Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Küresel Güney’de yeni bir borç krizi kapıda mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Bretton Woods’un halefi olan krizle eş anlamlı küresel mali sistem temellerinden sarsılırken üçüncü dünyayı yeni bir borç krizi bekliyor. Eski Arjantin Ekonomi Bakanı Martin Guzman, aşağıda tercümesi bulunan uzun ve çarpıcı bir mülakatta Latin Amerika ve Afrika coğrafyasındaki yeni borç krizinin sebeplerini ve görev yaptığı dönemde ülkesinin IMF ile yaşadığı süreçleri değerlendirerek borç krizlerinin güç dinamiklerinden ayrı tutulmaması gerektiğine dikkat çekiyor.


Küresel Güney’de yeni bir borç krizi mi?

Lynn Parramore
Institute for New Economic Thinking
17 Nisan 2023

Eski Arjantin Ekonomi Bakanı Martin Kuzman, özellikle kamu borçları söz konusu olduğunda gücün neden iktisadi araştırmaların merkezinde yer alması gerektiğini açıklıyor.

Dünyadaki tüm gelişmekte olan ülkelerin yarısından fazlası ya şu anda borç sıkıntısı içinde ya da borç sıkıntısına doğru gidiyor.

İnsanlar Latin Amerika ve Afrika’nın “kayıp on yıl” yaşadığı 1980’lerin başından bu yana görülmemiş büyüklükte yeni bir uluslararası borç krizinin ufukta belirdiğini idrak ediyor. Bu büyüklükteki patlamalar sağlık, eğitim ve sosyal istikrar alanlarında yıllar alan ilerlemeleri silip süpürebilir. Ancak pek çok kişi bunun neden ve nasıl olduğunu anlamıyor.

Yeni bir kriz ivme kazanırken, Arjantin’in eski ekonomi bakanı ve Columbia Üniversitesi Politika Diyaloğu Girişimi Eş Başkanı iktisatçı Martin Guzman, neyin yanlış gittiğine ve buna karşı neler yapılabileceğine dair kendi bakış açısını sunuyor. Guzman’a göre borç krizlerini, oyundaki güç dinamikleriyle yüzleşmeden anlamak mümkün değil.

Lynn Parramore: Ne oldu da birdenbire bu kaygı verici durum ortaya çıktı?

Martin Guzman: Küresel Güney’de yaklaşmakta olan bir borç krizine şahit oluyoruz. Bizi bu duruma bir dizi hadise sürükledi. Bunlardan kritik olan üçünü ayırıyorum.

Küresel Güney’deki borç dinamiklerini anlamak için Kuzey’deki para politikalarında neler olduğuna bakmak her zaman son derece elzemdir.

Yaklaşmakta olan bu borç krizini anlamak için kritik olan ilk hadise on buçuk yıl önce gerçekleşti. ABD mali krizine verilen reaksiyon, parasal genişleme yoluyla büyük bir likidite yaratılmasını gerektirdi. Bu likidite, sermaye hareketliliğinin olduğu bir dünya ekonomisinde her zaman olduğu gibi küresel hale geldi. Faiz oranlarının sıfır olduğu bir dünyada, küresel piyasa oranlarının üzerinde bir getiri arayışını içeren tuhaf bir kavram olan “getiri arayışı” vardı. Rekabetçi piyasada bu, elbette daha yüksek bir riske göre ayarlanmış getiri anlamına gelmeyecek belirli bir risk ve getiri seçimi anlamına gelecektir.

Kayda değer sayıda ülkenin ilk kez uluslararası kredi piyasalarına erişim sağladığına şahit olduk, ancak bu erişim riskleri kaldıracak oranlarda gerçekleşti. Bu durum, gelişmiş ekonomilerin hazine bonoları sıfıra yakın, hatta bazı durumlarda negatif faiz getirirken yüzde 8 ila 10 faiz oranlarıyla borçlanan Afrika ülkeleri için geçerliydi. Daha önce Yüksek Borçlu Yoksul Ülkeler (HIPCs) grubunun bir parçası olan ve şu anda her ikisi de borç krizi yaşayan Gana veya Zambiya gibi ülkeler, yurt dışına tahvil ihraç etmeyi başardılar ama yüksek oranlarla.

Ayrıca uluslararası kredi piyasalarına yeniden erişen ülkeler de oldu. En dikkat çekici örnek 2016 yılında Arjantin’di. Ülke, uluslararası özel kredi piyasalarından 15 yıl boyunca dışlanmasını da içeren, akbaba fonlarıyla ABD mahkemelerinde süren uzun soluklu anlaşmazlığın sona ermesinin ardından ortalama yüzde 7’lik oranlarla (Amerikan doları cinsinden) yeniden borçlanmaya başladı. Bu durum, küresel faiz oranları henüz sıfıra yakınken yaşanıyordu.

İkinci kritik hadise Covid-19’du. Pandemi, ülkelerin vergi gelirlerinin düşmesi ve daha fazla harcama yapma ihtiyacı duymaları nedeniyle küresel borçların artmasına yol açtı. Gelişmiş ekonomiler için bu durum sürdürülebilirlik açısından değil, daha çok nesiller arası sonuçlar doğurdu; gelecek nesiller bugün üstlenilen borçları ödeyecekti. Fakat Küresel Güney’deki bazı ülkeler için bu durum ani borç sıkıntısı yarattı.

Son darbe Ukrayna’daki savaş oldu ve bu da enflasyonu tüm dünyadaki ekonomi yetkilileri için en önemli endişe kaynağı haline getirdi. Gelişmiş ekonomilerin merkez bankalarının buna verdiği reaksiyon, faiz oranlarının artırılması ve “parasal sıkılaştırma” olarak nitelendirilen, parasal genişlemenin geri alınması oldu. Bu da daha az ve daha pahalı likidite anlamına geliyor.

Merkez bankalarının kendi yetkileri var ve eylemlerinin uluslararası anlamdaki etkilerini dikkate almazlar. Küresel Güney için borçları yönetmek daha da zorlaşıyor ve çoğu durumda sürdürülemez hale geliyor. Borçları yeniden finanse etmek için kredi piyasalarına erişim olmadığından, borçları ödemek iktisadi ve toplumsal dinamikleri istikrarsızlaştıracak, daha derin resesyonlar, daha fazla işsizlik ve daha fazla enflasyon anlamına gelecektir.

Bu sonuçlar, birkaç güçlü ülkenin politikalarının dünyanın geri kalanı için nasıl ciddi yansımaları olduğunu gösteriyor.

Ortaya çıkan bu borç sorunu 2008’de yaşananlardan ve dünyanın pek çok yerinde “kayıp on yıla” yol açtığı söylenen, 1980’lerin meşhur borç sorunlarından hangi açılardan farklı?

Şu anda yaşananlar ile 1980’ler arasında benzerliklerin yanı sıra önemli farklılıklar da var. Her iki durumda da sorunların öncesinde küresel likiditenin arttığı bir dönem yaşandı ve daha sonra bu durum aniden tersine döndü. 1970’lerde petrol fiyatlarındaki şoklar petrol ihraç eden ülkelerde büyük ticaret fazlalarına, petrol ithal eden ülkelerde ise açıklara yol açmıştı. Bu fazlalıklar, açık veren ülkelere verilen kredilerin temelini oluşturdu. 1981’de Fed, enflasyona faiz oranlarını yüzde 20’ye kadar yükselterek yanıt verdi. Bugün Fed yine faiz oranlarını aniden artırdı ama bu kadar fazla değil. Her iki durumda da gelişmiş ekonomilerdeki daraltıcı para politikaları başka yerlerde sorun yarattı.

İlk önemli fark, 1980’lerdeki borç krizinin şu anda şahit olduğumuzdan farklı bir grup ekonomiyi sıkıntıya sokmuş olması. Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmı krizdeydi; önce Polonya, ardından Romanya, Macaristan ve Yugoslavya on yılın başında IMF finansmanı talep etti. Ve bu, Brezilya ve Meksika da dahil olmak üzere Latin Amerika’nın büyük ekonomilerini vurdu. IMF kredileri o zaman için rekor miktarlara ulaştı ve bu paralar özel alacaklıları kurtarmak için kullanıldı.

1980’lere kıyasla ikinci önemli fark, kreditörlerin bileşimi ve maruz kaldıkları risklerin büyüklüğü. O dönemde egemen ülkelere sağlanan uluslararası özel finansman çoğunlukla ticari banka kredileri şeklindeydi. Özellikle ABD ve Japonya’dan gelen banka riskleri o kadar büyüktü ki Latin Amerika’da ülkelerde yaşanacak bir temerrüt dalgası bu iki gelişmiş ekonomide mali kriz yaratırdı ve bu neredeyse kesin olarak küresel bir krize evrilirdi.

Yıllar evvel İsveçli büyük iktisatçı Axel Leijonhufvud tarafından doktora öğrencileri için kurulan muhteşem bir akademik okul olan Trento Yaz Okulu’nda der verirken ilginç bir şeye tanık oldum. Euro-dolar sendikasyon kredisi piyasasından sorumlu olan ve Latin Amerika’daki borç kriziyle bu pozisyondan ilgilenen New York Fed’in emekli eski iktisatçılarından biri, dersinde bize çok samimi bir şekilde Amerikan bankalarının o kadar açıkta olduğunu anlattı ki, ABD hükümeti bu bölgedeki ülkelerde bir temerrüt dalgası yaşanmasına engel olmak için bölgeye yönelik dış politika geliştirmek zorunda kalmıştı. Bunu on yıl boyunca yaptılar ki bu süre, bazı kayıpları kabul etmenin sistemi iflas ettirmeyeceği bir noktaya ulaşmak için gereken süreydi. Dinleyicilerimiz arasında o on yıl boyunca ülkelerinde karar mercilerinde yer almış Latin Amerikalı iktisatçılar vardı. Dövizden mahrum kalmanın büyüme açısından nasıl kayıp bir on yıla ve Arjantin’de olduğu gibi bazı durumlarda hiperenflasyona yol açtığını ilk elden görmüşlerdi. O kasvetli suratları hatırlıyorum. Hükümetler yabancı para cinsinden borçlandıklarında, ülkelerin borç krizlerinin çözümünün jeopolitik bir süreç olduğunun ayırdına varmaları gerekir. Bu 1980’lerde de geçerliydi, şimdi de geçerli ama alacaklıların bileşimi ve buna bağlı jeopolitik durum bugün farklı.

1980’lerde yaşanan hadiseler uluslararası finans sistemini değiştirdi ve devletlere yönelik uluslararası özel finansmanın ana kaynağı olarak tahvil borcuna zemin hazırladı. Bu bizi üçüncü temel farka götürür; özel alacaklılar evreni bugün daha parçalı ve koordine edilmesi daha zor. Bu aynı zamanda borçlular, özel alacaklılar ve kurumsal alacaklılar arasındaki ilişkilerin de farklı olduğu anlamına geliyor.

Tahvilli borçlarda yeniden yapılandırmalar türev sözleşmelerin sahipleri, tahkim kararı sahipleri ve alacaklılardan ziyade “kamu kaynaklarının talep sahipleri” olarak adlandırabileceğimiz diğer kategoriler ile anlaşmazlıkları da içerebilir.

Son on buçuk yılda, yaklaşık 70 yıldır borçlu ülkelerle ilişkileri koordine eden ve düzenli olarak Paris’te toplanan yerleşik büyük alacaklı ülkeler grubunun aksine, “Paris kulübü dışındaki alacaklılar” olarak nitelendirilen yeni resmi iki taraflı alacaklıların oranında önemli bir artış yaşandı. Bu yeni grupta Çin en önemli aktör olmakla birlikte Hindistan, Güney Afrika ve Suudi Arabistan gibi yeni ortaya çıkan diğer kurumsal alacaklılar da yer alıyor.

Tüm bunlar, kırılganlık halindeki borçlular grubunun, uluslararası finans sisteminin maruz kaldığı risklerin ve alacaklılar grubunun 1980’lerden farklı olduğu anlamına geliyor. Sonuç olarak mevcut kriz muhtemelen daha az sistemsel olacaktır, ancak bundan zarar gören ülkeler için kötü olacaktır. Çözüm, borç silme işlemlerinin tarihte ilk kez etkileşim halinde olan ve birbiriyle rekabet eden çıkarlara sahip alacaklı sınıfları arasında dağıtılmasını gerektirecek.

Ülkelerin borç krizlerini çözmek üzere borçların yeniden yapılandırılmasına yönelik çok uluslu bir sistem ne o zaman mevcuttu ne de şimdi mevcut. Bu, uluslararası finansal mimarinin büyük bir eksikliği; tesadüfi bir eksiklik değil, uluslararası güç ilişkilerinin bir sonucu.

Akademik hayatınızda yıllarca uluslararası ekonomi üzerine çalıştınız. Daha sonra sizden ülkenizin alacaklıları ile müzakereleri fiilen yürütmeniz istendi. Bu iki tecrübe uluslararası borç sorununa ilişkin anlayışınızı nasıl etkiledi? Akademik teoriden istifade ettiğiniz özel bir içgörünüz var mı?

Bir karar alıcı olarak kamu borcu kriziyle baş ederken, açıkça tanımlanması gereken iki temel konu mevcut.

İlk olarak, ne tür bir borç yeniden yapılandırma operasyonu borcun sürdürülebilirliğinin yeniden sağlanması, yani ekonomik toparlanmaya elverişli ve sürdürülebilir ilerleme için gerekli koşulları oluşturan bir ekonomi politikası planının uygulanmasına yönelik koşulların yeniden sağlanması hedefiyle tutarlı olacaktır?

İkinci olarak hem uluslararası hem de ülke içindeki güç dinamiklerine dair görüşe ihtiyacınız olur. Her kamu borcunun yeniden yapılandırılması çatışma içeren siyasi süreçler, zira bu süreçlerden kaynaklanan bölüşüme ilişkin sonuçlar bulunur. Ayrıca sadece bireysel paydaşlara düşmeyebilecek verimlilik sonuçları da olur; bu daha geniş süreçler sadece pastanın nasıl pay edileceğini değil, aynı zamanda borçlu ve alacaklılar arasında paylaştırılacak pastanın büyüklüğünü de etkiler.

Teknik konuların anlaşılması işe yarar. Her borç yeniden yapılandırma sürecinin temel taşı, borcun sürdürülebilir olup olmadığını belirleyen ve cevap olumsuzsa, sürdürülebilirliği yeniden sağlamak için gerekli yardım miktarını hesaplayan borç sürdürülebilirlik analizidir. Uygun bir strateji oluşturmak için borç sürdürülebilirlik analizinin hem teorisini hem de pratiğini kavramanız gerekir.

Arjantin’in 2020’deki borç yapılandırması örneğini ele alalım. 2018 yılında, çoğu New York yasaları kapsamında olmak üzere iki yıl boyunca döviz cinsinden büyük miktarda borçlanmanın ardından ülke, uluslararası kredi piyasalarına erişimini tekrar kaybetti. Hükümet derhal IMF’ye başvurdu ve Trump yönetiminin siyasi desteğiyle kurum tarihindeki en büyük krediyi aldı. 50 milyar Amerikan doları tutarındaki kredi onaylandı, ardından 57 milyar Amerikan dolarına yükseltildi ve bunun yaklaşık 45 milyar doları, bir önceki Arjantin devlet başkanının 2019’da ilk tur seçimleri kaybetmesi üzerine IMF’nin krediyi durdurmasına kadar ödendi; bu, kredinin siyasi nitelikte olduğuna dair bir diğer ipucu (Kayıtlara geçmesi açısından, yeni seçilen Devlet Başkanı Fernandez göreve geldikten hemen sonra hükümetin IMF’ye olan borcunu artırmak istemediğini ve dolayısıyla onaylanan 12 milyar dolarlık ek krediyi almak istemeyeceğini açıkça belirtmişti).

2019’un aralık ayında göreve geldik ve ben de ülkenin ekonomi bakanı oldum. Derhal borç krizini ele almaya başladık. Döviz cinsinden kamu borcunun sürdürülemez olduğunu ve planlanan ödemelerde kayda değer bir kesinti ile borcun yeniden yapılandırılmasının büyümenin yeniden sağlanması için gerekli bir koşul olduğunu gösteren bir borç sürdürülebilirlik analizi yaptık. O esnada ekonomi serbest düşüşteydi.

Borç sürdürülebilirlik analizlerinin beklentileri sabit tutması beklenir. Fakat on milyarlarca doların söz konusu olduğu kazanılmış menfaatler bağlamında lobi faaliyetleri yoğun olur ve borçlu bir hükümet tarafından üretilen analizi, en gelişmiş teorik ve ampirik literatüre dayansa ve en iyi uluslararası uzmanlar tarafından kabul görse bile gayri meşrulaştırma konusunda son derece etkili olabilir. Bu yüzden IMF’den borcun sürdürülebilirliğine ilişkin bir analiz yapmasını talep ettim. Bu analizin hem alacaklılar hem de iç siyasi sistem için beklentileri sabitleyebilecek kılavuzlar sunması gerekiyordu.

IMF personelinin bir kısmından gelen ilk cevap şaşırtıcıydı. Bazıları bunu yapamayacağımızı zira ülkemizin IMF destekli bir programa dahil olmadığını (önceki program tamamen başarısız olmuş ve çoktan feshedilmişti, bu başarısızlık yıllar sonra, 2022’de IMF personeli tarafından kurum içi program değerlendirmesinde teyit edildi) ve bu nedenle borç sürdürülebilirlik analizini beslemesi gereken politika parametrelerinin ne olacağını bilemeyeceğimizi söylediler. Bu bana göre epey absürt bir tavırdı. Benim cevabım ise egemen bir ülke olduğumuz ve bu nedenle ülke IMF destekli bir program kapsamında olmasa bile hangi politikaları uygulayacağımıza ilişkin bilgileri sağlayabileceğimiz yönündeydi. Bazı tartışmalar oldu ve hatta Şubat 2020’de Suudi Arabistan’daki G20 toplantılarından sonra Washington D.C.’ye geçtim ve IMF’nin her üyesinin yapması gereken borç sürdürülebilirlik analizinin yapılması konusunda müzakere gibi görünen bir durumda ilerleme kaydettim. Nihayetinde IMF yönetimi, talebimiz üzerine bir “borç sürdürülebilirliği teknik analizi” hazırlama kararı aldı. Bu analiz Arjantin hükümeti tarafından hazırlanan analize oldukça benziyordu.

Alacaklılar bundan hoşlanmadı. Çok şikâyet ettiler. Bazı alacaklılar bana açıkça ABD Hazine Bakanlığı’ndaki personelin kendilerine IMF belgesini dikkate almamalarını söylediğini ifade etti. Bu bağlamda alacaklıların beklentilerini sabitlemek zordu, fakat IMF’nin borç sürdürülebilirliği analizinin yardımcı olduğu çok önemli bir nokta vardı; “iç politik ekonomi” olarak adlandırdığım sorunla başa çıkmamıza yardımcı oldu, yani kendi iç politik sistemimiz farklı nedenlerle zorlu bir müzakereyle yüzleşmeye hazır değildi ve alacaklılara hükümetin çok kötü bir anlaşma gerektirse bile temerrüt durumunda kalmaya istekli olmayacağına dair sinyaller vardı. IMF’nin Arjantin’in borçlarının sürdürülemezliğine dair söyledikleri, müzakere ekibinin iç baskılarla başa çıkma gücünü artırdı. Bazı yerel seçim bölgelerinin IMF’nin sağına yerleştirilmesi kolay olmaz.

Sizce ekonomi teorisi ve hukuk pratiği yukarıda bahsettiğiniz güçlere karşılık olarak ne şekilde değişiyor?

Kitabına uygun kamu borcu modelleri, kamu borcu temerrütleri, yeniden yapılandırmaları ve getirileri ile ilgili gerçekleri açıklamakta zorlanıyor. Kamu borçlarına ilişkin standart ekonomi literatürü, kamu borcu dinamiklerini anlamak için temel bir boyutu –güç– içermiyor.

Josefin Meyer, Carmen Reinhart ve Christoph Trebesch tarafından yakın zaman evvel yayımlanan “Waterloo’dan bu yana Devlet Tahvilleri” başlıklı makalede, Napolyon’un 1815’te Waterloo’da yenilmesinden bu yana –ki bu hadise egemen ulusların yaratılması dalgasına işaret eder– kamu borçlarının geçmiş getirileri hakkındaki veriler –temerrütler ve yeniden yapılandırmalarla ilişkili kayıpları hesaba katılarak– analiz ediliyor ve sistemin özünde nasıl işlediğine ışık tutan deliller sunuluyor; yabancı para cinsinden devlet tahvillerinin ortalama reel ex-post getirileri, ABD veya Britanya tahvillerinden ortalama 400 baz puan daha iyi performans gösteriyor ve Latin Amerika ülkelerinin çoğunda bu fark daha da büyük. Mesela Arjantin tahvillerinin son 140 yıldaki ortalama reel ex-post getirisi, tüm temerrütler hesaba katıldığında bile, ABD hazine tahvilinden 500 baz puandan daha yüksek.

Bunun izahı nasıl yapılabilir? Olası açıklamalardan biri, özel alacaklıların riskten kaçınmaları, dolayısıyla riskten bağımsız olduklarını veya risklerin yeterince çeşitlendirildiğini varsayan modeller bu sonucu açıklayamaz. Bu açıklamayı çok makul bulmuyorum, zira böyle bir durumda riskten daha az kaçınan alacaklıların veya riski daha iyi yönetenlerin “marjinal” tahvil alıcıları haline geldiğini gözlemlememiz gerekir. Bana göre bu delil, rantların var olduğunu ve bunun sistemin işleyiş biçimiyle ilgili olduğunu gösteriyor. Bu, gücün sistemi şekillendirme biçimi; ekonomi literatürünün derinlemesine araştırmadığı bir şey. Başka bir deyişle, sistemdeki güç, getirileri alacaklılar lehine yeniden ayarlıyor.

Gücün rolü, genel olarak ekonomide ve özel olarak da kamu borçlarında araştırma gündeminin merkezi bir parçası olmalı.

Uygulamaya gelince, daha önce de belirttiğim gibi güç dinamikleri ile ilgili bir evrim söz konusu. Bugün kamu borç krizlerinin çözümlenmesi pratiği açısından önemli olan iki hususu vurgulamama izin verin.

Bunlardan ilki alacaklıların koordinasyonu ile ilgili. Hala devletler konusunda iflas çerçevesine yakın bir durum yok, bu nedenle müzakereler uluslararası sistem dışında bir bağlamda gerçekleşiyor. Bretton Woods sisteminin sona ermesinden bu yana borç krizlerinin çözümü konusunda kötü sonuçlar gördük. Mevcut sistemsizlik, yeniden yapılandırmaların başlatılmasını geciktiren teşvikler üretiyor ve bunlar yapıldığında, genellikle ülkelerin büyümeyi yeniden tesis etmelerine olanak vermek için kısıtlı bir rahatlama sağlıyor. Literatürde bu sorun “çok az ya da çok geç” sendromu olarak adlandırılıyor.

Üst düzey uzmanlar uzun bir süredir kamu borçlarının yeniden yapılandırılmasına dönük çok uluslu bir sistemin oluşturulmasını talep ediyor. Stiglitz’in 2009 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Başkanı için hazırladığı Uluslararası Para ve Finans Sistemi Reformları Raporu bu konuda net ve yaşadığımız sıkıntıları öngörüyor. IMF bile 2001 yılında Kamu Borçlarının Yeniden Yapılandırılması Mekanizması önerisinde bulunmuştu. Borçlu ülkelerin bir alacaklıyı hakem olarak kabul etmeleri zor olsa da bu girişim hissedarların ya da en azından IMF’nin ana hissedarının desteğini alamadı; bu durum IMF anlaşma maddelerinde değişikliğe izin verecek oylama için Kongre’ye götürülmesi gerekecekti.

Özel tahvil sahiplerinin koordine edilmesi konusundaki en son gelişme, alacaklıların oybirliği olmadan hareket etmesini kolaylaştıran ve akbaba fonlarının bekleme davranışını daha az karlı hale getiren geliştirilmiş toplu eylem maddelerinin onaylanması oldu. Bu önlemler yardımcı oldu ama etkili yeniden yapılandırmaları teminat altına almak için yeterli değildi. Bunları ilk kez Arjantin’in 2020’deki yeniden yapılandırmasında test ettik.

Değinilmesi gereken ikinci konu IMF ile alakalı. Birkaç gün önce, 3 Nisan’da Columbia Üniversitesi Politika Diyaloğu İnisiyatifi, Columbia Business School’da kamu borçları konusunda uzmanların katıldığı bir yuvarlak masa toplantısına ev sahipliği yaptı. Yuvarlak masa toplantısına borçlu ülkelerin temsilcileri, ABD Hazine Bakanlığı, Çin, özel borç verenler, IMF, akademisyenler ve uygulamacılar katıldı. Çok aydınlatıcı tartışmalarda bulunduk. Borçlu ülkeler, IMF bir borç sürdürülebilirlik analizi yaptığında, IMF İcra Kurulu programı onaylayana kadar bunun gizli kalmasından şikâyet ediyorlardı. Karar alıcıların çoğu tüm bilgileri kamuya açık hale getirebileceklerini bilmiyorlar; bunu yapmamaları için dürtülüyor ya da baskı görüyorlar. Üye ülkeler olarak IMF’den teknik yardım olarak bir borç sürdürülebilirlik analizi yapmasını talep edebilir ve IMF destekli bir programa yönelik müzakereler olmasa bile bunu yayımlatabilirler. Ülkeler ayrıca IMF destekli programları oluşturan tüm memorandumları, onay için İcra Kurulu’na götürülmeden önce kamuoyuna açıklayabilirler. İşler bu şekilde yürütülmeli. Toplumlar, bir hükümet ile IMF personeli arasında yapılan ve kalkınmaları açısından büyük sonuçlar doğuracak anlaşmaların kamuoyu tarafından incelenmesi şansına sahip olmalı.

IMF’nin programların ülke tarafından “sahiplenilmesini” istemesi, ancak kurumun şeffaflık konusunda bir tercihinin olmaması tuhaf. Eğer halkın programa sahip çıkmasını istiyorsanız, halkın programı görmesine izin vermelisiniz.

Arjantin’de 2022 yılında, 2018-2019 yıllarında alınan 45 milyar dolarlık borcun yeniden finanse edilmesi için IMF personeli ile anlaşmaya varmamızın hemen ardından tüm memorandumlar Ulusal Kongre’ye sunuldu. 2020 yılında IMF ile yapılan her finansman programı için Kongre onayını zorunlu hale getiren bir yasa taslağı sundum. Bu yasa taslağı 2021 yılında neredeyse oybirliğiyle kabul edildi. Bu ülke bu türden bir yasal çerçeveyi benimseyen ilk ülke oldu ve inanıyorum ki diğerleri de aynısını yapmakta başarılı olacaktır.

DÜNYA BASINI

2024 İran için zor geçti ama asıl sınav 2025’te

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale 2024 yılının İran açısından nasıl geçtiğini özetliyor ve 2025’e dair öngörülerde bulunuyor:

***

İran 2024’ü zor geçirdi ve 2025 daha kolay olmayabilir

Arash Azizi

İran bu yıla 1 Ocak’ta Batı’ya alternatif güç merkezlerini bir araya getiren BRICS’e katılarak hayırlı bir başlangıç yapmıştı. Böylece, geçen yıl Suudi Arabistan’la ilişkilerin yeniden kurulması ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmasının ardından diplomatik başarılarına bir yenisini daha eklemiş oldu.

2022-2023 protestolarının üstesinden geldikten sonra, hükümet yeniden dengesini buluyor gibi görünüyordu. Ancak, çok az kişi İran’ı ne kadar fırtınalı bir yılın beklediğini tahmin edebilirdi. 2024, hükümetin ve dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in politikalarının sürdürülemezliğinin her zamankinden daha belirgin hale geldiği bir yıl oldu.

Bölgesel olarak Tahran, yıllardır dış politikasının merkezinde yer alan Batı ve İsrail karşıtı milislerden oluşan ve Direniş Ekseni olarak adlandırılan koalisyonun eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hırpalanmasına tanık olmak zorunda kaldı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını sürdürmesiyle birlikte, Eksen üyesi Hamas kapasitesinin büyük bir kısmını kaybetti. İsrail Hamas lideri İsmail Heniyye’yi Tahran’da, Yahya Sinvar’ı ise Gazze’de öldürdü. Ayrıca Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile birlikte örgütün Lübnan’daki pek çok komutanını da öldürdü.

Eksen’in bu şekilde zayıflaması, Suriye’de on yıl süren iç savaşın ardından Beşar Esad hükümetinin devrilmesinde önemli bir etken oldu. Bu aynı zamanda İran’ın bölgedeki ana devlet müttefikini kaybetmesi anlamına geliyordu.

Eksen’i desteklemek, bu yıla kadar Tahran’ın İsrail’le doğrudan askeri çatışmaya girmek zorunda kalmadan mücadelesini sürdürmesini sağlayan bir stratejiydi. Ancak bu “Hamaney Doktrini” İran ve İsrail’in Nisan ve Ekim aylarında ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesiyle başarısızlığa uğradı.

Fırtınalı bir yıl geçiren İran, iki nükleer güç olan İsrail ve Pakistan’a ait toprakların yanı sıra Irak ve Suriye’ye de saldırılar düzenledi. Hamaney’in savaşı ülkeden uzak tutma iddiası o zamandan beri inandırıcı görünmüyor. Ve yıl sona ererken hem Direniş Ekseni hem de Hamaney Doktrini harabeye dönmüş durumda.

İran ayrıca kendisini Batı’dan diplomatik olarak daha da izole olmuş bir halde buldu.

Haziran ayında Kanada, Devrim Muhafızları Ordusu’nu terör örgütü listesine alarak ABD’ye katıldı. İranlı-Alman bir siyasi mahkûmun idam edilmesine tepki olarak Berlin, Ekim ayında üç İran konsolosluğunu kapattı. Yılın başlarında da Hamburg’da 1950’lerden beri faaliyet gösteren İran destekli bir camiyi kapattı. Almanya ayrıca Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına verdiği destek nedeniyle Tahran’a yeni yaptırımlar uygulanmasında Fransa ve ABD’ye katıldı.

İç politikada ise Hamaney ve müesses nizamdaki diğer kişiler baskıların devam etmesinin hükümetleri için iyi olmayacağını anlamış görünüyorlardı. Şubat ayında yapılan parlamento seçimlerine katılım yüzde 40’ta kaldı ki bu İslam Cumhuriyeti tarihindeki en düşük orandı.

Mayıs ayında meydana gelen bir helikopter kazası durumu bir nebze değiştirdi. Bu kaza İran’ın o zamanki muhafazakâr (ve Hamaney’e sadık) Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ölümüne yol açtı. Bu ani ölüm, Tahran’a reformist ve merkezci grupları tekrar siyasi arenaya dahil etme fırsatı verdi. İki tur cumhurbaşkanlığı seçimi (yine İran tarihindeki en düşük katılımla) sonrasında halk, yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez bir reformisti, Mesud Pezeşkiyan’ı Cumhurbaşkanı seçti.

Pezeşkiyan, 1997-2005 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yapan ve ülkeyi demokratikleştirme sözü veren Muhammed Hatemi gibi reformist seleflerine kıyasla daha mütevazı bir programla seçime girdi. Buna karşılık yeni Cumhurbaşkanı, iyi yönetişim ve internet özgürlüğü ve kadınlar için zorunlu başörtüsü gibi alanlarda sınırlı reformlardan biraz daha fazlasını vaat etti.

Dr. Pezeşkiyan’ın yönetimi daha önce ABD ile müzakerelerde yer almış deneyimli isimlerle dolu. Pezeşkiyan, ülkenin diplomatik izolasyonunu hafifletmek ve halkına ekonomik rahatlama sağlamak amacıyla Batılı güçlerle angajmana geri dönme sözü verdi. Başkanlık görevine zor bir başlangıç yapan Dr. Pezeşkiyan’ın işi oldukça zor.

Muhafazakarların çoğunlukta olduğu Parlamento kısa bir süre önce Pezeşkiyan’ın vaatlerine ters düşen acımasız bir hicap yasasını kabul etti. Salı günü, üyelerinin çoğu Dr. Pezeşkiyan’a karşı sorumlu olmayan Siber Uzay Yüksek Konseyi nihayet WhatsApp ve Google Play üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını kabul etti, ancak bu sadece devede kulak.

Bu arada İran, modern tarihinde çok az örneği olan enerji kıtlığı ve elektrik kesintileriyle karşı karşıya.

Ancak 2024 yılı İran için ne kadar zorlu geçmiş olsa da Dr. Pezeşkiyan ve ülke için en önemli sınav yeni yılda, ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın göreve başlamasıyla başlayacak.

Trump, İran’a karşı “maksimum baskı” politikasını sertleştirme sözü verdi. Son haberlere göre İsrail yönetimindeki birçok kişi İran topraklarına yönelik saldırıları yeniden başlatmayı planlıyor. Trump’ın bu saldırılara onay verip vermeyeceği belirsiz, ancak Tahran üzerindeki baskıyı arttırmak için bu tehdidi kullanacağı kesin.

Trump’ın ikinci dönemi ne kadar tehditkâr görünse de önümüzdeki dört yıl Tahran’a bir fırsat da sunabilir. Seçilmiş başkan İran’la bir anlaşma yapmayı tercih ettiğini defalarca dile getirdi ve Tahran’ın esneklik göstermesi halinde bu anlaşma gerçekleşebilir. Japonya basınında İran yönetiminin Tokyo’dan Tahran ve Washington arasında arabuluculuk yapmasını isteyebileceğine dair haberler çıkmaya başladı bile.

İran hükümeti Trump ile bir anlaşma yapmak istiyorsa, kayıplarını ve İsrail’i “yok etme” yönündeki romantik ama gerçekçi olmayan vaadinin halkına yalnızca izolasyon ve sefalet getirdiği gerçeğini kabul etmeli. Hükümet, başarısızlıklarını kabul etmeli ve bölgedeki güç dengelerine uygun bir anlaşmayı kabul etmelidir. Ayrıca hem Batı ile bir anlaşmaya hem de ülkedeki popüler taleplere verilecek herhangi bir tavize karşı çıkan kendi içindeki muhafazakarlarına karşı koyması gerekecektir.

Yine de riskler, İran’ın müesses nizamı içindeki pek çok kişiyi daha uzlaşmacı bir yol izlemeye motive edecek kadar yüksek. Dolayısıyla yeni yıl ülke için zorlu geçebilecek olsa da tarihi bir değişim ve reform yılı da olabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English