Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Pekin, ekonomik sorunların krize dönüşmesini nasıl engelleyebilir?

Yayınlanma

Mayıs ayı ihracatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 7.5, ithalatı ise yüzde 4.5 düşen Çin’in İmalat PMI de ekonomistlerin beklediği 50,3 rakamının aksine, temmuz ayında 49,2 olarak geldi. 50’nin altındaki bir veri daralmayı gösterir. Ülkenin fabrika faaliyetleri 49.3 PMI değeriyle üst üste dördüncü ayda da daraldı.

Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi, COVID-19 toparlanması sonrası yurtiçinde ve yurtdışında talebin zayıflamasıyla ikinci çeyrekte beklenenden daha zayıf bir hızda büyüdü.

Çin’in üst düzey liderleri temmuz sonunda, mevcut ekonomik durumu ele almak ve yılın ikinci yarısında ekonomik çalışma için düzenlemeler yapmak üzere Xi Jinping liderliğinde toplanmış ve toplantı sonunda iç talebi artırmaya odaklanma, daha fazla teşvik adımı ve ekonomiye yönelik politika desteğini artırma sözü vermişlerdi.

Çinli yetkililer, önümüzdeki 6 ayda Çin ekonomisi için gelişme öngörüsünde bulunurken, ülke ekonomisinin hem uluslararası hem ulusal düzeydeki zorluk ve meydan okumalarla karşı karşıya kaldığını, uluslararası piyasanın talebi zayıflarken, finansal risklerin arttığını ve jeopolitik düzendeki değişiklikler de hesaba katıldığın, yurt içinde iç talebin yetersiz kalabileceğini düşünüyor. Bu kapsamda yeni önlemler hem iç talebi artırmaya hem de yabancı yatırımı teşvik etmeye yöneldi.

‘Tam anlamıyla bir kriz olmasa da kesinlikle bir sorun var’

Çin ekonomisiyle ilgili tartışmaları gündemine alan Financial Times (FT), “Çin ekonomisi analojilere meydan okuyor. Son kırk yıldaki büyümesinin emsalsiz olması gibi, şu anki zorlukları –  tam anlamıyla bir kriz olmasa da kesinlikle bir sorunu var – benzersiz” yorumunu yaptı.

Çin ekonomisinin büyümesi aslında bu yıl kabaca yüzde 5’e ulaşma yolunda olduğundan, herhangi bir durgunlukla karşı karşıya olmadığını kaydeden FT makalesinde, buna rağmen durumun “ciddi” olduğu ifade ediliyor: “Geçmişte, Pekin yetkilileri büyümeyi rayında tutmak için büyük bir esneklik ve ustalık gösterdiler. Şimdi bunu tekrar yapmak zorundalar.”

Mevcut durumun, “ekonomi büyürken bile kronik bir talep eksikliği” ile karakterize edilebileceği belirtilirken, buna yönelik iki istatistik paylaşılıyor: “Biri, deflasyonun eşiğinde olan tüketici fiyat endeksi: Haziran ayında fiyatlar bir önceki aya göre yüzde 0,2 düşüşle yıllık bazda sabit kaldı. Diğeri ise haziran ayında yüzde 21,3’e ulaşan genç işsizliği. Bu açıkça, harcamaların mevcut üretken kaynakların tamamını kullanmaya yetmediği bir ekonomidir. Buna ‘durgun büyüme’ de denebilir.”

Buna göre ülke ekonomisinin “aşağı doğru bir deflasyonist sarmal tehlikesi” ile karşı karşıya olduğu vurgulanıyor: “Tehlike gerçek çünkü Çin’de hiçbir sektör daha fazla harcama yapacak durumda değil.”

Tüketicilerin, Çin’in en zengin şehirlerinde bile sıfır COVID politikalarından dolayı hâlâ sersemlediği ifade edilirken, ABD, Japonya veya Avrupa’nın aksine, hükümetten de büyük transfer ödemeleri yapılmadığı ve bu nedenle açıkta kalan hanelerin mali durumunun darbe aldığı belirtiliyor. Bu “yara izinin” etkisi ise “sessiz ama derin” olarak nitelendirilirken, öncesinde amansız bir büyüme yaşamış olan tüketicilerin iş güvencesizliğini tatmış olduğu ve tüketimin önündeki tüm yapısal engelleriyle birlikte, harcamaların toparlanmasının yavaş olacağı yorumu yapılıyor.

Tercih edilen birkaç özel sektörde – en önemlisi elektrikli araçlar ve yeşil enerji tedarik zinciri – yatırım yapıldığı ancak diğer yerlerde işlerin “kasvetli” olduğu kaydedilirken, teknoloji endüstrisinin de ABD ihracat kontrolleri ve yabancı sermaye piyasalarının etkili bir şekilde kapatılması adına düzenleyiciler tarafından yakın zamanda uygulanan baskılardan dolayı “sendelediği” ifade ediliyor.

Pekin’in normalde teşvik için başvuracağı ilk yer olan konut ve altyapı yatırımlarının ise, “varlık fiyatlarındaki düşüşün hane halkını ve şirketleri iflas ettirdiği ve borçlarını ödemeye kararlı hale getirdiği sözde bir bilanço durgunluğuyla ilgili endişelerin merkezinde” yer aldığı kaydediliyor.

Diğer yandan emlak fiyatlarının o kadar düşmediği ve sistemin onları istikrara kavuşturmak için çok çalıştığı ifade edilirken, “mülkiyet, hanehalkı servetinin büyük bir bölümünü ve aynı zamanda yerel yönetim gelirlerinin önemli bir kaynağını oluşturduğundan”, bu alandaki bir kazanın mali ve sosyal istikrarı tehdit edebileceği yorumu yapılıyor.

Mevcut borçlardan ziyade ise, asıl meselenin “yeni faaliyetlerin kapsamı” olduğu vurgulanıyor: “Yaşlanma ve dış göç, konut talebinin esasen ülkenin büyük bir bölümünde doyurulduğu anlamına gelir. Pekin, Şanghay ve Şenzen gibi mega şehirlerde daha fazla inşaat yapılmasına izin verilmesi, sektöre yeni bir canlılık kazandıracak, ancak rahatsız edici ve siyasi olarak istikrarsızlaştırıcı dengeleri beraberinde getirecektir. Artan altyapı harcamaları her zaman bir seçenektir, ancak azalan getirilerle gelir ve gelecek için daha fazla borç biriktirir.”

‘Pekin harcamaya başlamalı’

Geriye iki talep kaynağı kalıyor: Ticaret ve hükümet harcamaları.

“Çin’in cari hesap fazlası şimdiden gayri safi yurt içi hasılanın yüzde 2’si seviyesinde, bu da ülke içindeki talebin zayıf olduğunun bir göstergesi ve dünyanın geri kalanı, şimdi elektrikli araçlar gibi yüksek kaliteli ürünler de dahil olmak üzere, aşırı rekabetçi Çin ihracatının yeniden akışı için tetikte olmalı. Çin’in deflasyonu bu şekilde ihraç etmesi, batılı ülkelerin enflasyonla ilgili mevcut sorunlarının üstesinden gelmelerine yardımcı olabilir, ancak bunun uzun vadeli önemli bir ekonomik maliyeti olacaktır.”

Makalede bunun yerine hem Çin’in hem de diğer ülkelerin “son seçeneği” tercih etmesi uyarısında bulunuluyor: “Çin’in merkezi hükümeti dünyanın en az borçlu ülkelerinden biridir. Hane halkına nakit aktarmak, tüketimi artırmak ve ekonomiyi hareketlendirmek için geniş bir kapsama sahiptir. Yakın tarihli bir politbüro toplantısı politikalara dair uzun bir liste sundu, ancak endişe verici şekilde çok az nakit para işareti verdi. Çin, uzun vadeli ekonomik başarısını sürdürecekse, harekete geçmek Pekin’e düşüyor.”

DÜNYA BASINI

‘Sonluluklar’ kapitalizmi: Ne savaş, ne barış

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale aslında bir kitap tanıtımı. Bununla birlikte, küresel kapitalizmin yeni dönemine ilişkin mühim ipuçları sunan bir kitaba atıf yapıyor. Branko Milanovic’in aktardığı yazarın iddiası, kapitalizmin “bırakınız yapsınlar” dönemlerinin, merkantilist dönemlerine göre daha az süreyi kapsadığına işaret ediyor ve Alfred Mahan’dan mülhem bir şekilde, denizlerdeki egemenliğin ve “jeopolitiğin” şu anda yeniden önem kazandığına işaret ediyor. Yazar, içine girdiğimiz döneme “sonluluklar kapitalizmi” diyor. Milanovic, bu dönüşüme katılsa da, nedenine ilişkin önemli bir şerh düşüyor: kaynakların sınırlı olduğuna dair aniden gelen aydınlanma, kaynakların gerçekten kıt olduğunun ortaya çıkmasından değil, ABD’nin Çin ve Asya’nın yükselişinden duyduğu siyasi kaygının sonucudur.


Sonluluklar kapitalizmi: kötümserlik ve savaşkanlık

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
20 Mart 2025

Bugünlerde neoliberal küreselleşme döneminin sona erdiğine dair yaygın bir görüş var (Bu konuyu burada yazmıştım.) Neoliberalizmin yerini ne tür bir uluslararası ve yerel sistemin alacağı ise çok daha az açık. Görünürde pek çok aday var çünkü Yogi Berra’nın deyimiyle, özellikle gelecekle ilgili tahminlerde bulunmak zordur. Ne var ki iktisat tarihi yardımcı olabilir. Fransız iktisatçı Arnaud Orain’in yeni kitabı, son dört yüzyılda dünya kapitalizminin döngüsel doğasına bakarak bizi bu yöne götürüyor. Orain’e göre, serbest ticaretten merkantilizmin karakteristik özelliği olan “silahlı ticarete” doğru kapitalizmin periyodik yeniden düzenlemelerinden birine giriyoruz. Dahası, Orain’in kapitalizm okumasında, laissez-faire ve serbest ticaret dönemlerine göre daha yaygın olan merkantilizm dönemleri. Orain bu tür üç (merkantilist) dönemi ele alır: Avrupa’nın dünyayı fethi (17. ve 18. yüzyıllar), 1880-1945 ve günümüz.

Merkantilizmin en önemli özelliği, ticareti ve belki de genel olarak iktisadi faaliyetleri sıfır toplamlı bir oyun olarak görmesi ve ne tam barış ne de tam savaş içinde olan bir dünya yaratmasıdır. Merkantilizmin normal durumu, ister silahla isterse de diğer birçok zorlayıcı araçla (korsanlık, etnik temizlik, kölelik vb.) olsun, sürekli çatışmadır. Merkantilizm (i) malların taşındığı yolların kontrolü anlamına gelir ki bu geçmişte olduğu gibi şimdi de okyanusların kontrolü anlamına gelir, (ii) üretim ve ticaretin dikey entegrasyonunun tercih edilmesi anlamına gelir ki bu da tekeller ve monopsoniler anlamına gelir ve (iii) ya hammadde ve gıda kaynağı olarak (özellikle Malthusçu ideolojiler devreye girdiğinde) ya da deniz gücünü tamamlamak için liman ve antrepolar şeklinde toprak için mücadele anlamına gelir. Kitap bu doğrultuda üç bölüme ayrılmış (her biri iki bölümden oluşuyor) ve önceki iki merkantilist dönemdeki denizcilik rekabeti, tekeller ve toprak gaspları sırasıyla inceleniyor. Bu, denizler ve topraklar için verilen bir mücadele; dolayısıyla kitabın adı da Le monde confisqué’dir [El Konulmuş Dünya].

Ana ideolojik rollerden biri, Orain’in iki “yasa” olarak tanımladığı şeyi formüle eden Amerikalı deniz stratejisti Alfred Mahan’a verilmiştir. Bu yasalardan ilki, bir ülkenin, Çin’in şu anda olduğu gibi büyük bir mal üreticisi olmaktan, bu malları yurtdışına göndermeye ve dolayısıyla deniz yollarını kontrol etmeye ihtiyaç duymaya doğru doğal bir ilerleme olduğunu savunur. Bu ülke bir deniz gücü ya da ideal olarak bir deniz hegemonu haline gelmelidir. Ayrıca donanma konuşlanmasını desteklemek için bir dizi antrepo yaratması gerekir. Mahan’ın ikinci yasası, ticaret ve savaş donanmaları arasında net bir fark olmadığıdır. Ticaret “silahlı” olduğu için, ikisi arasındaki ayrım büyük ölçüde ortadan kalkar ve Orain, Hollanda, İngiltere, İsveç, Danimarka ve Fransa filolarının ister ticari ister savaş filosu olsun her iki rolü de oynadığı birçok tarihi örnek sunar. Bu da genel “ni guerre, ni paix” [ne savaş, ne barış] atmosferini oluşturur. Savaşların “tous azimuts” olduğu söylenebilir ama derinliği yoktur.

Merkantilizm, Orain tarafından ortaya atılan (ya da belki de icat edilen?) ve doğal kaynakların sonlu olduğunun farkına varılması ya da ekonomik faaliyetin sıfır toplamlı bir oyun olarak algılanması anlamına gelebilecek çok hoş bir terim olan “sonluluklar” kapitalizmidir (Bu konuya incelemenin sonunda döneceğim.) Serbest ticaret, ima yoluyla, dünyaya bakışımızın daha geniş, daha kapsamlı ve daha iyimser olduğu dönemlere karşılık gelir: herkese (eninde sonunda) yetecek kadar olduğuna inanma eğiliminde oluruz. Merkantilizm ise öyle bir dünyadır ki, kitabın sonuç cümlesinde olduğu gibi, “herkese yetmeyecektir”.

Orain, 17. ve 18. yüzyıllarda yabancı topraklarda Avrupa’nın fethi ve Avrupa içi “yarı-savaşlar” hakkında olağanüstü zengin bir tarihsel tablo sunuyor. Hollandalı, İngiliz ve Fransız Doğu Hindistan, Batı Afrika ve benzerleri gibi şirketler kilit rol oynuyor. Orain, şirketlerin genellikle (en ünlüsü Doğu Hindistan Şirketi örneğinde olduğu gibi) hükümet işlevlerini üstlendiklerini, yerel hükümetlerden “saltanat” haklarını aldıklarını ve fethedilen toprakların hükümetlerine kendilerini zorla kabul ettirdiklerini vurguluyor. O zamanki denizcilik rekabetinin genel hatlarını bilmeme rağmen, ilk iki bölümde benim için yeni olan (özellikle Fransızların Batı Afrika’yı fethiyle ilgili olarak) ve denizcilik stratejisine geçici bir aşinalıktan daha fazlasını gerektiren çok şey buldum. Halihazırda Çin ve devlet şirketleri (özellikle COSCO Denizcilik), Hollanda VOC’si ile İngiliz ve Fransız Doğu Hindistan Şirketleri ile aynı yolda ilerliyor gibi görülüyor. Orain’e göre Çin de Mahan’ın ilk “yasasına” uyuyor: kıtasal bir endüstriyel güç olarak mallarını sevk etmek ve satmak için denizler üzerindeki etkisini genişletmelidir. Çin’in çeşitli filolarındaki niceliksel artışlar (gemi sayısı ve ticari ve savaş benzeri işlevler arasındaki karşılıklı çalışabilirlik) ve Amerikan filolarının buna karşılık gelen düşüşü vurgulanıyor: 1990’larda büyük gemiler üretebilen yedi ABD tersanesinden geriye sadece biri kalmıştır.

Ben iki konuya odaklanmak istiyorum. Birincisi, kapitalizmin merkantilist bir sistem olarak görülmesinin ima ettiği tamamen farklı bir iktisadi düşünce tarihi okuması. Forbonnais gibi Fizyokrasi öncesi Fransız yazarlar; VOC’nin hukuk danışmanı ve yabancılara ait gemilere el konulması da dahil olmak üzere silahlı ticareti meşrulaştıran Grotius; Gustav Schmoller ve Alman Tarih Okulu artık çok önemli referanslardır. Ortodoks kanondan sadece Smith (ki bence bu kaçınılmazdır çünkü yazıları serbest ticaret ile merkantilizm arasındaki ideolojik ve kronolojik sınır çizgisinde durmaktadır), Marx ve Schumpeter “hayatta kalmaktadır.” Ricardo, Marshall, Walras, genel denge kuramcıları, Keynes ve diğerlerinden neredeyse hiç bahsedilmiyor ya da bahsedilmiyor. Bu yazarın bir kaprisi değil. Bu, yazarın kapitalizmi bir zora dayalı üretim ve silahlı ticaret sistemi olarak okumasından kaynaklanıyor. Geleneksel eğitim almış bir iktisatçı tamamen farklı bir dünyaya giriyor: çarpık aynaların olduğu bir salonda olduğu gibi, birçok özellik tanıdık ama yeni ve görünüşte çarpık bir şekilde gösterilirken, diğerleri tamamen yeni.

Benim tek eleştirim (ama küçük bir eleştiri değil) Orain’in merkantilist “sonluluğa” geçişle ilgili açıklaması, özellikle de kitabın sonunda toprağın kontrolüyle ilgili; bu, kaynakların tükenebilir doğasından kaynaklanıyormuş gibi sunuluyor. Ben bunu inandırıcı bulmuyorum. Serbest ticaretten merkantilizme ve ticaretin sıfır toplamlı bir oyun olarak algılanmasına mevcut geçiş, doğal kaynakların mevcudiyetindeki gözlemlenebilir bir değişiklikten kaynaklanmıyor. Dünya son beş ya da yedi yıl içinde fiziksel anlamda “herkese yetmeyeceğini” aniden keşfetmedi. Aksine, bunu ideolojik anlamda keşfetti. Peki neden? Benim iddiam, sonluluklar kapitalizmine geçişin, yaklaşan gerçek kıtlıkların farkına varmamız nedeniyle değil, Çin’in ve daha genel olarak Asya’nın yükselişi nedeniyle gerçekleştiğidir. Uluslararası sahnede yeni ve büyük bir oyuncu olan Çin’in Batı’dan farklı bir siyasi sistemle yükselişi hegemonik bir meydan okumadır. Batı’nın farkına vardığı üzere neoliberal küreselleşmenin eskisi gibi devam etmesi, Çin’in nihai hakimiyetinin garanti altına alınması anlamına geliyor. Batı’nın gerileme algısı (eğer hiçbir şey değişmezse) Batı’yı daha radikal ve savaşkan bir duruşa itmiştir, çünkü “Çin için daha fazlası varsa bizim için daha azı vardır” düşüncesiyle dünya gerçekten de sınırlı olarak görülmektedir. Orain’in çok yerinde bir şekilde tanımladığı evrim, kaynak miktarındaki “gerçek” fiziksel değişimden değil, dünyadaki üstünlük için eski moda stratejik rekabetten kaynaklanmaktadır. Merkantilizme geçişin ardındaki nedenler “nesnel” ve fiziksel değil, siyasidir.

Not: Bu arada bu son nokta, yakında, Kasım 2025’te Penguin’s/Allen Lane’den çıkacak kitabım Great Global Transformation: National Market Liberalism in a Multi-polar World’ün [Büyük Küresel Dönüşüm: Çok Kutuplu Bir Dünyada Ulusal Pazar Liberalizmi] konusudur.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Güney Kore artık devrim dönemindedir”

Yayınlanma

Editörün notu: Güney Kore’de Cumhurbaşkanı Yoon Seok-yeol’ün azli için beklenen süreç uzamış durumda. Ülkede yaklaşık yedi aydır devam eden eylemler her geçen gün etkisini artırıyor. Yoon’un “sıkıyönetim” kararı ardından bastırılan bir siyasi darbe girişimi ülkeyi ikiye böldü. Güney Koreli gazeteci Jaeyoung Choi MindleNews’te kaleme aldığı yazısında, Güney Kore’de bir “devrim arefesi” yaşandığı yorumunu yaptı. Yazının tamanını Harici Editörü Mehmet Emre Öztürk Korece’den Türkçeye çevirdi. 

  1. Devrimin yanlış anlaşılması

Bölünme çağı diyorlar. Birer birer entegrasyondan, birlikte yaşamaktan bahsedenler çıkıyor. Bu doğru. Ancak Konfüçyüs’ün sözlerinin zamana ve mekâna göre değerlendirilmesi gerekir. Bunlar devrim zamanlarıdır. Devrim zamanlarında günlük dilin anlamı bile değişir. Entegrasyon ve birlikte yaşama elbette güzel kelimelerdir, ancak bunlar anayasanın yerinde olduğu ve sağduyunun hakim olduğu bir çağda geçerlidir. Devrim zamanlarında karşı-devrim makul bir bahaneyle ortaya çıkar.

İnsanlar “devrim” kelimesini duyduklarında, akıllarına kanlı sahneler geliyor. Bu, 250 yıl önce Fransız Devrimi sırasında zihinlere kazınmış bir resim. Ama devrim öyle değil. Devrim sağduyunun düzeltilmesidir. Haksız sayılan ama yasal olanı ‘yasadışı’ya, haklı sayılan ama yasadışı olanı ‘yasal’a çevirmektir. Devrim dönemi bu tür şeylerin yaşandığı bir geçiş dönemidir, meşruti dönem ise devrimin sona erdiği ve anayasanın yapıldığı sağduyu dönemidir.

  1. Devrim bir düzen değişikliğidir.

Siyaset teorisyeni Hannah Arendt devrimi “bir milletin temeli” olarak tanımladı. Ülke kamuya açık (respublica) bir şey, yani bir cumhuriyettir. Cumhuriyet iki koşulu sağlayan bir mekandır. Biri özgürlüğün tesisi, diğeri de insanların o özgürlüğü yeni bir düzen olarak kabul etmesidir.

Buradaki özgürlük, karşı çıkma özgürlüğü anlamına geliyor. Özgürlük, siyasi konularda, bunu yapabilecek imkânlara sahip olanların bize zarar vermesinden korkmadan konuşabildiğimizde vardır. Nizam sağlamlıktır. Ne kadar özgürlük garanti altına alınmış olursa olsun, birileri keyfine göre değiştirirse aynı şey tekrarlanır.

Şu anda önemli olan şey adelettir. Kanunlar arasında halkın değiştirmesi zor olan Anayasa’nın değişmesi gerekiyor. Devrim öncesi döneme dönmenin artık zor olduğu hissedilmediğinde, işte o zaman devrimci dönem sona erer. Yani devrim dönemi, yeniliğin ve suçun ne olduğunun belirlendiği bir süreçtir. Sonuç Anayasadır.

Öyleyse devrim, anayasayı değiştirmek demektir. Sonuçta, mesele aynı zamanda ülkeyi değiştirmek meselesidir. İnsanların “Burası bir ülke mi?” diye sorduğu o ülke, anayasa değişikliğiyle ismini “bir tür cumhuriyet” olarak değiştiren o nesnedir. Devrimi bu şekilde anlarsak, devrimin orijinal anlamı da, insan elinin altında olmayan düzeni bir hayvanın tüylerini dökmesi gibi değiştirmek (yenilenmek) ve böylece orijinal noktaya dönmektir.

  1. Devrim döneminde yenilik ve suç

Devrim dönemi, devrimin kendisinden başka bir zamandır. Devrim dönemleri, insanların yerleşik sağduyuyu sorgulamaya başladığı zaman başlar. Çünkü eski sistemin çelişkilerini değiştirmeye yönelik bir girişimdir. Sorun şu ki isyancılar bile suçlarını savunurken bunlara ‘devrim’ adını veriyorlar. Belki Lee Wan-yong da Japonya-Kore İlhak Anlaşması’nı imzalamayı kendince bir devrim olarak düşünmüştü. Devrim dönemi, devrim çağrısı yapan çok sayıda insanın olduğu, ancak gerçek devrimcilerin kim olduğunu bilmenin zor olduğu bir zamandır.

Devrim dönemi başladığında siyasal özgürlük geçici olarak askıya alınır. Çünkü devrim döneminde hukuk ortadan kalkar. Siyaset, kanunlar çerçevesinde, fikirlerin karşılıklı olarak tartışılması özgürlüğünün güvence altına alındığı bir düşünce alışverişidir. Oysa devrim dönemi, yüzeydeki hukukun ortadan kalktığı ve altta yatan düzene yakın yeni bir hukukun ortaya çıktığı bir ara dönemdir. Yani devrim zamanlarında bazen suç sayılan şeyler olur, bazen de yasal sayılan eylemler suç haline gelir. Çünkü bir ülkeyi ayakta tutan asgari sınırlar ortadan kalkıyor. Bununla birlikte siyasi muhalifleri koruyan yasalar da ortadan kalkıyor. Siyasetçilere suikast düzenleme ve kamu tesislerini tahrip etme girişimleri bunun tipik örnekleridir.

Kargaşalık geçtikten sonra düzen geri gelir. Değişen düzeni artık kimse sorgulamıyorsa, sorgulasa bile bunu rahatlıkla dile getiremiyorsa devrim dönemi bitmiştir. Ancak bir devrim döneminin sonu her zaman devrimin tamamlandığı anlamına gelmez. 1960 Güney Kore Anayasası’nın önsözüne bakınız. 16 Mayıs askeri darbesi, 1 Mart Hareketi ve 19 Nisan Ayaklanması’nın yanında ‘devrim’ adı altında gururla durmaktadır. Onun iç savaşı gerçekten halka siyasal özgürlüğü garantileyen bir devrim olarak görülebilir mi? Devrim zamanlarında yenilik ile suç arasında ince bir çizgi vardır. Devrim zamanları, suçun sıklıkla yenilik kisvesi altında işlendiği zamanlardır.

Devrim dönemindeki mücadele, deyim yerindeyse ölüm kalım mücadelesidir. Devrimde yenilenler tarihin arka sokaklarında kaybolurlar. Basitçe ortadan kalkmakla kalmıyor, bir “suç” olarak nitelendiriliyor ve Anayasa’ya kalıcı olarak yerleştiriliyor. Böyle bakıldığında sessiz bir ölümden ziyade infaza daha yakın bir durum. Öte yandan kazanan, ‘yeniliğin’ bayraktarlığını üstleniyor ve mitolojideki bir tanrı gibi varlığını sürdürüyor.

  1. Ülkemiz bir devrim dönemindedir.

Aslında ülkemiz uzun zamandır bir devrim süreci içerisindedir. Muhtemelen bundan 20 yıl kadar önce, henüz yönetimde yer alan, kamu görevlilerinin arasından çıkan bir avuç elit, halkın seçtiği cumhurbaşkanını ölüme sürükleyebileceklerini fark ettiler. Cumhurbaşkanının on yıllardır söylediği sözlerle köreltilen sağduyu artık çatırdamaya başladı.

Kendilerine ait yeni bir düzen kurmak istiyorlardı. Bu bir hayatta kalma ve ittifak emridir. Çeşitli çıkar gruplarına mensup insanları birbirine bağlamaya başladılar. Çıkarlarına aykırı olduğu takdirde suç sayılan, aksi takdirde yasal sayılan karanlık devrim on yıldan fazla sürdü.

Şu anki kaos, o karanlık devrimin gün yüzüne çıkmasından kaynaklanıyor.

Ama onların devrimi devrim değil. Dolayısıyla devrimleri hiçbir zaman tamamlanamayacak. Çünkü anayasa değiştirilerek ülke yaratılamaz. Siyasi özgürlük onlar için önemli değil. Tek amaçları devrim dönemindeki kaos ortamından yararlanarak ittifaklarını genişletip kendi grupları için servet biriktirmektir. Bu asla devrim niteliğinde olamaz.

Onların devrimini inkâr etmek doğru olmaz. Bu tamamen teorik bir bakış açısıdır. Onlar için Anayasa, ezberlediğiniz takdirde ömür boyu gelir elde etmenizi sağlayacak kalın bir kitaptan başka bir şey değildir. Anayasayı etkisiz kılarak bu kaotik devrim sürecini sürdürmeyi tercih ediyorlar. Neden? Ama sorun değil. Çünkü bu faydalıdır.

Anayasa Mahkemesi’nin Milli Meclis tarafından seçilen bir yargıcı tek bir kamu görevlisinin atamamasının Anayasa’ya aykırı olduğu tespit edildiği halde, gözlerini ve kulaklarını nasıl kapatıyorlar? Herkesin iç savaşı açıkça gördüğü halde azil davasının nasıl ertelendiğine bakın. Zaman geçecek ve artık zevkimize uymayan hakimler istifa edecek. Bu arada, Bakanlar Kurulu, bir sonraki seçimden önce hangi davalara bakacağını düşünebilir. Hayır, seçimleri ezme seçeneğini de değerlendirmeye değer. Anayasanın zaten bir anlamı kalmadı. Çünkü hayatta kalma ve ittifaklar hareketi adeta bir tarikat gibi büyüdü. Yani bir devrim dönemindeyiz.

  1. Devrim döneminde uzlaşmadan bahsedenler devrimi mahvederler.

Peki ne yapmalıyız? Bizim onlarla bütünleşmemiz, bir arada yaşamamız gerektiğini mi savunacaksınız? Öyle mi? Asla! Devrim döneminde meşrutiyet döneminin dilini kullananlar, sadece iktidar elitlerinin oyalama stratejisinin sürmesine hizmet ederler. Aha, eğer her şey yolunda giderse, bir filmin sonundaki jenerikte birkaç küçük harf gibi, tarihe adını yazdırabilirsin.

Bu çağın bölünme çağı olduğunu ve siyasetin başarısız olduğunu söyleyenler, gerçekten rahat bir dünyada yaşıyor olmalılar. Devrim dönemi çoktan başladı. Şimdi bunu nasıl sonlandıracağımızı düşünmemiz gerekiyor. Devrim, ancak siyasal özgürlüğün yeni bir düzen olarak kurulmasıyla tamamlanan bir iştir. Bu, hayatta kalma ve ittifak hareketini kırma eylemidir. Devrim, bütün enerjinizi buna odaklasanız bile zor bir iştir.

Siyasi özgürlüğü tesis etmenin yolu entegrasyon ve bir arada yaşamak mıdır? Yoksa kendini korumak için iktidar elitleriyle ittifak kurmak mı? Bu, her birinizin düşünmesi gereken bir şey.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın İran planını Gazze bozabilir

Yayınlanma

Çevirmen notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Batı merkezli jeopolitik okumaları temel alan ve ABD dış politikasını bu kurumsal çerçeve içerisinde anlamlandırmaya çalışan Atlantic Council’den. Her ne kadar makale, Washington’un bölgesel stratejisinin içsel çelişkilerini doğrudan sorgulamasa da, satır araları, emperyal tahayyüllerin kırılgan doğasını ele veren ipuçları barındırıyor. Trump yönetiminin İran’ı sınırlandırma hedefiyle bölgesel müttefikleri arasında bir denge tesis etme çabası, İsrail’in Gazze’deki savaşına koşulsuz destek verdiğinde bir paradoksa dönüşüyor. Makale de, ABD’nin Yemen, Suriye ve Lübnan’da “istikrar” söylemi altında İran’a karşı mevzilenme girişimlerini aktarırken, aynı zamanda Gazze’de süregiden savaşın bölgedeki güç dengelerini nasıl altüst edebileceğine dair örtük bir eleştiri sunuyor. Ne var ki ABD’nin bölgedeki varlığı, istikrarı sağlamak bir yana, sadece savaşları derinleştiren ve halkları kendi kaderlerine yabancılaştıran bir emperyal tahakküm mekanizması olarak işlemeye devam ediyor.


Trump’ın Orta Doğu stratejisi bir İran anlaşması üzerine kurulu; fakat Gazze bu denklemi bozabilir

Alan Pino
Atlantic Council
21 Mart 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD Başkanı Donald Trump ve danışmanlarının Orta Doğu için kapsamlı bir stratejisi var mı, yoksa bölgede yanmaya devam eden ateşi söndürmeye dönük geçici çabalar mı sarf ediyorlar? Beyaz Saray’ın, Yemen’deki İran yanlısı bir milis grubu olan Husilere, Kızıldeniz’deki gemilere ve İsrail’e yönelik saldırılarındaki rolleri nedeniyle hava saldırıları düzenleme kararı, bu soruyu gündemde tutuyor. Ancak bu soruya verilecek yanıt, Yemen’in çok ötesine uzanan sonuçlar doğuracaktır.

Bazı yorumcular Trump’ın Orta Doğu politikasının doğaçlama ve kaotik olduğu hükmünü şimdiden vermişe benziyor. Ancak Trump’ın politik stratejisinin merkezinde İran ile bir nükleer anlaşma sağlamak ve İran’ın bölgedeki zararlı etkisini sınırlamak olduğu düşünüldüğünde, ABD yönetiminin İran, Yemen, Suriye ve Lübnan’a yönelik attığı adımlar, bu temel amaca hizmet eden hamleler olarak değerlendirilebilir. Buna karşılık yönetimin İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Gazze’deki savaşı yeniden başlatma kararına verdiği destek, Trump’ın İran ile mücadelede ihtiyaç duyacağı bölgesel desteğin altını oyma riski taşıdığından pek de akılcı görünmüyor.

Yemen: Mesele tamamen İran ile ilgili

ABD’nin 15 Mart’ta Husilere karşı başlattığı saldırıların birden fazla hedefi var gibi görünüyor. İlk hedef örgütün gemilere ve İsrail’e yönelik saldırılarını durdurmak. ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth bir röportajında bunu “Husiler saldırılarını durdurduğunda biz de durduracağız” diyerek dile getirdi. Ancak ABD yetkilileri, Husilere silah ve istihbarat sağlayan İran’ı bu saldırılardan sorumlu gördüklerini açık şekilde belirtiyorlar. Nitekim Trump’ın kendisi de Husilerin geri adım atmaması halinde İran’ın bir bedel ödeyebileceğini—muhtemelen İran’a yönelik bir askeri saldırı da dahil olmak üzere—söyledi.

ABD’nin Husilerin füze ve insansız hava aracı saldırılarını susturma konusunda göstereceği başarı, İsrail ve ABD çıkarlarına karşı en aktif İran vekil grubu olan Husilerin tehdidini azaltacaktır. Bu, bilhassa, İsrail ordusunun askeri operasyonları sonucu ciddi ölçüde zayıflayan Hizbullah ve Hamas’ın ateşkes ilanı sonrası daha da önem kazanıyor. Tabii Gazze’deki savaşın tekrar alevlenmesinin, Hamas’ı yeniden öne çıkardığını da hatırda tutmak gerek.

ABD’nin Husilere karşı güç gösterisinde bulunması ve İran’ı sıranın kendisine gelebileceği konusunda uyarması, Trump’ın Tahran’ı nükleer programı konusunda müzakerelere zorlama amacıyla tutarlı görünüyor. Husilere karşı başlatılan bu kampanya, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in Trump’ın müzakerelere başlama teklifini reddetmesinden sadece bir hafta sonra geldi. Bir de tabii Husilerin geçtiğimiz hafta İsrail’in Gazze’ye yardımı kesmesine misilleme olarak Kızıldeniz’deki İsrail gemilerine dönük saldırıları yeniden başlatma tehdidinin de hemen sonrasına tekabül ediyor.

İran: Müzakere edin ya da savaş riskini göze alın

Husilere yönelik saldırılar, Trump’ın dolaylı biçimde dile getirdiği uyarıya somut bir yan katıyor. Bu uyarıya göre, İran’ın nükleer silah eşiğine geldiği izlenimini veren nükleer ilerlemelerini durdurma ve geri çevirme konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmemesi halinde, ABD ve/veya İsrail, İran’ın nükleer tesislerine karşı yıkıcı askeri saldırılar gerçekleştirebilir. Nitekim Trump yönetimi, İran’ın nükleer programını hedef alan bir saldırıya hazır olduğu mesajını pekiştirmek amacıyla İsrail ile ortak hava tatbikatları da düzenledi. Bu tatbikatlarda, İran’ın yer altındaki nükleer tesislerini delici bombalarla vurabilecek kapasiteye sahip bir ABD B-52 bombardıman uçağı ile İsrail’e ait F-15I ve F-35I savaş uçakları, “bölgesel tehditlerle başa çıkma kabiliyetlerini artırmak amacıyla operasyonel koordinasyon pratiği” yaptı. Zaten İran, Ekim 2024’te İsrail tarafından ülkenin en gelişmiş hava savunma sistemlerinin imha edilmesinden bu yana, ABD destekli olası bir İsrail saldırısına karşı koyma kapasitesinin önemli ölçüde zayıfladığının da farkında.

ABD, ayrıca İran’ın halihazırda zayıf ve zor durumdaki ekonomisini hedef alarak, ülkeye yönelik “azami baskı” yaptırımlarını yeniden devreye sokmakta ve bu yaptırımları sıkı bir şekilde uygulama taahhüdünde bulunuyor. Örneğin, Trump yönetimi, İran’a yönelik yaptırım rejimindeki açıkları kapatmayı planladığını belirtmişti. Bu kapsamda, son dört yılda Çin ve İran tarafından geliştirilen ve İran’ın Çin’e petrol sevkiyatına yönelik yaptırımları aşmasını sağlayan hayalet gemi ağı ile ikincil şirketleri hedef almayı amaçlıyor. İran’ın Çin’e petrol satışından elde ettiği milyarlarca dolarlık gelir, ülke ekonomisi için adeta bir can simidi işlevi görmüş ve rejimin nükleer programı konusunda taviz vermeye karşı direnmesine yardımcı olmuştur.

Suriye ve Lübnan: İstikrar, İran’a karşı koymaya yardımcı oluyor

Trump yönetimi Yemen’de askerî harekât yürütüp İran’a tehditler savururken, ABD’li yetkililer eş anlı olarak Suriye’de istikrarı teşvik etmeye ve Lübnan’daki ateşkes anlaşmasının bozulmamasını sağlamaya yönelik sessiz bir çaba sarf ediyor. ABD’li askeri yetkililer, Suriye’deki yeni hükümet ile IŞİD’e karşı mücadelede ABD müttefiki olan, Kürtlerin öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında 10 Mart’ta varılan anlaşmanın sağlanmasında önemli bir rol oynadı. Bu anlaşma, Kürtlerin yeni Suriye ordusuna entegrasyonu yolunda önemli bir adım teşkil ediyor ve Kürtlerle yaşanabilecek olası bir çatışma ihtimalini ortadan kaldırarak yeni Suriye hükümetinin elini rahatlatıyor. Bu durum, yeni hükümetin Suriye’nin kuzeyindeki önemli enerji kaynaklarına erişim sağlaması ve ülke topraklarının tamamı üzerinde kontrol tesis etme hedefi açısından gerekliydi.

ABD açısından bakıldığında ise, bu anlaşma İran ve onun vekil güçlerinin Suriye’de yeniden bir askeri varlık inşa etme veya buranın İran’dan Lübnan’a [Hizbullah’a] silah taşımak için bir güzergâh olarak kullanılma riskini azaltıyor. Diğer yandan, Kürtlerin ve onlarla ittifak hâlindeki grupların, son iki yılda Suriye-Irak sınırına yakın bölgelerde kendini yeniden yapılandırmaya çalışan ve saldırılarını artıran IŞİD’e karşı doğu Suriye’de ABD güçleriyle iş birliğinin sürmesini de sağlıyor.

Benzer şekilde, Lübnan’da da bir ABD temsilcisi, Kasım 2024 ateşkes anlaşmasının tam anlamıyla uygulanmasını engelleyen sorunları çözmek amacıyla Lübnanlı ve İsrailli yetkilileri bir araya getirmeyi planlıyor. ABD’nin burada üç temel hedefi var: Birincisi, İsrail-Lübnan sınırına ilişkin süregelen anlaşmazlıkları çözmek. İkincisi, Hizbullah’ın yeniden güç kazanmasını engellemek için Lübnan Silahlı Kuvvetleri (LAF) ile Birleşmiş Milletler barış gücü unsurlarının Güney Lübnan’a tam olarak konuşlandırılmasını sağlamak. Üçüncüsü ise, İsrail ordusunun, kuzey İsrail’deki evlerine dönen sivilleri korumak amacıyla hâlihazırda Güney Lübnan’da işgal ettiği beş noktadan çekilmesine imkân verecek koşulların sağlanması.

Hizbullah’tan gelen tehditlere karşı Lübnan ordusunun kendisini etkin şekilde savunma kapasitesini artırmak ve yeni Cumhurbaşkanı Joseph Aoun ile Başbakan Nawaf Salam’a duyduğu güveni gösterebilmek amacıyla ABD Dışişleri Bakanlığı, dış yardım dondurma kararına istisna getirerek LAF’a 95 milyon dolarlık bir fonu onayladı.

ABD’nin ateşkes anlaşmasının bozulmasını önlemeye, Lübnanlı liderleri ve kurumları güçlendirmeye yönelik çabaları, bu tür adımların, Hizbullah ve İran’ın güç kazanmasına imkân tanıyan istikrarsızlık ve devlet zafiyetini engellemek açısından taşıdığı önemin farkında olunduğunu gösteriyor.

Gazze: ABD’nin İsrail’e desteği, İran’ın çabalarını baltalıyor

Buna karşılık, Gazze söz konusu olduğunda, Trump yönetiminin Netanyahu’nun savaşı yeniden başlatma kararına verdiği destek, İran’ı sınırlandırmaya yönelik daha büyük çaplı hedefiyle çelişme ihtimali taşımakta. İsrail’in Hamas’a yönelik geniş çaplı hava saldırıları ve bu hafta kara birliklerini yeniden Gazze Şeridi’ne sokması, ardından Hamas’ın Tel Aviv’e gerçekleştirdiği roket saldırısı, bu terörist grupla ucu açık bir çatışma riskini de ortaya çıkarıyor. Son günlerdeki sokak protestolarında da görüldüğü üzere, bu yeniden başlayan çatışma, savaşın yeniden başlatılmasına karşı İsrail toplumunda yaygın bir muhalefet olduğu için, İsrail içindeki bölünmeleri daha da derinleştirme potansiyeline sahip. Bu gerilim ve Netanyahu’nun Gazze’de savaşı sürdürme kararı birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in dikkatini İran’la nasıl başa çıkılacağına odaklanmaktan uzaklaştırma riski de taşıyor kuşkusuz.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği korkunç saldırıyla sonuçlanan güvenlik zafiyetlerinin sorumlusu olarak düşünülen Netanyahu, İsrail halkına hesap vermemek için savaşı sürdürmeye çalışabilir. Şu aşamada, savaşı devam ettirmesi onu hala iktidarda tutuyor; zira Netanyahu’nun koalisyonundaki aşırı sağcı üyeler, savaş sona erdikten sonra Hamas hâlâ Gazze’de iktidarda kalırsa hükümetten çekileceklerini söyleyerek tehdit savurmuş, bu da hükümetin çökmesine yol açabilecek bir tabloyu yaratmıştır.

ABD’nin Gazze’deki savaşın sürdürülmesine verdiği destek, halkları ezici bir çoğunlukla Filistinlilere sempati duyan ve Gazze’deki büyük can kayıpları ile yıkımdan dehşete düşen Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkileri zora sokma ihtimali de taşıyor. Bu da, ABD’nin İran’a yönelik politikasına dair birleşik bir cephe kurma çabalarını daha da karmaşık hâle büründürüyor.

Üstelik savaş devam ettiği müddetçe, ABD, Suudi -İsrail normalleşmesini sağlama hedefine de ulaşamayacak; çünkü Suudiler, savaş devam ederken ve İsrail’den gelecekteki bir Filistin devletine yönelik açık bir taahhüt gelmedikçe böyle bir adımı değerlendirmeyeceğini net şekilde ortaya koydular.

Ne ters gidebilir ki? Pek çok şey!

Dolayısıyla, Trump yönetimi Ortadoğu’ya yönelik tutarlı bir stratejinin birçok unsuruna sahip olsa da, ABD’nin bölgeye yönelik politikasında ters gidebilecek pek çok şey var.

Peki bu nasıl olabilir? Öncelikle, uzun süreli bir askeri harekata rağmen Husileri bastırmak düşünülenden çok daha zor olabilir. Yine Tahran, Washington’ın blöfünü görüp, ABD yaptırımları hafifletmeye başlamadan nükleer programı konusunda müzakere etmeyi reddedebilir. Bu türden senaryolar, Beyaz Saray’ı Husilere karşı operasyonlarını yoğunlaştırmaya ve İran’a karşı büyük bir askeri saldırıya başvurmaya ya da geri adım atarak zayıf görünmeye zorlayabilir. Lübnan ve Suriye’de istikrar sağlama çabaları boşa çıkabilir ve bu durum her iki ülkeyi de İran ve Hizbullah’ın yeniden istikrarsızlaştırıcı girişimlerine açık hâle getirebilir. Gazze ise her durumda İsrail için uzun vadeli bir bataklık ve ABD’nin bölgedeki ortaklarıyla daha güçlü iş birliği kurma çabalarına zarar veren ciddi bir sürtüşme kaynağı olabilir.

Yine de Trump ekibinin hakkını teslim etmek gerekirse, bir planla gelmek her zaman plansız olmaya tercih edilir. Ancak Orta Doğu’da başarı, hızla değişen olaylara uyum sağlamayı ve esnekliği gerektirir. Şayet diğer tüm çabalar başarısız olursa ki bu, geçmişte neredeyse tüm ABD yönetimlerinin karşılaştığı bir durumdur– Trump ekibinin doğaçlama davranması gerekecektir.

 

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English