DÜNYA BASINI
Lübnan’ın Hayaletleri: İsrail, 1982 işgalinden ders almadı mı?
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Celile Barış Operasyonu olarak adlandırdığı 1982 Lübnan işgali ile bugünkü Gazze katliamları arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor. O zamanki İsrail hükümetinin belirlediği FKÖ’yi ve diğer Filistinli grupları bitirme hedefi ile bugün Netanyahu’nun Hamas’ı bitirme hedefini tartışan makalenin yazarı Johns Hopkins Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası Çalışmalar bölümünde yardımcı doçent olan Sarah E. Parkinson, İsrail’in geçmişte bu hedefe ulaşamadığını bugün de ulaşamayacağını söylüyor. Lübnan’daki Filistinli gruplar üzerine çalışması bulunan Parkinson, “Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak” diyor:
***
Lübnan’ın Hayaletleri
Gazze’yi Nelerin Beklediğini Görmek İçin İsrail’in 1982’deki İşgaline Dönüp Bakın
Sarah E. Parkinson
İnsanlar artık buraya Mukhayyam el-Shuhada yani Şehitler Kampı diyor. İsrail sınırına yakın güzel tepeler ve narenciye bahçeleri arasında yer alan mülteci yerleşimi, Filistinli örgütler tarafından kurulan kapsamlı bir sosyal hizmet, siyasi ve militan toplama aygıtına ev sahipliği yapıyordu. Dolayısıyla işgal başladığında kamp İsrail’in listesinde üst sıralardaydı. Önce İsrail destekli paramiliter güçler, topluluğu kuşatarak sivilleri içeride hapsetti. Ardından iki düzine İsrail Savunma Kuvvetleri tankı geldi. Görgü tanıklarına göre, IDF tankları kaçış yollarını yok etmek ve yeraltı sığınaklarına girmek için binaların merdivenlerine -genellikle bir yapının en zayıf noktası- ateş açtı. Bu ateşi yoğun hava bombardımanı takip etti. Bir bomba toplum merkezine isabet etti; orada barınan 96 sivilden sadece ikisi hayatta kaldı. Kamptaki Filistinli milisler üç buçuk gün boyunca direndi. Sonunda IDF onları bastırmak için beyaz fosfor da kullandı. Hayatta kalanlar, kimyasalın havada bıraktığı izleri ve insanların derisinde oluşan siyah, kratere benzer yanıkları hatırladıklarını söylüyorlar. Topluluk liderlerine göre bu savaşta kampın 16 bin sakininden yaklaşık 2 bin 600’ü öldü.
Bu saldırı, IDF’nin Filistin şehirlerine ve mülteci kamplarına yönelik saldırılarında tanklar, hava saldırıları ve (insan hakları gruplarına göre) beyaz fosfor kullandığı İsrail’in Gazze’deki mevcut savaşından bir sahne olabilir. Ancak bu savaş aslında 41 yıl önce yaşanan bir çatışma sırasında meydana geldi. Şehitler Kampı’nın resmi adı olan Burj el-Şamali’ye yapılan saldırı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali sırasında yaşanan ilk şehir savaşlarından biriydi. Savaş, Filistinli bir grubun İsrail’in Birleşik Krallık Büyükelçisine suikast girişiminde bulunmasının ardından başlamıştı. İşgalin ilk hedefi Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, gerilla gruplarını (El Fetih ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi) ve diğer Filistinli militan grupları ortadan kaldırmaktı. Ancak İsrailli yetkililerin başka emelleri de vardı. Güney Lübnan’da Filistinlilerin askeri ve sivil altyapısını hedef alan İsrailli liderler, İsrail-Lübnan sınırı boyunca bir tampon bölge oluşturmayı, Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermeyi ve Beyrut’ta dost canlısı, sağcı bir Hıristiyan hükümet kurmayı umuyordu.
İsrail’in Lübnan’ı işgali ile Gazze’deki operasyonları arasındaki benzerlikler sadece taktik seçiminin ötesine geçiyor. O zaman da şimdi olduğu gibi işgal, Filistinlilerin şok edici bir saldırısının ardından başlamıştı. O zaman da şimdi olduğu gibi İsrail’in şahin liderleri maksimalist bir karşılık vermeyi tercih ettiler. O zaman da şimdi olduğu gibi, çatışmaların çoğu yoğun nüfuslu kentsel alanlarda gerçekleşmiş ve militanlar genellikle sivillerin arasına karışmıştı. Ve şimdi olduğu gibi o zaman da IDF orantısız güç kullandı.
Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak. Askeri üstünlüğüne rağmen İsrail, FKÖ’yü ortadan kaldırmayı hiçbir zaman başaramadı. Bunun yerine, IDF’nin başlıca başarıları on binlerce sivili öldürmek; Filistinli grupları yıllarca vur-kaç operasyonları yürüten daha küçük hücrelere bölmek; yeni bir Lübnanlı militan parti olan Hizbullah’ın yükselişine ilham vermek ve 2000 yılına kadar süren bir işgalde binden fazla kendi vatandaşını kaybetmek oldu. Bu, halihazırda yeniden yaşanmakta olan bir model. IDF’nin saldırısı sonucu Gazze’deki birçok hastaneyle iletişimin kesildiği 12 Kasım itibariyle, çatışmalar nedeniyle en az 11 bin Filistinli sivil hayatını kaybetti ve bu rakam artmaya devam edecek. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısında çoğu sivil olmak üzere yaklaşık bin 200 İsrailli katledildi ve Hamas, saldırı sırasında alınan 240 İsrailli rehineden bazılarının IDF bombardımanlarında öldüğünü iddia etti. İsrail ordusu da Gazze’de en az 39 askerini kaybetti.
Her şey söylenip yapıldığında İsrail’in Hamas ya da İslami Cihad’ı ortadan kaldırması pek olası değil. IDF’nin 1982’de FKÖ ve birçok gerilla grubuna yaptığı gibi onları önemli ölçüde zayıflatabilir. Ancak gruplar kendilerini yeniden yapılandıracak ve tıpkı 1980’lerin sonunda İslamcı grupların yaptığı gibi, boşluğu doldurmak için başka örgütler ortaya çıkacak. Bunun yerine İsrailli karar vericilerin keşfedeceği şey, zaten anlamış olmaları gereken ve bölge uzmanlarının yıllardır bildiği bir şey: İsrail-Filistin çatışmasının askeri bir çözümü yok.
İSRAİL’İN VİETNAM’I
Filistinli mülteciler, 1948 Nakba yani “felaket” olarak adlandırılan dönemden beri Lübnan’da yaşıyor. Bu dönemde 700 binden fazla Filistinli, İsrail’in oluşacağı topraklardan Arapları sürmeyi hedefleyen Siyonist paramiliter gruplar tarafından zorla yerlerinden edildi. Bu mültecilerin 100 bin ila 130 bini Lübnan’a kaçtı. Filistinlilerin çoğu Lübnan’ın sahil kasabalarına -geçici olarak- yerleşti. Aralarında en yoksul olanlar mülteci kamplarına gitti. Yasalar Filistinlilerin mülk sahibi olmasını, 72 farklı meslekte çalışmasını ya da vatandaşlığa geçmesini engelleyerek birçoğunu kalıcı yoksulluğa ve ikinci sınıf statüsüne mahkûm etti.
1969’da Lübnanlı ve Filistinli yetkililer, mülteci kamplarının yönetimini Lübnan istihbaratının bir kolundan FKÖ’ye devreden Kahire Anlaşması’nı imzaladı. FKÖ daha sonra Lübnan’da, kendisini oluşturan militan gruplar aracılığıyla geniş bir yönetim ve sosyal hizmet aygıtı oluşturmak için yıllarını harcadı. El Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluşu Cephesi gibi bu gerilla grupları anaokulları ve sağlık klinikleri inşa ederken izci birliklerine ve dans takımlarına sponsor oldular. Eş zamanlı olarak eğitim kampları kurdular ve marjinalleştirilmiş mülteci nüfusun yanı sıra Lübnanlı topluluklardan da yoğun bir şekilde eleman toplayarak güney Lübnan’ı kuzey İsrail kasabalarına Katyuşa roketleri ve ölümcül isyan operasyonları düzenlemek için bir üs haline getirdiler. İsrail de buna Filistin kamplarını ve Lübnan sınırındaki köyleri defalarca bombalayarak, hedefli suikastlar ve komando baskınlarıyla karşılık verdi.
IDF aynı zamanda daha büyük operasyonlar da gerçekleştirdi; İsrail’in 1982’deki işgaline verdiği isim olan “Celile için Barış” bunlardan ilki değildi. Aslında IDF, dört yıl önce onlarca İsraillinin ölümüne neden olan El Fetih’in öncülük ettiği sınır ötesi bir otobüs kaçırma eylemine yanıt olarak Güney Lübnan’ı işgal etmişti. 1978 işgali 1982 işgalinden daha küçüktü ama yine de 285 binden fazla insanı güney Lübnan’dan sürmüş ve binlerce Lübnan vatandaşı ve Filistinliyi öldürmüştü. İşgal, İsrail’in çekilmesini isteyen iki BM kararının kabul edilmesi, bu kararları uygulamak üzere Lübnan’da BM Geçici Gücü’nün kurulması ve İsrail ile FKÖ arasında bir ateşkes anlaşmasıyla sona erdi. Ancak Filistinli militan hareketi zayıflatmadı.
Celile Barış Operasyonu 1978 planından daha kapsamlı ve kesin olacak şekilde tasarlanmıştı. Ancak başlangıçta hızlı olması da gerekiyordu. Askeri ve istihbarat karar vericileri başlangıçta operasyonu 48 saatlik bir görev olarak planlamıştı. IDF geri çekilmeden önce 40 kilometrelik bir sınır bölgesi içindeki FKÖ altyapısını ve gerilla tesislerini ortadan kaldıracaktı.
Ancak haziran başında başlatılan Celile Barış Operasyonu, görev sürüncemesinden ve ortak fikirden hemen etkilendi. IDF Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan ve Savunma Bakanı Ariel Şaron özellikle kavgacı bir tutum sergileyerek ordunun Lübnan topraklarında planlanandan çok daha derinlere inmesi için bastırdılar. Şaron, şimdiki İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu gibi, savaşı kendi siyasi çıkarlarına hizmet etmek için sürdürmekle suçlandı. (İsrail’de yapılan kamuoyu yoklamaları, yolsuzluktan yargılanan ve savaş sona erdiğinde görevden alınması muhtemel olan Netanyahu’ya desteğin çok düşük olduğunu gösteriyor).
Netanyahu’nun kabinesi, 1982’de İsrail Başbakanı Menachem Begin’in kabinesi gibi, sertlik yanlılarının hakimiyetinde ve bu nedenle agresif bir yol izliyor. İsrail güçleri Gazze’nin en büyük kentinin içinde savaşıyor ve hükümetin maksimalist hedefi -Hamas’ı ortadan kaldırmak- savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğine dair belirgin bir strateji olmadığı anlamına geliyor. Lübnan’da da benzer şekilde kavgacı ve kesin olmayan bir strateji on binlerce sivilin hayatına mal oldu ve ülkenin altyapısını yerle bir etti. Hatta Şaron ve Eitan 1982 yazında IDF’yi Beyrut’u kuşatmaya yönlendirerek 620 binden fazla nüfusa sahip başkente bir ay boyunca su, gıda, elektrik ve ulaşımın kesilmesine neden oldu. İsrail sonunda FKÖ’yü ve gerillaları geri çekilmeye zorladı ama ancak aralarında 5 binden fazla sivilin de bulunduğu en az 6 bin 775 Beyrutluyu öldürdükten sonra.
İsrail Gazze’ye yönelik çok daha kapsamlı bir kuşatma yürütüyor ve bunun sonuçları da benzer şekilde feci oluyor. Ancak İsrailli liderler insani maliyetlerden rahatsız görünmüyor. Örneğin İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, ülkesinin “insansı hayvanlarla” savaştığını ve buna göre hareket edeceğini açıkladı. Gallant’ın bu sözleri, Nisan 1983’te İsraillilerin “toprağa yerleştikten sonra Arapların yapabileceği tek şeyin şişedeki uyuşturulmuş hamamböcekleri gibi oradan oraya koşuşturmak olacağını” söyleyerek övünen Eitan’ın duygularını yansıtıyor.
Eitan’ın şaşırtıcı derecede insanlıktan dışı değerlendirmesi, IDF’nin güney Lübnan’da neden bu kadar sorun yaşadığının bir kısmını gösteriyor. Üstünlüklerine inanan İsrailli askeri liderler, yoğun bir Filistinli ya da Lübnanlı direnişi beklememiş ya da buna uygun bir eğitim almamışlardı. Sonuç olarak, İsrail kuvvetleri Lübnan’ın büyük şehirlerini birbirine bağlayan sahil otoyolunda ilerlediklerinde, yoğun nüfuslu, yoksul mülteci kamplarında ve yerel Lübnanlı topluluklarda karşılaştıkları şiddetli muhalefet karşısında çoğu zaman bunalıma girdiler. Birçok Filistin Kurtuluş Ordusu birliği çökerken ve gerilla komutanları IDF ateşi altında kaçarken bile, kamp düzeyindeki milisler yani kendilerini kendi topluluklarını savunmaya adamış gruplar, bireysel olarak IDF’yi şehir savaşına çekerek, tankları havaya uçurarak ve çok sayıda İsrailli subayı öldürerek günlerce oyalamayı başardılar.
Örneğin IDF’nin Sayda kentindeki bir mülteci kampı olan Ayn el-Hilve için verdiği mücadeleyi hatırlayın. Bütün bir hafta boyunca Filistinli milislerden oluşan gruplar, İsrail güçlerini pusuya düşürmeden önce dolambaçlı sokaklardan, derme çatma binalardan ve yeraltı tünellerinden kaçarak İsrail ordusunu engelledi. Sadece küçük silahlar kullanarak IDF’nin zırhlı personel taşıyıcılarını ve tanklarını havaya uçurdular. En azından bir Filistinli genç, roket güdümlü el bombalarıyla tank kulelerini tam doğru noktadan vurma, tankların bağlantılarını tahrip etme, araçları etkisiz hale getirme ve içindeki askerleri açığa çıkarma becerisiyle ünlendi. Kamp İsrailliler için o kadar öldürücüydü ki IDF, güvenlik için her gece geri çekiliyor ve gündüz elde ettiği toprak kazanımlarını feda ediyordu. Sonunda IDF kampı ele geçirmek, kalıntılarını buldozerle yıkmak ve kuzeye doğru ilerlemeye devam etmek için konvansiyonel mühimmat ve beyaz fosfor da dahil yangın çıkarıcı silahlarla bombardımana başvurdu.
İsrail’in direnişi ortadan kaldırmaya çalıştığı tek yol kara savaşı değildi. Ordu aynı zamanda kitlesel tutuklamalara da başvurdu ve sadece 1982 yılında tek bir esir kampında 9 bin 064 Filistinli ve Lübnanlı erkeği gözaltına aldı. Ancak bu da IDF için geri tepti. Sorgulamalara ve dayağa maruz kalan mahkumlar -hepsi militan değildi- hem ayaklandılar hem de firar ettiler. Gerilla savaşçısı olan pek çok kişi eski gruplarına geri döndü ve savaşmaya devam etti. Kitlesel hapis ve kampların yıkılması, İsrail güçlerinin yardım etmeye hazır olmadığı ve IDF’nin en güçlü eleştirmenlerinden bazılarına dönüşen geniş bir evsiz Filistinli kadın, çocuk ve yaşlı nüfusu da yarattı. Örneğin Ayn el-Hilve’deki Filistinli kadınların öncülük ettiği bir protesto hareketi, içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek için uluslararası insan hakları grupları, medya kuruluşları ve Birleşmiş Milletler ile temasa geçti. Gösteriler düzenlediler, yolları kapattılar ve Birleşmiş Milletler’in sağladığı yetersiz çadırları sembolik olarak yaktılar; bu eylemler hem gazeteciler hem de insan hakları örgütleri tarafından haberleştirildi. İsrail’in zaten zor durumda olan uluslararası itibarı bir darbe daha aldı.
Bugün de İsrail’in itibarı pek iyi durumda değil. Hamas’ın acımasız saldırısının ardından artan sempatinin ardından, çatışmayla ilgili haberler giderek Gazze’de IDF’nin neden olduğu katliama odaklandı. Uluslararası yayın organları Batı Şeria’da İsrailli yerleşimci milislerin uyguladığı şiddete ilişkin haberler de yayınladı. The New York Times, The Washington Post, Reuters ve insan hakları örgütlerinin raporlarına göre Batı Şeria’daki yerleşimciler 7 Ekim’den bu yana biri çocuk olmak üzere sekiz Filistinliyi öldürdü. Yerleşimcileri koruyan IDF ise 45’i çocuk olmak üzere en az 167 kişiyi daha öldürdü. Yerleşimciler Filistinlileri öldürmenin yanı sıra kundaklama, silahlı saldırı ve ölüm tehditleri kullanarak yaklaşık bin Filistinliyi köylerinden kovdu. Bu saldırılar 1982 ve 1983 yıllarında Lübnanlı sağcı milislerin Sayda’da yine IDF’nin gözetimi altında Filistinli nüfusu tehdit edip kovduğu şiddet olaylarına benziyor.
Aslında IDF-milis ittifakı Celile Barış Operasyonu’nun en kötü şöhretli katliamının gerçekleşmesine yol açtı. Eylül 1982’de İsrail’in müttefiki ve Lübnan Cumhurbaşkanı seçilen Beşir Gemayel’in bir bombayla öldürülmesinin ardından IDF Batı Beyrut’u işgal etti ve Sabra-Şatilla mülteci kampını kuşattı. IDF daha sonra Filistinlilerin kampa ya da çevresindeki mahallelere giriş çıkışlarını engelledi. Ancak IDF’ye bağlı Hıristiyan Lübnanlı milislerin bölgeye girmesine izin verdi. Bu milisler iki gün boyunca Sabra-Şatilla kampını çevreleyen bölgeye saldırarak en az 2 bin Filistinli sivili öldürdü ve işkence ve cinsel şiddet eylemleri de dahil bir dizi başka zulme imza attı. Bu arada IDF askerleri bölgeyi bombaladı ve işaret fişekleriyle aydınlattı.
Katliam, İsrail de dahil olmak dünyanın dört bir yanındaki insanları öfkelendirdi. Yaklaşık 350 bin İsrailli Begin ve Şaron’u istifaya çağıran ülke çapındaki protestolara katıldı ve hükümeti katliamla ilgili bir kamu soruşturması yürütmeye teşvik etti. Sonuçta ortaya çıkan Kahan Komisyonu, Şaron’un şiddetten şahsen sorumlu olduğuna karar verdi ve Eitan’ın eylemlerinin “görev ihlali ile eşdeğer” olduğunu ilan etti. Şaron istifa etmek zorunda kaldı ve Eitan da 1983 yılında emekli oldu. Begin de aynı yıl içinde istifa etti.
EMSAL OLARAK GEÇMİŞ
Kısmen ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Philip Habib’in aracılık ettiği müzakereler 1982 yazına yayıldı. Ağustos ayında taraflar ateşkes üzerinde anlaştı. Ateşkes şartlarına göre FKÖ ve gerilla gruplarının üyeleri -toplam 14 bin 398 kişi- Lübnan’ı terk etti. İsrail ve Suriye birlikleri de Beyrut’tan çekilmeyi kabul etti. Tahliyeyi kolaylaştırmak, Filistinli sivilleri korumak ve ateşkesin sürdürülmesine yardımcı olmak üzere ağustos ayında İngiltere, ABD, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan barışı koruma misyonu oluşturuldu. FKÖ ve El Fetih merkezlerini Tunus’a taşırken, diğer gerilla grupları da çeşitli Arap ülkelerine dağıldı. Sabra-Şatilla katliamı bir aydan kısa bir süre sonra meydana geldi.
Katliam, FKÖ’nün yenilgisinin savaşın sonu olmadığının pek çok göstergesinden sadece biriydi. FKÖ’nün de sonu değildi. İsrail birçok gerilla komutanını öldürmeyi ve FKÖ’nün Lübnan’da üslenmesini engellemeyi başarmış olsa da örgüt Tunus’ta yeniden toparlandı. İsrail güney Lübnan’ın büyük bölümünü işgal etmeye devam etti ve Celile Barış Operasyonu’ndan sağ kurtulan Filistinli savaşçılar yeni hücreler ve birimler oluşturarak İsrail’le savaşmaya devam etti. Resmi bir komuta ve kontrol yapısından kopuk olan bu gruplar, İsrail işgal güçlerine karşı şiddetli, kaotik saldırılar düzenleyebildiklerini ve IDF işbirlikçilerini hedef alabildiklerini kanıtladılar. Filistinli gruplar ayrıca, IDF’yi kovmak için kurulan Hizbullah ve Lübnan Komünist Partisi gibi solcu gruplar da dahil İsrail işgaline karşı yerel Lübnan direnişinin şekillendirdiği bir ortamda faaliyet gösterdi. Bu örgütleri toplu olarak yenmek imkansızdı. İsrail birlikleri güney Lübnan’ın bazı bölgelerini 18 yıl daha işgal etti, baskın üstüne baskın düzenledi ve tutuklama üstüne tutuklama yaptı. Ancak hava saldırıları ve istihbarat ajanları, cip devriyeleri ve komando birlikleri gibi tüm kapasitesine rağmen IDF muhaliflerini ortadan kaldıramadı.
Gazze’deki sonuçlar Lübnan’dakinden çok farklı konular üzerinde yapılacak müzakerelere bağlı olacak. Lübnan kendi hükümeti, vatandaşları, ekonomisi ve karmaşık dinamikleri olan egemen bir ülke. (FKÖ’ye ve Filistinli gerillalara ev sahipliği yapmak Lübnan’ın iç siyasetinde bir kama oluşturdu ve ülkenin 15 yıllık iç savaşını körükledi). Uluslararası örgütlerin ve insan hakları gruplarının İsrail’in işgal ettiğini söylediği ve İsrail’in Mısır’la birlikte 16 yıldır abluka altında tuttuğu bir Filistin toprağı. Bağımsız bir ekonomisi olmadığı gibi elektrik ve suyu üzerinde de kontrolü yok.
Ancak Lübnan’dan alınan askeri ve insani dersler, Gazze’deki mevcut felaket koşullarının daha da şiddetli hale geleceğini ve tüm taraflar için uzun vadeli, feci sonuçlar doğuracağını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. İsrail’in şehir savaşına uzun süredir devam eden yaklaşımı, işgal planları (Netanyahu, İsrail’in Gazze’nin “genel güvenlik sorumluluğunu belirsiz bir süre için” üstleneceğini söyledi), devlet dışı milislerle ittifakları ve kitlesel hapis cezası kullanması hepsi Lübnan’da olanları yansıtıyor. Bu nedenle sonucun önemli ölçüde farklı olacağını hayal etmek zor.
Bu ne yazık ki ölü sayısına da yansıyor. 1982 savaşında tam olarak kaç kişinin öldürüldüğünü kimse bilmiyor; resmi kayıtlarda enkaz altında kalanlar, ailelerini avlulara, yamaçlara gömenler, Sabra-Şatilla katliamı gibi olaylarda kaybolan kişiler yer almıyor. Ancak Lübnan hükümeti ve hastane yetkililerinin tahminlerine göre, Celile Barış Operasyonu başladıktan sonraki dört ay içinde 19 bin 085 Lübnanlı ve Filistinliyi öldürdü; bunların yaklaşık yüzde 80’i sivildi. FKÖ, 49 bin 600 sivilin öldürüldüğünü veya yaralandığını ve 5 bin 300 askerin öldüğünü tahmin ediyor. Aynı dört ayda 364 İsrail askerinin çatışmada öldürüldüğü ve 2 bin 388 askerin de yaralandığı bildirildi. Tüm Lübnan savaşı ve ardından 1982’den 2000’e kadar güney Lübnan’ın işgali boyunca, çoğu Hizbullah’la olan çatışmalarda olmak üzere bin 216 İsrail askeri öldü.
Elbette Filistinlilerin kayıp sayıları İsrail’inkileri gölgede bırakıyor; bu da IDF taktiklerinin ne kadar orantısız olduğunun bir başka göstergesi. Bu, İsrail’in bedelini önemsiz kılmıyor. Hasar son derece gerçek ve ölümlerin ve fiziksel yaralanmaların ötesine uzanıyor. İsrail Travma ve Dayanıklılık Merkezi tarafından yapılan bir araştırma, 1982 savaşında görev yapan 70 bin İsraillinin yaklaşık yüzde 20’sinin travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterdiğini ve bunların yalnızca yüzde 11’inin tedavi aradığını tahmin ediyor. Lübnan’a haklı sebeplerden dolayı “İsrail’in Vietnam’ı” deniyor.
Bugünkü muhtemel sonuçlarına rağmen İsrail, Hamas’ın zaferi anlamına geleceğini iddia ederek ateşkesi düşünmeye istekli değil. Bu yanıltıcı. Ateşkesin gerçek kazananları, birçoğu işgalin, ablukanın, yasa dışı İsrail yerleşimlerinin sona ermesini ve hem İsrail hem de Filistin’in güvenliği için Filistin’in eşitliğinin tanınmasını uzun süredir savunan siviller ve şiddet içermeyen toplumsal hareketler olacak. Buna karşılık ateşkesin kaybedenleri, ideolojik hedeflerine ulaşmak için her ne kadar devlet ordusunun gücü ve geniş bir gözetleme aygıtı tarafından desteklense de aşırı şiddet biçimleri izleyen İsrailli katı görüşlüler ve Hamas olacak. Örneğin bazı İsrailli aşırılık yanlıları açıkça Gazze’nin temizlenmesi veya Gazzelilerin Mısır’a itilmesi yönünde çağrıda bulundu. Kurşun sıkılmadan bu sonuçların hiçbiri gerçekleşemez.
Mevcut yüksek tansiyon göz önüne alındığında, bu savaşın nasıl ya da ne zaman sona ereceğini söylemek zor. Katar; Hamas, İsrail ve ABD arasında arabuluculuk yaparak bu çatışmada giderek daha merkezi bir konuma geldi. Ancak Washington, İsrail hükümetine Gazze’deki toplu katliamları ve Batı Şeria’daki şiddeti durdurması için etkili bir şekilde baskı yapabilecek tek aktör. ABD Başkanı Joe Biden’ın yönetiminin bunu yapıp yapmayacağını göreceğiz. Şu ana kadar Biden, İsrail’in ateşkesin Hamas’ın yararına olacağı iddiasını yineleyerek bu tür talepleri kesin bir dille reddetti. ABD’li yetkililer İsrail’i yardımları kabul etmesi için dört saatlik “insani molalar” dizisini kabul etmeye zorlamayı başardı. Ne kadar çok yardıma ihtiyaç duyulduğu ve çatışmaların şiddeti göz önüne alındığında, bunların Gazze’deki sivillerin refahı üzerinde çok az kalıcı etkisi olacak. Ancak umarız Biden sonunda gerçek bir son için bastırmaya karar verir.
Eğer Biden bunu yaparsa, başka bir ABD başkanının belirlediği bir emsali takip etmiş olacak: Ronald Reagan. Lübnan savaşı başladığında Reagan yönetimi ikiye bölündü: bazıları İsrail’in yaptırım tehdidi altında derhal çekilmesini isterken, diğerleri FKÖ ve Suriye’nin de çekilmeye zorlanması gerektiğini düşünüyordu. Ancak çatışma insani bir kâbusa dönüştükçe Başkan daha eleştirel olmaya başladı. Temmuz 1982’de Beyaz Saray İsrail’e misket bombası sevkiyatını durdurdu ve İsraillilerin bu silahları sivil bölgelerde kullanmamaya yönelik silah anlaşmalarını ihlal ettiğini ilan etti. Beyrut Kuşatması sırasında IDF’nin başlattığı özellikle ölümcül bir yaylım ateşinin ardından Reagan, Begin’i aradı ve IDF’den bombardımanı durdurmasını talep etti. Bunu yaparken de son derece duygusal ifadeler kullandı. Reagan, “Burada, televizyonumuzda, her gece halkımıza bu savaşın sembolleri gösteriliyor ve bu bir holokosttur” dedi. Nisan 1983’te kamuoyuna, yönetiminin İsrail’e F-16 satışlarını durdurduğunu ve devlet Lübnan’dan çekilene kadar satışların devam etmeyeceğini söyledi.
Yönetimin taleplerinin İsrailli karar alıcıları davranışlarını değiştirmeye zorladığına dair kanıtlar var. Temmuz 1982’de Washington Post, İsrail hükümetinin davranışlarındaki “çarpıcı” ılımlılık hakkında yazdı ve bunun başlıca nedeni olarak Reagan’ı gösterdi. Makalede, “İsrail medyası Begin hükümetinin yeni ‘esnekliğindeki’ kilit faktörün geçen hafta Başkan Reagan’dan gelen sert bir mektup olduğunu bildirdi” deniyordu.
Bugün Biden, İsrail savaşının sona ermesi için ABD’nin nüfuzunu bir kez daha kullanmak zorunda. Ateşkes, özellikle de Washington’un Orta Doğu’da saygın bir oyuncu olarak kalma umudu varsa, siyasi açıdan makul, güvenliği artırıcı ve ahlaki açıdan savunulabilir tek politikadır. Bunun alternatifi, çoğu Hamas’a karşı olan Gazze halkını daha fazla bombaya, kurşuna ve yanmaya mahkûm etmektir. Onları sürekli susuzluğa, açlığa ve hastalığa maruz bırakmaktır. Zaten yoksullaşmış, aşırı kalabalık bir yerleşim bölgesini alıp kalkındırma şansını onlarca yıl geriye götürmektir. İsrail’le savaşmak için hayatlarını riske atacak yeni bir militan nesli yaratması muhtemeldir. “Bunların hepsi daha önce de oldu” ifadesi bir şeyin tekrar olmasını engellemek için kullanılabilecek en güçlü argümandır.
İlginizi Çekebilir
-
ABD’li senatör: Musk’ın Çin bağlantıları ABD ulusal güvenliği için ‘derin bir tehdit’
-
ABD, Filipinler’e Pekin’e karşı kullanması için insansız deniz aracı veriyor
-
UCM’den Netanyahu’ya tutuklama emri
-
ABD’nin nükleer modernizasyon planı: Pentagon’dan kritik açıklama
-
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
-
ABD savaştan bu yana en büyük silah anlaşmasıyla Vietnam’a eğitim uçağı gönderiyor
DÜNYA BASINI
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
Yayınlanma
4 saat önce21/11/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…
***
Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor
Andrew England
Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.
Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.
Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.
Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.
Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.
Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.
Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.
Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.
“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.
ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.
PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.
Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.
Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.
Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.
Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.
Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.
Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.
Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.
Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.
İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.
Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.
Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.
İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”
DÜNYA BASINI
İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?
Yayınlanma
1 gün önce20/11/2024
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.
Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat
Éva Péli, NachDenkSeiten
Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.
Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?
Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.
Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.
Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.
Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.
Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.
Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.
İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.
Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.
Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?
Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.
Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”
NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.
Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.
Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.
ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?
Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.
Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.
Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.
Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.
Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.
Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.
Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.
Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.
Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.
Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.
Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.
Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?
Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.
Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.
Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
3 gün önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
ABD’li senatör: Musk’ın Çin bağlantıları ABD ulusal güvenliği için ‘derin bir tehdit’
ABD, Filipinler’e Pekin’e karşı kullanması için insansız deniz aracı veriyor
Operationsplan Deutschland: Almanya’da “planlı ekonomi” tartışması
Çin bankalarının Rusya’ya yönelik ödeme kontrolleri sertleşiyor
Ford Avrupa’da 4.000 kişiyi işten çıkaracak
Çok Okunanlar
-
RUSYA1 hafta önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”