Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kuzey Kutbu’nda rekabet: ABD, Rusya’nın yeni doktrinini nasıl değerlendiriyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Washington merkezli The Arctic Insistute’ta yayınlandı. Son 10 yılda korkutucu bir askerileşme dönemine giren Kuzey Kutbu’na yönelik yeni bir doktrin yayınlayan Rusya’nın siyasetini ele alan makale, NATO’ya da Arktik bölgesine daha fazla müdahil olma çağrısı yapıyor. Birleşik Krallık ve Norveç, Çin ile Rusya’ya karşı Arktik’te hırslı bir politikayı savunsa da, yazara göre ABD dışında Rusya’ya karşı koyabilecek bir güç bulunmuyor. Makalede, Yüksek Kuzey’de Rusya’nın askeri kapasitesi ile yarışabilecek bir gücün henüz bulunmadığı da kabul ediliyor. Buzulların ve denizlerin altında yer alan keşfedilmiş ve henüz keşfedilmemiş enerji kaynakları, büyük güçlerin iştahını kabartıyor. Arktik’in militarizasyonundaki hızlanma, olası bir dünya savaşının işaretlerinden biri olabilir.


2022 Rusya Denizcilik Doktrini: NATO için olası sonuçları ve Kuzey Kutbunda büyük güç rekabetinin geleceği

Gonzalo Vázquez
The Arctic Institute
11 Nisan 2023

Temmuz 2022’de yayınlanan Rusya Federasyonu’nun yeni Denizcilik Doktrini, Moskova’nın denizlerdeki hedeflerinin net bir resmini sunmaktadır. Rus Donanması şu anda zor bir dönemden geçiyor olsa da, Kuzey Kutbu çevresindeki askeri faaliyetleri yine de dikkatle izlenmelidir. Kuzey Kutbu’nun jeostratejik önemi son birkaç on yılda artmıştır ve Rusya, NATO ülkeleri ve diğer dış aktörler arasında stratejik bir rekabet alanı olma potansiyeline sahiptir. Denizin altında yatan enerji kaynakları ve petrol rezervlerinin miktarı, Kuzey Kutbu dışındaki devletleri de oyuna çekmiştir. Çin ve Hindistan uzun zamandır Kuzey Kutbu meselelerinde yer almakla ilgileniyor; her ikisi de Arktik Konseyi’nde gözlemci konumunda ve ilki şu anda Kuzey Kutbu kıyısı boyunca Kutup İpek Yolu’nu geliştirmeye odaklanmış durumda. Böyle bir projeyle Pekin, gelişmekte olan deniz taşımacılığı koridorlarını, yerel ekonomik ortaklıkları ve bölgedeki tüm faaliyetlerini desteklemek için gerekli altyapıyı geliştirmeyi amaçlıyor; bunu Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) Kuzey Kutbu kanadı haline getirmek istiyor.

Rusya, Arktik kıyı şeridinin %50’sinden fazlasını elinde tutarak bölgede avantajlı bir konuma sahip ve on yılı aşkın bir süredir Sovyet döneminden kalma askeri altyapısını modernize ediyor. Kuzey Kutbu’nu kuzeydeki arka bahçesi olarak gören Moskova, 50 kadar üssünde faaliyetlerine yeniden başladı ve bu da şu anda varlıklarını tesis etmeyi amaçlayan diğer bölgesel aktörlere karşı önemli bir avantaj sağlıyor. Bölgenin jeostratejik özellikleri ve mevcut durumu, NATO’nun, 2022 Rus Denizcilik Doktrini’nin bu bölge ve Rusya’nın hedefleri konusunda neler geliştirdiğine çok dikkat etmesini zorunlu kılmaktadır; zira bu doktrin diğer Arktik ülkelerinin (Kanada, Amerika Birleşik Devletleri ve Norveç) yanı sıra uzaktaki müttefiklerinin de bölgeye daha fazla siyasi ve askeri katılımına yol açacaktır. Bu makalede yeni doktrinin en baskın özellikleri, özellikle de Kuzey Kutbu ile ilgili olanları gözden geçirilmektedir. Bunu, bölgede yer alan diğer NATO müttefikleri ve Arktik güvenliğinin geleceği açısından en önemli sonuçları takip etmektedir. Görüleceği üzere, Rusya’nın Kuzey Kutbu’nda artan hırsları ve yetenekleri NATO’nun Moskova’ya yönelik siyasi stratejisini yeniden düzenlemesini ve daha yüksek stratejik farkındalığa sahip olmak için caydırıcılık yeteneklerini ve askeri varlıklarını güçlendirmesini gerektirecektir.

Rusya 2022 Denizcilik Doktrini

Yeni Denizcilik Doktrini, Rusya’nın denizdeki çıkarlarını ve hedeflerini ele alırken açık ve nettir; bunların hepsi de ‘büyük bir deniz gücü’ olma ana arzusuna bağlıdır. En azından hedef budur. Doktrin aynı zamanda Moskova’nın denizcilik faaliyetlerine yönelik tehdit, zorluk ve risklerden ne anladığının da net bir tanımını sunuyor. 2022 yazının başlarında NATO’nun son Stratejik Konseptinde Rusya’yı başlıca varoluşsal tehdit olarak tanımlamasının ardından, İttifak ve ABD’nin şimdi Rusya’nın güvenliğine yönelik başlıca tehditler olarak sunulması bu anlamda hiç de şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla, şu anda Yüksek Kuzey’de askeri faaliyetlerin arttığı ve denizlerdeki büyük güç rekabetinin genişlediği bir dönemin ilk aşamalarında olduğumuz söylenebilir. Yeni doktrin bu son unsurun ve bunun Rusya tarafından kabulünün açık bir yansımasıdır: “Denizcilik faaliyetlerinin ve denizcilik potansiyelinin geliştirilmesi, XXI. yüzyılda Rusya Federasyonu’nun sürdürülebilir sosyo-ekonomik kalkınması için belirleyici koşullardan biridir.”

Belgede devletin faaliyetlerini geliştirmeyi hedeflediği beş ‘işlevsel alan’ belirlenmiştir: deniz taşımacılığının geliştirilmesi, dünya okyanuslarındaki kaynakların geliştirilmesi ve korunması, açık deniz boru hattı sistemlerinin geliştirilmesi, bilimsel deniz araştırmaları ve donanma faaliyetleri. Bunların ardından, denizcilik politikasının ‘bölgesel yönlerini’ tanımlayarak, Atlantik (Akdeniz, Baltık, Karadeniz ve Azak Denizlerini de kapsar), Pasifik, Hazar Denizi, Hint, Kuzey Kutbu ve Antarktika’yı içeren her bölge için en temel hedefleri ortaya koymaktadır.

Belgede belirtilen tüm önemli bölgeler arasında Kuzey Kutbu, ‘Kuzey ve Pasifik Filolarının kuvvetlerinin muharebe kabiliyetlerini güçlendirerek Rusya Federasyonu’nun Arktik Bölgesinde belirli bir operasyonel rejim’ kurma arzusuyla Moskova için en önemli bölge olarak görünmektedir. “Rusya Federasyonu’nun münhasır ekonomik bölgesinde ve kıta sahanlığında bol miktarda bulunan önemli mineral ve hidrokarbon kaynakları”ndan hareketle, bölgenin “ekonomik ve askeri alanlarda küresel rekabetin yaşandığı bir bölgeye dönüşürken” yaşamakta olduğu değişimin de farkındadır. Denizin altında yatan (ancak henüz tam olarak incelenmemiş ve keşfedilmemiş olan) doğal kaynakların bolluğu Çin, ABD ve birçok NATO müttefiki de dâhil olmak üzere birçok ülke tarafından kabul edilmiştir. Dolayısıyla Rusya da önümüzdeki on yıllarda Arktik bölgesinin ‘stratejik bir kaynak üssü olarak geliştirilmesini ve sürdürülebilir kullanımını’ bir öncelik olarak vurgulamaktadır.

Bu amaçla, belgede tanımlanan diğer bölgelerin hepsinden daha fazla olmak üzere, bu bölge için 21 hedef belirlenmiştir. Bunlar arasında en ilginç olanlardan biri olan ve uzun süredir kendilerini endişelendiren ‘Kuzey Deniz Rotası sularındaki yabancı donanmaların faaliyetlerinin kontrol altına alınması’, Rusya’nın bölgedeki konumuna ilişkin zihniyetini açıkça yansıtıyor. Kuzey Kutbu kıyılarının tamamından geçtiği ve gelecekte buradaki petrol ve doğalgaz çıkarımı için kritik önem taşıyacağı için bu rotanın Rusya için önemi büyüktür ve bunun kanıtı stratejide sıralanan sekizinci tehditte bulunabilir: “Bazı devletlerin Rusya’nın Kuzey Deniz Rotası üzerindeki kontrolünü zayıflatma çabaları [ve] Kuzey Kutbu’ndaki yabancı donanma varlığının genişlemesi.”

Yine de yeni doktrinin üzerindeki asıl gölge, Rusya’nın hedeflerini gerçekleştirme kapasitesine sahip olup olmadığıdır. Esasen Flanagan’ın 2018’de Kuzey Atlantik güvenliğinin Avrupa için önemini tartışırken belirttiği gibi, “Rusya’nın bu hedefleri gerçekleştirme kapasitesi Batılı askeri uzmanlar arasında önemli bir tartışma ve belirsizlik konusu olmaya devam ediyor.” Moskova’nın Ukrayna’daki savaş nedeniyle halihazırda karşı karşıya olduğu ekonomik zorluklar ve sıkıntılar göz önüne alındığında, yeni belgede yer alan ‘savaş gemileri, donanma yardımcı gemileri, nakliye, balıkçılık, araştırma ve diğer sivil gemilerin geliştirilmesi ve inşasının sağlanması’ ve küresel bir deniz gücü olma hedefleri gerçekçi görünmemekte ve orta vadede gerçekleştirilmesi zor görünmektedir. 

Genel olarak bu doktrin Rusya’nın NATO’yu ulusal güvenliğine yönelik büyük bir tehdit olarak algıladığını yansıtmaktadır ve bu da bölgesel istikrarı etkileyerek NATO’yu (ve özellikle Arktik üyelerini) Moskova’nın olası saldırganlığını caydırmak için bölgesel farkındalıklarını ve askeri varlıklarını arttırmaya itebilir. Yakın zamanda Kuzey Filo Komutanlığı’nı modernize ederek Kuzey Ortak Stratejik Komutanlığı’na dönüştüren ve daha sonra beş askeri bölgesinden biri olarak geliştirecek Rus devletinin hareket tarzını takiben, önümüzdeki yıllarda askeri varlığın artması için yüksek bir potansiyel bulunmaktadır.

Severomorsk merkezli Kuzey Filosu’nun son üç yılda varlıklarını arttırması da bunun bir kanıtıdır. Dördüncü nesil Borei sınıfı denizaltıların (SSBN) ilk birimleri, önceki tasarımlardan daha gizli bir kapasiteye sahip olarak Haziran 2020’de hizmete girmiştir. Dünyanın açık ara en büyük ve büyümeye devam eden buzkıran filosu, özellikle Kanada, Norveç veya ABD tarafından işletilen daha küçük ve daha az sayıda gemiye karşı Rusya’ya bölgede daha fazla kapasite ve stratejik özerklik sağlıyor. İkisi halihazırda konuşlandırılmış olan yeni Arktika sınıfının (dünyanın en büyük buzkıranları) kalan üç gemisinin 2024 yılına kadar tamamlanması bekleniyor.

NATO için olası sonuçlar

Rusya’nın faaliyetlerinin doğası ve ordusunun artan varlığı, söylendiği gibi, NATO ve müttefiklerinin harekete geçmesini zorunlu kılmaktadır. Rusya’nın yayılmasına karşı caydırıcı bir rol oynamak üzere bölgedeki mevcut askeri varlık düzeyinin arttırılması, Rusya’nın bölgedeki faaliyetlerinin genişlemesini ilk elden tecrübe etmiş olan Norveç gibi ülkeler tarafından memnuniyetle karşılanacaktır.

Fakat, Yüksek Kuzey’de daha fazla deniz varlığına ulaşmanın önünde iki ana engel bulunmaktadır. Bunlardan ilki Rusya’nın bölgedeki askeri üstünlüğüdür. Bir yandan, Donanma içindeki en büyük ve en güçlü filolardan biri olan Kuzey Filosu, nükleer güçle çalışan füze ve torpido denizaltıları, füze taşıyan ve denizaltı karşıtı havacılık, füze, uçak taşıyan ve denizaltı karşıtı gemilerden oluşmaktadır. Rusya’nın stratejik nükleer caydırıcılık güçlerine ev sahipliği yapmakta ve Kuzey kanadının bölgedeki güvenliğini sağlamaktadır; ayrıca belirtildiği gibi Donanmanın devasa buzkıran filosuna da ev sahipliği yapmaktadır. Esasen, Moskova’nın bölgedeki stratejik hedeflerini ve ekonomik çıkarlarını sürdürmek için dayandığı ana araçtır. Öte yandan, bu güçlere karşı mücadele etmek için müttefik ülkeler Moskova’nın sahip olduğu buzkıran gemilerinin sayısına yaklaşamamaktadır. Dahası, ABD ve bazı ortakları Rusya’yı caydırmak için Kuzey Kutbu’na yeterli sayıda gemi konuşlandırmaya alışkın değil.

Buna ek olarak, ABD, Kanada ve Norveç donanmalarının sınırlı varlığı ve Rus birliklerini tespit ve takip etmek için gereken sensörlerin düşük seviyesi de önemli bir engeldir. Ayrıca Breitenbauch, Soby ve Groemeyer’in de belirttiği gibi, “Rusya’nın erişim engelleme stratejisinin yeni gücü ve genişliği, Moskova’nın geleneksel güç projeksiyonu kullanmadan uzaktaki hedefleri tehdit etmesini giderek daha fazla mümkün kılmaktadır.” Daha önce de belirtildiği gibi, Kuzey Denizi Rotası’nın geliştirilmesi ve güvenliğinin sağlanması Moskova için bir önceliktir ve Mathieu Boulege’nin de belirttiği gibi, “operasyonlar, kısmen arama ve kurtarma (SAR) yeteneklerini arttırmak ve kısmen de Rusya’nın buradaki hedeflerini karşılamak için AZRF’deki [Rusya Federasyonu Arktik Bölgesi] ileri üslerin ve karakolların tamamen yeniden yapılandırılmasına yol açmıştır.” Böylece müttefik donanmalar, Moskova’nın Arktik sulara gemi konuşlandırma ve destekleme kapasitesine yaklaşamadan kendilerini önemli bir dezavantajlı durumda bulmaktadır.

İttifakın bölgeye daha fazla müdahil olmasını uzun süredir savunan Norveç’in bölgeye yönelik güvenlik politikasının ‘caydırıcılık ve caydırıcılığın bir bileşimi’ olarak kalması bekleniyor. Andreas Østhagen, Norveç’in Arktik meselelerinin nükleer güvenlik ya da balıkçılık gibi belirli yönlerinde Rusya ile işbirliğini sürdürmek için çaba göstermesi gerektiğini savunuyor. Bu şekilde Rusya’nın bölgesel güvenliğe yaklaşımını değiştirmesi daha olasıdır. Ancak Rolf Folland’ın da işaret ettiği gibi, Rusya’nın yararlanmaya çalışabileceği temel zayıflık, her iki ülkenin askeri güçleri arasındaki büyük eşitsizliktir. Hem ABD hem de Birleşik Krallık ile tatbikatların ve ortak eğitimlerin artmasıyla birlikte, Rusya 2020’de olası olumsuz sonuçlar konusunda uyarıda bulunmuştu. Dolayısıyla, müttefik güçlerin Barents Denizi ve GIUK Boşluğu’ndaki (NATO’nun Kuzey Atlantik savunması için kritik öneme sahip ama operasyonel kaynaklar açısından oldukça tüketici) varlıklarını arttırmaları, İttifak’ın Yüksek Kuzey’deki savunma ve caydırıcılığının temel bir unsuru olacaktır.

Kanada da bölgesel güvenliğin korunmasındaki rolünü güçlendirme niyetiyle Kuzey Kutbu’na yöneliyor. Trudeau hükümeti NATO’nun bölgede daha fazla varlık göstermesine ilgi gösterse de, Harper hükümetinin 2007 yılında NATO’nun Kuzey Kutbu’nu ittifak düzeyinde bir stratejik metne dahil etme girişimini engellediği unutulmamalıdır. NATO’nun Arktik meselelerine müdahil olmasını kısıtlama arzusu Kanada’nın o zamanki resmi tutumuyla uyumlu olsa da, uzun vadede Rusya’nın hırslarını caydırmak için yeterli NATO varlığının olmaması anlamına geldi. MacDonald-Laurier Enstitüsü’nden Charles Burton’ın sözleriyle, “Kanada uzun zamandır Kuzey Kutbu’ndaki egemenliğinin önemine vurgu yapıyor, fakat Kuzey Kutbu’nun savunulması Kanada’nın askeri harcamaları için uzun zamandır düşük bir öncelik teşkil ediyor.” Bu amaçla, Harry DeWolf sınıfı Arktik/Kıyı Devriye Gemilerinin (AOPV) geliştirilmesi, NATO’nun yanı sıra kendi bölgesel farkındalıklarını ve deniz kontrollerini güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Halihazırda üç adet inşa edilmiş olan bu gemilerden sonuncusu Eylül 2022 başında Kanada Kraliyet Donanmasına teslim edildi ve üç tanesi de yolda. Yine de, program güçlü eleştirilerle karşı karşıya kaldı; muhalifler bu gemilerin görevlerini yerine getirmek için uygun olmadıklarını ve Kanada’nın Kuzey Kutbu için buz kırıcılarla ve diğer bölgeler için AOPV’lerle daha iyi olacağını savundular. Elbette bu gemiler Rusya’nın Arktika sınıfı nükleer enerjili ağır buzkıran gemileriyle kıyaslanamaz; bu gemiler şu anda dünyanın en yetenekli kesicileri konumunda.

Mevcut durumun farkında olan İttifak’ın diğer üyeleri de giderek daha fazla yatırım yapıyor ve Birleşik Krallık ve Almanya da dahil olmak üzere gözlerini Kuzey Kutbu’na çeviriyor. Birleşik Krallık en son yayınladığı Yüksek Kuzey’e Savunma Katkısı’nda, “Arktik’te ve Arktik’ten eğitim, ortaklık ve operasyonlar da dâhil olmak üzere bölgede tutarlı bir savunma duruşu, varlığı ve profili sürdürme’ niyetini ifade etmiştir. Arktik Politikası Kılavuz İlkelerini de 2018 yılında yayınlayan Almanya, barışın korunması ve doğal kaynakların güvenli bir şekilde kullanılmasının sağlanmasının önemi konusundaki endişelerini dile getirmiştir. Özetle, NATO müttefiklerinin ulusal Arktik stratejilerinin çoğu bölgedeki deniz yollarının ve doğal kaynakların önemini kabul etmekte ve müttefik çıkarlarını korumak için askeri varlığı desteklemektedir.

Gelgelelim bunlardan herhangi birinin bölgedeki askeri varlığın genişlemesine öncülük etmesi olası değildir; bu rol kesinlikle ABD’ye ait olacaktır. ABD’nin Kuzey Kutup Bölgesi’ne yönelik son Ulusal Stratejisi, Arktik faaliyetlerinde dört ana çalışma ayağı tanımlamaktadır: Güvenlik, İklim Değişikliği ve Çevrenin Korunması, Sürdürülebilir İktisadi Kalkınma ve Uluslararası İşbirliği ve Yönetişim. Güvenlik boyutuyla ilgili olarak strateji, “tehditleri caydırmak için gerektiği şekilde Kuzey Kutbu’nda hem askeri hem de sivil kabiliyetlerimizi geliştirme ve kullanma…” niyetlerini açıkça belirtmektedir. Jeopolitik gerilimlere yapılan vurgu, 2013 tarihli bir önceki stratejide neredeyse hiç yer almamıştı; bu da bölgenin geçirdiği evrimi göstermektedir.

İleriye Giden Yol. İstisnacılığın Sonu mu?

Tyler Cross’un ifadesiyle, “kutuplardaki buzullar küçüldükçe Arktik Okyanusu’ndaki güvenliğin önemi de artacaktır. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri, NATO müttefikleriyle birlikte, genellikle ihmal edilen bu sahada seyrüsefer özgürlüğü sağlamak için Yüksek Kuzey’in tehlikelerine ve Rus militarizasyonuna karşı koyacak uygun güvenlik doktrini ve tedbirleri geliştirmelidir.” Kuzey Kutbu için 2022 Ulusal Stratejisi’nin yayınlanmasıyla birlikte, ABD’nin askeri varlığının artacağı görülüyor. Dahası, ‘tehditleri caydırmak ve hem doğal hem de insan kaynaklı olayları öngörmek, önlemek ve bunlara yanıt vermek için Kuzey Kutbu’nda hem askeri hem de sivil yeteneklerimizi gerektiği şekilde geliştirme ve kullanma’ niyetinin ifade edilmesi, Arktik istisnacılığının sona ermekte olduğunu göstermektedir.

Rusya’nın yeni Denizcilik Doktrini, Arktik bölgesi ve doğal kaynaklarına yönelik açık niyetlerinin bir başka ifadesini oluşturmaktadır. Kuzey Kutbu, Rusya’nın denizcilik çıkarları arasında merkezi bir konuma sahiptir ve şüphesiz hem Rusya hem de NATO tarafından artan bir varlık görecektir. Doktrin, Ukrayna’daki performansları göz önüne alındığında bazı hırslarını ve hedeflerini biraz yüksek tutmuş gibi görünse de, Rusya’nın Arktik kıyıları ve ötesindeki askeri duruşu ve faaliyetleri hafife alınmamalıdır. Müttefikler de bölgedeki etkinliklerini arttırmışlardır; Norveç İttifak’ın bölgedeki önde gelen temsilcisidir ve üsler ve askeri tatbikatlarla varlıklarını arttırmaları beklenmelidir.

Fakat Pekin’in Moskova ile birlikte bölgedeki konumunu güçlendirmesi ve her iki tarafın da askeri faaliyetlerini arttırmasıyla birlikte, yeterli düzeyde stratejik farkındalığa ulaşmak çok önemli bir hedef haline gelecektir. Kola Yarımadası’na ve Severomorsk’taki Kuzey Filosu üssüne yakınlıkları göz önüne alındığında Finlandiya ve İsveç bu farkındalığı arttırabilir. Rusya’nın yeni doktrinde belirlenen hedeflere ulaşma kapasitesine sahip olması pek olası olmasa bile, hırsları ve mevcut faaliyetleri müttefikleri uyarmalı ve çıkarlarını güvence altına almak için Yüksek Kuzey çevresindeki varlıklarını arttırmaya ve altyapılarını güçlendirmeye itmelidir.

Dolayısıyla, NATO müttefiklerinin Arktik bölgesine daha fazla müdahil olması, Rusya’nın hırslarına karşı koymak ve bölgede stratejik farkındalığı arttırmak için gerekli olacaktır, ama bu müdahale jeostratejik gerilimlerin artmasına yol açmayacak şekilde artmalıdır. Yeni Rus Denizcilik Doktrini, Moskova’nın hedeflerini ve kontrol arzularını net bir şekilde ortaya koymaktadır ve Çin’in ‘Kutup İpek Yolu’ üzerinden ticari gelir arayışına girme olasılığı ile birlikte, sadece genel anlamda değil, özellikle her birinin karasularını güvence altına almak için askeri varlıklar açısından da varlık artacaktır. Şimdilik Rusya’nın yeni doktrininin ne kadar gerçekçi olduğunu ve NATO’nun Yüksek Kuzey’in istikrarı için ne kadar enerji harcamaya istekli olduğunu izleyeceğiz.

DÜNYA BASINI

Vali Nasr: ‘İran’ın füze saldırısı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi’

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İran’ın İsrail saldırganlığına karşı neden şimdi yanıt verdiğini açıklamaya çalışıyor. Tahran’ı bu saldırıya iten sebepleri ve olası sonuçları değerlendiren makalenin yazarına göre saldırı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi. Tahran’ın hesabının ABD’nin bölgesel savaş istememesine dayandığını savunan yazara göre sonuç, İran’ın düşündüğünden farklı gelişebilir.

***

İran Neyi Kanıtlamaya Çalışıyor?

Tahran’daki liderler, Washington’un bölgesel bir çatışmayı önlemek için İsrail’i dizginleyeceğine inanıyor.

Vali Nasr

1 Ekim’de İran bu yıl ikinci kez İsrail’e doğru 200’e yakın füze fırlattı. Bu seferki saldırıda daha gelişmiş füzeler kullanıldı ve çok az ön uyarı yapıldı. Füzeler büyük bir hasara yol açmadı, ancak İran’ın İsrail’e saldırma iradesini ve yeteneğini ve İsrail’in savunma sistemlerini muhtemelen zarar verici şekillerde delme kapasitesini gösterdi. Bu, Gazze’de bir yıldır süren savaşın yanı sıra Ortadoğu’nun güvenliği ve istikrarı açısından da önemli bir dönüm noktasıdır. Peki, İran’ın liderleri neden şimdi İsrail’le bu kadar cüretkâr bir şekilde karşı karşıya gelmeyi seçti ve İran’ın bundan sonra nasıl hareket etmesi bekleniyor?

Bu son saldırının en yakıcı nedeni misillemeydi. İran, İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesine ve yakın zamanda Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve Devrim Muhafızları’ndan General Abbas Nilforuşan’ı Beyrut’ta öldürmesine karşılık verdiğini iddia etti. Tahran, intikam almanın ötesinde, Lübnan’da Hizbullah’a ciddi zarar veren bir dizi olağanüstü askeri ve istihbarat başarısının ardından İsrail’in agresif tavrına karşı bir caydırıcılık kurmayı da ummuş olabilir.

Ancak intikam almak tehlikeli bir kumardır zira bunu İsrail’in güçlü bir misillemesi ve İsrail ve ABD ile topyekûn çatışmaya doğru maliyetli bir sarmalın izlemesi muhtemel.

Atlantik Konseyi: İran’ın İsrail saldırısı “tarihi fırsat”

İran, Gazze’deki İsrail-Hamas savaşını Orta Doğu için stratejik açıdan yeniden konumlanma olarak gördü. Bu, Filistinlilerin kötü durumunun yeniden öne çıkması anlamına geliyordu ve savaşa verilen bölgesel ve küresel tepki İsrail için hızla diplomatik bir ikilem yarattı. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki ilk saldırısından bu yana Tahran ve direniş ekseni olarak bilinen müttefikleri, İran’ı ABD ile doğrudan karşı karşıya getirebilecek daha büyük bir bölgesel savaştan kaçınırken bu ikilemi derinleştirmeye çalıştılar.

İsrail ise Gazze savaşını genişleterek ve İran ile ABD’yi karşı karşıya getirerek içinde bulunduğu ikilemden çıkmak istiyor. ABD, İran ve Hizbullah’ın saldırılarına karşı İsrail’i desteklemek için Orta Doğu’daki askeri varlığını artırdı. İsrail’in Hizbullah ve İran’la yaşadığı çatışmanın açık bir savaşa dönüşmesi halinde Washington da İsrail’in yanında yer alacaktır.

Tahran, Heniyye’nin Tahran’ın kalbinde öldürülmesinin ve ardından Nasrallah’ın Beyrut’taki kalesinde suikasta uğramasının İran’ı bu tuzağa çekmeyi amaçladığı sonucuna vardı. Heniyye’nin öldürülmesinden bu yana İran’ın ikilemi, İsrail’in ekmeğine yağ sürmeden stratejisini nasıl sürdüreceği oldu. Heniyye’nin öldürülmesine tepki vermemeye karar verdi ama Nasrallah öldürüldüğünde bunu yapamadı.

Hizbullah İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki ve Tahran kendisini Hizbullah’tan geriye kalanları korumak zorunda hissediyor. Ayrıca, Nasrallah Arap dünyasında geniş bir etkiye sahipti ve İran’ın bölgesel nüfuzunu destekleyen vekil ağının hem beyni hem de hayati önemdeki kilit noktasıydı. Onun suikastı İran için büyük bir darbe oldu; buna tepki vermemek, İslam Cumhuriyeti için bir meşruiyet krizi anlamına gelecekti.

İran Meclis Başkanı Kalibaf’tan İsrail’e: Saldırırsanız yok olursunuz

İsrail’in Hizbullah’ı yok etmek için 17 Eylül’de yüzlerce çağrı cihazının patlatılmasıyla başlayıp Nasrallah suikastıyla ve şimdi de kara harekatıyla devam eden cüretkâr saldırısı, İsrail’in üstünlüğü ele geçirme konusunda kendinden emin olduğunu gösterdi. İran bu imajın tartışmasız kalmasına izin veremezdi.

Tahran’ın eylemsizliği, hem Arap dünyasında genellikle İran’a sempati duyan kesimlerden hem de İran içinde, özellikle de ülkenin bölgesel politikalarını destekleyen muhafazakârlar arasında İran hükümetinin yaygın bir şekilde kınanmasına yol açtı. Hizbullah’ı yüzüstü bırakmak ve İsrail’in baskısı karşısında boyun eğmekle ilgili öfkeli suçlamalar şok etkisi yarattı ve İran yönetimi üzerinde harekete geçme baskısı yarattı. Salı günkü füze saldırısı riskli bir hamleydi ancak fevri bir tepki değildi. Tahran’daki daha karmaşık bir hesaplamanın sonucuydu.

İran, İsrail’i vurabilecek hem cürete hem de kabiliyete sahip olduğunu göstermek istedi. Ancak aynı zamanda, resmi ve İran’a sempati duyan medyada ve sosyal medyada da görüldüğü gibi, Orta Doğu’da İsrail’le doğrudan yüzleşmeye hazır tek ülke olduğunu da göstermek istedi. Bu durum Arap sokaklarında övgü toplayabilir ama muhtemelen İsrail’in misillemesine yol açacak ve İran’ın şimdiye kadar kaçınmayı umduğu savaşa neden olacak.

İran’ın Nisan ayında Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına verdiği yanıt -İsrail’e karşı yaklaşık 300 drone ve füze fırlatılması- İsrail’in, Heniyye ve Nasrallah suikastlarıyla gelen daha sonraki tırmanışlarını caydırmadı. Bu son füze saldırısının da İsrail’i kesin olarak caydırması mümkün görünmüyor.

Netanyahu’nun misilleme için ABD ile koordinasyon arayışı

Ancak bu, ABD açısından durumu daha kritik hale getiriyor. İran’ın amacı İsrail’i caydırmak değil, ABD’yi bunu yapmaya zorlamaktır. Bu yalnızca bir hayal ya da umutsuz bir girişim değil. Her ne kadar Batı medyasında Biden yönetiminin İsrail’in karar alma mekanizması üzerinde çok az etkisi olduğu ve Nasrallah’ın suikastından önceden haberdar olmadığı yönünde yaygın bir kanı olsa da son dönemde yaşananlar İran’ın aksini düşünmesine yol açtı.

Nisan ayında Washington, arabulucular aracılığıyla Tahran’a yoğun bir şekilde baskı yaparak İran’ın vereceği tepkiyi ayarlamaya çalıştı ve ardından İsrail’e, İran’ın füze saldırısına misillemede ölçülü olması için baskı yaptı. Washington’ın müdahalesi başarılı oldu. İran füze saldırısını önceden duyurdu, bu da İsrail, ABD ve Arap müttefiklerine gelen drone ve füze dalgasını başarılı bir şekilde önlemek için yeterli zamanı verdi. İsrail Heniyye’yi Tahran’da öldürdüğünde Washington, Tahran’ı Gazze’deki olası ateşkes anlaşmasını bir diplomatik fırsat olarak kullanıp tepki vermemesi için ikna etti.

Tahran o zaman ateşkes görüşmeleri sırasında Hamas’ın elini zayıflatmayacağını ve diplomatik bir başarısızlıktan sorumlu tutulmak istemediğini söylemişti. Bu kez de Tahran, İsrail’i dizginlemesi için Washington’a bakacak ve bölgesel bir yangın tehdidinin ABD’yi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya baskı yapmaya zorlayacağını umacak.

İran, İsrail’in bölgedeki tüm güvenlik sorunlarını Hamas, Hizbullah ve Husileri ezecek ve İran’ın elini kolunu bağlayacak büyük bir savaşla kesin olarak çözmek istediğine inanıyor. Bu, uzun ve ABD’nin katılımını gerektirecek bir savaş.

ABD hükümeti, Ortadoğu’da yeni ve maliyetli bir askeri karışıklıktan kaçınmak istese de şu ana kadar İsrail’in bu stratejiyi kararlı bir şekilde sürdürmesine karşı koymayı başaramadı. Kasım ayındaki başkanlık seçimleri yaklaşırken ve Biden yönetimi zaten topal ördek konumundayken ABD son günlerde İsrail’e boyun eğdi.

Başkan Joe Biden, Nasrallah’ın ölümünün ardından yaptığı açıklamada sivil ölümlerinden ya da birkaç yüksek binayı yerle bir eden saldırı sırasında bir yerleşim bölgesinde 2.000 kiloluk sığınak delici bombaların kullanıldığından hiç bahsetmedi. ABD hükümeti Lübnan’da yaşanan ve 1 milyona yakın insanın yerinden edilmesine yol açan insani krizi de görmezden geldi. Benzer şekilde Washington, İsrail’in zaten insani bir felaketin pençesindeki Yemenlileri derinden etkileyecek olan Hudeyde limanını ve Yemen’in yakıt depolarını bombalamasına da itiraz etmedi.

İsrail işgaline ABD koruması

Tahran’daki yetkililere göre ABD’nin vurdumduymazlığının tek istisnası, Washington’un yakın bir bölgesel savaş ihtimaliyle karşı karşıya kalması. Tahran’ın planı, Biden’ı bu senaryoyla yüzleşmeye zorlayarak Washington’u harekete geçirmek. İran ancak ABD’nin daha büyük bir savaştan kaçınma arzusu ile İsrail’in savaşı göze alma stratejisi arasındaki uçurumdan faydalanarak kendi bölgesini ve çıkarlarını koruyabileceğine inanıyor. Buna, İran’ın yeni cumhurbaşkanı ve dış politika ekibi tarafından açıkça ifade edilen ABD seçimlerinden sonra Batı ile nükleer müzakerelere girme kapısının açık tutulması da dahil.

ABD hükümetinin bölgesel bir savaş istemediği ve hatta bir savaşın içine girmeyi hiç arzu etmediği doğru. Ancak Tahran, İran’ın İsrail’e doğrudan saldırması halinde Washington’un böyle bir savaşı önleme istek ve kabiliyetini muhtemelen abartıyor. İran kısasa kısas bir tırmanışa kilitlendikçe, ABD’nin sempatisi İsrail’den yana olacak ve Washington müdahale ederse, bu müdahale İran’ın İsrail’e karşılık vermesini engellemek için olacaktır ki bu da er ya da geç ABD ile İran arasında bir çatışmaya yol açacaktır.

Nükleer görüşmeler ve İran’a yönelik yaptırımların hafifletilmesi, bu çatışmanın ilk kurbanı olabilir. Aslında, İran ve İsrail arasındaki çatışmalara rağmen görüşmeler bir şekilde devam etse bile İran’ın elde edeceği yaptırımların hafifletmesi kazanımı İsrail ile olan tırmanışa yanıt olarak uygulanacak yeni yaptırımlarla dengelenecektir. İran, ABD müdahalesine güvenerek mevcut duruşunu sürdüremeyecektir.

Ocak 2025’e kadar Orta Doğu güvenliği, hesaplanmış İsrail ve İran tırmanışlarının mengenesinde sıkışıp kalacaktır. Bu güvenliğin korunması, iki aktörden birinin yanlış hesap yapıp yapmamasına bağlı. Ancak ABD’nin tercihi de bir o kadar önemlidir: Washington, gerilimi azaltmak için diplomatik olarak mı müdahil olacak, yoksa İran’ı geri adım atmaya zorlamak için askeri olarak mı devreye girecek?

Washington için de her tırmanışta durumu idare etmeye yönelik mevcut strateji, korkulan savaşı önlemeyecektir. Bunun için, ABD’nin Ortadoğu’yu kasıp kavuran bu çatışmanın nihai sonucunu şekillendirmeye kararlı olması, yalnızca son krizlere tepki vermekten öteye geçmesi gerekmektedir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist akımın  günümüzdeki öne çıkan isimlerinden biri olan, Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Stephen M. Walt’un Foreign Policy’de yayımlanan makalesini sizler için çevirdik.

***

Stephen M. Walt, Foreign Policy
2 Ekim 2024

İsrail’in Orta Doğu’daki ‘Görev Tamamlandı’ Anı

Netanyahu, George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor olabilir.

1 Mayıs 2003’te ABD Başkanı George W. Bush havalı görünümlü bir uçuş kıyafeti giydi, bir S-3 Viking uçağına tırmandı ve uçak gemisi Abraham Lincoln’e indi. “Görev Tamamlandı” yazılı bir pankartın altında durarak Irak’taki büyük muharebe operasyonlarının sona erdiğini duyurdu. “Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerimiz galip geldi,” diye gururla ilan etti, oy oranları tavan yaptı ve savaşı tasarlayan yeni muhafazakarlar cesaretleri ve bilgelikleri için kendilerini kutladılar. Ancak Irak’taki koşullar kısa sürede kötüleşti ve işgal kararı artık evrensel olarak büyük bir stratejik gaf olarak görülüyor.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve destekçilerinin, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve militan grubun birçok üst düzey liderinin öldürülmesiyle sonuçlanan (ama bitmeyen) İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırısını kutlamalarını izlerken bu olayı hatırladım. Geçtiğimiz yıl boyunca Netanyahu, Hamas’ın yaklaşık bir yıl önce İsrail’e saldırmasıyla başlayan savaşı durmaksızın uzatırken ve genişletirken kendi savunma bakanına, ülke içindeki muhaliflerine, Hamas’ın elindeki İsrailli rehinelerin ailelerine ve Biden yönetimine meydan okudu. Bir zamanlar “startup ülkesi” olarak lanse edilen ülke, “her şeyi havaya uçuran ülke” haline geldi ve Netanyahu, İsrail’in muhaliflerine hiçbirinin onun ulaşamayacağı yerde olmadığını hatırlatmak konusunda gecikmedi. İsrail’in silahlı kuvvetlerinin ve istihbarat servislerinin çeşitli düşmanlarına verdiği zarar göz önüne alındığında (bu süreçte on binlerce sivil öldürüldü), Netanyahu’nun zafer turu atması şaşırtıcı değil. Tıpkı Bush’un yaptığı gibi.

İsrail’in son birkaç hafta içinde gerçekleştirdiği eylemlerin çarpıcı bir taktiksel başarı olduğuna şüphe yok. İsrail istihbaratı üstün sinyal istihbaratından ve Hizbullah’ın örgütsel yapısındaki çatlaklardan, ayrıca üst düzey liderlerinin bazı şaşırtıcı hatalarından faydalanarak Hizbullah’ın iletişim için kullandığı çağrı cihazlarına ve telsizlere bubi tuzağı kurmak için karmaşık ve cüretkar bir planı başarıyla gerçekleştirdi. Gazze’de olduğu gibi İsrail Savunma Kuvvetleri de Nasrallah’ı öldürmek, Lübnan’da büyük hasara yol açmak ve Hizbullah’ın roket ve füze kapasitesini kısmen azaltmak için Sam Amca’nın sağladığı gelişmiş silahları kullandı. İsrail Hava Kuvvetleri bunu Yemen’deki Husileri vurarak takip etti, İsrail kara kuvvetleri şu anda güney Lübnan’a giriyor ve İran şüphesiz son füze saldırıları nedeniyle İsrail’in misillemesiyle karşı karşıya kalacak. Netanyahu ve aşırı sağcı bakanları da savaşı (ve Amerika’nın buna verdiği tepkiyi), “Büyük İsrail” yaratmaya yönelik uzun vadeli kampanyalarının bir parçası olarak işgal altındaki Batı Şeria’da şiddeti ve toprak gasplarını artırmak için kullandılar.

Netanyahu’yu masaya oturmaktan ve bölgesel güç dengesini kalıcı olarak İsrail lehine değiştirmekten alıkoyacak ne var? Taktiksel başarılar stratejik başarıyı garanti etmez, ancak bunlardan yeterince başarabilirseniz stratejik ortamı önemli ve kalıcı şekillerde değiştirebileceğiniz iddia edilebilir. Netanyahu’nun hedeflediği de bu, ancak başarılı olacağından şüphe duymak için iyi nedenler var.

Öncelikle, İsrail’in sözde Direniş Ekseni’ne verdiği zarar, bu ekseni iş yapamaz hale getirmeyecek ya da beyaz bayrak çekmesine neden olmayacak. Hizbullah, Hamas, Husiler ve İran geçmişte güçlü darbeler atlattı ve intikam alma arzuları geçtiğimiz yıl yaşananların ardından daha da artacak. Komik bir şey ama insanların üzerine tonlarca patlayıcı atmak onları kazanmış gibi görünmüyor; intikam almak ya da en azından kendilerine eziyet edenleri durdurmak için can atmalarına neden oluyor. Hizbullah hala İsrail’e roket ve füze atıyor, kuzeydeki evlerinden kaçan yaklaşık 60,000 İsraillinin geri dönmesini imkansız kılıyor ve zaman içinde kendini yeniden yapılandıracak. Suikaste kurban giden liderlerin yerleri şimdiden dolduruluyor, kadrolar yeniden inşa edilip silahlandırılacak ve öğrendiklerine dayanarak yeni taktikler geliştirilecek. İsrail şimdi bunu engellemek için güney Lübnan’a yeniden asker gönderiyor ama daha önce güneye yaptığı saldırılar iyi sonuçlanmamıştı.

İsrail’in kötü muamelesi sorunun temelini oluşturan Filistinlilere gelince, İsrail’in kendilerine yaptıklarına direnmeye devam etmekten başka seçenekleri yok. Eğer İsrail onlara kendi devletleri ya da Büyük İsrail içinde eşit haklar gibi cazip bir alternatif sunsaydı durum farklı olabilirdi ama Netanyahu bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat İsrail ile barış yaptı ve Mısır Sina’yı geri aldı; FKÖ İsrail ile barış yaptı ve daha fazla yasadışı İsrail yerleşimine sahip oldu. İsrail’in bugün Filistinlilere sunduğu tek seçenek sürgün, imha ya da kalıcı apartheid ve hiçbir halk bu kaderleri savaşmadan kabul etmez. Bu nedenle, İsrail’in varlığını kabul eden, yaşayabilir bir devlet elde etme umuduyla onunla işbirliği yapan ve karşılığında hiçbir şey alamayan Filistin Yönetimi’nin Filistin halkı arasında daha az popüler hale gelmesi ve Hamas’a olan desteğin artması şaşırtıcı değildir.

Benzer şekilde, İran’ın Cumhurbaşkanları Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Hasan Ruhani dönemlerinde zaman zaman ABD (ve dolayısıyla İsrail) ile ilişkileri iyileştirme çabaları, İsrail ve ABD’deki destekçileri tarafından kararlılıkla engellendi; en önemlisi de saf bir Donald Trump’ı 2018’de İran’ın nükleer programını ciddi şekilde sınırlayan dönüm noktası niteliğindeki Ortak Kapsamlı Eylem Planı’ndan vazgeçmeye ikna ettiklerinde. Bu tepkiler İran’ın sertlik yanlılarının elini güçlendirdi ve İran’ın yeni cumhurbaşkanı tansiyonu düşürme arzusunu defalarca dile getirmiş olsa da bölgedeki mevcut kriz de aynı etkiyi yaratacak. İran, İsrail’in bölgedeki müttefiklerini zayıflatma ya da ortadan kaldırma çabalarına (Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin temmuz ayında Tahran’da öldürülmesi de dahil olmak üzere) İsrail’e kendi füzelerini ateşleyerek karşılık verdi ki bu İsrail’in misilleme yapmasına yol açacak riskli bir adımdı ancak Tahran hiç şüphesiz kenarda kalıp güvenilirliğini koruyamayacağını hissetti.

Ne yazık ki bu olaylar, İran liderlerinin gizli bir nükleer silah devleti olmanın ötesine geçip İran’ın nükleer cephaneliğini inşa etmeye karar verme ihtimalini artırıyor. Böyle bir karar topyekün bir bölgesel savaşı daha olası hale getirecektir, ancak İsrail onlara nihai caydırıcılığı istemeleri için ek teşvikler vermeye devam ediyor. Eğer bu gerçekleşirse İsrail’in son dönemdeki başarıları son derece basiretsiz görünecektir.

İsrail’in son eylemleri jeopolitik izolasyonunu da artırdı ve sonunda ABD ile olan özel ilişkisini tehlikeye atabilir. İsrail’in 7 Ekim saldırısından sonra haklı olarak sahip olduğu sempati, dünya Gazze ve Lübnan’daki sivil halka uygulanan katliamı izledikçe buharlaştı. Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in Batı Şeria’yı işgalini uluslararası hukukun ihlali olarak ilan etti ve Netanyahu ile Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama emriyle karşı karşıya kalabilir. Suudi Arabistan ve diğer Arap devletleri tarafından tanınması şu anda askıda, küresel güneyin büyük bir kısmı buna karşı çıktı ve Avrupa hükümetleri giderek daha fazla rahatsız oluyor. Netanyahu’nun geçen hafta BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı selamlayan yürüyüş sembolik bir jestti, ancak yine de kendisinin ve İsrail’in birçok kişi tarafından nasıl görüldüğünün bir yansımasıydı.

Netanyahu ve destekçileri, Biden yönetiminden aldıkları açık çek, Netanyahu’nun Kongre’deki konuşmasında ayakta alkışlanması, ABD ordusundan aldıkları aktif destek ve İsrail lobisinin üniversite kampüslerinde ve başka yerlerdeki eleştirileri bastırmadaki başarısı ile rahatlayabilirler. Bunlar da kısa vadeli taktiksel başarılardır ve kolayca tehlikeli bir tepkiyi tetikleyebilirler. Çoğu insan zorbalığa maruz kalmaktan hoşlanmaz ve İsrail’in eylemlerine yönelik meşru eleştirileri susturmayı amaçlayan konuşma kuralları ve diğer kısıtlamaların dayatılması, özellikle de soykırımcı bir şiddet ve etnik temizlik kampanyası yürüten bir ülkeyi korumak için açıkça ve alenen yapıldığında, çok fazla kızgınlık yaratacaktır.

Dahası, İsrail’in eylemleri daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa yol açarsa ve ABD bu savaşa sürüklenirse, Amerikalılar “özel ilişkinin” değerini ciddi şekilde sorgulayabilir. Irak’ta Saddam Hüseyin’i devirmeye yönelik yeni muhafazakar kampanya kısmen İsrail’i daha güvenli hale getirme arzusundan esinlenmişti (bu nedenle Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ve Netanyahu gibi İsrailli liderler Bush yönetiminin savaşı satmasına yardımcı oldu), ancak savaşın tek nedeni bu değildi ve ne İsrail ne de lobi bundan sorumlu tutuldu. Ancak ABD başka bir Orta Doğu savaşında asker ve denizci kaybetmeye başlarsa, bu durum yaygın ve doğru bir şekilde, ABD’den para ve silah alan ve sonra da canı ne isterse onu yapan, sürekli nankör bir müşteri devlet adına Amerikalıları tehlikeye atmak olarak görülecektir. Dahası, Başkan Joe Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın durumu kötü yönetmesi kasım ayında Kamala Harris’in seçilmesine mal olursa, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler İsrail’e refleksif desteğin hala akıllıca bir siyasi duruş olup olmadığını sorgulamaya başlayacaktır. Ve eğer bunlardan herhangi biri gerçekleşirse, İsrail’in ABD’deki destekçilerine karşı bir tepki riski artacaktır. Eğer ABD’de yükselen antisemitizmden endişe ediyorsanız, bu olasılık sizi üniversite kampüslerindeki çoğunlukla zararsız gösterilerden çok daha fazla korkutmalıdır.

Son olarak, bir de İsrail’in kendisi üzerindeki etkisi var. İsrailliler, 7 Ekim’in ardından (aldığı kararlarla İsrail’i Hamas’ın acımasız saldırılarına karşı savunmasız bırakan) Netanyahu’dan kurtulma ve ülkeyi normale döndürme fırsatına sahipti. Ancak bu gerçekleşmedi ve Netanyahu’nun son dönemdeki taktiksel başarıları, politikaları İsrail’in geleceğine dair hararetli bir dini ve mesihçi vizyona dayanan aşırı sağcılarla birlikte onun siyasi konumunu da güçlendiriyor. Son yıllarda ekonomiyi besleyen yüksek teknoloji sektörlerinin merkezinde yer alan ılımlı ve laik İsrailliler, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich gibi adamların yaratmak istediği İsrail’de yaşamaktan kaçınmak için ülkeyi terk etmeye devam edecekler. 500.000’den fazla İsrailli (yani nüfusun yaklaşık yüzde 5’i) halihazırda yurtdışında yaşıyor; anketler bunların yüzde 80 ‘inin geri dönmeyi düşünmediğini gösteriyor; ve göç edenlerin sayısı geçtiğimiz yıl dramatik bir şekilde arttı. Washington Post, İsrail ekonomisinin “ciddi tehlike altında” olduğunu ve bunun da bu eğilimleri güçlendireceğini bildiriyor. Ülkenin en önemli mücevherlerinden biri olan İsrail üniversiteleri, yabancı öğrenci sayısında dramatik bir düşüş olduğunu bildiriyor ki bu hem aşınan imajının bir başka işareti hem de gelecekteki bilimsel ilerlemeye bir darbe. Kısacası, Netanyahu’nun kısa vadeli başarıları ülkenin uzun vadeli geleceğini tehlikeye atan eğilimleri güçlendirdi.

Hayat belirsizdir -özellikle de siyasette- ve gözlemlerimin hiçbiri önceden belirlenmiş değildir. Ancak birkaç hafta önce yazdığım gibi, bazen ilk bakışta çarpıcı bir askeri veya siyasi zafer gibi görünen şeyler, zaman geçtikçe filizlenen daha derin sorunların tohumlarını içerebilir. Başarılı bir lider için zorluk, uzun vadeli faydalar sağlamak üzere geçici avantajları kullanmaktır. Ancak bunu yapmak için ne zaman durulacağını ve ne zaman savaştan çatışmayı çözmeye geçileceğini bilmek gerekir. Ne yazık ki Netanyahu’nun bu becerilere sahip olduğuna ya da bunları edinmeye en ufak bir ilgi duyduğuna dair bir işaret yok.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde

Yayınlanma

Amos Harel, İsrailli askeri ve savunma analisti
Haaretz, 2 Ekim 2024

Son tırmanış İsrail’in Hamas ve hatta Hizbullah ile olan savaşını İsrail-İran çatışmasından sonra ikinci sıraya düşürdü. Başkanlık seçimlerine beş haftadan az bir süre kalan ABD’nin, kendi iradesi dışında bu çatışmanın içine çekilmesi muhtemeldir

Yaklaşık bir yıl süren çatışmaların ardından salı akşamı itibariyle İsrail bölgesel bir savaşın içinde yer alıyor. İsrail ve Hizbullah arasında son iki haftada yaşanan olayların ardından İran, İsrail topraklarına daha önce benzeri görülmemiş büyüklükte bir füze saldırısı düzenleyerek kendisini çatışmanın merkezine yerleştirdi. Buna bağlı olarak İsrail’in sert bir misilleme yapması bekleniyor.

Şaşırtıcı bir şekilde, İran saldırısı ciddi bir can kaybına yol açmadı, ancak ülkenin merkezindeki birçok ev, bir kısmı önleyici füzelerden gelen şarapnel parçalarından zarar gördü. Bir saatten biraz daha uzun bir süre sonra İç Cephe Komutanlığı sivillerin korunaklı sığınaklardan çıkmalarına izin verdi.

İlk değerlendirmelere göre İran İsrail’e yaklaşık 180 balistik füze fırlattı ve bunların çoğu önlendi ya da açık alanlara düştü. Bu sayı İran’ın nisan ayındaki saldırısında fırlattığı füzelerin yaklaşık yarısı, ancak bu kez balistik füzelerin oranı daha yüksek ve sonuç olarak verilen hasar da daha fazla.

İran muhtemelen bir önceki saldırının sonuçlarını analiz etti ve bundan dersler çıkardı. Yine de İsrail’in bölgesel hava savunmasını etkili bir şekilde delemedi.

İsrailliler, özellikle de ülkenin merkezinde yaşayanlar, bu ölçekte bir saldırıyla daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Buna rağmen siviller yüksek düzeyde bir kişisel disiplin sergilerken, hava kuvvetleri ve hava savunma sistemi ABD’nin de yardımıyla saldırıyı büyük bir ustalıkla savuşturdu. Saldırının hava kuvvetleri üsleri de dâhil olmak üzere birçok askeri ve güvenlik tesisini hedef alması bekleniyordu ancak sivil bölgeleri de vurarak ölümlere yol açması ve halkı terörize etmesi amaçlanmıştı.

Son tırmanış, çatışmanın tüm taraflarını, İsrail’in Hamas’la ve hatta Hizbullah’la olan savaşının İsrail-İran çatışmasının ardından ikinci sıraya düştüğü tamamen farklı bir duruma sokuyor.

Yafa’da altı İsraillinin ölümüne neden olan ve İran saldırısıyla aynı zamana denk getirilmek istendiğine inanılan terör saldırısının da gösterdiği gibi, ikincil riskler ülke içinde de artmakta. Bu, 7 Ekim Hamas katliamından bu yana Yeşil Hat içinde meydana gelen en ölümcül terör saldırısıdır. Tel Aviv ikinci intifadadan bu yana bu ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmamıştı.

Böyle bir olayın halkta en az büyük bir balistik füze saldırısı kadar endişe ve güvensizlik duygusu uyandırması kaçınılmazdır. Batı Şeria’daki Filistinlilerin İran ve Hizbullah’ın emri ve finansmanıyla gerçekleştirdikleri benzer girişimleri de göz önünde bulundurmalıyız. İsrailli Araplar arasında aşırılık yanlısı unsurlar ya da suç çeteleri oluşturma girişimleri de olabilir. İsrail’in İran’ın bu büyük saldırısına çok güçlü bir şekilde karşılık vereceğine şüphe yok. İsrail Savunma Kuvvetleri sözcüsü Tuğamiral Daniel Hagari saldırının “sonuçları olacağını” söyledi.

Erken kutlama

Başkanlık seçimlerine beş haftadan az bir süre kalmış olan Amerika Birleşik Devletleri’nin, kendi iradesi dışında bu çatışmanın içine çekilmesi muhtemeldir. Bu, İsrail’in güvenliği için olduğu kadar küresel ekonomi ve Amerika’nın küresel konumu için de geniş kapsamlı sonuçları olabilecek bölgesel ve küresel bir krizdir. Birleşmiş Milletler’deki İran delegasyonu tarafından yapılan tehditle de açıkça ortaya konduğu üzere, İsrail ve İran arasındaki karşılıklı yumruklaşmanın devam etmesi beklenmektedir.

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın ölümü üzerine İsrail’de yapılan kutlamaların üzerinden sadece birkaç gün geçti ve şimdiden durum tamamen değişti. Çoğu zaman olduğu gibi, kararlı ve sofistike bir düşmana karşı uzun bir savaşın ortasında zafer kutlamalarına girişmek akıllıca değildir. Baklava ile beklemek daha iyi olurdu.

İsrail’in Lübnan saldırısından İran doğrudan zarar görmemiş olsa da, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’den sonra bölgesel direniş ekseninin en önemli ikinci ismi ortadan kalkmış oldu. Tahran İsrail’e saldırma kararını birkaç gün önce aldı. IDF sözcüsü tüm İsraillileri uyanık olmaya çağıran direktifler yayınladı.

Bu koşullar altında, eylül ortasına kadar ana cephe olarak belirlenen Gazze’deki savaş artık İsrail için öncelikler listesinin alt sıralarına düşmüş durumda. Bu durum, zaten uzun bir süredir askıya alınmış durumda olan rehine anlaşmasına varma şansını da zayıflatacak gibi görünüyor. Salı günkü İran saldırısından önce bile IDF kuzeyde görev yapacak yedek askerleri çağırıyordu. Şimdi ise bölgesel kriz ve bir dizi cephede gerilimin daha da tırmanması riski nedeniyle bu çağrının daha da artacağı neredeyse kesin.

Şin Bet güvenlik servisi bu hafta, detayları kamuoyuna açıklamasa da, İran’ın hem İsrail’de hem de yurtdışında üst düzey İsrailli yetkililere yönelik birçok suikast girişimini ortaya çıkardığını açıkladı. İran, bazıları ödeme vaadiyle internet üzerinden işe alınan İsrailli ajanları kullanıyor. Bu çabalar için kısmen İsrail’in yeraltı suç dünyasında verimli bir zemin buldu. Bu çabaların devam edeceğini varsaymak mantıklıdır.

ABD’ye bağımlılık

İran’ın acil tehdidi İsrail’in Amerikalılara olan bağımlılığının altını çiziyor – Başbakan Benjamin Netanyahu’nun son haftalarda attığı her adımla çılgına çevirdiği Amerikalılara. İsrail ABD’ye sadece hava savunmasını koordine etmek için değil, aynı zamanda saldırı operasyonları için sürekli silah tedariki konusunda da bağımlıdır.

Bu gerçekler, İsrail’in Beyrut’taki başarılarının ardından şimdi yeni bir fanteziyle çılgına dönen Netanyahu’nun fanatik hayranlarının gözünden kaçmadı: Amerika ile koordinasyon kurmadan İran’ın nükleer tesislerine saldırmak. Mesihçilerin bu konudaki görüşleri şimdiden televizyon stüdyolarında yüksek sesle ve net bir şekilde duyuluyor. Ancak gerçek şu ki, İran’ın nükleer sorunu söz konusu olduğunda İsrail, hem önemli ve uzun vadeli bir hasarın oluşmasını sağlamak hem de hem kendini savunmak hem de saldırmak için gerekli yardımı almak üzere Amerika ile koordinasyon içinde hareket etmelidir.

Ancak televizyondaki konuşmalardan daha önemli olan, bu fikirlerin karar vericilerin çevresine sızmış olması. Netanyahu’nun kendisi pazartesi günü, bölgesel fırtınanın doruk noktasında, Ayetullahların baskıcı rejimini devirmeye çağıran bir video ile İranlılara doğrudan seslenmeye karar verdi.

Bu konuda gazeteci Thomas Friedman’ın yaklaşık bir ay önce New York Times’taki köşesinde yaptığı uyarıyı hatırlamakta fayda var. Friedman, Biden yönetiminin Netanyahu’nun kendisini İran’la nükleer tesislerine saldırıları da içeren doğrudan bir savaşa sürüklemeye çalıştığından ve bu süreçte Kasım seçimlerinin sonucunu da etkileyeceğinden korktuğunu söyledi.

Netanyahu’nun Demokratların adayı Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in kazanması için dua etmediğini söylemeye gerek yok. Amerika Birleşik Devletleri hem İsrail’e olan ilkesel bağlılığı hem de İsrail’in Amerikan çıkarları açısından stratejik öneminin farkında olması nedeniyle İsrail’e yardım edecektir. Ancak Biden, Harris ve danışmanları şüpheci olmaya devam edecektir.

‘Şok ve dehşet’in dönüşü

Lübnan’ı görünüşte sonsuza kadar terk ettikten 24 yıl sonra ve kısa ve başarısız bir macera için geri döndükten 18 yıl sonra İsrail Savunma Kuvvetleri güney Lübnan’a geri dönüyor. Pazartesi gecesi, birlikler bu kez odaklanmış ve zaman sınırlı bir operasyon olarak tanımlanan ve şu anda İsrail sınırına nispeten yakın olan Şii Müslüman köylerinin dış mahallelerine ve yoğun araziye yönlendirilen operasyon için giriş yaptı.

IDF Genelkurmay Başkanlığı ve İsrail siyasi liderliği, Hizbullah’ın son iki hafta içinde hava ve istihbarat saldırılarında aldığı ciddi darbeler göz önüne alındığında, birkaç hafta boyunca buradaki yoğun askeri faaliyetin genellikle düşünülenden daha zayıf bir direnişle karşılaşacağını umuyor.

Sahadaki hamleler, halihazırda başarılmış olanları tamamlamayı ve Hizbullah’ı ve onun İranlı hamisini sınır bölgesinden geri çekilmeyi kabul etmeye zorlamayı amaçlamaktadır ki bu da birçok İsrailliyi bir yıllık zorunlu sürgünün ardından sınırın güney tarafındaki evlerine güvenle dönebileceklerine ikna edecektir. İran’ın salı akşamı gerçekleştirdiği saldırı, İsrail’in önceliklerini ve başta İsrail Hava Kuvvetleri olmak üzere gelecekteki eylemlerini etkileyecektir.

Şimdiye kadar sınır boyunca yaşanan çatışmalar ve Lübnan tarafında ortaya çıkmaya başlayanlar ışığında, İsrail’in terk edilmiş toplulukları yeniden yerleştirmek için şu anda başka bir yolu yok gibi görünüyor. Ancak önceki çatışmaların tarihi, İsrail’in planlarının gerçeklik duvarında paramparça olma eğiliminde olduğunu gösteriyor; savaşta ve kesinlikle bir kara saldırısında beklenmedik şeyler olur. Genellikle düşman, hazırlanan planlardaki rolünü oynamaya gönüllü olmaz.

Tartışmasız olan şey, Hizbullah’ın birkaç hafta öncesine göre tamamen farklı bir yerde olduğudur. 8 Ekim 2023’te Nasrallah, Hamas’ın bir gün önce güneyde başlattığı savaşa katılmaya karar verdiğinde, örgüt militanlarının ateşini uzun mesafeyle sınırladı: tanksavar füzeleri, kısa menzilli roketler ve daha sonra da insansız hava araçları.

Amaç, Lübnan sınırı boyunca çok sayıda İsrail kuvvetini sıkıştırmak ve böylece kuvvetlerini İsrail’in içine saldırtmadan Filistinlilerin Gazze’deki mücadelesine katkıda bulunmaktı. Nasrallah’ın stratejisi, sınır boyunca meydana gelen olaylarda yaklaşık 500 askerinin öldürülmesine ve örgütün bazı üst düzey isimlerinin de öldürülmesine rağmen yaklaşık 11 ay boyunca kendini kanıtladı.

İsrail eylül ayı ortalarında harekâtta yeni bir aşamaya geçmeye karar verdiğinde, yani halkın geri dönmesini sağlamak ve Lübnan’ı savaşın ana arenası haline getirmek için aktif bir şekilde harekete geçtiğinde, Hizbullah’ın ödediği bedel de hızla artmaya başladı.

Bir dizi gelişme – İsrail’e atfedilen çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, Nasrallah ve iki üst düzey komutanı İbrahim Akil ve Ali Karaki’nin öldürülmesi, Rıdvan Gücü’nün tüm hiyerarşisinin ortadan kaldırılması, Hizbullah’ın orta ve uzun menzilli silah stoklarına büyük zarar veren sistematik hava saldırısı – IDF birlikleri Güney Lübnan’a girmeden önce bile sınır boyunca tamamen yeni bir durum yarattı.

Amerikalılar 2003’te başlayan Irak Savaşı ile bağlantılı olarak “şok ve dehşet” adını verdikleri bir saldırı konsepti geliştirdiler; bu konseptin ana unsuru düşmanın tüm sistemlerini şok eden ve kabiliyetlerini azaltan bir açılış darbesidir. İsrail’in geçtiğimiz haftalarda Hizbullah’a yaptığı da tam olarak buydu, her ne kadar neredeyse bir yıl süren ve stratejik sonuçlar vermeyen kararsız bir atışmanın ardından da olsa.

Bu başarının önemli bir unsuru, İsrail Hava Kuvvetleri’nin geçtiğimiz yıl boyunca Lübnan semalarında uçaklarının ve insansız hava araçlarının hava üstünlüğünü sağlamak için sabırla çalışmasıdır. Hizbullah’ın uçaksavar kabiliyetlerinin büyük bir kısmı tespit edilmiş, imha edilmiş ya da baypas edilmiş, böylece İsrail uçaklarına yönelik risk büyük ölçüde azaltılmış ve onlara beklenenden daha geniş bir hareket serbestisi sağlanmıştır.

Bugüne kadar elde edilen başarıların en bariz kanıtı Hizbullah’ın İsrail iç cephesine verdiği sınırlı zarardır. Görünen o ki Hizbullah’ın bugüne kadar sınırlı tepki vermesinin başlıca nedeni örgütün üst kademelerini saran şoktan kaynaklanıyor, orta menzilli füze eksikliğinden değil. İsrail’in Hizbullah’ın füze stoklarına yönelik önemli saldırılarına rağmen örgütün hala yüzlerce füzesi var ve muhtemelen komuta kademesini toparladıktan sonra daha isabetli atışlar yapmaya başlayacaktır.

Hizbullah’ın lider kadrosu – daha doğrusu yeni üst kademesi – yaşananlar karşısında şok halinde. Hizbullah, 1980’lerin başında Nasrallah’la birlikte örgütün kuruluşu sırasında ortaya çıkan ve neredeyse yirmi yıl önce üst düzey pozisyonlara ulaşan deneyimli bir komuta grubuna dayanıyordu. Bu kişilerin neredeyse tamamı ya yıl içinde suikasta kurban gitti ya da son iki hafta içinde ortadan kaldırıldı.

Onların yerine gelenler, komuta ve kontrol zincirlerinin çözüldüğü, hırpalanmış ve şaşkın bir örgüt buluyorlar. Mevcut ateş gücü planları temelinde koordineli saldırılar gerçekleştirmekte güçlük çekildiği anlaşılıyor. Çağrı cihazları ve telsizler olayından sonra iletişim ağları terk edildi, füze stoklarının büyük bir kısmı imha edildi ve şüphesiz öldürülecekleri korkusuyla ilave rampaların gizli yerlerine gitmekten çekinen personel var. Belki de en baskın olanı, istihbaratın ihlal edildiği duygusudur.

Yine de güney Lübnan’a sınırlı da olsa karadan girmek çok daha zor ve farklı bir hikaye olacaktır. Muhtemelen Hizbullah’ın köylerdeki savunma sistemleri ve bunların sırları İsrail istihbaratı tarafından kısmen görülebilmektedir ancak örgütün sınır yakınlarında oluşturduğu sığınak ve tünellerden oluşan yeraltı altyapısını hava gücüyle yok etmek daha zordur. Sahaya inme kararının ana nedeni de bu.

Beklendiği kadar kolay olmayacak

Sonuç olarak, IDF’nin geçtiğimiz ekim ayının sonunda Gazze Şeridi’ni işgal ederken karşılaştığı zorlukları hatırlatan iki büyük zorluk beklenebilir.

Birincisi, düşmanın direnişi karmaşık ve sistematik askeri sistemlere değil, kritik bölgelerde iyi konumlanmış ve IDF’ye kayıplar verdirebilecek gerilla birliklerine dayanmaktadır. İkincisi, zaman boyutu: IDF’nin Gazze’deki planının uygulanması tahmin edilenden çok daha fazla zaman aldı çünkü meskûn alanlarla yeraltı bölgeleri arasındaki etkileşimin operasyon süresini büyük ölçüde uzattığı ve karmaşıklaştırdığı ortaya çıktı.

Sina’daki Altı Gün Savaşı’nda olduğu gibi tankların ve zırhlı araçların arazide hızla ilerlediğini görmeyi bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacak.

Perşembe günü IDF, özel harekat birimlerinin geçtiğimiz ekim ayından bu yana çit boyunca 70’ten fazla baskın gerçekleştirdiğini açıkladı. Bu operasyonlar sırasında Hizbullah’ın savaş alanları, görünmeden sınıra yaklaşmalarını sağlayan yaklaşma tünelleri ve çok sayıda savaş aracı ortaya çıkarıldı. Çit boyunca açık alanlarda daha birçok benzer yerleşke bulunmaktadır. Operasyonun diğer hedefleri temas hattındaki köyler olacak. Aynı zamanda IDF’nin güneydeki halka evlerini boşaltmaları için verdiği talimatlar kuzeyde Sur’un dış mahallelerine kadar uzanıyor.

Subaylardan duyduğumuz ve onlar aracılığıyla TV stüdyolarındaki emekli generaller aracılığıyla kamuoyuna aktarılan melodiler oldukça tanıdık: “Bu, teröristleri sınırdan geri püskürtmek, güvenliği yeniden tesis etmek ve tahliye edilen toplulukların sakinlerini geri getirmek amacıyla yapılan sınırlı bir harekettir.”

Her zamanki gibi daha az bahsedilen riskler de biliniyor: Görevi yerine getirmek için ele geçirilen ilk tepe ile ilk tepedeki kuvvetleri ateşten korumak için saldırılan ikinci tepe arasında kaygan bir yokuş var. Böylece bazen kendinizi 18 yıl, belki de daha uzun bir süre yabancı bir toprakta sıkışmış bulursunuz. Kesin olan tek bir şey var: bu topraklar 40 yıl boyunca sakin kalmayacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English