bağlamında lobi faaliyetleri yoğun olur ve borçlu bir hükümet tarafından üretilen analizi, en gelişmiş teorik ve ampirik literatüre dayansa ve en iyi uluslararası uzmanlar tarafından kabul görse bile gayri meşrulaştırma konusunda son derece etkili olabilir. Bu yüzden IMF’den borcun sürdürülebilirliğine ilişkin bir analiz yapmasını talep ettim. Bu analizin hem alacaklılar hem de iç siyasi sistem için beklentileri sabitleyebilecek kılavuzlar sunması gerekiyordu.

IMF personelinin bir kısmından gelen ilk cevap şaşırtıcıydı. Bazıları bunu yapamayacağımızı zira ülkemizin IMF destekli bir programa dahil olmadığını (önceki program tamamen başarısız olmuş ve çoktan feshedilmişti, bu başarısızlık yıllar sonra, 2022’de IMF personeli tarafından kurum içi program değerlendirmesinde teyit edildi) ve bu nedenle borç sürdürülebilirlik analizini beslemesi gereken politika parametrelerinin ne olacağını bilemeyeceğimizi söylediler. Bu bana göre epey absürt bir tavırdı. Benim cevabım ise egemen bir ülke olduğumuz ve bu nedenle ülke IMF destekli bir program kapsamında olmasa bile hangi politikaları uygulayacağımıza ilişkin bilgileri sağlayabileceğimiz yönündeydi. Bazı tartışmalar oldu ve hatta Şubat 2020’de Suudi Arabistan’daki G20 toplantılarından sonra Washington D.C.’ye geçtim ve IMF’nin her üyesinin yapması gereken borç sürdürülebilirlik analizinin yapılması konusunda müzakere gibi görünen bir durumda ilerleme kaydettim. Nihayetinde IMF yönetimi, talebimiz üzerine bir “borç sürdürülebilirliği teknik analizi” hazırlama kararı aldı. Bu analiz Arjantin hükümeti tarafından hazırlanan analize oldukça benziyordu.

Alacaklılar bundan hoşlanmadı. Çok şikâyet ettiler. Bazı alacaklılar bana açıkça ABD Hazine Bakanlığı’ndaki personelin kendilerine IMF belgesini dikkate almamalarını söylediğini ifade etti. Bu bağlamda alacaklıların beklentilerini sabitlemek zordu, fakat IMF’nin borç sürdürülebilirliği analizinin yardımcı olduğu çok önemli bir nokta vardı; “iç politik ekonomi” olarak adlandırdığım sorunla başa çıkmamıza yardımcı oldu, yani kendi iç politik sistemimiz farklı nedenlerle zorlu bir müzakereyle yüzleşmeye hazır değildi ve alacaklılara hükümetin çok kötü bir anlaşma gerektirse bile temerrüt durumunda kalmaya istekli olmayacağına dair sinyaller vardı. IMF’nin Arjantin’in borçlarının sürdürülemezliğine dair söyledikleri, müzakere ekibinin iç baskılarla başa çıkma gücünü artırdı. Bazı yerel seçim bölgelerinin IMF’nin sağına yerleştirilmesi kolay olmaz.

Sizce ekonomi teorisi ve hukuk pratiği yukarıda bahsettiğiniz güçlere karşılık olarak ne şekilde değişiyor?

Kitabına uygun kamu borcu modelleri, kamu borcu temerrütleri, yeniden yapılandırmaları ve getirileri ile ilgili gerçekleri açıklamakta zorlanıyor. Kamu borçlarına ilişkin standart ekonomi literatürü, kamu borcu dinamiklerini anlamak için temel bir boyutu –güç– içermiyor.

Josefin Meyer, Carmen Reinhart ve Christoph Trebesch tarafından yakın zaman evvel yayımlanan “Waterloo’dan bu yana Devlet Tahvilleri” başlıklı makalede, Napolyon’un 1815’te Waterloo’da yenilmesinden bu yana –ki bu hadise egemen ulusların yaratılması dalgasına işaret eder– kamu borçlarının geçmiş getirileri hakkındaki veriler –temerrütler ve yeniden yapılandırmalarla ilişkili kayıpları hesaba katılarak– analiz ediliyor ve sistemin özünde nasıl işlediğine ışık tutan deliller sunuluyor; yabancı para cinsinden devlet tahvillerinin ortalama reel ex-post getirileri, ABD veya Britanya tahvillerinden ortalama 400 baz puan daha iyi performans gösteriyor ve Latin Amerika ülkelerinin çoğunda bu fark daha da büyük. Mesela Arjantin tahvillerinin son 140 yıldaki ortalama reel ex-post getirisi, tüm temerrütler hesaba katıldığında bile, ABD hazine tahvilinden 500 baz puandan daha yüksek.

Bunun izahı nasıl yapılabilir? Olası açıklamalardan biri, özel alacaklıların riskten kaçınmaları, dolayısıyla riskten bağımsız olduklarını veya risklerin yeterince çeşitlendirildiğini varsayan modeller bu sonucu açıklayamaz. Bu açıklamayı çok makul bulmuyorum, zira böyle bir durumda riskten daha az kaçınan alacaklıların veya riski daha iyi yönetenlerin “marjinal” tahvil alıcıları haline geldiğini gözlemlememiz gerekir. Bana göre bu delil, rantların var olduğunu ve bunun sistemin işleyiş biçimiyle ilgili olduğunu gösteriyor. Bu, gücün sistemi şekillendirme biçimi; ekonomi literatürünün derinlemesine araştırmadığı bir şey. Başka bir deyişle, sistemdeki güç, getirileri alacaklılar lehine yeniden ayarlıyor.

Gücün rolü, genel olarak ekonomide ve özel olarak da kamu borçlarında araştırma gündeminin merkezi bir parçası olmalı.

Uygulamaya gelince, daha önce de belirttiğim gibi güç dinamikleri ile ilgili bir evrim söz konusu. Bugün kamu borç krizlerinin çözümlenmesi pratiği açısından önemli olan iki hususu vurgulamama izin verin.

Bunlardan ilki alacaklıların koordinasyonu ile ilgili. Hala devletler konusunda iflas çerçevesine yakın bir durum yok, bu nedenle müzakereler uluslararası sistem dışında bir bağlamda gerçekleşiyor. Bretton Woods sisteminin sona ermesinden bu yana borç krizlerinin çözümü konusunda kötü sonuçlar gördük. Mevcut sistemsizlik, yeniden yapılandırmaların başlatılmasını geciktiren teşvikler üretiyor ve bunlar yapıldığında, genellikle ülkelerin büyümeyi yeniden tesis etmelerine olanak vermek için kısıtlı bir rahatlama sağlıyor. Literatürde bu sorun “çok az ya da çok geç” sendromu olarak adlandırılıyor.

Üst düzey uzmanlar uzun bir süredir kamu borçlarının yeniden yapılandırılmasına dönük çok uluslu bir sistemin oluşturulmasını talep ediyor. Stiglitz’in 2009 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Başkanı için hazırladığı Uluslararası Para ve Finans Sistemi Reformları Raporu bu konuda net ve yaşadığımız sıkıntıları öngörüyor. IMF bile 2001 yılında Kamu Borçlarının Yeniden Yapılandırılması Mekanizması önerisinde bulunmuştu. Borçlu ülkelerin bir alacaklıyı hakem olarak kabul etmeleri zor olsa da bu girişim hissedarların ya da en azından IMF’nin ana hissedarının desteğini alamadı; bu durum IMF anlaşma maddelerinde değişikliğe izin verecek oylama için Kongre’ye götürülmesi gerekecekti.

Özel tahvil sahiplerinin koordine edilmesi konusundaki en son gelişme, alacaklıların oybirliği olmadan hareket etmesini kolaylaştıran ve akbaba fonlarının bekleme davranışını daha az karlı hale getiren geliştirilmiş toplu eylem maddelerinin onaylanması oldu. Bu önlemler yardımcı oldu ama etkili yeniden yapılandırmaları teminat altına almak için yeterli değildi. Bunları ilk kez Arjantin’in 2020’deki yeniden yapılandırmasında test ettik.

Değinilmesi gereken ikinci konu IMF ile alakalı. Birkaç gün önce, 3 Nisan’da Columbia Üniversitesi Politika Diyaloğu İnisiyatifi, Columbia Business School’da kamu borçları konusunda uzmanların katıldığı bir yuvarlak masa toplantısına ev sahipliği yaptı. Yuvarlak masa toplantısına borçlu ülkelerin temsilcileri, ABD Hazine Bakanlığı, Çin, özel borç verenler, IMF, akademisyenler ve uygulamacılar katıldı. Çok aydınlatıcı tartışmalarda bulunduk. Borçlu ülkeler, IMF bir borç sürdürülebilirlik analizi yaptığında, IMF İcra Kurulu programı onaylayana kadar bunun gizli kalmasından şikâyet ediyorlardı. Karar alıcıların çoğu tüm bilgileri kamuya açık hale getirebileceklerini bilmiyorlar; bunu yapmamaları için dürtülüyor ya da baskı görüyorlar. Üye ülkeler olarak IMF’den teknik yardım olarak bir borç sürdürülebilirlik analizi yapmasını talep edebilir ve IMF destekli bir programa yönelik müzakereler olmasa bile bunu yayımlatabilirler. Ülkeler ayrıca IMF destekli programları oluşturan tüm memorandumları, onay için İcra Kurulu’na götürülmeden önce kamuoyuna açıklayabilirler. İşler bu şekilde yürütülmeli. Toplumlar, bir hükümet ile IMF personeli arasında yapılan ve kalkınmaları açısından büyük sonuçlar doğuracak anlaşmaların kamuoyu tarafından incelenmesi şansına sahip olmalı.

IMF’nin programların ülke tarafından “sahiplenilmesini” istemesi, ancak kurumun şeffaflık konusunda bir tercihinin olmaması tuhaf. Eğer halkın programa sahip çıkmasını istiyorsanız, halkın programı görmesine izin vermelisiniz.

Arjantin’de 2022 yılında, 2018-2019 yıllarında alınan 45 milyar dolarlık borcun yeniden finanse edilmesi için IMF personeli ile anlaşmaya varmamızın hemen ardından tüm memorandumlar Ulusal Kongre’ye sunuldu. 2020 yılında IMF ile yapılan her finansman programı için Kongre onayını zorunlu hale getiren bir yasa taslağı sundum. Bu yasa taslağı 2021 yılında neredeyse oybirliğiyle kabul edildi. Bu ülke bu türden bir yasal çerçeveyi benimseyen ilk ülke oldu ve inanıyorum ki diğerleri de aynısını yapmakta başarılı olacaktır.

Dünya Basını

National Interest: NATO yardımı Ukrayna’nın askeri olarak geri kalmasına yol açtı

Yayınlanma

Ukrayna, Soğuk Savaş döneminden kalma Sovyet S-200 hava savunma füzelerini şaşırtıcı bir şekilde Rusya’ya karşı etkili karadan karaya saldırı silahlarına dönüştürdü. The National Interest‘te Kıdemli Ulusal Güvenlik Editörü ve Popular Mechanics‘te yazar olup, jeopolitik konularda çeşitli devlet kurumları ve özel kuruluşlarla düzenli olarak danışmanlık yapan Brandon J. Weichert, David Axe’in gözlemlerine dayanarak, bu durumun modern silah beklentilerini sorgulattığını ve Ukrayna’nın kendi askeri stratejilerini geliştirmesinin NATO’nun Batı tarzı modernizasyonuna kıyasla daha faydalı olabileceğini öne sürüyor.


Ukrayna, antika Sovyet S-200 füze bataryalarını canavara dönüştürdü

Brandon J. Weichert

National Interest

Eski Sovyet S-200 (NATO kodu SA-5 “Gammon”) şaşırtıcı bir şekilde yeniden gündemde. Efsanevi savaş muhabiri David Axe, yeni Substack yayını Trench Art‘ta, Sovyetler Birliği tarafından Soğuk Savaş sırasında geliştirilen bu uzun menzilli, yüksek irtifa karadan havaya füze (SAM) sisteminin Ukrayna tarafından Rusya’ya karşı ne kadar etkili kullanıldığına dair çarpıcı hikayeler paylaştı.

Antika silahlar hâlâ işe yarıyor!

David Axe’e göre, “İlk teyit edilen S-200 saldırısı, 9 Temmuz 2023 civarında Bryansk Oblastı’nda bir sanayi tesisini havaya uçurmuş olabilir. Bundan 17 gün sonra gerçekleşen ikinci teyitli saldırı ise 5V28 füzesinin, Rusya’nın Karadeniz kıyısında, Ukrayna sınırına 20 mil (yaklaşık 32 kilometre) ve cephe hattına yüz mil (yaklaşık 160 kilometre) uzaklıktaki Taganrog şehrine düşmesiyle sonuçlandı.”

Burada gözlemciler, Ukrayna Savaşı’nın silahlara dair beklentileri nasıl yeniden şekillendirdiğine dair harika örnekle karşılaşıyor. S-200, modern standartlara göre bir fosil sayılır. Aynı zamanda devasa bir sistem; 5P72V sabit bataryasından fırlattığı 5V28 füzesi sekiz ton ağırlığında ve tam 500 pound (yaklaşık 227 kilogram) savaş başlığı taşıyabiliyor. Ancak altın çağını 1960’larda yaşadı.

Ancak bu sistem Ukraynalılar tarafından iyi bilindiği ve tedarik zinciri büyük ölçüde yerli olduğu için, NATO tarafından sağlanan pek çok yeni benzer silahtan muhtemelen çok daha faydalı oldu.

Ukrayna’nın saygıdeğer S-200 füze bataryaları güçlü etki yaratıyor

1950’ler ve 60’larda, Sovyet tasarım bürosu Almaz-Antey (o zamanki adıyla KB-1), Sovyet toprak bütünlüğünü tehdit eden NATO’nun giderek artan uzun menzilli bombardıman uçaklarını imha etme amacıyla kuruldu. Aslında S-200, B-52 Stratofortress avcısı olarak tasarlanmıştı. S-200, bu tür devasa hedefleri Sovyetlerin daha önce kullandığı eski S-75 SAM sistemlerinden daha uzun menzillerde ve daha yüksek irtifalarda engellemek için geliştirildi.

S-200, mobilite veya hızlı konuşlandırma için tasarlanmamıştı. Sovyetler bunu, sabit yüksek değerli hedefleri savunmak için statik veya yarı statik sistem olarak tasarladı. Bu büyük ve karmaşık sistem; füze bataryası, çoklu fırlatıcılar, hedef tespiti ve takibi için radar sistemleri ve komuta-kontrol altyapısı dahil olmak üzere birçok kilit bileşenden oluşuyordu.

Sistemin ana füzesi olan V-880 (veya sonraki versiyonlarda 5V21), katı yakıtlı itici ve sıvı yakıtlı seyir roketine sahip iki aşamalı füze. Varyantına bağlı olarak, yaklaşık 93 ila 186 mil (yaklaşık 150 ila 300 kilometre) menzildeki hedeflere angaje olabiliyor, bu da onu kendi döneminin en uzun menzilli SAM sistemlerinden biri yapıyor. Dahası, sistem 131 bin fit (yaklaşık 40 bin metre) irtifaya kadar hedefleri engelleyebiliyor ki bu da o zaman veya o zamandan beri gökyüzündeki herhangi hava aracını vurmak için yeterli. Ayrıca, S-200 füzesi Mach 4 hıza ulaşarak hızlı hareket eden hedeflerin süratle engellenmesini sağlıyor. 500 poundluk (yaklaşık 227 kilogram) yüksek patlayıcılı parçacıklı savaş başlığı ve hava hedeflerine karşı ölümcüllüğü en üst düzeye çıkarmak için yakınlık tapası, bu sistemin ölümcül görevini yerine getiriyor.

Başlangıçta S-200, hedef aydınlatması için 5N62 (Square Pair) gibi kara tabanlı radarlara dayanan yarı aktif radar güdüm sistemi kullanıyordu. Sistemin atış kontrol radarı hassas takip sağlarken, P-14 (Tall King) gibi erken uyarı radarları hedef tespitini destekliyordu.

Ukrayna’nın S-200’ü dahice yeniden kullanması

David Axe, “Yeniden canlandırılan Ukrayna S-200’lerinin karadan karaya rolündeki makul derecede iyi isabet oranı göz önüne alındığında, Kiev mühendislerinin daha iyi arayıcı başlık takmış olma ihtimali yüksek,” diye spekülasyon yapıyor.

S-200, genellikle altı tek raylı fırlatıcı, komuta merkezi ve ilgili radarlardan oluşan bataryalar hâlinde konuşlandırılıyordu. Statik yapısı ve büyük radar izi onu düşman hava savunmalarının bastırılması (SEAD) operasyonlarına karşı savunmasız kılıyordu, ancak daha uzun menzili, tehditler savunulan alanlara yaklaşmadan önce onlarla çatışmaya girmesine olanak tanıyordu.

Ukrayna’nın bu sistemleri güvenilir şekilde konuşlandırması ve bunlarla Rusya’ya önemli zararlar vermesi, çatışma için yerlileşmenin önemi kadar yenilikçilik derecesini de gösteriyor. Bu durum, Ukrayna’nın hazır bileşenlerden oluşan ucuz insansız hava araçlarını etkili şekilde kullanmasında da görülebilir; bu da Rusya’nın topçudaki büyük avantajına karşı dengeyi korumasına yardımcı oluyor.

Gerçekten de, eğer Ukrayna en başından itibaren yabancı sistemlere bel bağlamak yerine kendi sistemlerini korumaya teşvik edilseydi, mevcut durumu bu kadar hassas olmayabilirdi. Sonuçta Faysal’ın ordusu Akabe’yi nasıl aldı? Çünkü zafere giden yolda eski Bedevi usullerini izlediler.

NATO, Ukrayna’yı aynı teknolojik donanımlara bağımlı minyatür Avrupa tarzı ordu olmaya zorlayarak ona kötülük yaptı. Ukrayna kendi hâline bırakılsaydı, hem ülkeleri hem de silahlı kuvvetlerinin durumu için en iyi yolu kendileri bulurlardı.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü

Yayınlanma

Editörün notu: Harvard Kennedy School Uluslararası Politik Ekonomi Profesörü, Uluslararası Ekonomi Birliği Eski Başkanı ve yakında çıkacak olan Parçalanmış Dünyada Paylaşılan Refah: Orta Sınıf, Küresel Yoksullar ve İklimimiz İçin Yeni Ekonomi kitabının yazarı olan Dani Rodrik, Adam Smith’in serbest ticaretçi görüşleriyle karşılaştırarak merkantilizmi, özellikle de Donald Trump’ın yorumunu ele alıyor. Rodrik, iktisatçıların sıkça eleştirdiği merkantilizmin, tarihsel süreçte bazı ülkeler tarafından kalkınma stratejilerinin parçası olarak başarıyla kullanıldığı ve tamamen yanlış bir yaklaşım olmadığını savunuyor. Smithçi (tüketim odaklı) ve merkantilist (üretim ve istihdam odaklı) görüşler arasındaki temel farkları vurgulayan Rodrik, kamu-özel işbirliğinin potansiyel faydalarına dikkat çekiyor. Ancak Rodrik, Trump’ın merkantilizm anlayışının, stratejik gelişim yerine kayırmacılık gibi en kötü unsurları barındırdığı için kusurlu olduğuna işaret ediyor.


Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü

Dani Rodrik

Project Syndicate

Gelecek yıl iktisatçılar Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinin yayımlanmasının 250. yıl dönümünü kutlarken, ABD Başkanı Donald Trump’ın merkantilizmi bu kutlamalara pek de uymayan bir manzara sunacak. Ne de olsa Trump’ın ikili ticaret dengelerine olan takıntısı, ithalat tarifelerini yüceltmesi ve uluslararası ticarete sıfır toplamlı yaklaşımı, Smith’in öğretilerine meydan okuyarak en kötü merkantilist uygulamaları yeniden canlandırdı.

İktisatçılar, Trump’ın ticaret politikalarını yermekte haklılar. ABD’nin ticaret açığının temel nedeni diğer ülkelerin haksız ticaret uygulamaları değil ve ikili ticaret dengesizliklerini hedef almak düpedüz saçmalık. Ticaret açığı, ABD imalat sanayisindeki düşüşe katkıda bulunmuş olsa da bu, kesinlikle en önemli faktör değil. Ayrıca, bu durum Amerikalı tüketicilerin ve yatırımcıların ucuza borçlanmasını sağlıyor ki bu, çoğu ülkenin sahip olmak isteyeceği bir ayrıcalık.

Esasen merkantilizm, iktisatçıların düşündüğü kadar hiçbir zaman ölmediği gibi, onların iddia ettiği kadar da yanlış bir yaklaşım olmak zorunda değil. Smith’in takipçileri sayesinde laissez-faire ve serbest ticaret genelde önde gelen ülkelerde rağbet görse de öncü ekonomileri yakalamaya çalışan diğerleri tipik olarak karma bir strateji benimsedi.

Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde Alexander Hamilton ve Almanya’da Friedrich List, Smithçi fikirleri açıkça reddederek yeni gelişen sanayilerini büyütmek için ithalat korumacılığını savundular. Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch ve “bağımlılık okulunun” diğer düşünürleri, gelişmekte olan ülkelerin imalat sanayilerini ithalat rekabetinden koruması gerektiğini düşünüyordu ve Brezilya, Meksika ve Türkiye gibi onların tavsiyelerine uyan bazı ülkeler on yıllarca süren hızlı ekonomik büyüme yaşadı.

Benzer şekilde, Doğu Asya hükümetleri, ihracatı ve özel teşebbüsü kullanarak, ancak genellikle korumacı duvarların ardında, merkantilist ve Smithçi yaklaşımların bir karışımını izledi. Sonuç, birçoklarının ekonomik mucize olarak gördüğü şeydi. Bu karar mercilerinin pek azı kendilerini açıkça merkantilizmle ilişkilendirse de benimsedikleri “kalkınmacılık” anlayışı, merkantilizmin pek çok özelliğini paylaşıyordu.

Smithçi ve merkantilist yaklaşımlar arasındaki temel fark, tüketim ve üretime nasıl yaklaşıldığından kaynaklanır. Modern iktisat, ekonomik faaliyetin nihai amacı olarak tüketime odaklanma konusunda Smith’i örnek alır. Smith, merkantilistlere karşı çıkarak, “Tüketim, tüm üretimin yegâne nihai amacıdır,” demiş ve “Üreticinin çıkarı, ancak tüketicinin çıkarını desteklemek için gerekli olduğu ölçüde dikkate alınmalıdır,” diye belirtmişti.

Merkantilistler ise içgüdüsel olarak üretimi ve istihdamı vurgular. Bir ülkenin ne ürettiği önemlidir. George H.W. Bush’un danışmanlarından birinin bir zamanlar ifade ettiği gibi, patates cipsi üretmekle bilgisayar çipi üretmek arasında fark olmadığını iddia etmek saçmadır. Dahası, özellikle mamul malların üretimi karar mercilerinin önceliği hâline geldiğinde, ticaret fazlasının ticaret açığına tercih edilmesi gerektiği sonucu çıkar. Geleneksel ana akım yaklaşıma çeşitli piyasa başarısızlıklarını ekleyerek bu iki perspektifi uzlaştırmak mümkündür. Günümüz Smithçileri, belirli imalat ürünlerinin teknolojik yayılmalara yol açtığı veya koordinasyon sorunlarına tabi olduğu durumlarda karar mercilerinin üretimin yapısına kayıtsız kalmaması gerektiğini kabul edecektir. Fakat başlangıç noktası da önemlidir. Aksine güçlü ve ikna edici kanıtlar olmadıkça, ana akım iktisatçı genelde “kazananları seçmeye” karşı çıkacaktır.

Öte yandan, merkantilist veya kalkınmacı eğilimli biri, neyin nasıl üretileceğine dair seçimler yapmaktan çekinmeyecektir. Sorun, ispat yükünün kimde olduğudur, zira bu, örneğin Doğu Asya tarzı sanayi politikalarını normal mi yoksa bir sapma olarak mı ele alacağımızı belirler.

Çağdaş iktisatçıların Smithçi tüketim odaklılığı, onların refahın belirlenmesinde istihdamın önemini küçümsemelerine de yol açar. İktisatçıların tüketici davranışını karakterize etmek için kullandığı standart “fayda fonksiyonunda” işler, gerekli bir kötülüktür; alım gücü yaratırlar ancak boş zamanı azalttıkları ölçüde negatif değere sahiptirler. Oysa gerçekte işler; anlam, saygınlık ve toplumsal tanınma kaynağıdır. İktisatçıların iş kayıplarının kişisel ve toplumsal maliyetlerini takdir edememesi, onları Çin ticaret şokunun ve otomasyonun sonuçlarına karşı duyarsızlaştırmıştır.

Diğer önemli fark, hükümetin firmalarla ilişkisi etrafında döner. Smith, merkantilizmin kusurlarından birinin, karar mercileri ile özel sektör arasında ahbap çavuş ilişkilerini teşvik etmesi olduğunu düşünüyordu ki bu da yolsuzluğa davetiye çıkarıyordu. Çağdaş iktisat bu uyarıyı dikkate aldı. Politik ekonomi ve rant kollama modelleri, firmaların karar mercilerinden mesafeli tutulmasının önemini vurgular.

Ancak öncü yenilikçilik, yeşil sanayi politikaları veya bölgesel kalkınma gibi birçok ortamda, hükümetler ve firmalar arasındaki yakın, tekrarlayan ilişkiler son derece başarılı olmuştur. Bunun iyi bir nedeni var. Firmaları ve hükümetleri ayrı tutmak ele geçirilme riskini en aza indirebilse de kısıtlamalar ve fırsatlar ile neyin işe yarayıp neyin yaramadığı hakkında bilgi edinmeyi de çok zorlaştırır. Önemli belirsizlikler (teknolojik veya başka türden) olduğunda, firmalarla yakın çalışmak, katı bir ayrımı sürdürmekten daha tercih edilebilir olabilir. Her perspektifin kendi kör noktaları vardır. Merkantilistler, üreticilerin çıkarlarını, özellikle devletle iyi bağlantıları olanlarınkini, çok kolay bir şekilde ulusal çıkarlarla özdeşleştirir. Öte yandan Smith’in entelektüel çocukları, üretimin ve istihdamın önemini küçümser ve kamu-özel işbirliğinin avantajlarını göz ardı eder. İyi politika genellikle doğru kombinasyonu bulma meselesidir.

Elbette bunların hiçbiri Trump’ın yaklaşımını haklı çıkarmaz. Onun kaotik, ayrım gözetmeyen ticaret politikaları, ABD’deki kritik, stratejik yatırımları genişletmek için pek bir şey yapmıyor ve siyasi bağlantılı firmaları muaf tutarak ve sisteme oynamalarına izin vererek kayırmacılıkla dolu. Onun merkantilizminin hiçbir faydası olmayacak, zira bu stratejinin en kötü kusurlarını bünyesinde barındırıyor.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Fas, Batı Afrika’da imparatorluk inşa ediyor

Yayınlanma

“Fransa Batı Afrika’dan çekilirken, Fas diplomasi ve ekonomik entegrasyon yoluyla boşluğu doldurmaya çalışıyor, ancak bu tek başına yürüttüğü bir mücadele değil. İki devlet arasında iktidarın ‘devri’ için yapılan zımni anlaşma söz konusu… ” Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesindeki güç ve endüstri rekabetine ilişkin stratejik araştırmalar ve analizler yayınlayan Vizier blogdaki yazıyı Mert Cafer Eral çevirdi.

***

Afrika’ya yol döşemek

Fransa Batı Afrika’dan çekilirken, Fas diplomasi ve ekonomik entegrasyon yoluyla boşluğu dolduruyor.

19 Şubat 2025’te, Fas ve Moritanya hükümetleri Smara ve Bir Moghrein şehirleri arasında Moritanya’nın hidrokarbon ve çeşitli mineraller yönünden zengin iç kesimlerini Fas’ın Atlantik kıyısındaki limanlarına bağlamak için bir kara yolu kurma anlaşması yaptılar. Rotanın iki ülke arasındaki lojistik geçişini hızlandırması bekleniyor, örneğin bu yol Moritanya’nın ham demir ulaştırma süresini Nouadhibou limanına yapılan yedi günlük bir seferden, sözü ettiğimiz yolu kullanarak Fas’ın Laayune limanına yapılan üç günlük bir yolculuğa indirecek.

Yakın bir tarihe kadar, Fas Afrika’nın kalanından izole bir konumdaydı. Doğusundaki tek komşusu Cezayir, güneyde ise çoğunlukla kontrol altında olmayan Sahra vardı. Cezayir’le aralarındaki sürekli yükselen tansiyonlar Fas’ı sınırı tekrar tekrar kapatmaya mecbur bırakıyordu, bu durum Afrika’nın kalanıyla tek bir kara bağlantısı olduğu anlamına geliyordu: Moritanya üzerinden, tartışmalı Batı Sahra bölgesinden güneye doğru. Fas, Batı Sahra’yı kendi topraklarının ayrılmaz bir parçası olarak kabul ediyor ve 1975 yılında İspanya’nın eski kolonisi olan bu bölgeden çekilmesinden bu yana bölgenin büyük bir kısmını yönetiyor.

Batı Sahra’nın yerlisi olan Sahrawi halkını temsil ettiğini iddia eden isyancı grup Polisario Cephesi uzun süredir bağımsızlık istiyor. 1975’ten bu yana Cezayir, Libya, Küba ve İran’dan çeşitli derecelerde askeri, mali ve diplomatik destek aldığı iddia edilen Polisario, Fas’a karşı kesintili bir savaş yürüttü. Uluslararası gözlemciler bu on yıllık savaşın savaşçılar ve siviller arasında 10.000 ila 20.000 kayıpla sonuçlandığını tahmin etmektedir.

İsyan bastırma faaliyetleri dahilinde Fas hükümeti toplamda 100.000 asker içeren karakollarla korunan 2.700 kilometrelik “kum duvar” Berm’i inşa etti. Cezayir sınırından Atlantik’e kadar uzanan bu hat Fas’ın fiili güney sınırları olarak hizmet ediyor. Berm, Batı Sahra (ve dolayısıyla Fas) ve Moritanya arasında ufak bir bölgeyi kapsayarak İnsansız Bölge olarak bilinen kimsenin yaşamadığı bir bölge yarattı. Bölgedeki mayınlı araziler ve kalıcı yerleşimlerin yokluğu sebebiyle bölge Moritanya ve Fas arasında direkt sınır geçişini engelledi.

Bu durum değişiyor. Bir zamanlar Moritanya ve Fas arasında, İnsansız Bölge ile ayrılmış uzak bir kontrol noktası olan Guerguerat sınır karakolu, şimdi gerekli altyapıya sahip, tamamen işlevsel bir uluslararası geçişe dönüştürülüyor. Fas’ın Sahraaltı Afrika ile ticaret ağında önemli bir düğüm haline gelen bu sınır kapısı, başta tarım ve sanayi ürünleri olmak üzere Fas’ın toplam ihracatının yaklaşık %2’sini oluşturan 1 milyar doların üzerinde yıllık ihracatı kolaylaştırıyor.

Guerguerat ve Smara-Bir Moghrein geçişleri lojistik iyileştirmelerden daha fazlasını temsil etmektedir. Bu altyapı, Moritanya ve demir, bakır ve petrol bakımından zengin iç kesimleriyle Laayoune gibi Fas’ın Atlantik limanlarına doğrudan koridorlar oluşturarak Moritanya’yı Fas’ın ihracata dayalı ekonomisine daha fazla entegre edecek ve Afrika’nın geri kalanının bu genişleyen ekonomik bölgeye katılmasını sağlayacaktır. Fas’ın önemli doğal kaynaklar gerektiren endüstriyel hedefleri göz önüne alındığında, bu gelişme Rabat’ın kendisini Afrika’nın Atlantik, Avrupa ve ötesine açılan birincil ekonomik geçidi olarak konumlandırmaya yönelik uzun vadeli jeopolitik stratejisinde yeni bir aşamaya işaret ediyor.

Tüm bunlarla birlikte, Fas tarihsel rakibi Cezayir’e üstün gelmek ve bölgedeki Fransız etkisini azaltmak istiyor. Ancak Fası zor bir yolculuk bekliyor. Fransa’nın diplomatik başarısızlıklar nedeniyle etkisinin azalması ve Rusya’nın Mali ve başka yerlerdeki müdahalelerinin savaş suçları ve diğer suistimaller nedeniyle artan bir incelemeyle karşı karşıya kalmasıyla Batı Afrika’da bir güç boşluğu ortaya çıktı.

Türkiye, İran, Körfez ülkeleri ve Çin bu boşluğu doldurmak istiyor. Yine de, Fas burada bölgeye coğrafi olarak en yakın, politik olarak stabil, ekonomik olarak uyumlu bir rakip olması ve yüz yıldır bölgede süregelen kültürel ve yayılmacı gücü sebebiyle iddialı bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Dış aktörlerin aksine Fas, 1999’da Fas tahtına çıkan Kral 6. Muhammed (MVI) yönetiminde yirmi yılı aşkın bir süredir hazırlandığı geleceğe yatırım yapıyor.

Mahzen: Fas’ın Devlet Geleneği

Fas’ın bölgedeki konumu, Batı Afrika, Akdeniz ve Orta Doğu arasında seyahat eden halklar, mallar ve fikirler için binlerce yıllık köprü rolüne dayanmaktadır. Berberi tüccarlar ve kervanlar yüzyıllar boyunca Sahra ötesi ticaretin can damarı olarak faaliyet göstermiş, Sijilmasa ve Marakeş gibi Fas şehirlerini Timbuktu ve Gao gibi Batı Afrika merkezlerine bağlamıştır. Faslı tüccarlar tekstil, seramik ve silahları altın, fildişi ve tuzla takas ederek Fas hanedanlarını zenginleştiren ve Fez ve Meknes’in büyük camileri gibi anıtsal projeleri finanse eden bir ticaret yaptılar.

Ticaret aynı zamanda kültürel ve dini alışverişi de kolaylaştırdı. İslam’ın 7. ve 8. yüzyıllarda Kuzey Afrika’da yayılması, Fas’ın imparatorluk kimliğine zemin hazırlayan kalıcı siyasi, kültürel ve ticari bağları teşvik etti. Timbuktu’daki âlimler Fez’deki Al-Qarawiyin Üniversitesi gibi Fas’ın öğrenim merkezlerine seyahat ederken, Ticaniye ve Kadiriye gibi Sufi tarikatları güneye doğru yayılarak Fas’ın İslam yorumlarını Batı Afrika toplumlarına yerleştirdi. Fas bugün de bölgede kültürel ve dini yumuşak gücünü korumakta ve Fas’ta hakim olan Maliki İslam hukuku ekolü Batı Afrika’nın büyük bölümünde birincil mezhep olmaya devam etmektedir. Fas ayrıca Senegal, Mali ve Nijer gibi ülkelerdeki camilerin yapımını ve bakımını finanse ederken, bu ülkelerden gelen imamları Fas dini kurumlarında eğitmektedir.

Tüm bunlar, yüzyıllar boyunca çeşitli hanedanlıklar ve biçimler arasında Arapça ‘dolap’ veya ‘depo’ kelimesinden türetilen Mahzen olarak anılan günümüz Fas’ında yoğunlaşan siyasi güçler tarafından kolaylaştırıldı. Gerçekten de Fas, Kuzey ve Batı Afrika’da yüzyıllara dayanan  bir devlet geleneğine sahip az sayıdaki siyasi oluşumdan biridir. I. İdris tarafından 757 yılında kurulan İdrisi hanedanı, Berberi kabileleri ve Arap yerleşimcileri birleştirmiş ve Fas’ın bölgesel bir güç olarak rolünü kurumsallaştırmıştır; bu miras daha sonra Fas’ın etkisini güneye, Batı Afrika’ya ve Gana İmparatorluğu’na kadar genişleten Murâbıtlar (11.-12. yüzyıllar) tarafından genişletilmiştir. 16. yüzyıla gelindiğinde Sa’adi hanedanı Fas’ın gücünü daha da ileriye taşıyarak 1591’de o zamanlar Batı Afrika’nın hâkim gücü olan Songhay İmparatorluğu’nu deviren bir askeri harekât başlattı. Sa’adi’nin Timbuktu ve Gao’yu fethi, bu şehirleri Fas tarafından yönetilen paşalıklara (eyaletler) dönüştürerek Sahra ötesi ticaret yollarının kontrolünü güvence altına aldı.

Fas’ı 1631’den beri yöneten mevcut Alevi hanedanı bu imparatorluk mirasını devralmıştır. Sultan Mulay İsmail (1672-1727) döneminde Fas’ın etkisi Sahra’nın derinliklerine kadar uzanmış ve bugünkü Senegal’deki Saint-Louis’ye kadar ulaşmıştır. Bu tarihi iddialar daha sonra 20. yüzyılın ortalarında Fas’ın milliyetçi İstiklal hareketi tarafından yeniden canlandırıldı ve Moritanya’nın sınırlarının meşruiyetini Fas’ın doğal hinterlandını parçalamak için tasarlanmış bir “sömürgeci yapaylık” olarak reddetti. Moritanya’nın egemenliğinin 1973’te resmen tanınmasından sonra bile Fas’ın jeopolitik tahayyülü Batı Afrika’ya uzanan bir etki alanı vizyonundan hiçbir zaman tam olarak vazgeçmedi.

1956’da Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından Fas’ın dış politikası başlangıçta pan-Arabizm ve “ alt sınıf ” dayanışmasına yönelmiş ve Sahra-altı Afrika ile olan tarihi bağlarını bir kenara bırakmıştır. Bu değişim, Afrika’nın büyük bir kısmının Polisario Cephesi’nin Sahrawi Arap Demokratik Cumhuriyeti’ni (SADR) tanımasının ardından Fas’ı diplomatik olarak izole eden Batı Sahra çatışmasıyla daha da şiddetlendi. Fas’ın 1984 yılında SADR’nin kabul edilmesini protesto ederek Afrika Birliği Örgütü’nden (OAU) çekilmesi, Afrika ilişkilerinde dibe vuruşa işaret etti.

Bu konum Kral MVI döneminde Fas’ın kendisini ülkenin çeşitli imparatorluk hanedanlarının “mirasçı devleti” olarak yeniden konumlandırması ve meşruiyetini Batı Afrika’nın Sahra ve Sahel bölgeleri üzerindeki derin kurumsal sürekliliğinden ve tarihsel etkisinden alması ile değişti. Fas 2017’de Afrika Birliği’ne geri döndü ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’na (ECOWAS) üyelik arayışına girdi, Kazablanka-Dakar otoyolu gibi altyapı yatırımları için lobi yaptı ve 2012 Mali çatışmasından göç yönetişimine kadar bölgesel krizlerde kendisini arabulucu olarak konumlandırdı. Bu çabalar, Fas’ın Afrika ve Avrupa arasında bir geçit olarak tarihi rolünü yeniden canlandırmak ve Batı Afrikalı ortakları çekmek için siyasi istikrarından, bankacılık sektöründen ve sanayi tabanından yararlanmak için uzun vadeli bir vizyonu yansıtıyor.

Frankofonu Taşeronlaştırmak

Fas’ın ekonomik ve diplomatik genişlemesi Fransa’ya karşı düşmanca bir eylem olmaktan ziyade Fransa’nın frankofon etki çemberinde Fas’ı bir “taşeron” olarak kullanma girişimlerinin bir parçası. Fransa’nın geçmiş sömürgeleri üzerindeki  etkisi tüm girişimlere rağmen zaman içinde azalırken, Fas Fransa’nın buradaki etkisini tek başına sürdürememesinden mütevellit bu süreci üstlenmesi için yeni ortaklar aradığı bu dönemde avantajlı bir pozisyon aldı.

1999 yılında iktidara geldiğinden beri, MVI Fasın Batı Afrikadaki Fransız etkisinin yerini alması için bölgedeki ülkelerle ileri düzey bir diplomasi yürütüp stratejik ekonomik yatırımlar yaparak aralarındaki bağı güçlendirmeyi amaçlıyor. Senegal, Mali, Gine, Nijer, Burkina Faso, Fildişi Sahili gibi ülkelere gerçekleştirilen sık seyahatlerde ticaret, altyapı, güvenlik ve gelişim gibi konuları da içeren çok sayıda işbirliği anlaşması yapılıyor. Bu anlaşmalar Fas’ın kendisini Afrika ve Avrupa arasındaki en önemli ekonomik ve lojistik kanal yapma planının bel kemiğini oluşturuyor.

Bu stratejinin kalbi Fas’ın fiili varlık fonu olan kraliyet ailesinin finansal kolu Al Mada yatırım fonu. Al Mada sayesinde Fas Fransa’nın bölgedeki etkisinin yerini almak amacıyla Batı Afrika pazarlarında, bankacılıkta, sigortacılıkta, telekomünikasyonda ve inşaat sanayide agresif bir biçimde büyüyebildi.

Attijariwafa Bank ve BMCE Bank gibi önde gelen Faslı finans kuruluşları, Société Générale gibi Fransız kuruluşlarının çekilmesiyle hızlanan bir eğilimle Batı Afrika’da güçlü bir varlık oluşturdu. Fas’ın en büyük finans kuruluşu olan Attijariwafa, Moritanya, Togo ve Benin’deki Société Générale yan kuruluşlarını satın almaya hazırlanıyor. Bu genişleme sadece Fransa’nın tarihsel ekonomik hakimiyetine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda Fas’ın kıtanın finans kapısı olma yönündeki daha geniş hedefini de yansıtıyor.

Benzer şekilde, telekomünikasyon alanında Fas’ın İtissalat El Mağrib (Maroc Telecom) şirketi başta Batı Afrika olmak üzere 11 ülkede faaliyet göstermekte ve Moritanya’da Mauritel, Burkina Faso’da Onatel ve Mali’de Sotelma gibi iştirakleri yönetmektedir. Fransız Orange ile birlikte Fas’ın Maroc Telecom’u Afrika’nın en büyük telekom operatörleri arasında yer alan yükselen bir yıldız.

Fas ayrıca, 26 Afrika ülkesine internet erişimi sağlamak üzere tasarlanan ve Elon Musk’ın Starlink’i ile doğrudan rekabet eden bir uydu takımyıldızı projesi olan Panafsat girişimi aracılığıyla teknolojik hedeflerini ilerletiyor. Ülke, özellikle Fransız firmalarının kapsamlarını azaltmasıyla değişen bölgesel dinamiklerden faydalanıyor. Tanger-Med’in (dünyanın en büyük 17. limanı) işletmecisi Marsa Maroc gibi Faslı şirketler, Bolloré Logistics’in bölgeden ayrılmasının ardından Liberya ve Benin’deki lojistik altyapısını yönetmek için devreye girdi.

Fas’ın güney illeri Dahla ve Layoune, krallığın bölgesel stratejisinde kritik düğüm noktaları olarak hizmet veriyor. Bu bölgelerin stratejik değerinin farkında olan Kral MVI, 2014 yılında bu bölgeleri trans-Afrika ticareti için lojistik merkezlere dönüştürmek üzere 7 milyar dolarlık bir altyapı girişimi başlattı. Şubat 2025’te Smara-Bir Moghrein sınır kapısının açılması, Moritanya demir cevherinin Layoune’daki Fas çelik tesislerine ulaşması için doğrudan bir rota oluşturarak bu vizyonu örneklemektedir. Bu gelişme Fas’ı bölge için bölgesel bir çelik işleme merkezi olarak konumlandırıyor.

Altyapı gelişimi, Dahla Atlantik Limanı projesinin bölgesel ticaret dinamiklerini dönüştürmeyi vaat ettiği Fas’ın Atlantik kıyı şeridine kadar uzanıyor. Balıkçılığı canlandırmak, Afrika ve Brezilya ile ticareti geliştirmek ve gelişmiş deniz lojistiği sağlamak üzere tasarlanan liman, trans-Afrika bağlantısına yönelik daha geniş bir vizyonun parçasını oluşturuyor. Bu denizcilik genişlemesini tamamlayan Fas’ın 2023 Sahel için Atlantik Girişimi (AIfS), Moritanya’yı Mali, Burkina Faso, Nijer ve Çad gibi denize kıyısı olmayan ülkelere bağlayan demiryolu ve karayolu ağları için iddialı planların ana hatlarını çiziyor.

Enerji gelişimi, Fas’ın bölgesel entegrasyon ve enerjide kendi kendine yeterlilik stratejisinin bir diğer ayağını oluşturuyor. Hükümet, 2030 yılına kadar yurt içi elektrik üretiminin %52’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından elde etmek gibi iddialı bir hedef belirledi. Bu yenilenebilir enerji stratejisinin merkezinde 510 megawatt ile dünyanın en büyük konsantre güneş enerjisi santrali olan Noor Ouarzazate Güneş Kompleksi yer alıyor. Fas, ulusal (ve sivil) bir nükleer enerji programı başlatmak için Batı Sahra’daki uranyum yataklarının potansiyelini araştırıyor. Krallık ayrıca Moritanya ile 2024’te imzalayacağı bir anlaşmayla Batı Afrika Enerji Havuzu’na katılarak Batı Afrika ülkelerine elektrik ihracatını mümkün kılacak. Belki de en iddialısı, Fas, Nijerya gazını Fas toprakları üzerinden Avrupa pazarlarına taşıyacak 25 milyar dolarlık bir proje olan Afrika-Atlantik Gaz Boru Hattı üzerinde işbirliği yapıyor.

Kültürel ve akademik bağlar Fas’ın stratejisini daha da güçlendiriyor. Fas’taki üniversiteler Senegal, Mali ve Fildişi Sahili’nden binlerce öğrenciye ev sahipliği yapıyor ve bu öğrencilerin birçoğu askeri bilimler, tarım ve mühendislik eğitimi almak için burs alıyor. Bu değişimler kalıcı ikili ilişkileri teşvik etmekte ve Fas’ın uzun vadeli ortaklıklar geliştirirken uzmanlığını ihraç etmesini sağlıyor.

Tarım ve gıda güvenliği Fas’ın bölgesel faaliyetlerinin bir diğer ayağını oluşturuyor. Ülke Batı Afrika’ya milyonlarca dolar değerinde tarım ürünü ihraç ediyor, ancak bunlar Moritanya’nın Fas kamyonlarını vergilendirmesi nedeniyle sık sık zorlanıyor. Bunu aşmak için Fas, Senegal’e yeni nakliye rotaları açarak Batı Afrika pazarlarına doğrudan deniz yoluyla erişim sağladı.

Fas bu esnada otomobil üretimine yaptığı önemli yatırımlar ve Kazablanka’da 500 milyon dolarlık bir ilaç fabrikasıyla imalat sektörünü güçlendiriyor. Bu tesis, ülkeyi, yerel araştırma ve geliştirme çalışmalarıyla desteklenen, Afrika’nın önde gelen aşı ve ilaç ihracatçısı konumuna getirmeyi amaçlıyor. Fas’ın gelişmekte olan otomotiv endüstrisine, Batı Afrika ülkeleriyle ihracat sözleşmeleri imzalayan ulusal otomobil üretim girişimi Neo Motors öncülük ediyor.

Fas Haşin bir Jeopolitik Rekabette

Fransa’nın Batı Afrika’daki tarihsel etkisi dramatik bir şekilde azaldı ve askeri cuntalar Sahel ülkelerini birer birer ele geçirirken bölgede geniş çaplı bir askeri geri çekilme yaşandı. Bu durum, bir zamanlar Afrika’nın geri kalanıyla birlikte Fransa tarafından sömürgeleştirilen Fas’ın boşluğu doldurması için fırsatlar yarattı. Ancak Batı Afrika’da nüfuz mücadelesi veren tek aktör Fas değil. Cezayir gibi bölgesel komşular ve Rusya, Türkiye, Çin ve BAE gibi uluslararası güçler de benzer şekilde varlıklarını yoğunlaştırdı ve her biri farklı stratejik gündemler geliştirdi.

Onlarca yıllık Sovyet dönemi ‘Afrika politikası’ ve Başkan Vladimir Putin’in hırsı tarafından yönlendirilen Rusya, bölgedeki en önemli askeri güç haline gelmek için Batı Afrika’da yükselen Batı karşıtı (özellikle Fransız karşıtı) duygulardan yararlandı. Mali, Burkina Faso, Nijer ve Çad’dakiler de dahil olmak üzere askeri cuntalara verdiği destek (aynı zamanda doğu Libya ve Sudan’daki etkilerini genişletme arayışları) ve dezenformasyon kampanyaları ve propaganda gibi dördüncü nesil savaş taktikleri sayesinde Rusya, Fransız etkisini önemli ölçüde aşındırdı. Ne var ki, Rusya da bölgedeki yumuşak gücünün, özellikle de Mali’de Kremlin’in bir uzantısı olarak faaliyet gösteren Wagner Grubu gibi paramiliter örgütlerin eylemleri nedeniyle önemli darbeler aldığını gördü. Güvenlik sözleşmeleri bahanesiyle altın rezervlerini yasadışı olarak çıkaran grup, çok sayıda insan hakları ihlali ve sivillere yönelik katliamlarla da suçlanıyor.

Tarihsel olarak Rusya’nın müttefiki ve Fas’ın baş düşmanı olan Cezayir, Fas sınırı yakınlarında Ruslarla ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Ne var ki, Ukrayna çatışması başladığından beri Cezayir, Rusya’nın silah ihracat kapasitesinin azalmasını ve açık askeri ittifaklara girme konusundaki isteksizliğini gerekçe göstererek Moskova’dan temkinli bir şekilde uzaklaştı. Bununla birlikte, her iki ülke de Suriye’deki Beşar Esad rejimini Aralık 2024’te yıkılana kadar desteklemeye devam etti. Cezayir ayrıca Rus yapımı Su-57 savaş uçaklarını satın alarak Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası’na (CAATSA) meydan okudu ve ABD’li Senatör Marco Rubio’nun 2022’de yaptırım önermesine yol açtı.

Cezayir ise, Fas’taki Polisario Cephesi ve Mali’deki Azavat Cephesi gibi ayrılıkçı hareketleri destekleyerek nüfuzunu genişletmek için uzun süredir vekalet savaşına bel bağlamış durumda. Sızdırılan diplomatik belgeler, 2012 Tamanrasset terör saldırısından sonra Cezayirli yetkililerin Mağrip El Kaidesi (AQIM) ile zımni anlaşmalar yaptığını ve Cezayir varlıklarının korunması karşılığında tehditleri Fas ve Fransa’nın çıkarlarına yönlendirdiğini gösteriyor. İddia edilen bu işbirliğinin son on yılda Mali’de en az üç Fas vatandaşının ölümüne yol açtığı bildiriliyor.

İran’ın Batı Afrika’daki rolü her ne kadar azımsansa da çok yönlüdür ve genişlemektedir. Tahran, 1990’lardan bu yana, tarihsel olarak Sufi İslam’ın hakim olduğu bir bölgede Şii dinini yaymayı teşvik ediyor. Nijerya şu anda Lübnan’dan daha büyük bir Şii nüfusa ev sahipliği yapıyor ve İran’ın devrimci sistemini model alan İslami Hareket gibi gruplar bir Şii İslam cumhuriyetini savunuyor. İran ve Hizbullah’ın 2018’den bu yana Polisario Cephesi’ni desteklediği, Tinduf’taki savaşçılara eğitim ve kısa menzilli füzeler sağladığı da iddia ediliyor. Hatta Polisario birliklerinin İran destekli milislerle birlikte Suriye’deki iç savaşa katıldığına dair raporlar da var.

Buna karşılık Çin’in müdahalesi öncelikle ekonomik. Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla hammadde teminine ve Moritanya’nın Nuakşot derin su limanı ve Gine’nin Cibloho Barajı gibi altyapıları finanse etmeye odaklanırken maden çıkarımı için lojistik ağlar kuruyor.

Türkiye ayrıca Cezayir tarafından vurulan model de dahil olmak üzere Mali’ye insansız hava araçları satarak ve Libya’nın Trablus merkezli hükümetini destekleyerek iddialı bir konuma geldi. Ankara’nın Libya’nın güneyinde, Cezayir sınırı yakınlarında askeri üsler açma planları Afrika’da derinleşen bir angajmana işaret ediyor.

Birleşik Arap Emirlikleri de Sahel’deki askeri cuntalarla bağlarını geliştirerek, Mali’nin altın ihracatını kolaylaştırarak ve Gine’nin boksit madenini Emirlik tesislerinde alüminyuma dönüştürerek önemli bir oyuncu olarak ortaya çıktı. Moritanya ile deniz erişim anlaşmaları ve Fas ile sağlam yatırım bağlantıları sürdürse de Cezayir ile ilişkiler rakip bölgesel hırslar nedeniyle gerginliğini koruyor.

Fas, Fransa’nın bölgedeki nüfuzunu değiştirmek için onunla bir anlaşma yapma avantajına sahip, ancak bölgesel hegemonya çabalarına karşı artan zorluklarla karşı karşıya. BAE ve Türkiye’nin üsler ve silah anlaşmaları yoluyla genişleyen askeri etkisi Fas’ın bölgesel nüfuzunu azaltma riski taşıyor.

Fas’ın Yükselişinin Önündeki Zorluklar

Fas’ın Batı Afrika’daki dış politikası, Fransa’nın bölgeden çekilmesiyle ortaya çıkan boşluk ve iki devlet arasında iktidarın ‘devri’ için yapılan zımni anlaşma sayesinde mümkün olmuştur. Kral MVI’nin yönetimi altında Fas, son birkaç on yıldır Afrika genelinde diplomatik, kültürel ve ekonomik nüfuzunu özenle geliştirdi. Bu sayede Afrika’nın dört bir yanındaki hammadde kaynaklarını Fas’taki fabrikalara aktararak katma değerli üretim yapabilen ve daha sonra da bunları dünyanın dört bir yanındaki ülkelere ihraç edebilen bir ekonomik imparatorluğun temelleri atılmış oldu.

Ne var ki Fas bunu yaparken çok sayıda zorlukla karşı karşıya. Fransız ordusunun geri çekilmesi, Rus paramiliter savaş suçları ve zayıf devlet kapasitesi El Kaide gibi grupların toprak işgal etmesine izin verdiği için Sahel’de terörizm yükselişte. Rusya, Çin, Türkiye, BAE ve İran gibi daha uzaktaki güçler de Afrika’daki kaos ortamından faydalanmaya çalışıyor.

Belki de en önemlisi, Fas’taki sıradan vatandaşlar, ülke yüksek ve kalıcı işsizlik ve düşük ücretlerden muzdarip olduğu için meyvesini alamıyor. Fas’ın siyasi ve ekonomik eliti Mahzen ve özellikle de Al Mada fonu aracılığıyla kraliyet ailesi, Fransız varlıklarının satın alınması ve Afrika genelinde yeni iş bağlantıları yoluyla meyvelerin aslan payını alıyor. Kral MVI, Batı Afrika’ya bakıp Fas’ın bölgedeki tarihi üstünlük konumunu yeniden tesis etme fırsatını görürken, Fas’ın siyasi ekonomisini düzeltmek gibi eve daha yakın meselelerle uğraşmak zorunda kalabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English