DÜNYA BASINI
Orta Doğu’da ABD’nin beceriksizliği yerini Çin diplomasisine bırakırken…
Yayınlanma
Orta Doğu’daki normalleşme sürecinde “ABD’nin resmin dışında kalması Washington’un otuz yıllık beceriksizliği, kibri ve ikiyüzlülüğünü yansıtan büyük bir dönüşüm… Çin’in bir arabulucu olarak yeni önemi, Yemen ve Sudan’daki gibi çatışmalara kadar uzanabilir… Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi’ni engelleyebilecek herhangi bir anlaşmazlığın olabildiğince barışçıl bir şekilde çözülmesini istiyor…”
Orta Doğu’da ABD politikalarının iflası ve bölgesel güçlerin inisiyatif alırken Çin ve Rusya’nın nüfuzunu artırdıkları artık malumun ilânı. Aşağıda tamamını okuyacağınız makalede, Amerikalı tarihçi Juan Cole, bu gerçeği Washington açısından değerlendiriyor. Michigan Üniversitesi’nde Tarih Profesörü olan Juan Cole makalesinde, Orta Doğu’da ABD’nin “istenmeyen kişi” olma ve Çin’in nüfuzunu genişletme sürecine mercek tutuluyor. Makale Washington yönetiminin İran’ı izole etme politikasının neden ve nasıl başarısızlıkla sonuçlandığını açıklamaya çalışıyor. Gelinen noktada Pekin arabuluculuğunda imzalanan İran-Suudi Arabistan normalleşme anlaşmasına özel olarak eğilen yazar, bu anlaşmanın Çin için önemini açıklamanın yanı sıra bölgenin neden buna ihtiyacı olduğuna da değiniyor. Makale, Çin’in bu “diplomatik zaferini” Çin’in başarısından daha çok ABD’nin başarısızlığına fatura eden bakış açısına rağmen Orta Doğu’daki dönüşüm sürecini adım adım açıklaması dolayısıyla dikkate değer.
Makalenin tamamı:
***
Çin’in Yükselişinin Temelindeki Diplomatik Zaferler
Orta Doğu’daki ilişkileri yeniden tesis etmedeki diplomatik başarısı, yükselen bir güç olarak konumundan çok Amerika’nın bölgesel güvenilirliğindeki şaşırtıcı düşüşü yansıtıyor.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin 6 Mart’ta Pekin’de yayınlanan fotoğrafı Washington’da sismik bir şok etkisi yarattı. Wang Yi, İran Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şemhani ve Suudi Ulusal Güvenlik Danışmanı Musaad bin Muhammed el-Ayban’ın arasında duruyordu. Karşılıklı diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesine yönelik bir anlaşma üzerinde acemice el sıkışıyorlardı. Bu fotoğraf, Başkan Bill Clinton’ın 1993 yılında İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin ve FKÖ lideri Yaser Arafat’ı Oslo Anlaşması’nı kabul ettikleri sırada Beyaz Saray’ın bahçesinde ağırladığı fotoğrafı akla getirmiş olmalı. Uzun zaman önce yaşanan bu anın kendisi de Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve 1991 Körfez Savaşı’ndaki ezici Amerikan zaferinin ardından ABD’nin kazandığı yenilmezlik halesinin bir sonucuydu.
Bu kez ABD resmin dışında kalmıştı; bu sadece Çin’in girişimlerini değil, Washington’un Orta Doğu’daki otuz yıllık beceriksizliğini, kibrini ve ikiyüzlülüğünü yansıtan büyük bir dönüşümdü. Mayıs ayı başında, binlerce Amerikan askerine ev sahipliği yapan ABD müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir Çin deniz üssünün gizlice inşa edilmesine ilişkin endişelerin Kongre’yi sarmasıyla artçı bir şok yaşandı. Abu Dabi’deki tesis, Afrika’nın doğu kıyısındaki Cibuti’de bulunan ve Halk Kurtuluş Ordusu-Donanması tarafından korsanlıkla mücadele, çatışma bölgelerinden sivillerin tahliyesi ve belki de bölgesel casusluk için kullanılan küçük üsse bir ek olacaktı.
Ancak Çin’in İranlı Ayetullahlar ile Suudi monarşisi arasındaki gerilimi yatıştırmaya yönelik ilgisi, bölgedeki herhangi bir askeri hırsından değil, her iki ülkeden de önemli miktarda petrol ithal etmesinden kaynaklanıyordu. Bir diğer itici güç ise hiç şüphesiz Başkan Xi’nin Avrasya’nın kara ve deniz ekonomik altyapısını genişleterek bölgesel ticareti artırmayı hedefleyen ve merkezinde elbette Çin’in yer aldığı iddialı Kuşak ve Yol Girişimi’ydi (BRI). Çin, halihazırda Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’na ve Körfez petrolünün kuzeybatı vilayetlerine taşınmasını kolaylaştırmak için Pakistan’ın Gwadar limanının geliştirilmesine milyarlarca dolar yatırım yaptı.
İran ve Suudi Arabistan’ın savaş halinde olması Çin’in ekonomik çıkarlarını tehlikeye attı. Eylül 2019’da İran’ın bir vekilinin ya da bizzat İran’ın Abkayk’taki devasa rafineri kompleksine bir drone saldırısı düzenlediğini ve Suudi Arabistan’ın günde beş milyon varillik kapasitesini kısa süreliğine devre dışı bıraktığını hatırlayın. Bu ülke şu anda Çin’e günde 1,7 milyon varil petrol ihraç ediyor ve gelecekteki drone saldırıları veya benzer olaylar bu kaynakları tehdit ediyor. Çin’in ayrıca İran’dan günde 1,2 milyon varil kadar petrol aldığına inanılıyor, ancak bunu ABD yaptırımları nedeniyle gizlice yapıyor. Aralık 2022’de ülke çapındaki protestolar Xi’nin “Kovid’e hayır” karantina önlemlerini sona erdirmeye zorladığında bu ülkenin petrol iştahı bir kez daha açığa çıktı ve talep 2022’ye göre şimdiden yüzde 22 arttı.
Dolayısıyla Körfez’de daha fazla istikrarsızlık Çin Komünist Partisi’nin şu anda ihtiyaç duyduğu son şey. Elbette Çin aynı zamanda petrol yakıtlı araçlardan uzaklaşma konusunda da küresel bir lider ve bu da eninde sonunda Orta Doğu’nun Pekin için önemini azaltacak. Ancak o zamana daha 15 ila 30 yıl var.
Her şey farklı olabilirdi
Çin’in sürekli olarak daha da kızışma tehdidinde bulunan İran-Suudi soğuk savaşını sona erdirmekteki çıkarı yeterince açık, ancak bu iki ülke neden böyle bir diplomatik kanal seçti? Ne de olsa Amerika Birleşik Devletleri kendisini hâlâ “vazgeçilmez ülke” olarak tanımlıyor. Ancak bu ifadenin bir anlamı varsa bile, İsrailli sağcıların Oslo barış sürecini sonlandırmasına izin vermek, 2003’te Irak’ta yasadışı bir işgal ve savaş başlatmak ve Trump’ın İran’ı gülünç bir şekilde kötü idare etmesi gibi hatalar yüzünden Amerika’nın vazgeçilmezliğine olan inanç artık gözle görülür bir şekilde azalıyor. Avrupa’dan ne kadar uzak olursa olsun, Tahran yine de NATO’nun etki alanına sokulabilirdi ki Başkan Barack Obama bunu başarmak için muazzam bir siyasi sermaye harcadı. Bunun yerine dönemin Başkanı Donald Trump Tahran’ı doğrudan Vladimir Putin’in Rusya Federasyonu ve Xi’nin Çin’inin kucağına itti.
Her şey gerçekten de farklı olabilirdi. Obama yönetiminin aracılık ettiği 2015 tarihli Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşması ile İran’ın nükleer silah yapmasının önündeki tüm pratik yollar kapatılmıştı. İran’ın Ayetullahlarının uzun zamandır, kullanılması halinde potansiyel olarak çok sayıda sivili ayrım gözetmeksizin öldürecek, İslam hukuku etiğiyle bağdaşmayan bir kitle imha silahı istemedikleri konusunda ısrar ettikleri de doğru.
Bu ülkenin dini liderlerine inanılsın ya da inanılmasın, KOEP İran’ın çalıştırabileceği santrifüj sayısına, Buşehr’deki nükleer tesisi için uranyum zenginleştirme seviyesine, stoklayabileceği zenginleştirilmiş uranyum miktarına ve inşa edebileceği nükleer tesis türlerine ciddi kısıtlamalar getirdiği için bu soruyu tartışmalı hale getirdi. BM Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı müfettişlerine göre İran 2018’e kadar yükümlülüklerini sadakatle yerine getirdi ve – bunu Trump döneminin bir ironisi olarak kabul edin – bu tür bir uyum nedeniyle Washington tarafından cezalandırıldı.
İran’ın Ayetullahı Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyeleriyle bu utanç verici anlaşmayı imzalamasına ancak Washington’un yaptırımlarından kurtulma sözü karşılığında izin verdi ki bu söz hiçbir zaman yerine getirilmedi. 2016 yılının başlarında Güvenlik Konseyi gerçekten de İran’a yönelik 2006 yaptırımlarını kaldırdı. Ancak bunun anlamsız bir jestti çünkü o zamana kadar Kongre, Hazine Bakanlığı’nın Yabancı Varlıklar Kontrol Ofisi’ni görevlendirerek İran’a tek taraflı Amerikan yaptırımları uygulamıştı ve nükleer anlaşmanın ardından bile Kongre’deki Cumhuriyetçiler bu yaptırımları kaldırmayı reddetti. Hatta İran’ın Boeing’den sivil yolcu uçağı almasını sağlayacak 25 milyar dolarlık bir anlaşmayı bile iptal ettiler.
Daha da kötüsü, bu tür yaptırımlar, bunları ihlal eden üçüncü tarafları cezalandırmak için tasarlanmıştı. Renault ve Total Enerji gibi Fransız firmaları İran pazarına girmeye hevesliydi ama misillemeden korkuyorlardı. Ne de olsa ABD, Fransız bankası BNP’yi bu yaptırımları deldiği için 8.7 milyar dolar para cezasına çarptırmıştı ve hiçbir Avrupalı şirket bu tür bir acıyı yaşamak istemiyordu. İşin özü, Kongre’deki Cumhuriyetçiler ve Trump yönetimi İran’ı, pazarlığın kendisine düşen kısmını yerine getirmiş olmasına rağmen bu kadar ağır yaptırımlar altında tutarken İranlı girişimciler Avrupa ve ABD ile iş yapmak için sabırsızlanıyordu. Kısacası Tahran, Kuzey Atlantik ticaret anlaşmalarına artan bağımlılık yoluyla amansız bir şekilde Batı yörüngesine çekilebilirdi ama öyle olmadı.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun şimdi olduğu gibi o zaman da KOEP’ye karşı sıkı bir lobi faaliyeti yürüttüğünü, hatta Kongre’yi anlaşmayı iptal etmeye teşvik için eşi benzeri görülmemiş bir şekilde Başkan Obama’nın üzerine gittiğini unutmayın. Bu oyun bozanlık çabası başarısızlıkla sonuçlandı; ta ki Mayıs 2018’de Başkan Trump anlaşmayı yırtıp atana kadar. Netanyahu, saf Trump’ı bu adımı atmaya ikna ettiği için övünürken kasete yakalandı. İsrail sağ kanadı en büyük endişesinin İran’ın nükleer başlık sahibi olması olduğunda ısrar etse de kesinlikle böyle davranmadı. 2015 anlaşmasını sabote etmek aslında bu ülkeyi tüm kısıtlamalardan kurtardı. Görünüşe göre Netanyahu ve onun gibi düşünen İsrailli siyasetçiler, KOEP’den sadece İran’ın sivil nükleer zenginleştirme programını ele almasından ve asıl tehdit olarak gördükleri Lübnan, Irak ve Suriye’deki İran nüfuzunun geriletilmesini zorunlu kılmamasından rahatsız olmuşlardı.
Trump İran’a mali ve ticari ambargoya varan uygulamaya devam etti. Bunun ardından, bu ülkeyle ticaret yapmak giderek daha riskli bir iş haline geldi. Mayıs 2019’a gelindiğinde Trump kendi standartlarına (ve Netanyahu’nun standartlarına) göre oldukça başarılı olmuştu. İran’ın petrol ihracatını günde 2,5 milyon varilden günde 200.000 varile kadar düşürmeyi başarmıştı. Bu ülkenin liderliği yine de 2019 ortasına kadar KOEP’nin gerekliliklerini yerine getirmeye devam etti, ancak bu tarihten sonra hükümleri çiğnemeye başladılar. İran şu anda yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum üretiyor ve nükleer silah yapma kapasitesine her zamankinden çok daha yakın, ancak hâlâ askeri bir nükleer programı yok ve Ayetullahlar böyle bir silah istediklerini inkar etmeye devam ediyor.
Gerçekte Trump’ın “maksimum baskı kampanyası” Tahran’ın bölgedeki etkisini yok etmek dışında her işe yaradı. Hatta Lübnan, Suriye ve Irak’ta Ayetullahların gücü daha da arttı.
Bir süre sonra İran da petrolünü Çin’e kaçırmanın yollarını buldu ve burada sadece iç pazar için çalışan küçük özel rafinerilere satıldı. Bu firmaların uluslararası bir mevcudiyeti ya da varlığı olmadığı ve dolar üzerinden işlem yapmadıkları için Hazine Bakanlığı’nın onlara karşı harekete geçme imkânı yoktu. Bu şekilde Başkan Trump ve Kongre’deki Cumhuriyetçiler İran’ın ekonomik olarak ayakta kalabilmesi için Çin’e bağımlı hale gelmesine ve bu yükselen gücün Orta Doğu’daki öneminin artmasına yol açtılar.
Suudi dönüşü
Rusya Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiğinde petrol fiyatları yükseldi ve İran hükümetinin işine yaradı. Bunun üzerine Biden yönetimi, Rusya Federasyonu’na Trump’ın İran’a karşı uyguladığı türden maksimum baskı yaptırımları uyguladı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, İran ve Rusya’nın ticaret ve silah anlaşmaları yaptığı ve İran’ın Ukrayna seferberliği için Moskova’ya insansız hava araçları sağladığı iddiasıyla yeni bir Yaptırım Ekseni oluştu.
Suudi Arabistan’a gelince, fiili lideri Veliaht Prens Muhammed bin Salman son zamanlarda daha iyi danışmanlar edinmiş görünüyor. Mart 2015’te komşu ülke Yemen’de, Şii Zeydi “Allah’ın Yardımcıları” ya da Husi isyancıların ülkenin kalabalık kuzey bölgesini ele geçirmesi yıkıcı ve tahrip edici bir savaş başlattı. Suudiler öncelikle bir gerilla gücüne karşı hava gücü kullandıkları için kampanyalarının başarısız olması kaçınılmazdı. Bunun üzerine Suudi yönetimi Husilerin yükselişini ve direncini İranlılara bağladı. İran gerçekten de Allah’ın Yardımcıları’na bir miktar para sağlamış ve silah kaçakçılığı yapmış olsa da Husiler Suudilere karşı uzun süredir şikayetleri olan yerel bir hareketti. Sekiz yıl sonra savaş yıkıcı bir çıkmaza girdi.
Suudiler ayrıca Arap dünyasının başka yerlerinde de İran’ın etkisine karşı koymaya çalışmış ve Suriye’deki iç savaşa, otokrat Beşar Esad hükümetine karşı köktendinci Selefi isyancıların yanında müdahale etmişti. 2013’te Lübnan’ın Şii Hizbullah milisleri Esad’ı desteklemek üzere savaşa katıldı ve 2015’te Rusya isyancıların yenilgisini sağlamak üzere hava gücü gönderdi. Çin de Esad’ı (askeri olarak olmasa da) desteklemiş ve ülkenin savaş sonrası yeniden inşasında sessiz bir rol oynamıştı. İran ve bölgesel müttefikleriyle gerilimi azaltmak için Çin’in aracılık ettiği son anlaşmanın bir parçası olarak Suudi Arabistan, Esad hükümetini Arap Birliği üyeliğine geri döndürme kararına öncülük etti (2011’de Arap Baharı isyanlarının zirvesinde ihraç edilmişti).
2019’un sonlarına doğru, Abkayk rafinerilerine yapılan insansız hava aracı saldırısının ardından, Bin Selman’ın İran’la olan bölgesel mücadelesini kaybettiği belli olmuştu ve Suudi Arabistan bir çıkış yolu aramaya başladı. Diğer şeylerin yanı sıra Suudiler, dönemin Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi’ye ulaşarak İranlılarla (iletişim için) arabulucu olmasını istedi. O da İran Devrim Muhafızları Kudüs Tugayı Komutanı General Kasım Süleymani’yi Suud Hanedanı ile yeni bir ilişkiyi değerlendirmek üzere Bağdat’a davet etti.
Çok az kişinin unutacağı üzere, 3 Ocak 2020’de Süleymani sivil bir uçakla Irak’a geldi ve Amerikalıları öldürmeye geldiğini iddia eden Başkan Trump’ın emriyle Bağdat Uluslararası Havalimanı’nda bir Amerikan insansız hava aracı saldırısıyla öldürüldü. Trump, Suudilerle yakınlaşmayı engellemek mi istiyordu? Ne de olsa bu ülkeyi ve diğer Körfez ülkelerini İsrail ile birlikte, İran karşıtı bir ittifaka çekmek damadı Jared Kushner’in “İbrahim Anlaşmaları”nın merkezinde yer alıyordu.
Çin’in yükselişi, Amerika’nın çöküşü
Washington artık istenmeyen kişi. İranlılar arabulucu olarak Amerikalılara asla güvenmeyeceklerdi. Suudiler, başka bir Hellfire füzesine eşdeğer bir füzenin ateşlenmesi korkusuyla onlara müzakerelerini anlatmaktan çekinmiş olmalı. 2022 sona ererken Başkan Xi, İran’la ilişkilerin açıkça bir konuşma konusu olduğu Suudi başkenti Riyad’ı fiilen ziyaret etti. Çin Dışişleri Bakanlığına göre, Başkan Xi’nin Körfez’deki iki rakip arasında arabuluculuk yapma konusunda kişisel taahhüt geliştirirken İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi Şubat ayında Pekin’e gitti. Şimdi, yükselen bir Çin, “bölge dışındaki bazı büyük ülkelerin” “kişisel çıkar” nedeniyle “Orta Doğu’da uzun vadeli istikrarsızlığa” neden olduğundan şikâyet ederken, diğer Orta Doğu ülkeleri arasında arabuluculuk teklif ediyor.
Çin’in bir arabulucu olarak yeni önemi, yakında Yemen ve Sudan’daki gibi çatışmalara kadar uzanabilir. Gözü Avrasya, Orta Doğu ve Afrika’ya diken ve dünyadaki yükselen güç olan Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi’ni engelleyebilecek herhangi bir anlaşmazlığın olabildiğince barışçıl bir şekilde çözülmesi için açıkça istekli.
Çin, üç uçak gemisi saldırı grubuna sahip olmanın eşiğinde olmasına rağmen, bunlar evlerinin yakınında faaliyet göstermeye devam ediyor ve Amerika’nın Orta Doğu’da Çin askeri varlığına ilişkin korkuları şu ana kadar temelsiz.
Suudi Arabistan ve İran’da olduğu gibi iki tarafın da çatışmadan bıktığı bir yerde, Pekin artık açıkça dürüst arabulucu rolünü oynamaya hazır. Bununla birlikte, bu ülkeler arasındaki ilişkileri yeniden tesis etme konusundaki olağanüstü diplomatik başarısı, yükselen bir Orta Doğu gücü olarak konumundan ziyade, otuz yıllık sahte vaatler (Oslo), fiyaskolar (Irak) ve geriye dönüp bakıldığında artık çoktan vadesi dolmuş bir dizi alaycı emperyal böl-yönet taktiğinden daha önemli bir şeye dayanmadığı görülen kaprisli politikalardan sonra Amerika’nın bölgesel güvenilirliğindeki şaşırtıcı düşüşü yansıtıyor.
İlginizi Çekebilir
-
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
Batı, Çin’in ‘hakimiyetini kırmak’ için lityuma daha fazla destek vermeye çağırıldı
-
BBC’ye “yayınlarında İsrail karşıtı önyargı” suçlaması
-
Üst düzey ABD yetkilisi İsrail’i Hizbullah’la savaşın ‘feci sonuçları’ konusunda uyardı
-
İsrail yerinden edilenlerin çadırlarına saldırdı, 40 kişi hayatını kaybetti
-
ABD, Google’ı reklam teknolojisi pazarında tekelcilikle suçluyor
DÜNYA BASINI
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
Yayınlanma
4 gün önce07/09/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’
Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları
Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”
Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…
Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?
McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid(1) atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar(2) bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.
McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.
18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.
Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.
McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.
McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.
Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?
Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).
Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.
McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.
Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.
Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.
Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.
Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi
Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.
O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.
Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriff’in “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).
McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.
Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu”(3) olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.
Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.
(1) Şempanze ve bonobo, goril, insan ve orangutan cinsi hayvan türlerini içerisinde barındıran, “hominidae” ailesinin üyelerini içeren adlandırma. (ç.n)
(2) İnsan (Homo sapiens), günümüzde yaşayan, hominid bir hayvan türü. (ç.n)
(3) Thomas Piketty’nin sol partilerin günden güne işçi sınıfı tabanından uzaklaşarak yüksek eğitimli seçmenler ve elitlerin hakimiyetine girmesine ilişkin bir analojisi. (ç.n.)
Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.
Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?
Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor
Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024
Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.
Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.
Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.
Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.
Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.
Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.
Amerikan rüyası
Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.
ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.
Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.
Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.
Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.
Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.
Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.
Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.
Çöküşteki gıda sistemi
Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?
Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.
Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.
Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.
Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.
Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.
Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.
Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”
Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.
ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.
Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.
“Tanrı’yı oynamak”
Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”
Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.
Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.
Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.
Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.
Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.
Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.
“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”
Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.
“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”
Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”
Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.
Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.
AVRUPA
Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti
Yayınlanma
2 hafta önce30/08/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.
Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.
Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.
Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.
Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.
Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.
Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.
Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.
Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.
Draghi raporu Alman hükümetini böldü, Hollanda’dan tepki aldı
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
İsveç’te “tersine göç” tartışması koalisyonu böldü
Japonya’da koasliyon lideri Natsuo Yamaguchi istifa kararını duyurdu
Batı, Çin’in ‘hakimiyetini kırmak’ için lityuma daha fazla destek vermeye çağırıldı
Çok Okunanlar
-
RUSYA2 hafta önce
ABD istihbaratı: Ukrayna, Kursk’ta ele geçirdiği toprakları elinde tutma niyetinde
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Çin-Rusya ödemeler sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Kendimizi ilk günden itibaren savaşmaya hazır hale getiriyoruz’
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Suriye ile normalleşme başka bahara kalamaz: Pişmiş aşa su katılmaz
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’da Ukrayna ile “dayanışma yorgunluğu”