Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Lübnan’ın Hayaletleri: İsrail, 1982 işgalinden ders almadı mı?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Celile Barış Operasyonu olarak adlandırdığı 1982 Lübnan işgali ile bugünkü Gazze katliamları arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor. O zamanki İsrail hükümetinin belirlediği FKÖ’yi ve diğer Filistinli grupları bitirme hedefi ile bugün Netanyahu’nun Hamas’ı bitirme hedefini tartışan makalenin yazarı Johns Hopkins Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası Çalışmalar bölümünde yardımcı doçent olan Sarah E. Parkinson, İsrail’in geçmişte bu hedefe ulaşamadığını bugün de ulaşamayacağını söylüyor. Lübnan’daki Filistinli gruplar üzerine çalışması bulunan Parkinson, “Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak” diyor:

***

Lübnan’ın Hayaletleri

Gazze’yi Nelerin Beklediğini Görmek İçin İsrail’in 1982’deki İşgaline Dönüp Bakın

Sarah E. Parkinson

İnsanlar artık buraya Mukhayyam el-Shuhada yani Şehitler Kampı diyor. İsrail sınırına yakın güzel tepeler ve narenciye bahçeleri arasında yer alan mülteci yerleşimi, Filistinli örgütler tarafından kurulan kapsamlı bir sosyal hizmet, siyasi ve militan toplama aygıtına ev sahipliği yapıyordu. Dolayısıyla işgal başladığında kamp İsrail’in listesinde üst sıralardaydı. Önce İsrail destekli paramiliter güçler, topluluğu kuşatarak sivilleri içeride hapsetti. Ardından iki düzine İsrail Savunma Kuvvetleri tankı geldi. Görgü tanıklarına göre, IDF tankları kaçış yollarını yok etmek ve yeraltı sığınaklarına girmek için binaların merdivenlerine -genellikle bir yapının en zayıf noktası- ateş açtı. Bu ateşi yoğun hava bombardımanı takip etti. Bir bomba toplum merkezine isabet etti; orada barınan 96 sivilden sadece ikisi hayatta kaldı. Kamptaki Filistinli milisler üç buçuk gün boyunca direndi. Sonunda IDF onları bastırmak için beyaz fosfor da kullandı. Hayatta kalanlar, kimyasalın havada bıraktığı izleri ve insanların derisinde oluşan siyah, kratere benzer yanıkları hatırladıklarını söylüyorlar. Topluluk liderlerine göre bu savaşta kampın 16 bin sakininden yaklaşık 2 bin 600’ü öldü.

Bu saldırı, IDF’nin Filistin şehirlerine ve mülteci kamplarına yönelik saldırılarında tanklar, hava saldırıları ve (insan hakları gruplarına göre) beyaz fosfor kullandığı İsrail’in Gazze’deki mevcut savaşından bir sahne olabilir. Ancak bu savaş aslında 41 yıl önce yaşanan bir çatışma sırasında meydana geldi. Şehitler Kampı’nın resmi adı olan Burj el-Şamali’ye yapılan saldırı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali sırasında yaşanan ilk şehir savaşlarından biriydi. Savaş, Filistinli bir grubun İsrail’in Birleşik Krallık Büyükelçisine suikast girişiminde bulunmasının ardından başlamıştı. İşgalin ilk hedefi Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, gerilla gruplarını (El Fetih ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi) ve diğer Filistinli militan grupları ortadan kaldırmaktı. Ancak İsrailli yetkililerin başka emelleri de vardı. Güney Lübnan’da Filistinlilerin askeri ve sivil altyapısını hedef alan İsrailli liderler, İsrail-Lübnan sınırı boyunca bir tampon bölge oluşturmayı, Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermeyi ve Beyrut’ta dost canlısı, sağcı bir Hıristiyan hükümet kurmayı umuyordu.

İsrail’in Lübnan’ı işgali ile Gazze’deki operasyonları arasındaki benzerlikler sadece taktik seçiminin ötesine geçiyor. O zaman da şimdi olduğu gibi işgal, Filistinlilerin şok edici bir saldırısının ardından başlamıştı. O zaman da şimdi olduğu gibi İsrail’in şahin liderleri maksimalist bir karşılık vermeyi tercih ettiler. O zaman da şimdi olduğu gibi, çatışmaların çoğu yoğun nüfuslu kentsel alanlarda gerçekleşmiş ve militanlar genellikle sivillerin arasına karışmıştı. Ve şimdi olduğu gibi o zaman da IDF orantısız güç kullandı.

Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak. Askeri üstünlüğüne rağmen İsrail, FKÖ’yü ortadan kaldırmayı hiçbir zaman başaramadı. Bunun yerine, IDF’nin başlıca başarıları on binlerce sivili öldürmek; Filistinli grupları yıllarca vur-kaç operasyonları yürüten daha küçük hücrelere bölmek; yeni bir Lübnanlı militan parti olan Hizbullah’ın yükselişine ilham vermek ve 2000 yılına kadar süren bir işgalde binden fazla kendi vatandaşını kaybetmek oldu. Bu, halihazırda yeniden yaşanmakta olan bir model. IDF’nin saldırısı sonucu Gazze’deki birçok hastaneyle iletişimin kesildiği 12 Kasım itibariyle, çatışmalar nedeniyle en az 11 bin Filistinli sivil hayatını kaybetti ve bu rakam artmaya devam edecek. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısında çoğu sivil olmak üzere yaklaşık bin 200 İsrailli katledildi ve Hamas, saldırı sırasında alınan 240 İsrailli rehineden bazılarının IDF bombardımanlarında öldüğünü iddia etti. İsrail ordusu da Gazze’de en az 39 askerini kaybetti.

Her şey söylenip yapıldığında İsrail’in Hamas ya da İslami Cihad’ı ortadan kaldırması pek olası değil. IDF’nin 1982’de FKÖ ve birçok gerilla grubuna yaptığı gibi onları önemli ölçüde zayıflatabilir. Ancak gruplar kendilerini yeniden yapılandıracak ve tıpkı 1980’lerin sonunda İslamcı grupların yaptığı gibi, boşluğu doldurmak için başka örgütler ortaya çıkacak. Bunun yerine İsrailli karar vericilerin keşfedeceği şey, zaten anlamış olmaları gereken ve bölge uzmanlarının yıllardır bildiği bir şey: İsrail-Filistin çatışmasının askeri bir çözümü yok.

İSRAİL’İN VİETNAM’I

Filistinli mülteciler, 1948 Nakba yani “felaket” olarak adlandırılan dönemden beri Lübnan’da yaşıyor. Bu dönemde 700 binden fazla Filistinli, İsrail’in oluşacağı topraklardan Arapları sürmeyi hedefleyen Siyonist paramiliter gruplar tarafından zorla yerlerinden edildi. Bu mültecilerin 100 bin ila 130 bini Lübnan’a kaçtı. Filistinlilerin çoğu Lübnan’ın sahil kasabalarına -geçici olarak- yerleşti. Aralarında en yoksul olanlar mülteci kamplarına gitti. Yasalar Filistinlilerin mülk sahibi olmasını, 72 farklı meslekte çalışmasını ya da vatandaşlığa geçmesini engelleyerek birçoğunu kalıcı yoksulluğa ve ikinci sınıf statüsüne mahkûm etti.

1969’da Lübnanlı ve Filistinli yetkililer, mülteci kamplarının yönetimini Lübnan istihbaratının bir kolundan FKÖ’ye devreden Kahire Anlaşması’nı imzaladı. FKÖ daha sonra Lübnan’da, kendisini oluşturan militan gruplar aracılığıyla geniş bir yönetim ve sosyal hizmet aygıtı oluşturmak için yıllarını harcadı. El Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluşu Cephesi gibi bu gerilla grupları anaokulları ve sağlık klinikleri inşa ederken izci birliklerine ve dans takımlarına sponsor oldular. Eş zamanlı olarak eğitim kampları kurdular ve marjinalleştirilmiş mülteci nüfusun yanı sıra Lübnanlı topluluklardan da yoğun bir şekilde eleman toplayarak güney Lübnan’ı kuzey İsrail kasabalarına Katyuşa roketleri ve ölümcül isyan operasyonları düzenlemek için bir üs haline getirdiler. İsrail de buna Filistin kamplarını ve Lübnan sınırındaki köyleri defalarca bombalayarak, hedefli suikastlar ve komando baskınlarıyla karşılık verdi.

IDF aynı zamanda daha büyük operasyonlar da gerçekleştirdi; İsrail’in 1982’deki işgaline verdiği isim olan “Celile için Barış” bunlardan ilki değildi. Aslında IDF, dört yıl önce onlarca İsraillinin ölümüne neden olan El Fetih’in öncülük ettiği sınır ötesi bir otobüs kaçırma eylemine yanıt olarak Güney Lübnan’ı işgal etmişti. 1978 işgali 1982 işgalinden daha küçüktü ama yine de 285 binden fazla insanı güney Lübnan’dan sürmüş ve binlerce Lübnan vatandaşı ve Filistinliyi öldürmüştü. İşgal, İsrail’in çekilmesini isteyen iki BM kararının kabul edilmesi, bu kararları uygulamak üzere Lübnan’da BM Geçici Gücü’nün kurulması ve İsrail ile FKÖ arasında bir ateşkes anlaşmasıyla sona erdi. Ancak Filistinli militan hareketi zayıflatmadı.

Celile Barış Operasyonu 1978 planından daha kapsamlı ve kesin olacak şekilde tasarlanmıştı. Ancak başlangıçta hızlı olması da gerekiyordu. Askeri ve istihbarat karar vericileri başlangıçta operasyonu 48 saatlik bir görev olarak planlamıştı. IDF geri çekilmeden önce 40 kilometrelik bir sınır bölgesi içindeki FKÖ altyapısını ve gerilla tesislerini ortadan kaldıracaktı.

Ancak haziran başında başlatılan Celile Barış Operasyonu, görev sürüncemesinden ve ortak fikirden hemen etkilendi. IDF Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan ve Savunma Bakanı Ariel Şaron özellikle kavgacı bir tutum sergileyerek ordunun Lübnan topraklarında planlanandan çok daha derinlere inmesi için bastırdılar. Şaron, şimdiki İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu gibi, savaşı kendi siyasi çıkarlarına hizmet etmek için sürdürmekle suçlandı. (İsrail’de yapılan kamuoyu yoklamaları, yolsuzluktan yargılanan ve savaş sona erdiğinde görevden alınması muhtemel olan Netanyahu’ya desteğin çok düşük olduğunu gösteriyor).

Netanyahu’nun kabinesi, 1982’de İsrail Başbakanı Menachem Begin’in kabinesi gibi, sertlik yanlılarının hakimiyetinde ve bu nedenle agresif bir yol izliyor. İsrail güçleri Gazze’nin en büyük kentinin içinde savaşıyor ve hükümetin maksimalist hedefi -Hamas’ı ortadan kaldırmak- savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğine dair belirgin bir strateji olmadığı anlamına geliyor. Lübnan’da da benzer şekilde kavgacı ve kesin olmayan bir strateji on binlerce sivilin hayatına mal oldu ve ülkenin altyapısını yerle bir etti. Hatta Şaron ve Eitan 1982 yazında IDF’yi Beyrut’u kuşatmaya yönlendirerek 620 binden fazla nüfusa sahip başkente bir ay boyunca su, gıda, elektrik ve ulaşımın kesilmesine neden oldu. İsrail sonunda FKÖ’yü ve gerillaları geri çekilmeye zorladı ama ancak aralarında 5 binden fazla sivilin de bulunduğu en az 6 bin 775 Beyrutluyu öldürdükten sonra.

İsrail Gazze’ye yönelik çok daha kapsamlı bir kuşatma yürütüyor ve bunun sonuçları da benzer şekilde feci oluyor. Ancak İsrailli liderler insani maliyetlerden rahatsız görünmüyor. Örneğin İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, ülkesinin “insansı hayvanlarla” savaştığını ve buna göre hareket edeceğini açıkladı. Gallant’ın bu sözleri, Nisan 1983’te İsraillilerin “toprağa yerleştikten sonra Arapların yapabileceği tek şeyin şişedeki uyuşturulmuş hamamböcekleri gibi oradan oraya koşuşturmak olacağını” söyleyerek övünen Eitan’ın duygularını yansıtıyor.

Eitan’ın şaşırtıcı derecede insanlıktan dışı değerlendirmesi, IDF’nin güney Lübnan’da neden bu kadar sorun yaşadığının bir kısmını gösteriyor. Üstünlüklerine inanan İsrailli askeri liderler, yoğun bir Filistinli ya da Lübnanlı direnişi beklememiş ya da buna uygun bir eğitim almamışlardı. Sonuç olarak, İsrail kuvvetleri Lübnan’ın büyük şehirlerini birbirine bağlayan sahil otoyolunda ilerlediklerinde, yoğun nüfuslu, yoksul mülteci kamplarında ve yerel Lübnanlı topluluklarda karşılaştıkları şiddetli muhalefet karşısında çoğu zaman bunalıma girdiler. Birçok Filistin Kurtuluş Ordusu birliği çökerken ve gerilla komutanları IDF ateşi altında kaçarken bile, kamp düzeyindeki milisler yani kendilerini kendi topluluklarını savunmaya adamış gruplar, bireysel olarak IDF’yi şehir savaşına çekerek, tankları havaya uçurarak ve çok sayıda İsrailli subayı öldürerek günlerce oyalamayı başardılar.

Örneğin IDF’nin Sayda kentindeki bir mülteci kampı olan Ayn el-Hilve için verdiği mücadeleyi hatırlayın. Bütün bir hafta boyunca Filistinli milislerden oluşan gruplar, İsrail güçlerini pusuya düşürmeden önce dolambaçlı sokaklardan, derme çatma binalardan ve yeraltı tünellerinden kaçarak İsrail ordusunu engelledi. Sadece küçük silahlar kullanarak IDF’nin zırhlı personel taşıyıcılarını ve tanklarını havaya uçurdular. En azından bir Filistinli genç, roket güdümlü el bombalarıyla tank kulelerini tam doğru noktadan vurma, tankların bağlantılarını tahrip etme, araçları etkisiz hale getirme ve içindeki askerleri açığa çıkarma becerisiyle ünlendi. Kamp İsrailliler için o kadar öldürücüydü ki IDF, güvenlik için her gece geri çekiliyor ve gündüz elde ettiği toprak kazanımlarını feda ediyordu. Sonunda IDF kampı ele geçirmek, kalıntılarını buldozerle yıkmak ve kuzeye doğru ilerlemeye devam etmek için konvansiyonel mühimmat ve beyaz fosfor da dahil yangın çıkarıcı silahlarla bombardımana başvurdu.

İsrail’in direnişi ortadan kaldırmaya çalıştığı tek yol kara savaşı değildi. Ordu aynı zamanda kitlesel tutuklamalara da başvurdu ve sadece 1982 yılında tek bir esir kampında 9 bin 064 Filistinli ve Lübnanlı erkeği gözaltına aldı. Ancak bu da IDF için geri tepti. Sorgulamalara ve dayağa maruz kalan mahkumlar -hepsi militan değildi- hem ayaklandılar hem de firar ettiler. Gerilla savaşçısı olan pek çok kişi eski gruplarına geri döndü ve savaşmaya devam etti. Kitlesel hapis ve kampların yıkılması, İsrail güçlerinin yardım etmeye hazır olmadığı ve IDF’nin en güçlü eleştirmenlerinden bazılarına dönüşen geniş bir evsiz Filistinli kadın, çocuk ve yaşlı nüfusu da yarattı. Örneğin Ayn el-Hilve’deki Filistinli kadınların öncülük ettiği bir protesto hareketi, içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek için uluslararası insan hakları grupları, medya kuruluşları ve Birleşmiş Milletler ile temasa geçti. Gösteriler düzenlediler, yolları kapattılar ve Birleşmiş Milletler’in sağladığı yetersiz çadırları sembolik olarak yaktılar; bu eylemler hem gazeteciler hem de insan hakları örgütleri tarafından haberleştirildi. İsrail’in zaten zor durumda olan uluslararası itibarı bir darbe daha aldı.

Bugün de İsrail’in itibarı pek iyi durumda değil. Hamas’ın acımasız saldırısının ardından artan sempatinin ardından, çatışmayla ilgili haberler giderek Gazze’de IDF’nin neden olduğu katliama odaklandı. Uluslararası yayın organları Batı Şeria’da İsrailli yerleşimci milislerin uyguladığı şiddete ilişkin haberler de yayınladı. The New York Times, The Washington Post, Reuters ve insan hakları örgütlerinin raporlarına göre Batı Şeria’daki yerleşimciler 7 Ekim’den bu yana biri çocuk olmak üzere sekiz Filistinliyi öldürdü. Yerleşimcileri koruyan IDF ise 45’i çocuk olmak üzere en az 167 kişiyi daha öldürdü. Yerleşimciler Filistinlileri öldürmenin yanı sıra kundaklama, silahlı saldırı ve ölüm tehditleri kullanarak yaklaşık bin Filistinliyi köylerinden kovdu. Bu saldırılar 1982 ve 1983 yıllarında Lübnanlı sağcı milislerin Sayda’da yine IDF’nin gözetimi altında Filistinli nüfusu tehdit edip kovduğu şiddet olaylarına benziyor.

Aslında IDF-milis ittifakı Celile Barış Operasyonu’nun en kötü şöhretli katliamının gerçekleşmesine yol açtı. Eylül 1982’de İsrail’in müttefiki ve Lübnan Cumhurbaşkanı seçilen Beşir Gemayel’in bir bombayla öldürülmesinin ardından IDF Batı Beyrut’u işgal etti ve Sabra-Şatilla mülteci kampını kuşattı. IDF daha sonra Filistinlilerin kampa ya da çevresindeki mahallelere giriş çıkışlarını engelledi. Ancak IDF’ye bağlı Hıristiyan Lübnanlı milislerin bölgeye girmesine izin verdi. Bu milisler iki gün boyunca Sabra-Şatilla kampını çevreleyen bölgeye saldırarak en az 2 bin Filistinli sivili öldürdü ve işkence ve cinsel şiddet eylemleri de dahil bir dizi başka zulme imza attı. Bu arada IDF askerleri bölgeyi bombaladı ve işaret fişekleriyle aydınlattı.

Katliam, İsrail de dahil olmak dünyanın dört bir yanındaki insanları öfkelendirdi. Yaklaşık 350 bin İsrailli Begin ve Şaron’u istifaya çağıran ülke çapındaki protestolara katıldı ve hükümeti katliamla ilgili bir kamu soruşturması yürütmeye teşvik etti. Sonuçta ortaya çıkan Kahan Komisyonu, Şaron’un şiddetten şahsen sorumlu olduğuna karar verdi ve Eitan’ın eylemlerinin “görev ihlali ile eşdeğer” olduğunu ilan etti. Şaron istifa etmek zorunda kaldı ve Eitan da 1983 yılında emekli oldu. Begin de aynı yıl içinde istifa etti.

EMSAL OLARAK GEÇMİŞ

Kısmen ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Philip Habib’in aracılık ettiği müzakereler 1982 yazına yayıldı. Ağustos ayında taraflar ateşkes üzerinde anlaştı. Ateşkes şartlarına göre FKÖ ve gerilla gruplarının üyeleri -toplam 14 bin 398 kişi- Lübnan’ı terk etti. İsrail ve Suriye birlikleri de Beyrut’tan çekilmeyi kabul etti. Tahliyeyi kolaylaştırmak, Filistinli sivilleri korumak ve ateşkesin sürdürülmesine yardımcı olmak üzere ağustos ayında İngiltere, ABD, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan barışı koruma misyonu oluşturuldu. FKÖ ve El Fetih merkezlerini Tunus’a taşırken, diğer gerilla grupları da çeşitli Arap ülkelerine dağıldı. Sabra-Şatilla katliamı bir aydan kısa bir süre sonra meydana geldi.

Katliam, FKÖ’nün yenilgisinin savaşın sonu olmadığının pek çok göstergesinden sadece biriydi. FKÖ’nün de sonu değildi. İsrail birçok gerilla komutanını öldürmeyi ve FKÖ’nün Lübnan’da üslenmesini engellemeyi başarmış olsa da örgüt Tunus’ta yeniden toparlandı. İsrail güney Lübnan’ın büyük bölümünü işgal etmeye devam etti ve Celile Barış Operasyonu’ndan sağ kurtulan Filistinli savaşçılar yeni hücreler ve birimler oluşturarak İsrail’le savaşmaya devam etti. Resmi bir komuta ve kontrol yapısından kopuk olan bu gruplar, İsrail işgal güçlerine karşı şiddetli, kaotik saldırılar düzenleyebildiklerini ve IDF işbirlikçilerini hedef alabildiklerini kanıtladılar. Filistinli gruplar ayrıca, IDF’yi kovmak için kurulan Hizbullah ve Lübnan Komünist Partisi gibi solcu gruplar da dahil İsrail işgaline karşı yerel Lübnan direnişinin şekillendirdiği bir ortamda faaliyet gösterdi. Bu örgütleri toplu olarak yenmek imkansızdı. İsrail birlikleri güney Lübnan’ın bazı bölgelerini 18 yıl daha işgal etti, baskın üstüne baskın düzenledi ve tutuklama üstüne tutuklama yaptı. Ancak hava saldırıları ve istihbarat ajanları, cip devriyeleri ve komando birlikleri gibi tüm kapasitesine rağmen IDF muhaliflerini ortadan kaldıramadı.

Gazze’deki sonuçlar Lübnan’dakinden çok farklı konular üzerinde yapılacak müzakerelere bağlı olacak. Lübnan kendi hükümeti, vatandaşları, ekonomisi ve karmaşık dinamikleri olan egemen bir ülke. (FKÖ’ye ve Filistinli gerillalara ev sahipliği yapmak Lübnan’ın iç siyasetinde bir kama oluşturdu ve ülkenin 15 yıllık iç savaşını körükledi). Uluslararası örgütlerin ve insan hakları gruplarının İsrail’in işgal ettiğini söylediği ve İsrail’in Mısır’la birlikte 16 yıldır abluka altında tuttuğu bir Filistin toprağı. Bağımsız bir ekonomisi olmadığı gibi elektrik ve suyu üzerinde de kontrolü yok.

Ancak Lübnan’dan alınan askeri ve insani dersler, Gazze’deki mevcut felaket koşullarının daha da şiddetli hale geleceğini ve tüm taraflar için uzun vadeli, feci sonuçlar doğuracağını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. İsrail’in şehir savaşına uzun süredir devam eden yaklaşımı, işgal planları (Netanyahu, İsrail’in Gazze’nin “genel güvenlik sorumluluğunu belirsiz bir süre için” üstleneceğini söyledi), devlet dışı milislerle ittifakları ve kitlesel hapis cezası kullanması hepsi Lübnan’da olanları yansıtıyor. Bu nedenle sonucun önemli ölçüde farklı olacağını hayal etmek zor.

Bu ne yazık ki ölü sayısına da yansıyor. 1982 savaşında tam olarak kaç kişinin öldürüldüğünü kimse bilmiyor; resmi kayıtlarda enkaz altında kalanlar, ailelerini avlulara, yamaçlara gömenler, Sabra-Şatilla katliamı gibi olaylarda kaybolan kişiler yer almıyor. Ancak Lübnan hükümeti ve hastane yetkililerinin tahminlerine göre, Celile Barış Operasyonu başladıktan sonraki dört ay içinde 19 bin 085 Lübnanlı ve Filistinliyi öldürdü; bunların yaklaşık yüzde 80’i sivildi. FKÖ, 49 bin 600 sivilin öldürüldüğünü veya yaralandığını ve 5 bin 300 askerin öldüğünü tahmin ediyor. Aynı dört ayda 364 İsrail askerinin çatışmada öldürüldüğü ve 2 bin 388 askerin de yaralandığı bildirildi. Tüm Lübnan savaşı ve ardından 1982’den 2000’e kadar güney Lübnan’ın işgali boyunca, çoğu Hizbullah’la olan çatışmalarda olmak üzere bin 216 İsrail askeri öldü.

Elbette Filistinlilerin kayıp sayıları İsrail’inkileri gölgede bırakıyor; bu da IDF taktiklerinin ne kadar orantısız olduğunun bir başka göstergesi. Bu, İsrail’in bedelini önemsiz kılmıyor. Hasar son derece gerçek ve ölümlerin ve fiziksel yaralanmaların ötesine uzanıyor. İsrail Travma ve Dayanıklılık Merkezi tarafından yapılan bir araştırma, 1982 savaşında görev yapan 70 bin İsraillinin yaklaşık yüzde 20’sinin travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterdiğini ve bunların yalnızca yüzde 11’inin tedavi aradığını tahmin ediyor. Lübnan’a haklı sebeplerden dolayı “İsrail’in Vietnam’ı” deniyor.

Bugünkü muhtemel sonuçlarına rağmen İsrail, Hamas’ın zaferi anlamına geleceğini iddia ederek ateşkesi düşünmeye istekli değil. Bu yanıltıcı. Ateşkesin gerçek kazananları, birçoğu işgalin, ablukanın, yasa dışı İsrail yerleşimlerinin sona ermesini ve hem İsrail hem de Filistin’in güvenliği için Filistin’in eşitliğinin tanınmasını uzun süredir savunan siviller ve şiddet içermeyen toplumsal hareketler olacak. Buna karşılık ateşkesin kaybedenleri, ideolojik hedeflerine ulaşmak için her ne kadar devlet ordusunun gücü ve geniş bir gözetleme aygıtı tarafından desteklense de aşırı şiddet biçimleri izleyen İsrailli katı görüşlüler ve Hamas olacak. Örneğin bazı İsrailli aşırılık yanlıları açıkça Gazze’nin temizlenmesi veya Gazzelilerin Mısır’a itilmesi yönünde çağrıda bulundu. Kurşun sıkılmadan bu sonuçların hiçbiri gerçekleşemez.

Mevcut yüksek tansiyon göz önüne alındığında, bu savaşın nasıl ya da ne zaman sona ereceğini söylemek zor. Katar; Hamas, İsrail ve ABD arasında arabuluculuk yaparak bu çatışmada giderek daha merkezi bir konuma geldi. Ancak Washington, İsrail hükümetine Gazze’deki toplu katliamları ve Batı Şeria’daki şiddeti durdurması için etkili bir şekilde baskı yapabilecek tek aktör. ABD Başkanı Joe Biden’ın yönetiminin bunu yapıp yapmayacağını göreceğiz. Şu ana kadar Biden, İsrail’in ateşkesin Hamas’ın yararına olacağı iddiasını yineleyerek bu tür talepleri kesin bir dille reddetti. ABD’li yetkililer İsrail’i yardımları kabul etmesi için dört saatlik “insani molalar” dizisini kabul etmeye zorlamayı başardı. Ne kadar çok yardıma ihtiyaç duyulduğu ve çatışmaların şiddeti göz önüne alındığında, bunların Gazze’deki sivillerin refahı üzerinde çok az kalıcı etkisi olacak. Ancak umarız Biden sonunda gerçek bir son için bastırmaya karar verir.

Eğer Biden bunu yaparsa, başka bir ABD başkanının belirlediği bir emsali takip etmiş olacak: Ronald Reagan. Lübnan savaşı başladığında Reagan yönetimi ikiye bölündü: bazıları İsrail’in yaptırım tehdidi altında derhal çekilmesini isterken, diğerleri FKÖ ve Suriye’nin de çekilmeye zorlanması gerektiğini düşünüyordu. Ancak çatışma insani bir kâbusa dönüştükçe Başkan daha eleştirel olmaya başladı. Temmuz 1982’de Beyaz Saray İsrail’e misket bombası sevkiyatını durdurdu ve İsraillilerin bu silahları sivil bölgelerde kullanmamaya yönelik silah anlaşmalarını ihlal ettiğini ilan etti. Beyrut Kuşatması sırasında IDF’nin başlattığı özellikle ölümcül bir yaylım ateşinin ardından Reagan, Begin’i aradı ve IDF’den bombardımanı durdurmasını talep etti. Bunu yaparken de son derece duygusal ifadeler kullandı. Reagan, “Burada, televizyonumuzda, her gece halkımıza bu savaşın sembolleri gösteriliyor ve bu bir holokosttur” dedi. Nisan 1983’te kamuoyuna, yönetiminin İsrail’e F-16 satışlarını durdurduğunu ve devlet Lübnan’dan çekilene kadar satışların devam etmeyeceğini söyledi.

Yönetimin taleplerinin İsrailli karar alıcıları davranışlarını değiştirmeye zorladığına dair kanıtlar var. Temmuz 1982’de Washington Post, İsrail hükümetinin davranışlarındaki “çarpıcı” ılımlılık hakkında yazdı ve bunun başlıca nedeni olarak Reagan’ı gösterdi. Makalede, “İsrail medyası Begin hükümetinin yeni ‘esnekliğindeki’ kilit faktörün geçen hafta Başkan Reagan’dan gelen sert bir mektup olduğunu bildirdi” deniyordu.

Bugün Biden, İsrail savaşının sona ermesi için ABD’nin nüfuzunu bir kez daha kullanmak zorunda. Ateşkes, özellikle de Washington’un Orta Doğu’da saygın bir oyuncu olarak kalma umudu varsa, siyasi açıdan makul, güvenliği artırıcı ve ahlaki açıdan savunulabilir tek politikadır. Bunun alternatifi, çoğu Hamas’a karşı olan Gazze halkını daha fazla bombaya, kurşuna ve yanmaya mahkûm etmektir. Onları sürekli susuzluğa, açlığa ve hastalığa maruz bırakmaktır. Zaten yoksullaşmış, aşırı kalabalık bir yerleşim bölgesini alıp kalkındırma şansını onlarca yıl geriye götürmektir. İsrail’le savaşmak için hayatlarını riske atacak yeni bir militan nesli yaratması muhtemeldir. “Bunların hepsi daha önce de oldu” ifadesi bir şeyin tekrar olmasını engellemek için kullanılabilecek en güçlü argümandır.

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Ukrayna’da madene hücum

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.


Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor

Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.

İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.

Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.

Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.

Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak

Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.

Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.

Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.

Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.

Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.

Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.

Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.

Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?

Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu

Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.

Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.

Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.

Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.

Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.

Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.

Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.

Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.

Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.

Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.

Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: İktisatçı Michael Roberts’ın aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi, Donald Trump’ın gümrük tarifelerinin ABD ekonomisine vereceği zararı inceliyor. Nitekim, Trump Kanada ve Meksika’ya getirdiği gümrük vergilerinin önemli bir kısmından geri adım atmak zorunda kaldı. ABD Başkanının Kongre konuşmasında bu vergilerin tüketicilerde “küçük bir rahatsızlık” yaratacağı iddiası, gerçeğin bambaşka oluşuyla birlikte boşa düşüyor.


Trump’ın ‘küçük rahatsızlığı’

Michael Roberts
The Next Recession
5 Mart 2025

Görevdeki 100 günün ardından dün ABD Kongresinde konuşan Başkan Donald Trump, ABD’nin en büyük ticaret ortaklarından ithalata getirilen yeni gümrük vergilerinin “biraz rahatsızlık” yaratacağını iddia etti. Fakat yakında bunun sona ereceğini ve “gümrük vergilerinin Amerika’yı yeniden zenginleştirmek ve Amerika’yı yeniden büyük yapmakla ilgili olduğunu ” söyledi: “Bu gerçekleşiyor ve oldukça hızlı bir şekilde gerçekleşecek.”

Gerçekten de çok hızlı bir şekilde. Trump dün Kanada ve Meksika’dan ABD’ye ithal edilen mallara %25, Çin’den ithal edilen mallara ise %10 ek gümrük vergisi getirerek Amerika’nın en büyük üç ticaret ortağını önemli ölçüde daha yüksek bariyerlerle karşı karşıya bıraktı. Bu hamleler Pekin’in hemen tepkisini çekti ve Pekin 10 Mart’tan itibaren soya fasulyesi ve sığır etinden mısır ve buğdaya kadar ABD tarım ürünlerine %10-15 gümrük vergisi uygulayacağını açıkladı. Kanada da 107 milyar dolarlık ABD ithalatına, 21 milyar dolarlık ithalattan başlamak üzere, derhal gümrük vergisi getireceğini açıkladı. Başbakan Justin Trudeau, “Kanada bu haksız kararın cevapsız kalmasına izin vermeyecektir,” dedi. Ottawa’ya karşı uygulanan vergiler, %10’luk bir tarifeyle karşı karşıya olan Kanada petrol ve enerji ürünleri hariç %25 olarak belirlendi. Kanada, ABD’nin ham petrol ithalatının yaklaşık %60’ını gerçekleştiriyor.

Çin ayrıca ABD şirketlerini de hedef alarak on şirketi ulusal güvenlik kara listesine aldı ve diğer 15 şirkete ihracat kontrolü getirdi. Ayrıca ABD’li biyoteknoloji şirketi Illumina’nın gen dizileme ekipmanlarını Çin’e ihraç etmesini yasakladı. Pekin, Trump’ın ilk gümrük vergileri saldırısına yanıt olarak Illumina’yı geçen ay “güvenilmez kuruluşlar” listesine eklemişti.

Planlanan tüm gümrük vergileri ABD’nin gümrük vergisi oranını birkaç hafta içinde %20’nin üzerine çıkaracak ve bu oran Birinci Dünya Savaşı öncesinden bu yana görülen en yüksek oran olacak. Joseph Politano’nun da belirttiği gibi, ABD’nin 1,3 trilyon dolarlık ithalatını ya da ABD’ye getirilen tüm malların yaklaşık %42’sini kapsayan bu eylemlerin maliyeti muazzam ya da yaklaşık bir asır önceki meşhur Smoot-Hawley Yasası’ndan bu yana tek başına en büyük tarife artışı.

Gümrük vergileri ABD’de benzin, gübre, çelik, alüminyum, ahşap, plastik ve dahası gibi temel hammaddelerin fiyatlarını artıracak. Özellikle Meksika’dan gelen taze meyve ve sebzeler olmak üzere, bakkaliye ürünlerini bulmak zorlaşacak. Karmaşık entegre Kuzey Amerika tedarik zincirlerine –araçlar, bilgisayarlar, kimyasallar, uçaklar ve daha fazlası– dayanan imalat sektörleri, bu bağlantıların zorla koparılması halinde durma noktasına gelebilir. Üretimin özellikle Çin ve Meksika’da yoğunlaştığı telefonlar, dizüstü bilgisayarlar ve beyaz eşyalar için maliyetler artabilir. İhracatçılar artan hammadde maliyetleri, para biriminin değer kazanması ve yaklaşan misilleme gümrük vergileri nedeniyle zarar görecek ve bunların hepsi ABD iktisadi faaliyetlerini azaltacaktır.

Bu tarifelerin toplam maliyeti, ABD’li tüketicilerin ve işletmelerin ithal mal alımları için daha fazla ödeme yapmalarıyla 160 milyar doları bulacak ve daha fazlası da gelecek. Trump’ın salı günü aldığı önlemler, önerdiği önlemlerin yalnızca %40’ını oluşturuyor. Bir sonraki parti uygulamaya konulursa, ithalat maliyetini 600 milyar doların üzerine ya da GSYİH’nin %1,6’sına çıkaracak.

İthal mallara gümrük vergisi koymanın iktisadi argümanlarından biri yerli şirketleri yabancı rekabetten korumak. İthalatın vergilendirilmesiyle yurtiçi fiyatlar nispeten ucuzlar ve vatandaşlar harcamalarını yabancı mallardan yerli mallara kaydırarak yerli sanayiyi genişletir. Fakat bu argümanın çok az ampirik dayanağı vardır. New York Fed yakın zamanda artan gümrük vergilerinin yerli firmalar üzerindeki etkisini analiz etti. Çalışmada şu sonuca varıldı: “Küresel tedarik zincirlerinin karmaşık olması ve yabancı ülkelerin misilleme yapması nedeniyle gümrük tarifelerinin uygulanmasından kazanç elde etmek zordur. Ticaret savaşının açıklandığı günlerde borsa getirilerini kullanarak elde ettiğimiz sonuçlar, firmaların beklenen nakit akışlarında ve reel sonuçlarda büyük kayıplar yaşadığını gösteriyor. Bu kayıplar geniş tabanlı olup, Çin’e maruz kalan firmalar en büyük kayıpları yaşadı.

Dahası, Danimarkalı iktisatçı Jesper Rangvid’in de gösterdiği gibi, Trump sadece iki taraflı mal ticaretine bakıyor; hizmet ticaretini ve sermaye ile emekten elde edilen kazançları göz ardı ediyor. Öyle ki, ABD’nin en azından Avro bölgesine yaptığı hizmet ihracatından elde ettiği gelir ve bu bölgeye ihraç ettiği sermaye ve işgücü ücretlerinden elde ettiği getiri, mal ticaretindeki iki taraflı açığını telafi etmektedir. Avro bölgesinin ABD ile olan toplam ikili cari işlemler dengesi sıfıra yakındır.

Trump’ın gümrük vergisi yaylım ateşi ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’ bir yana, ABD ekonomisini ve onunla birlikte diğer büyük ekonomileri resesyona sürükleme ihtimaline sahip. Kiel Enstitüsü, AB’nin ABD’ye ihracatının %15-17 oranında düşeceğini, bunun da AB ekonomisinde %0,4 oranında “önemli” bir daralmaya yol açacağını, ABD GSYİH’sinin ise %0,17 oranında küçüleceğini hesaplıyor. AB’nin misilleme gümrük vergileri uygulaması halinde, bu ekonomik zararı iki katına çıkaracak ve enflasyonu 1,5 puan artıracak. Almanya’nın ABD’ye mamul mal ihracatı neredeyse %20 oranında düşerek en kötü darbeyi alacak. Zaman içinde kaybedilen ihracatın tam büyüklüğü belirsiz olsa da (tedarik zincirlerinin yeniden kurulması zaman alacağından), bu vergilerin devam etmesi halinde ABD ile ticaret yapan büyük ekonomilerin GSYİH’lerinde önemli bir düşüş yaratması muhtemel.

ABD imalatı üzerindeki genel etki, ihracat kaybında GSYİH’nin yaklaşık %1’ini bulabilir.

Bu tahminlerden biri. Yale Üniversitesi iktisatçıları daha da ileri gidiyor. Planlanan %25’lik Kanada ve Meksika tarifeleri ile %10’luk Çin tarifelerinin yanı sıra halihazırda yürürlükte olan %10’luk Çin tarifelerinin etkisini modellediler. Bu tarifelerin, efektif ortalama tarife oranını 1943’ten bu yana en yüksek seviyeye çıkaracağını hesapladılar. Yurtiçi fiyatlar mevcut enflasyon oranına göre %1’in üzerinde artacak ki bu da 2024 yılında hane başına ortalama 1.600-2.000 dolar tüketici kaybına eşdeğerdir. ABD’nin reel GSYİH büyümesini bu yıl %0,6 puan düşürecek ve gelecekteki yıllık büyüme oranlarından %0,3-0,4 puan azaltarak yapay zeka infüzyonundan beklenen verimlilik kazanımlarını silecek.

ABD’deki Uluslararası Ticaret Odası [ICC] o kadar endişeli ki, Trump planlarından geri adım atmazsa dünya ekonomisinin 1930’lardaki Büyük Buhran’a benzer bir çöküşle karşı karşıya kalabileceğini düşünüyor. ICC Genel Sekreter Yardımcısı Andrew Wilson, “Derin endişemiz, bunun bizi 1930’ların ticaret savaşı bölgesine sokan aşağı doğru bir sarmalın başlangıcı olabileceği,” diyor. Dolayısıyla Trump’ın önlemleri “küçük bir rahatsızlığın” çok ötesine geçebilir .

Yeni gümrük tarifelerinin açıklanmasından önce bile ABD ekonomisinin bir miktar yavaşladığına dair önemli işaretler vardı. Artan ithalat tarifelerinin etkisi resesyon için bir kırılma noktası olabilir. Wall Street de böyle düşünüyordu. Trump gümrük vergisi önlemlerini açıkladığında, Trump’ın seçim zaferinden bu yana ABD borsasında elde edilen tüm kazançlar silindi.

Birkaç hafta içinde ABD ekonomisine ilişkin söylem, ABD ekonomisinin “istisnailiğinden” büyümede ani bir gerilemeye ilişkin endişeye dönüştü. Perakende satışlar, imalat, reel tüketici harcamaları, konut satışları ve tüketici güveni göstergelerinin hepsi son bir iki ay içinde düşüş gösterdi. 2025’in ilk çeyreği için reel GSYİH büyümesine ilişkin konsensüs tahminleri artık sadece yıllık %1,2.

Atlanta Fed’in yakından takip edilen mevcut GSYİH ŞİMDİ izleyicisi ise tam bir daralma öngörüyor.

ABD imalatı bir yıl ya da daha uzun bir süredir durgunluk içinde fakat imalat faaliyetlerine ilişkin son göstergelerde endişe verici olan bir diğer husus da maliyetlerdeki önemli artış. ISM Başkanı Timothy Fiore, “Şirketler yeni yönetimin tarife politikasının ilk operasyonel şokunu yaşarken talep azaldı, üretim dengelendi ve personel çıkarma devam etti. Tarifeler nedeniyle hızlanan fiyat artışı, yeni siparişlerin birikmesine, tedarikçi teslimatlarının durmasına ve imalat envanterinin etkilenmesine neden oldu,” diyor. Yeni siparişler Mart 2022’den bu yana en büyük düşüşü göstererek daralma bölgesine girdi ve üretim keskin bir şekilde yavaşladı. Buna ek olarak, fiyat baskıları Haziran 2022’den bu yana en yüksek seviyeye çıktı.

Fakat pandeminin sona ermesinden bu yana ABD ekonomisinin sözümona istisnailiği her zaman istatistiksel bir yanılsamaydı. Bir çalışma, birçok Amerikan hanesi için istihdam, ücretler ve enflasyonla ilgili gerçek hikayeyi ortaya koyuyor. İlk olarak, resmi rakamlara göre neredeyse rekor düzeyde düşük olan işsizlik oranı sadece %4,2. Fakat bu rakam, ara sıra iş yapan evsiz insanları da istihdam edilmiş olarak kabul ediyor. İşsizlere yarı zamanlı iş dışında bir iş bulamayanlar ya da yoksulluk ücreti (kabaca 25.000 dolar) alanlar da dahil edilirse, bu oran aslında %23,7. Başka bir deyişle, bugün Amerika’da neredeyse her dört çalışandan biri işlevsel olarak işsizdir. Resmi medyan ücret 61.900 dolar. Fakat işgücündeki herkesi takip ederseniz, yani yarı zamanlı çalışanları ve işsiz iş arayanları dahil ederseniz, medyan ücret aslında yılda 52.300 dolardan biraz fazla. “Medyan ücretle çalışan Amerikalı işçiler, geçerli istatistiklerin gösterdiğinden %16 daha az kazanıyor.” 2023 yılında resmi enflasyon oranı %4,1 idi. Fakat gerçek yaşam maliyeti bunun iki katından daha fazla arttı: tam %9,4. Bu da 2023 yılında satın alma gücünün medyan olarak %4,3 düştüğü anlamına geliyor.

Avrupalı liderlerin Trump’ın gümrük vergisi hamlelerine ve Rusya’ya karşı savaşında Ukrayna’yı desteklemekten açıkça geri çekilmesine cevabı, daha fazla savaş hazırlığı gibi görünüyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsüne göre, küresel savunma harcamaları geçen yıl 2,2 milyar dolara ulaşarak rekor kırarken, Avrupa’da ise 388 milyar dolara yükselerek ‘soğuk savaş’tan bu yana görülmemiş seviyelere ulaştı. Financial Times’ın liberal Keynesyen iktisat gurusu Martin Wolf, “Savunma harcamalarının önemli ölçüde artması gerekecek,” diyor. “Bu harcamanın 1970’lerde ve 1980’lerde Birleşik Krallık GSYİH’sinin %5’i ya da daha fazlası olduğunu unutmayın. Uzun vadede bu seviyelerde olması gerekmeyebilir: modern Rusya Sovyetler Birliği değil. Yine de, özellikle ABD’nin çekilmesi durumunda, inşa sırasında bu kadar yüksek olması gerekebilir.

Bunun bedeli nasıl ödenecek? “Eğer savunma harcamaları kalıcı olarak artırılacaksa, hükümet yeterli harcama kesintisi bulamazsa, ki bu da şüpheli, vergilerin arttırılması gerekir.” Fakat endişelenmeyin, tanklara, askerlere ve füzelere yapılan harcamalar aslında bir ekonomi için faydalıdır, diyor Wolf. “Birleşik Krallık gerçekçi bir şekilde savunma yatırımlarının ekonomik getirilerini de bekleyebilir. Tarihsel olarak savaşlar inovasyonun anası olmuştur.” Wolf daha sonra İsrail ve Ukrayna’nın savaştan elde ettiği kazanımlara ilişkin harika örneklerden bahsediyor: “İsrail’in “startup ekonomisi’ ordusunda başladı. Ukraynalılar şimdi dron savaşında devrim yarattılar.” Savaşın getirdiği yeniliklerin insani maliyetinden bahsetmiyor Wolf: ”Ancak asıl önemli olan nokta, savunmaya önemli ölçüde daha fazla harcama yapma ihtiyacının, her ikisi de doğru olsa da, sadece bir gereklilikten ve sadece bir maliyetten daha fazlası olarak görülmesi gerektiği. Eğer doğru şekilde yapılırsa, bu aynı zamanda iktisadi bir fırsattır.” Yani savaş iktisadi durgunluktan çıkış yolu.

Almanya’nın müstakbel Şansölyesi Friedrich Merz de (son seçimleri kazandıktan sonra) aynı hikayeyi benimsedi. Hükümetin hesaplarını ‘dengelemek’ için herhangi bir ekstra mali harcamaya karşı çıktığı seçim kampanyasından tam bir dönüş yaparak, şimdi Avrupa’nın en büyük ekonomisini canlandırmak ve yeniden silahlandırmak için Almanya’nın ordusuna ve altyapısına yüz milyarlarca dolarlık ekstra fon enjekte etme planını destekliyor. Yeni bir düzenleme ile GSYİH’nin %1’inin üzerindeki savunma harcamaları, hükümetin borçlanmasını sınırlayan “borç freninden” muaf tutularak Almanya’nın silahlı kuvvetlerini finanse etmek ve Ukrayna’ya askeri yardım sağlamak için sınırsız miktarda borçlanmasına izin verilecek. Ayrıca, altyapı için on yıl boyunca sürecek 500 milyar avroluk bir fon oluşturmak üzere bir anayasa değişikliği yapmayı planlıyor. Birdenbire silahlanma ve askeri girişimler için bol miktarda nakit ve borçlanma imkanı ortaya çıktı.

İngiltere’nin planı, dünyanın yoksul ülkelerine yönelik yardım programını keserek ‘savunma’ harcamalarını iki katına çıkarmak. Trump ayrıca ABD’nin dış yardımlarını da dondurdu. Küresel borç 2024 yılında 7 trilyon dolar artışla 318 trilyon dolara ulaştı. Küresel borcun küresel GSYİH’ye oranı son dört yılda ilk kez yükseldi; yani borç nominal GSYİH’den daha hızlı artarak GSYİH’nin %328’ine ulaştı. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), borç yükleri artmaya devam eden yoksul ülkelerin büyük bir baskı altında olduğu uyarısında bulundu. Bu ekonomilerdeki toplam borç 2024 yılında 4,5 trilyon dolar artarak, gelişmekte olan piyasaların toplam borcunu tüm zamanların en yüksek seviyesi olan GSYİH’nin %245’ine çıkardı. Bu yoksul ekonomilerin birçoğu bu yıl 8,2 trilyon dolarlık rekor bir borcu çevirmek zorunda ve bunun yaklaşık %10’u yabancı para cinsinden; bu da finansmanın kesilmesi halinde hızla tehlikeli bir hal alabilecek bir durum. Yani önümüzde daha fazla savaş ve daha fazla yoksulluk var.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English