Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Lübnan’ın Hayaletleri: İsrail, 1982 işgalinden ders almadı mı?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Celile Barış Operasyonu olarak adlandırdığı 1982 Lübnan işgali ile bugünkü Gazze katliamları arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor. O zamanki İsrail hükümetinin belirlediği FKÖ’yi ve diğer Filistinli grupları bitirme hedefi ile bugün Netanyahu’nun Hamas’ı bitirme hedefini tartışan makalenin yazarı Johns Hopkins Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası Çalışmalar bölümünde yardımcı doçent olan Sarah E. Parkinson, İsrail’in geçmişte bu hedefe ulaşamadığını bugün de ulaşamayacağını söylüyor. Lübnan’daki Filistinli gruplar üzerine çalışması bulunan Parkinson, “Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak” diyor:

***

Lübnan’ın Hayaletleri

Gazze’yi Nelerin Beklediğini Görmek İçin İsrail’in 1982’deki İşgaline Dönüp Bakın

Sarah E. Parkinson

İnsanlar artık buraya Mukhayyam el-Shuhada yani Şehitler Kampı diyor. İsrail sınırına yakın güzel tepeler ve narenciye bahçeleri arasında yer alan mülteci yerleşimi, Filistinli örgütler tarafından kurulan kapsamlı bir sosyal hizmet, siyasi ve militan toplama aygıtına ev sahipliği yapıyordu. Dolayısıyla işgal başladığında kamp İsrail’in listesinde üst sıralardaydı. Önce İsrail destekli paramiliter güçler, topluluğu kuşatarak sivilleri içeride hapsetti. Ardından iki düzine İsrail Savunma Kuvvetleri tankı geldi. Görgü tanıklarına göre, IDF tankları kaçış yollarını yok etmek ve yeraltı sığınaklarına girmek için binaların merdivenlerine -genellikle bir yapının en zayıf noktası- ateş açtı. Bu ateşi yoğun hava bombardımanı takip etti. Bir bomba toplum merkezine isabet etti; orada barınan 96 sivilden sadece ikisi hayatta kaldı. Kamptaki Filistinli milisler üç buçuk gün boyunca direndi. Sonunda IDF onları bastırmak için beyaz fosfor da kullandı. Hayatta kalanlar, kimyasalın havada bıraktığı izleri ve insanların derisinde oluşan siyah, kratere benzer yanıkları hatırladıklarını söylüyorlar. Topluluk liderlerine göre bu savaşta kampın 16 bin sakininden yaklaşık 2 bin 600’ü öldü.

Bu saldırı, IDF’nin Filistin şehirlerine ve mülteci kamplarına yönelik saldırılarında tanklar, hava saldırıları ve (insan hakları gruplarına göre) beyaz fosfor kullandığı İsrail’in Gazze’deki mevcut savaşından bir sahne olabilir. Ancak bu savaş aslında 41 yıl önce yaşanan bir çatışma sırasında meydana geldi. Şehitler Kampı’nın resmi adı olan Burj el-Şamali’ye yapılan saldırı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali sırasında yaşanan ilk şehir savaşlarından biriydi. Savaş, Filistinli bir grubun İsrail’in Birleşik Krallık Büyükelçisine suikast girişiminde bulunmasının ardından başlamıştı. İşgalin ilk hedefi Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, gerilla gruplarını (El Fetih ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi) ve diğer Filistinli militan grupları ortadan kaldırmaktı. Ancak İsrailli yetkililerin başka emelleri de vardı. Güney Lübnan’da Filistinlilerin askeri ve sivil altyapısını hedef alan İsrailli liderler, İsrail-Lübnan sınırı boyunca bir tampon bölge oluşturmayı, Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermeyi ve Beyrut’ta dost canlısı, sağcı bir Hıristiyan hükümet kurmayı umuyordu.

İsrail’in Lübnan’ı işgali ile Gazze’deki operasyonları arasındaki benzerlikler sadece taktik seçiminin ötesine geçiyor. O zaman da şimdi olduğu gibi işgal, Filistinlilerin şok edici bir saldırısının ardından başlamıştı. O zaman da şimdi olduğu gibi İsrail’in şahin liderleri maksimalist bir karşılık vermeyi tercih ettiler. O zaman da şimdi olduğu gibi, çatışmaların çoğu yoğun nüfuslu kentsel alanlarda gerçekleşmiş ve militanlar genellikle sivillerin arasına karışmıştı. Ve şimdi olduğu gibi o zaman da IDF orantısız güç kullandı.

Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak. Askeri üstünlüğüne rağmen İsrail, FKÖ’yü ortadan kaldırmayı hiçbir zaman başaramadı. Bunun yerine, IDF’nin başlıca başarıları on binlerce sivili öldürmek; Filistinli grupları yıllarca vur-kaç operasyonları yürüten daha küçük hücrelere bölmek; yeni bir Lübnanlı militan parti olan Hizbullah’ın yükselişine ilham vermek ve 2000 yılına kadar süren bir işgalde binden fazla kendi vatandaşını kaybetmek oldu. Bu, halihazırda yeniden yaşanmakta olan bir model. IDF’nin saldırısı sonucu Gazze’deki birçok hastaneyle iletişimin kesildiği 12 Kasım itibariyle, çatışmalar nedeniyle en az 11 bin Filistinli sivil hayatını kaybetti ve bu rakam artmaya devam edecek. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısında çoğu sivil olmak üzere yaklaşık bin 200 İsrailli katledildi ve Hamas, saldırı sırasında alınan 240 İsrailli rehineden bazılarının IDF bombardımanlarında öldüğünü iddia etti. İsrail ordusu da Gazze’de en az 39 askerini kaybetti.

Her şey söylenip yapıldığında İsrail’in Hamas ya da İslami Cihad’ı ortadan kaldırması pek olası değil. IDF’nin 1982’de FKÖ ve birçok gerilla grubuna yaptığı gibi onları önemli ölçüde zayıflatabilir. Ancak gruplar kendilerini yeniden yapılandıracak ve tıpkı 1980’lerin sonunda İslamcı grupların yaptığı gibi, boşluğu doldurmak için başka örgütler ortaya çıkacak. Bunun yerine İsrailli karar vericilerin keşfedeceği şey, zaten anlamış olmaları gereken ve bölge uzmanlarının yıllardır bildiği bir şey: İsrail-Filistin çatışmasının askeri bir çözümü yok.

İSRAİL’İN VİETNAM’I

Filistinli mülteciler, 1948 Nakba yani “felaket” olarak adlandırılan dönemden beri Lübnan’da yaşıyor. Bu dönemde 700 binden fazla Filistinli, İsrail’in oluşacağı topraklardan Arapları sürmeyi hedefleyen Siyonist paramiliter gruplar tarafından zorla yerlerinden edildi. Bu mültecilerin 100 bin ila 130 bini Lübnan’a kaçtı. Filistinlilerin çoğu Lübnan’ın sahil kasabalarına -geçici olarak- yerleşti. Aralarında en yoksul olanlar mülteci kamplarına gitti. Yasalar Filistinlilerin mülk sahibi olmasını, 72 farklı meslekte çalışmasını ya da vatandaşlığa geçmesini engelleyerek birçoğunu kalıcı yoksulluğa ve ikinci sınıf statüsüne mahkûm etti.

1969’da Lübnanlı ve Filistinli yetkililer, mülteci kamplarının yönetimini Lübnan istihbaratının bir kolundan FKÖ’ye devreden Kahire Anlaşması’nı imzaladı. FKÖ daha sonra Lübnan’da, kendisini oluşturan militan gruplar aracılığıyla geniş bir yönetim ve sosyal hizmet aygıtı oluşturmak için yıllarını harcadı. El Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluşu Cephesi gibi bu gerilla grupları anaokulları ve sağlık klinikleri inşa ederken izci birliklerine ve dans takımlarına sponsor oldular. Eş zamanlı olarak eğitim kampları kurdular ve marjinalleştirilmiş mülteci nüfusun yanı sıra Lübnanlı topluluklardan da yoğun bir şekilde eleman toplayarak güney Lübnan’ı kuzey İsrail kasabalarına Katyuşa roketleri ve ölümcül isyan operasyonları düzenlemek için bir üs haline getirdiler. İsrail de buna Filistin kamplarını ve Lübnan sınırındaki köyleri defalarca bombalayarak, hedefli suikastlar ve komando baskınlarıyla karşılık verdi.

IDF aynı zamanda daha büyük operasyonlar da gerçekleştirdi; İsrail’in 1982’deki işgaline verdiği isim olan “Celile için Barış” bunlardan ilki değildi. Aslında IDF, dört yıl önce onlarca İsraillinin ölümüne neden olan El Fetih’in öncülük ettiği sınır ötesi bir otobüs kaçırma eylemine yanıt olarak Güney Lübnan’ı işgal etmişti. 1978 işgali 1982 işgalinden daha küçüktü ama yine de 285 binden fazla insanı güney Lübnan’dan sürmüş ve binlerce Lübnan vatandaşı ve Filistinliyi öldürmüştü. İşgal, İsrail’in çekilmesini isteyen iki BM kararının kabul edilmesi, bu kararları uygulamak üzere Lübnan’da BM Geçici Gücü’nün kurulması ve İsrail ile FKÖ arasında bir ateşkes anlaşmasıyla sona erdi. Ancak Filistinli militan hareketi zayıflatmadı.

Celile Barış Operasyonu 1978 planından daha kapsamlı ve kesin olacak şekilde tasarlanmıştı. Ancak başlangıçta hızlı olması da gerekiyordu. Askeri ve istihbarat karar vericileri başlangıçta operasyonu 48 saatlik bir görev olarak planlamıştı. IDF geri çekilmeden önce 40 kilometrelik bir sınır bölgesi içindeki FKÖ altyapısını ve gerilla tesislerini ortadan kaldıracaktı.

Ancak haziran başında başlatılan Celile Barış Operasyonu, görev sürüncemesinden ve ortak fikirden hemen etkilendi. IDF Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan ve Savunma Bakanı Ariel Şaron özellikle kavgacı bir tutum sergileyerek ordunun Lübnan topraklarında planlanandan çok daha derinlere inmesi için bastırdılar. Şaron, şimdiki İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu gibi, savaşı kendi siyasi çıkarlarına hizmet etmek için sürdürmekle suçlandı. (İsrail’de yapılan kamuoyu yoklamaları, yolsuzluktan yargılanan ve savaş sona erdiğinde görevden alınması muhtemel olan Netanyahu’ya desteğin çok düşük olduğunu gösteriyor).

Netanyahu’nun kabinesi, 1982’de İsrail Başbakanı Menachem Begin’in kabinesi gibi, sertlik yanlılarının hakimiyetinde ve bu nedenle agresif bir yol izliyor. İsrail güçleri Gazze’nin en büyük kentinin içinde savaşıyor ve hükümetin maksimalist hedefi -Hamas’ı ortadan kaldırmak- savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğine dair belirgin bir strateji olmadığı anlamına geliyor. Lübnan’da da benzer şekilde kavgacı ve kesin olmayan bir strateji on binlerce sivilin hayatına mal oldu ve ülkenin altyapısını yerle bir etti. Hatta Şaron ve Eitan 1982 yazında IDF’yi Beyrut’u kuşatmaya yönlendirerek 620 binden fazla nüfusa sahip başkente bir ay boyunca su, gıda, elektrik ve ulaşımın kesilmesine neden oldu. İsrail sonunda FKÖ’yü ve gerillaları geri çekilmeye zorladı ama ancak aralarında 5 binden fazla sivilin de bulunduğu en az 6 bin 775 Beyrutluyu öldürdükten sonra.

İsrail Gazze’ye yönelik çok daha kapsamlı bir kuşatma yürütüyor ve bunun sonuçları da benzer şekilde feci oluyor. Ancak İsrailli liderler insani maliyetlerden rahatsız görünmüyor. Örneğin İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, ülkesinin “insansı hayvanlarla” savaştığını ve buna göre hareket edeceğini açıkladı. Gallant’ın bu sözleri, Nisan 1983’te İsraillilerin “toprağa yerleştikten sonra Arapların yapabileceği tek şeyin şişedeki uyuşturulmuş hamamböcekleri gibi oradan oraya koşuşturmak olacağını” söyleyerek övünen Eitan’ın duygularını yansıtıyor.

Eitan’ın şaşırtıcı derecede insanlıktan dışı değerlendirmesi, IDF’nin güney Lübnan’da neden bu kadar sorun yaşadığının bir kısmını gösteriyor. Üstünlüklerine inanan İsrailli askeri liderler, yoğun bir Filistinli ya da Lübnanlı direnişi beklememiş ya da buna uygun bir eğitim almamışlardı. Sonuç olarak, İsrail kuvvetleri Lübnan’ın büyük şehirlerini birbirine bağlayan sahil otoyolunda ilerlediklerinde, yoğun nüfuslu, yoksul mülteci kamplarında ve yerel Lübnanlı topluluklarda karşılaştıkları şiddetli muhalefet karşısında çoğu zaman bunalıma girdiler. Birçok Filistin Kurtuluş Ordusu birliği çökerken ve gerilla komutanları IDF ateşi altında kaçarken bile, kamp düzeyindeki milisler yani kendilerini kendi topluluklarını savunmaya adamış gruplar, bireysel olarak IDF’yi şehir savaşına çekerek, tankları havaya uçurarak ve çok sayıda İsrailli subayı öldürerek günlerce oyalamayı başardılar.

Örneğin IDF’nin Sayda kentindeki bir mülteci kampı olan Ayn el-Hilve için verdiği mücadeleyi hatırlayın. Bütün bir hafta boyunca Filistinli milislerden oluşan gruplar, İsrail güçlerini pusuya düşürmeden önce dolambaçlı sokaklardan, derme çatma binalardan ve yeraltı tünellerinden kaçarak İsrail ordusunu engelledi. Sadece küçük silahlar kullanarak IDF’nin zırhlı personel taşıyıcılarını ve tanklarını havaya uçurdular. En azından bir Filistinli genç, roket güdümlü el bombalarıyla tank kulelerini tam doğru noktadan vurma, tankların bağlantılarını tahrip etme, araçları etkisiz hale getirme ve içindeki askerleri açığa çıkarma becerisiyle ünlendi. Kamp İsrailliler için o kadar öldürücüydü ki IDF, güvenlik için her gece geri çekiliyor ve gündüz elde ettiği toprak kazanımlarını feda ediyordu. Sonunda IDF kampı ele geçirmek, kalıntılarını buldozerle yıkmak ve kuzeye doğru ilerlemeye devam etmek için konvansiyonel mühimmat ve beyaz fosfor da dahil yangın çıkarıcı silahlarla bombardımana başvurdu.

İsrail’in direnişi ortadan kaldırmaya çalıştığı tek yol kara savaşı değildi. Ordu aynı zamanda kitlesel tutuklamalara da başvurdu ve sadece 1982 yılında tek bir esir kampında 9 bin 064 Filistinli ve Lübnanlı erkeği gözaltına aldı. Ancak bu da IDF için geri tepti. Sorgulamalara ve dayağa maruz kalan mahkumlar -hepsi militan değildi- hem ayaklandılar hem de firar ettiler. Gerilla savaşçısı olan pek çok kişi eski gruplarına geri döndü ve savaşmaya devam etti. Kitlesel hapis ve kampların yıkılması, İsrail güçlerinin yardım etmeye hazır olmadığı ve IDF’nin en güçlü eleştirmenlerinden bazılarına dönüşen geniş bir evsiz Filistinli kadın, çocuk ve yaşlı nüfusu da yarattı. Örneğin Ayn el-Hilve’deki Filistinli kadınların öncülük ettiği bir protesto hareketi, içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek için uluslararası insan hakları grupları, medya kuruluşları ve Birleşmiş Milletler ile temasa geçti. Gösteriler düzenlediler, yolları kapattılar ve Birleşmiş Milletler’in sağladığı yetersiz çadırları sembolik olarak yaktılar; bu eylemler hem gazeteciler hem de insan hakları örgütleri tarafından haberleştirildi. İsrail’in zaten zor durumda olan uluslararası itibarı bir darbe daha aldı.

Bugün de İsrail’in itibarı pek iyi durumda değil. Hamas’ın acımasız saldırısının ardından artan sempatinin ardından, çatışmayla ilgili haberler giderek Gazze’de IDF’nin neden olduğu katliama odaklandı. Uluslararası yayın organları Batı Şeria’da İsrailli yerleşimci milislerin uyguladığı şiddete ilişkin haberler de yayınladı. The New York Times, The Washington Post, Reuters ve insan hakları örgütlerinin raporlarına göre Batı Şeria’daki yerleşimciler 7 Ekim’den bu yana biri çocuk olmak üzere sekiz Filistinliyi öldürdü. Yerleşimcileri koruyan IDF ise 45’i çocuk olmak üzere en az 167 kişiyi daha öldürdü. Yerleşimciler Filistinlileri öldürmenin yanı sıra kundaklama, silahlı saldırı ve ölüm tehditleri kullanarak yaklaşık bin Filistinliyi köylerinden kovdu. Bu saldırılar 1982 ve 1983 yıllarında Lübnanlı sağcı milislerin Sayda’da yine IDF’nin gözetimi altında Filistinli nüfusu tehdit edip kovduğu şiddet olaylarına benziyor.

Aslında IDF-milis ittifakı Celile Barış Operasyonu’nun en kötü şöhretli katliamının gerçekleşmesine yol açtı. Eylül 1982’de İsrail’in müttefiki ve Lübnan Cumhurbaşkanı seçilen Beşir Gemayel’in bir bombayla öldürülmesinin ardından IDF Batı Beyrut’u işgal etti ve Sabra-Şatilla mülteci kampını kuşattı. IDF daha sonra Filistinlilerin kampa ya da çevresindeki mahallelere giriş çıkışlarını engelledi. Ancak IDF’ye bağlı Hıristiyan Lübnanlı milislerin bölgeye girmesine izin verdi. Bu milisler iki gün boyunca Sabra-Şatilla kampını çevreleyen bölgeye saldırarak en az 2 bin Filistinli sivili öldürdü ve işkence ve cinsel şiddet eylemleri de dahil bir dizi başka zulme imza attı. Bu arada IDF askerleri bölgeyi bombaladı ve işaret fişekleriyle aydınlattı.

Katliam, İsrail de dahil olmak dünyanın dört bir yanındaki insanları öfkelendirdi. Yaklaşık 350 bin İsrailli Begin ve Şaron’u istifaya çağıran ülke çapındaki protestolara katıldı ve hükümeti katliamla ilgili bir kamu soruşturması yürütmeye teşvik etti. Sonuçta ortaya çıkan Kahan Komisyonu, Şaron’un şiddetten şahsen sorumlu olduğuna karar verdi ve Eitan’ın eylemlerinin “görev ihlali ile eşdeğer” olduğunu ilan etti. Şaron istifa etmek zorunda kaldı ve Eitan da 1983 yılında emekli oldu. Begin de aynı yıl içinde istifa etti.

EMSAL OLARAK GEÇMİŞ

Kısmen ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Philip Habib’in aracılık ettiği müzakereler 1982 yazına yayıldı. Ağustos ayında taraflar ateşkes üzerinde anlaştı. Ateşkes şartlarına göre FKÖ ve gerilla gruplarının üyeleri -toplam 14 bin 398 kişi- Lübnan’ı terk etti. İsrail ve Suriye birlikleri de Beyrut’tan çekilmeyi kabul etti. Tahliyeyi kolaylaştırmak, Filistinli sivilleri korumak ve ateşkesin sürdürülmesine yardımcı olmak üzere ağustos ayında İngiltere, ABD, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan barışı koruma misyonu oluşturuldu. FKÖ ve El Fetih merkezlerini Tunus’a taşırken, diğer gerilla grupları da çeşitli Arap ülkelerine dağıldı. Sabra-Şatilla katliamı bir aydan kısa bir süre sonra meydana geldi.

Katliam, FKÖ’nün yenilgisinin savaşın sonu olmadığının pek çok göstergesinden sadece biriydi. FKÖ’nün de sonu değildi. İsrail birçok gerilla komutanını öldürmeyi ve FKÖ’nün Lübnan’da üslenmesini engellemeyi başarmış olsa da örgüt Tunus’ta yeniden toparlandı. İsrail güney Lübnan’ın büyük bölümünü işgal etmeye devam etti ve Celile Barış Operasyonu’ndan sağ kurtulan Filistinli savaşçılar yeni hücreler ve birimler oluşturarak İsrail’le savaşmaya devam etti. Resmi bir komuta ve kontrol yapısından kopuk olan bu gruplar, İsrail işgal güçlerine karşı şiddetli, kaotik saldırılar düzenleyebildiklerini ve IDF işbirlikçilerini hedef alabildiklerini kanıtladılar. Filistinli gruplar ayrıca, IDF’yi kovmak için kurulan Hizbullah ve Lübnan Komünist Partisi gibi solcu gruplar da dahil İsrail işgaline karşı yerel Lübnan direnişinin şekillendirdiği bir ortamda faaliyet gösterdi. Bu örgütleri toplu olarak yenmek imkansızdı. İsrail birlikleri güney Lübnan’ın bazı bölgelerini 18 yıl daha işgal etti, baskın üstüne baskın düzenledi ve tutuklama üstüne tutuklama yaptı. Ancak hava saldırıları ve istihbarat ajanları, cip devriyeleri ve komando birlikleri gibi tüm kapasitesine rağmen IDF muhaliflerini ortadan kaldıramadı.

Gazze’deki sonuçlar Lübnan’dakinden çok farklı konular üzerinde yapılacak müzakerelere bağlı olacak. Lübnan kendi hükümeti, vatandaşları, ekonomisi ve karmaşık dinamikleri olan egemen bir ülke. (FKÖ’ye ve Filistinli gerillalara ev sahipliği yapmak Lübnan’ın iç siyasetinde bir kama oluşturdu ve ülkenin 15 yıllık iç savaşını körükledi). Uluslararası örgütlerin ve insan hakları gruplarının İsrail’in işgal ettiğini söylediği ve İsrail’in Mısır’la birlikte 16 yıldır abluka altında tuttuğu bir Filistin toprağı. Bağımsız bir ekonomisi olmadığı gibi elektrik ve suyu üzerinde de kontrolü yok.

Ancak Lübnan’dan alınan askeri ve insani dersler, Gazze’deki mevcut felaket koşullarının daha da şiddetli hale geleceğini ve tüm taraflar için uzun vadeli, feci sonuçlar doğuracağını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. İsrail’in şehir savaşına uzun süredir devam eden yaklaşımı, işgal planları (Netanyahu, İsrail’in Gazze’nin “genel güvenlik sorumluluğunu belirsiz bir süre için” üstleneceğini söyledi), devlet dışı milislerle ittifakları ve kitlesel hapis cezası kullanması hepsi Lübnan’da olanları yansıtıyor. Bu nedenle sonucun önemli ölçüde farklı olacağını hayal etmek zor.

Bu ne yazık ki ölü sayısına da yansıyor. 1982 savaşında tam olarak kaç kişinin öldürüldüğünü kimse bilmiyor; resmi kayıtlarda enkaz altında kalanlar, ailelerini avlulara, yamaçlara gömenler, Sabra-Şatilla katliamı gibi olaylarda kaybolan kişiler yer almıyor. Ancak Lübnan hükümeti ve hastane yetkililerinin tahminlerine göre, Celile Barış Operasyonu başladıktan sonraki dört ay içinde 19 bin 085 Lübnanlı ve Filistinliyi öldürdü; bunların yaklaşık yüzde 80’i sivildi. FKÖ, 49 bin 600 sivilin öldürüldüğünü veya yaralandığını ve 5 bin 300 askerin öldüğünü tahmin ediyor. Aynı dört ayda 364 İsrail askerinin çatışmada öldürüldüğü ve 2 bin 388 askerin de yaralandığı bildirildi. Tüm Lübnan savaşı ve ardından 1982’den 2000’e kadar güney Lübnan’ın işgali boyunca, çoğu Hizbullah’la olan çatışmalarda olmak üzere bin 216 İsrail askeri öldü.

Elbette Filistinlilerin kayıp sayıları İsrail’inkileri gölgede bırakıyor; bu da IDF taktiklerinin ne kadar orantısız olduğunun bir başka göstergesi. Bu, İsrail’in bedelini önemsiz kılmıyor. Hasar son derece gerçek ve ölümlerin ve fiziksel yaralanmaların ötesine uzanıyor. İsrail Travma ve Dayanıklılık Merkezi tarafından yapılan bir araştırma, 1982 savaşında görev yapan 70 bin İsraillinin yaklaşık yüzde 20’sinin travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterdiğini ve bunların yalnızca yüzde 11’inin tedavi aradığını tahmin ediyor. Lübnan’a haklı sebeplerden dolayı “İsrail’in Vietnam’ı” deniyor.

Bugünkü muhtemel sonuçlarına rağmen İsrail, Hamas’ın zaferi anlamına geleceğini iddia ederek ateşkesi düşünmeye istekli değil. Bu yanıltıcı. Ateşkesin gerçek kazananları, birçoğu işgalin, ablukanın, yasa dışı İsrail yerleşimlerinin sona ermesini ve hem İsrail hem de Filistin’in güvenliği için Filistin’in eşitliğinin tanınmasını uzun süredir savunan siviller ve şiddet içermeyen toplumsal hareketler olacak. Buna karşılık ateşkesin kaybedenleri, ideolojik hedeflerine ulaşmak için her ne kadar devlet ordusunun gücü ve geniş bir gözetleme aygıtı tarafından desteklense de aşırı şiddet biçimleri izleyen İsrailli katı görüşlüler ve Hamas olacak. Örneğin bazı İsrailli aşırılık yanlıları açıkça Gazze’nin temizlenmesi veya Gazzelilerin Mısır’a itilmesi yönünde çağrıda bulundu. Kurşun sıkılmadan bu sonuçların hiçbiri gerçekleşemez.

Mevcut yüksek tansiyon göz önüne alındığında, bu savaşın nasıl ya da ne zaman sona ereceğini söylemek zor. Katar; Hamas, İsrail ve ABD arasında arabuluculuk yaparak bu çatışmada giderek daha merkezi bir konuma geldi. Ancak Washington, İsrail hükümetine Gazze’deki toplu katliamları ve Batı Şeria’daki şiddeti durdurması için etkili bir şekilde baskı yapabilecek tek aktör. ABD Başkanı Joe Biden’ın yönetiminin bunu yapıp yapmayacağını göreceğiz. Şu ana kadar Biden, İsrail’in ateşkesin Hamas’ın yararına olacağı iddiasını yineleyerek bu tür talepleri kesin bir dille reddetti. ABD’li yetkililer İsrail’i yardımları kabul etmesi için dört saatlik “insani molalar” dizisini kabul etmeye zorlamayı başardı. Ne kadar çok yardıma ihtiyaç duyulduğu ve çatışmaların şiddeti göz önüne alındığında, bunların Gazze’deki sivillerin refahı üzerinde çok az kalıcı etkisi olacak. Ancak umarız Biden sonunda gerçek bir son için bastırmaya karar verir.

Eğer Biden bunu yaparsa, başka bir ABD başkanının belirlediği bir emsali takip etmiş olacak: Ronald Reagan. Lübnan savaşı başladığında Reagan yönetimi ikiye bölündü: bazıları İsrail’in yaptırım tehdidi altında derhal çekilmesini isterken, diğerleri FKÖ ve Suriye’nin de çekilmeye zorlanması gerektiğini düşünüyordu. Ancak çatışma insani bir kâbusa dönüştükçe Başkan daha eleştirel olmaya başladı. Temmuz 1982’de Beyaz Saray İsrail’e misket bombası sevkiyatını durdurdu ve İsraillilerin bu silahları sivil bölgelerde kullanmamaya yönelik silah anlaşmalarını ihlal ettiğini ilan etti. Beyrut Kuşatması sırasında IDF’nin başlattığı özellikle ölümcül bir yaylım ateşinin ardından Reagan, Begin’i aradı ve IDF’den bombardımanı durdurmasını talep etti. Bunu yaparken de son derece duygusal ifadeler kullandı. Reagan, “Burada, televizyonumuzda, her gece halkımıza bu savaşın sembolleri gösteriliyor ve bu bir holokosttur” dedi. Nisan 1983’te kamuoyuna, yönetiminin İsrail’e F-16 satışlarını durdurduğunu ve devlet Lübnan’dan çekilene kadar satışların devam etmeyeceğini söyledi.

Yönetimin taleplerinin İsrailli karar alıcıları davranışlarını değiştirmeye zorladığına dair kanıtlar var. Temmuz 1982’de Washington Post, İsrail hükümetinin davranışlarındaki “çarpıcı” ılımlılık hakkında yazdı ve bunun başlıca nedeni olarak Reagan’ı gösterdi. Makalede, “İsrail medyası Begin hükümetinin yeni ‘esnekliğindeki’ kilit faktörün geçen hafta Başkan Reagan’dan gelen sert bir mektup olduğunu bildirdi” deniyordu.

Bugün Biden, İsrail savaşının sona ermesi için ABD’nin nüfuzunu bir kez daha kullanmak zorunda. Ateşkes, özellikle de Washington’un Orta Doğu’da saygın bir oyuncu olarak kalma umudu varsa, siyasi açıdan makul, güvenliği artırıcı ve ahlaki açıdan savunulabilir tek politikadır. Bunun alternatifi, çoğu Hamas’a karşı olan Gazze halkını daha fazla bombaya, kurşuna ve yanmaya mahkûm etmektir. Onları sürekli susuzluğa, açlığa ve hastalığa maruz bırakmaktır. Zaten yoksullaşmış, aşırı kalabalık bir yerleşim bölgesini alıp kalkındırma şansını onlarca yıl geriye götürmektir. İsrail’le savaşmak için hayatlarını riske atacak yeni bir militan nesli yaratması muhtemeldir. “Bunların hepsi daha önce de oldu” ifadesi bir şeyin tekrar olmasını engellemek için kullanılabilecek en güçlü argümandır.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English