DÜNYA BASINI
Polonya Britanya’yı solluyor mu?
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: “Avrupa’nın sırtlanı” olarak da anılan NATO’nun doğu kanadındaki ileri karakolu Polonya, halihazırda Avrupa’nın en savaş çığırtkanı ve ABD yandaşı unsuru. Polonya’nın hiper-Atlantikçi tavrı söylemle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda bölgenin silahlanmaya en çok yatırım yapan ülkesi durumunda. Polonya’nın konumu Washington için eşsiz; Doğu ile Avrupa arasında geçiş güzergahı ve Batı Avrupa’nın Rusya ve Çin ile olan irtibatını koparmak için muazzam bir aparat. Konunun meraklıları için şuradaki ve şuradaki içerikler de faydalı olabilir.
Polonya 2030’da Britanya’dan daha zengin olacak, dikkate almamızın zamanı
Daniel Johnson
The Telegraph
7 Mayıs 2023
Almanya ve Fransa bocalarken ülke Putin’e karşı durmak üzere komünizmin zincirlerinden kurtuldu.
İki hafta önce Wrocław’a yaptığım bir ziyarette zloti değer kazandı: Polonya hızla Orta Avrupa’nın yeni süper gücü haline geliyor.
1989’da Telegraph’ın Doğu Avrupa muhabiri olarak Polonya’yı ziyaret ettiğim sırada kentleri kasvetli, çürümüş ve iğrenç komünist dönem binalarıyla çevriliydi. Dükkanlar boş, beklentiler düşük ve hayat zordu.
Yine de Sovyet imparatorluğunun başka hiçbir yerinde halkın gücü Polonya’da olduğu kadar zafere erişemedi. Kaybedilmiş davaların ülkesi hürriyetin ve refahın öncüsü oldu.
Polonya, komünizm sonrası ekonomik mucize sayesinde 2030 yılına kadar Britanya’dan daha zengin olma yolunda ilerliyor. Ülke, batarya üretimi ve teknoloji gibi geleceğe dönük endüstrilerin merkezi haline geldi.
Varşova bu ekonomik gücü, ülkeyi kapıdaki Rus kurduna karşı korumak için zorlu bir savaş gücüne dönüştürmek için kullanıyor. Moskova’ya karşı durma konusundaki istekliliği ona pek çok komşu ülke arasında müttefikler de kazandırdı.
Almanya ve Fransa Ukrayna savaşına verecekleri yanıt konusunda bocalarken Polonya’nın yıldızı yükseliyor.
Varşova’nın büyüyen savaş sandığı
Ülkenin artan önemi, ordusuna bakıldığında açıkça görülüyor.
Varşova’nın planı, ordunun büyüklüğünü iki katına çıkararak en yeni Batı teçhizatıyla donatılmış 300 bin askere çıkarmak.
Polonya’nın Ukrayna’daki savaş alanında çok etkili olduğu kanıtlanan ABD yapımı HIMARS roketatar sistemleri için yaklaşık 10 milyar dolar (7,9 milyar pound) harcaması, ciddi yatırım planlarının örneklerinden sadece biri.
Polonya benzer şekilde Ukrayna’ya verilen Sovyet dönemi MiG savaş uçakları ve T-72 tanklarının yerine F-35 Lightning II uçakları ve 116 Abrams tankından oluşan bir filo satın alıyor.
Tüm bu askeri donanımın yüksek bir bedeli var. Polonya geçen yıl GSYH’sinin yüzde 2,5’i olan savunma harcamalarını bu yıl yüzde 4’e yükseltti. Bu da Varşova’nın savaş bütçesini NATO’nun en büyük bütçelerinden biri haline getiriyor ve bu seviyeleri öngörülebilir gelecekte de sürdürmeyi ve hatta artırmayı planlıyor.
Böylece Polonya’nın savunma harcamaları diğer büyük NATO üyeleri Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya’nın iki katından fazla olacak ve 2030’a kadar sadece yüzde 2,5’e ulaşmayı planlayan Britanya’nınkinden önemli ölçüde daha yüksek olacak.
Bunun anlamı, Polonya’nın yakında NATO’nun tüm Avrupalı üyeleri arasında en büyük ve en iyi kara savaş kabiliyetine sahip olabileceği. Sadece 200 bin kadar cephe askerine sahip olan Fransa bile yakında kendisini Polonya’dan sayıca az bulabilir.
Polonya’nın yığınağı sadece Kaliningrad eksklavı Polonya ile kara sınırını paylaşan Rusya’yı caydırmak için değil, aynı zamanda Almanya’ya da ittifak içinde ağırlığını koyması için baskı oluşturuyor.
Şansölye Olaf Scholz’un Berlin’in savunma harcamalarını artırmasını sağlayacak jeopolitik bir Zeitenwende (“dönüm noktası”) vaadine rağmen Almanya aslında bu yıl GSYİH’sinin sadece yüzde 0,1’i kadar artışa giderek yüzde 1,6’ya yükselteceğini ve NATO’nun minimum yüzde 2’lik hedefinin çok altında kalacağını itiraf etti.
Polonyalıların kendilerini savunmasız hissetmeleri ve askeri güç söz konusu olduğunda tek başlarına hareket etmek zorunda kalmaları anlaşılabilir.
Alman Silahlı Kuvvetlerinin şu anda (tartışmalı bir şekilde) Polonya’nın doğusuna Patriot füzesavar bataryaları konuşlandırdığı doğru; Almanlar 1945’ten bu yana ilk kez orada kayda değer bir askeri varlığa sahip oldular. Ancak Berlin’in bu jesti, Ukrayna’ya Putin’i yenmek için ihtiyaç duyduğu silah ve mühimmatı vermedeki başarısızlığını gizleme konusunda incir çekirdeğini doldurmaz.
Almanya’nın Rus saldırganlığına karşı durma konusundaki isteksizliği Leopard 2 tankları konusunda yaşanan tartışmalarla örneklendi. Berlin bu modern muharebe tanklarını Ukrayna’ya vermeyi ancak geçtiğimiz ocak ayında NATO müttefiklerinden gelen yoğun baskılar sonucunda kabul etti; buna Almanya’nın onayı olmadan kendi Leoparlarını Kiev’e vermekle tehdit eden Polonyalılarla yaşanan tartışma da dahildi.
Sonunda Berlin izin verdi ve Varşova tankları şubat ayında teslim etti. Almanlar ise tankları ancak bir ay sonra gönderdi.
Polonya’nın perspektifinden bakıldığında Alman askerî açıdan zayıflığı ve Ukrayna konusundaki kayıtsızlığı çileden çıkarıcı olsa da Alman siyasi ve iş dünyası liderlerinin Vladimir Putin rejimiyle skandal düzeyindeki yakın ilişkileri göz önüne alındığında pek de şaşırtıcı değil.
Scholz liderliğindeki Berlin’in iktidardaki sol koalisyonu, Gerhard Schröder’in Kuzey Akım projesindeki rolünden başlayarak Rusya’yı yatıştırma konusunda uzun bir maziye sahip olan kendi Sosyal Demokrat Partisi’ni (SPD) de içeriyor.
Kuzey Akım 1 ve 2 doğalgaz boru hatları Polonya ve Ukrayna’nın güvenlik çıkarlarına bariz biçimde ters düşüyordu ama Angela Merkel ve Scholz idaresindeki yirmi yıl boyunca Almanlar bu stratejik hatların tamamen ticari meseleler olduğunda ısrar ettiler.
Polonya aleyhindeki Rus-Alman işbirliğine dair her bir ipucu, en açık şekilde hem Naziler hem de Sovyet işgalciler tarafından doğrudan işgal ve soykırımı beraberinde getiren 1939 tarihli Molotov-Ribbentrop Paktı gibi köklü tarihsel korkulara oynuyor.
Rusya’nın Polonya ile Litvanya arasına sıkışmış, ağır silahlarla donatılmış ve tahkim edilmiş Kaliningrad eksklavı, bu tüyler ürpertici hikâyenin nasıl sona erdiğini hatırlatıyor. Yakın zamanda Kremlin tarafından nükleer silahlarla takviye edilen savaş öncesi Doğu Prusya’nın bu Ruslaştırılmış parçası, kışın Rus filosuna ev sahipliği yapıyor ve Baltık’ta — özellikle Polonya üzerinde — nöbet tutmak için var.
Bu nedenle Berlin Moskova’ya uvertür yaptığında Varşova’da Chopin’in Cenaze Marşı’nın çalınmaya başlanması anlaşılabilir bir durum.
Fakat Berlin’in yaklaşımı karşısında umutsuzluğa kapılan sadece Varşova değil. Diğer Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de aynı derecede tedirgin.
Emmanuel Macron’un giderek daha kavgacı hale gelen, Şi Cinping’e boyun eğmiş gibi görünen Fransa’sı da bu blokta güven uyandırmıyor. Macron, Pekin’in söylediklerine, eski Sovyetler Birliği ülkelerinin egemenliği olmadığını iddia ederken bile kafa sallamaktan memnun görünüyor.
Berlin ve Paris’in liderlik zafiyeti bir boşluk yarattı ve Varşova bu boşluğu doldurmaktan son derece hoşnut oldu.
Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, bu ayın başlarında “diplomatik saldırı” olarak adlandırdığı bir teşebbüs başlatarak Batılı liderleri ziyaret etti ve “burada, bölgemizde olup bitenler ve Rusya’nın barbar saldırganlığının tabiatı hakkında dünyanın çeşitli köşelerinde farkındalık yaratmayı” amaçlamıştı.
Komünizm sonrası ekonomik mucize
Diplomatik ve askeri liderlik ancak güçlü bir ekonomi ile mümkün.
Yakın zamanda gerçekleştirdiğim ziyarette Wrocław Katedrali’nin ikiz kulelerinin baş döndürücü yüksekliğinden aşağıya baktığımda gördüğüm manzara nefes kesiciydi.
Gotik katedral adası, Rönesans dönemi Eski Şehir Meydanı ve Barok üniversite yerleşkesiyle Wrocław’ın muhteşem bir şekilde restore edilmiş kalbinin ötesinde, yaklaşık 700 bin nüfuslu modern bir metropol göz alabildiğine uzanıyor.
Bu manzara Polonya’nın travmatik tarihinin ve aynı zamanda komünizm sonrası ekonomik mucizesinin mikrokozmosu.
Şu anda Polonya’nın en büyük üçüncü ve en zengin ikinci kenti olan Wrocław, gözle görülür bir şekilde gelişiyor. Aşağı Silezya’nın başkenti olarak Alman, Çek ve diğer kârlı pazarlara yakınlığı, Avrupa’nın önde gelen yüksek teknoloji merkezlerinden biri haline gelmesine yardımcı oldu.
Bugün Wrocław, o zamanlar Berlin’in doğusundaki en büyük Alman kenti olan Breslau’nun savaş öncesi refahını bile aşmış durumda.
Demir Perde’nin yıkılmasının ardından Polonyalılar demokrasiyi, serbest piyasayı ve hukukun üstünlüğünü yeniden tesis eden ilk eski Sovyet ülkesi oldu. Yine de tırmanmaları gereken bir dağ vardı. 1989 yılında Polonyalı işçilerin kişi başına düşen GSYİH’si Alman meslektaşlarının sadece onda biri kadardı.
Otuz yıllık istikrarlı büyüme bir mucize yarattı. İktisadi eşitsizlikler ciddi ölçüde azaldı. Satın alma paritesine göre ayarlandığında, Polonya’da kişi başına düşen GSYİH şu anda 28 bin 200 pound iken, bu rakam Britanya’da 35 bin pound, Fransa’da 34 bin 200 pound ve Almanya’da 39 bin 800 pound. Polonya, mevcut yörünge hızıyla 2030 yılına kadar Birleşik Krallık’ı geride bırakacaktır.
Milenyumdan bu yana Polonya’nın kişi başına düşen reel GSYİH’si iki kattan fazla arttı; buna karşılık aynı dönemde Britanya, Fransa ve Almanya’da kişi başına düşen GSYİH yüzde 15 ila 24 arasında büyüdü.
Gerçek şu ki Varşova ya da Wrocław gibi yerlerdeki yaşam standartları Berlin, Paris ve Londra’dakilerle kıyaslanabilir düzeyde.
Hakikaten de genç aileler için yaşam kalitesi şüphesiz daha yüksek. Oğlum ve Polonyalı eşi bir yıl önce iki küçük çocuklarıyla birlikte memleketleri Wrocław’a göç ettiler.
Hiç pişman olmadılar. Vergi ve sosyal yardım sistemi, her çocuk için aylık 500 zloti (100 pound) ödeme yaparak ailelere destek sunuyor. Üç yaşındaki torunum ayda yaklaşık 50 pound’a mükemmel bir devlet przedszkole’sine (anaokulu veya kreş) gidiyor.
Anglo-Polonyalıların anavatana göçünün bir nedeni de Polonya’da yaşamın hala ucuz olması. Polonya’da enflasyon yaklaşık yüzde 15 ile AB ortalamasının neredeyse iki katı olsa da Wrocław’daki perakende fiyatlarının çoğu Londra’dakilerin çok altında.
Genel anlamda Polonya’da yaşam maliyetleri Batı Avrupa’ya göre çok daha düşük. Örneğin Wrocław’daki kiralar Londra’dakilerin yaklaşık beşte biri kadarken bir barda bir bardak bira 1 pound’dan fazla tutmaz.
Polonya’nın 2004 yılında AB’ye girmesinin ardından çalışmak için Britanya ya da Almanya’ya giden pek çok Polonyalının şimdi geri dönmüş olması hiç de şaşırtıcı değil.
Ücretler arasındaki fark hala fazla olsa da daralma gösterdi ve Polonya ekonomisi artık 20 yıl önce var olmayan fırsatlar sunuyor. OECD’ye göre içe dönük yatırımlar bol miktarda gerçekleşti ve ekonomi daha yüksek değerli faaliyetlere kaydı.
Örneğin Wrocław, Güney Koreli elektronik devi LG açısından önemli bir üs konumunda. Yakın zamanda Polonya, elektrikli araçlarda kullanılan lityum pil üretiminde ABD’yi geride bıraktı. Polonya şu anda “ihracatta dünya şampiyonu” olan Almanya ile bile ticaret fazlası veriyor.
Polonya eğitim alanında da çok başarılı. Okuma, matematik ve fen bilimlerinde 38 OECD ülkesi arasında sürekli olarak ilk beş veya altı arasında yer alıyor; Britanya, Fransa veya Almanya gibi daha müreffeh ülkelerin çok üzerinde. Bu da gelecekteki güçlü ekonomik büyümenin temelini oluşturuyor.
Polonyalılar da çok çalışıyor: Yılda ortalama 1830 saat, çok çalışkan olmalarıyla meşhur Amerikalılardan daha fazla ve İngiliz, Fransız ya da Alman eşdeğerlerinin çok önünde.
Tüm bunlar şaşırtıcı gelebilir. Polonya, İngilizler tarafından hala takdir ediliyor olsa da pek çok kişi tarafından kıskanılmaktan ziyade acınması gereken yoksul bir ülke olarak görülüyor.
Bu olumsuz imajın nedenlerinden biri, ülkenin AB’ye girmesinden sonra yaklaşık iki milyon Polonyalının göç etmesi ve bunların yaklaşık yarısının Birleşik Krallık’a gelmesi. Kitlesel göç kısmen, ülkede uzun yıllar boyunca inatçı bir şekilde yüksek kalan işsizlikten kaynaklanmıştı.
Ancak bu yoksul imajı, güncelliğini epey yitirmiş durumda. Polonya, ekonomi toparlanırken vahşi tabiatta geçirdiği dönemin ardından şu an patlama yaşıyor.
Bugünkü başarı büyük ölçüde 1989 sonrasında, komünizm sonrası dönemin efsanevi Maliye Bakanı Leszek Balcerowicz’in serbest piyasa reformlarına atfedilebilir.
Polonya 40 yıllık komünizmin ardından ışığa göz kırparken Balcerowicz planlı ekonomiyi ortadan kaldıracak bir plana — yeni bir tür plana — sahip olan adamdı.
Balcerowicz’in planı yüksek riskli, hızlandırılmış türden bir Thatcherist şok doktriniydi ama işe yaradı. Büyük patlama Polonya iş dünyasını küresel pazara açtı ve iş dünyası gelişti. Pandemi patlak verene kadar Polonya dünyanın en uzun kesintisiz büyüme dönemine — 28 yıl — sahipti.
Polonya ekonomisinin 2022 yılının son üç ayında yüzde 2,4 oranında küçülmesine rağmen geçen yıl toplamda yüzde 4,9 oranında büyümüş olması Polonya’nın dayanıklılığının bir göstergesi.
Polonya siyasetinde tarih hiçbir zaman ikinci planda olmadı.
Almanlar Holokost’ta üç milyon Polonyalı Yahudiyi katletti; üç milyon etnik Polonyalı da öldürüldü ve nüfusun büyük bir kısmı İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yerlerinden edildi. Bu kâbusun anıları, Rusya’nın komşu Ukrayna’yı işgaliyle yeniden canlandı.
Savaş büyük bir sığınmacı akınını da beraberinde getirdi. Bir yıl içinde 11,5 milyon Ukraynalı sınırı geçti ve bunların yaklaşık 1,4 milyonu Polonya’da kaldı.
Bu bağlamda Polonya, Britanya’nın yaklaşık 10 katı kadar sığınmacı kabul etti. Yine de akılda tutulması gereken önemli bir nüans var.
Polonya, Avrupa’daki en düşük doğum oranlarından birine ve dolayısıyla en hızlı yaşlanan nüfusa sahip. Ülkenin göçe ihtiyacı var ama etnik ve dilsel çeşitliliği kabul etme konusunda isteksiz davranıyor.
Ukraynalılar Polonya toplumuna daha kolay uyum sağlıyor ve orada birçoğunun aile fertleri var. Savaştan önce bile Polonya-Ukrayna sınırı AB’nin en gözenekli sınırlarından biriydi.
Yine de Polonya’nın Ukrayna’nın çıkarlarına direndiği epey önemli bir konu var; tahıl.
Ukrayna’dan ucuz ithalata karşı şiddetli bir karşı çıkma hali var. Direniş Polonya ve diğer dört AB üyesi ülkedeki — Macaristan, Romanya, Slovakya ve Bulgaristan — çiftçilerden geliyor. Sonuncusu hariç hepsinin Ukrayna ile sınırı var ve tamamının hükümetleri çiftçileri destekliyor.
Korumacılık, Polonya liderliğindeki bu bloku kontrol eden popülist hükümetler için bir inanç konusu. Geçtiğimiz haftalarda Ukrayna’dan buğday, mısır, kolza ve ayçiçeği tohumu ithalatına tek taraflı yasaklar getirdiler.
Geçtiğimiz salı günü Brüksel, Kiev Merkez Bankası’na göre Ukrayna’ya maliyeti en az 160 milyon pound olan bu yasakları meşrulaştırarak taleplerine boyun eğdi.
AB anlaşması uyarınca Polonyalılar ve ortakları, Ukrayna tahılının sınırdan sevkiyatına izin verecek, ancak sadece diğer ülkelere yeniden ihraç edilmek üzere. Enflasyonun yüksek olduğu bir dönemde Polonyalı tüketiciler şüphesiz daha ucuz ekmek, makarna ve diğer ürünleri memnuniyetle karşılayacaktır ama tarım lobisi de oldukça etkili.
Polonya’nın iktidar partisi Hukuk ve Adalet (PiS), bu sonbaharda üst üste üçüncü kez seçilebilmek için büyük ölçüde kırsal kesimdeki seçmenlere bel bağlıyor.
Siyasi paranoya
Polonya’nın süper güç olma çabasının önündeki en büyük engel iç politika olabilir. Hukukun üstünlüğünün altını oymak ve kamusal tartışmaları bastırmakla suçlanan Hukuk ve Adalet, uzun süredir ülke siyaseti üzerinde paranoya havası estiriyor.
Başbakan Mateusz Morawiecki ve Cumhurbaşkanı Duda’nın her ikisi de Hukuk ve Adalet Partisi’ne mensup. Fakat Polonya’nın nihai iktidar sahibi, partinin başkanı ve kurucu ortağı Jaroslaw Kaczynski.
Şu anda 73 yaşında olan Kaczynski, yüksek bir makamda bulunmaktansa seçkin bir kişi olmayı tercih ediyor, fakat destekçileri ondan “devlet şefi” diye bahsediyor; bu unvan şimdiye dek Polonya’nın 1920’lerdeki gayri resmi hükümdarı Mareşal Pilsudski’ye aitti.
Mazideki askeri diktatörün bu yankıları, doğal olarak eski Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın başını çektiği liberal muhalefeti telaşlandırıyor.
Tusk ve partisi Sivil Platform, Hukuk ve Adalet’i Avrupa Birliği’ne ve bağımsız yargı ve özgür basın da dahil olmak üzere Polonya demokrasisinin kurumlarına düşman, sadece Kaczynski’nin gerici Katolik tarikatı olarak görüyor.
Kaczynski ise Tusk ve partisini komünist dönemin iflas etmiş mirasçıları olarak görüyor. Milliyetçilik, sosyal muhafazakarlık, cömert refah ve askeri güçten oluşan ideolojisi, yoksul seçmenler arasında popüler olduğunu ispatladı.
İronik bir şekilde, her iki lider de Dayanışma hareketinin eski üyeleri. Kaczynski ve ikiz kardeşi Lech bir zamanlar Dayanışma’yı temsil eden, komünizme karşı muhalefete liderlik eden ve daha sonra Cumhurbaşkanı olan eski elektrikçi Lech Wałesa ile yakın çalıştılar.
Yurt dışındaki şöhretine rağmen gizli polis ile işbirliği yaptığı yönündeki ısrarlı iddialar Wałesa’yı Polonya’da bölücü bir figür haline getirdi.
Wałesa davası, komplo teorilerinin Polonya siyasetindeki toksik rolünü örnekliyor. Belki de en çarpıcı olanı, eski Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’nin 2010 yılında Smolensk yakınlarında meydana gelen ve Polonyalı seçkinlerin diğer pek çok üyesinin de ölümüne neden olan uçak kazasında hayatını kaybetmesi etrafında dönüyor. Hayatta kalan ikiz olarak Jaroslaw, kardeşinin öldürülmesinden sürekli olarak Rusları sorumlu tuttu.
Polonya heyetinin, Sovyet örtbaslarının en bilindik olanı 1940 Katın katliamının kurbanlarını anmak üzere yola çıkmış olması ya da Rus tarafındaki genel sorumlunun Vladimir Putin’den başkası olmaması işe yaramadı.
Kaczynski 2016’da iktidara döndüğünde yeni bir soruşturma başlatılması talimatını verdi ve bu soruşturmada pek çok usulsüzlük ortaya çıktı ama kazanın bir kazadan ziyade sabotaj olduğuna dair net bir kanıt bulunamadı.
Polonya siyasetinde paranoyanın araçsallaştırılması büyük ölçüde bir eleştiri geleneğinin olmamasından kaynaklanıyor. Muhalefetin ana televizyon kanalı TVN’in sahibi Warner Brothers. Yine de 2021 yılında Polonya Sejm’i (parlamento) ülkedeki medyanın yabancıların mülkiyetinde olmasını yasaklamaya çalışmıştı.
Nihayetinde Beyaz Saray, Polonyalıları devlet güdümündeki medyaya karşı popüler bir alternatiften mahrum bırakacak olan tedbirleri engellemek için müdahale etmek zorunda kaldı.
Tarihten dersler
Hükümete yönelik belki de en ciddi suçlama, yandaşları hâkim ve savcı olarak atamakla kalmayıp muhalif avukatları fiilen tasfiye etmiş olması. Adil bir yargılama ya da aslında herhangi bir yargılama bulmak giderek zorlaşıyor.
Bu konuda öne çıkan örneklerden biri, önde gelen İngiliz-Polonyalı tarihçi Adam Zamoyski. Kendisine karşı herhangi bir suçlama yöneltilmeden pasaportuna el konuldu ve yaklaşık 18 aydır soruşturmaya tabi tutuluyor. Fiili olarak geçim kaynağından mahrum bırakıldı ama habeas corpus yok ve dolayısıyla mahkemeye çıkma hakkı da yok.
Kendisine Hukuk ve Adalet diyen bir partinin yönetiminde hukukun üstünlüğünün tehdit altında olması ironisi pek çok Polonya vatandaşının da gözünden kaçmıyor. Kısmen bu nedenle hükümete güven oranı yalnızca yüzde 34,2. Bu rakam Polonya’da Britanya, Fransa ya da Almanya’dan çok daha düşük.
Tarih bir kez daha günümüz Polonya siyasetine bakarken faydalı bir kılavuz. Zamoyski, Varşova 1920 adlı kitabında Mareşal Pilsudski ve Polonya Lejyonu’nun Avrupa’yı Lenin’in beş milyonluk ordusundan nasıl kurtardığını anlatıyor. Zaferleri “Vistül’deki mucize” olarak anılmaya başladı.
Bunun yanında daha az hayırlı bir sonuç da ortaya çıktı. Zamoyski, savaştan sonra Pilsudski ve gazilerinin çoğulculuğu Polonya’nın kamusal hayatının dışına itmeye çalıştığını belirtiyor: “İster iktisadi ister siyasi olsun, her sorunla başa çıkmak için giderek daha fazla ulusal dayanışmaya başvurduklarından, Polonyalı azınlık ile Almanlar, Ukraynalılar ve özellikle de Yahudiler gibi çeşitli azınlıklar arasındaki husumeti beslediler.”
Savaş öncesi İkinci Polonya Cumhuriyeti’nin bu tasviri, günümüz Üçüncü Cumhuriyeti’nde yaşayanların pek çok insana rahatsız edici ölçüde tanıdık geliyor. Kaczynski, Duda ve Morawiecki hiçbir şekilde Yahudi karşıtı olmasalar da tarihçilerin Polonya’nın itibarını zedelemeye yönelik teşebbüsü olarak gördükleri şeylere karşı aşırı hassaslar. Diğerleri ise bunu normal bir bilimsel araştırma olarak görüyor.
Amerikan, İngiliz ya da İsrail medyasında Polonya’nın geçmişte ya da günümüzde Yahudi azınlığa yönelik muamelesini sorgulayan haberlerin yanlış bir şekilde, Polonya aleyhtarı, art niyetli oldukları varsayılıyor.
Her şeye rağmen Polonya bugün hala güçlü bir demokrasi. Polonyalılar cumhuriyetleri ve silahlı kuvvetleriyle gurur duymakta haklı. Fakat paranoyaya yer olmamalı. Polonya’yı bir kurban ya da şehit olarak görmelerine gerek yok.
Polonya siyasetinin bundan sonra izleyeceği güzergâh ne olursa olsun, Varşova’nın yükselen güç olduğu hakikatini görmezden gelmek zor.
Yüzyıl önce Vistül’de yaşanan mucize gibi, Polonya’nın ekonomik mucizesi de olağanüstü bir başarı. Avrupa’nın doğrulup bunu fark etmesinin vakti geldi.
İlginizi Çekebilir
-
Eski MI6 şefi Sawers: HTŞ terör örgütü gibi değil, kurtuluş hareketi gibi davranıyor
-
Al Arabiya: Rusya, Suriye’deki iki askeri tesisini İsrail’e teslim etti
-
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
Avrupalılar Esad’ın düşüşünden memnun
-
SMO Münbiç’e, İsrail Şeyh Dağı’na girdi
DÜNYA BASINI
Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?
Yayınlanma
10 saat önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trHeyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üyeleri 8 Aralık’ta hükümet güçlerinin direnişiyle karşılaşmadan Şam’a girdi. Başbakan Muhammed Gazi el-Celali, el Arabiya kanalına yaptığı açıklamada, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.
Başbakan, hükümetin diğer üyeleriyle birlikte Suriye’nin başkentinde kaldı. Esad’la 7 Aralık’tan bu yana temas kurmadı ve başkenti ele geçiren silahlı muhalefetin komutanlarıyla görüşmelere başlayarak, Suriyelilerin özür seçimlerde seçeceği kişiye iktidarı barışçıl bir şekilde devretme sözü verdi.
Şam nasıl düştü?
Medya, Esad’ın Suriye başkentinden Lazkiye’ye doğru uçtuğunu ve IL-76 uçağının geri dönerek Humus yakınlarında radardan kaybolduğunu bildirdi.
Reuters, iki kaynağa dayandırdığı haberinde Suriye Devlet Başkanı’nın kaza sonucu ölmüş olabileceğini bildirdi. Aynı zamanda, ajansın muhatapları uçağın kaybolmasının mürettebatın yanıtlayıcıyı kapatması ve ardından uçağın radardan kaybolması nedeniyle olabileceğini de göz ardı etmedi.
The Wall Street Journal‘a göre, Devlet Başkanı’nın ayrılmasından kısa bir süre önce eşi Esma ve çocukları Rusya’ya, damatları ise BAE’ye uçtu.
Rusya Dışişleri Bakanlığı, Esad’ın muhalifleriyle yaptığı görüşmelerin ardından Suriye’den ayrıldığını, Moskova’nın görüşmelere katılmadığını açıkladı. 8 Aralık akşamı Rus haber ajansları Kremlin’e dayanarak Esad’ın Moskova’ya vardığını bildirmişti.
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) program koordinatörü İvan Boçarov, Vedomosti gazetesine yaptığı açıklamada, Esad’ın kendi zaferine olan güveninin ona acımasız bir şaka yaptığını belirtti.
Uzmana göre, savaşın galibi olduğuna inanan Esad, Rusya ve İran’ın yardımı olmadan “muhalefetle müzakere etmeyi reddetti ve istemediği herkesi terörist olarak nitelendirdi”. Uzmanlara göre, Esad’ın yenilgisinin nedenlerinden biri de ülkedeki zorlu ekonomik durum nedeniyle savaşmak istemeyen ordu birliklerinin motivasyonunun düşük olmasıydı.
Şam’ın düşmesinin hemen öncesinde Suriye ordusu, muhalifleri neredeyse hiç savaşmadan ülkenin üçüncü büyük kenti Humus’u işgal ederek kıyı illerinin Şam’la bağlantısını kesti.
Bunun öncesinde, hükümet güçleri ülkenin güneyindeki Hama, Dera, Süveyda ve Halep vilayetlerini terk ederek 27 Kasım’da başlayan tırmanıştan üç gün sonra cihatçıların eline geçti. Ayrıca el Cezire‘ye göre, silahlı gruplar Akdeniz kıyısında bir Rus deniz üssünün bulunduğu Tartus kentine girdi.
Şam’ın ele geçirilmesinden hemen sonra Suriye silahlı muhalefetinin liderleri, televizyonda yaptıkları ulusa sesleniş konuşmasında Devlet Başkanı Esad’ın devrildiğini duyurdu.
Ayrıca, silahlı gruplar Şam’ın merkezindeki kamu radyo ve televizyon binasını işgal etti ve HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, astlarına iktidarın resmi geçişine kadar Başbakan Gazi eş-Celali’nin kontrolünde kalacak olan devlet kurumlarını ele geçirmemelerini emretti. Bu karara rağmen, Şam’daki İran Büyükelçiliği ele geçirildi ve yağmalandı.
Boçarov’a göre İran, İsrail ile yaşanan gerilim sırasında tükenen kaynaklar nedeniyle Esad’a yardım etmeyi reddetti. Uzman, “İsrail ordusunun Suriye sınırına çekilmesi göz önünde bulundurulduğunda, Tahran’ın çatışmaya tam ölçekli bir katılım için hazırlıksız olduğu anlaşılıyor,” dedi.
Müttefiklerin ve komşuların tepkisi ne oldu?
The New York Times‘ın haberine göre, İran Şam’ın ele geçirilmesinden bir gün önce Suriye’deki asker ve diplomatlarını tahliye etmeye başladı.
Kaynaklara göre, bazı İranlı diplomatik personel ve aileleri 6 Aralık sabahı erken saatlerde ülkeden ayrılarak Irak ve Lübnan’a doğru yola çıktı. Reuters‘ın Lübnan güvenlik servisinden aldığı habere göre, Hizbullah da önceki gün askeri birliklerini Suriye’den geri çekti.
İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye’nin kaderinin yalnızca Suriye halkının sorumluluğunda olduğunu belirtti. 2015 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, son basın toplantısında Rus Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarına ilişkin soruyu yanıtlarken, “Suriyelilerin kendilerinden daha fazla Suriyeli olmayacağız,” demişti.
RIAC araştırma direktörü Andrey Kortunov, İran ve Rusya’nın 2015’teki eylemleri sayesinde Esad’a oyun oynama fırsatı verildiğini ifade etti: “Esad’a bir ‘bonus oyun’ oynama fırsatı verildi; muhalefetle bir anlaşmaya varmak için dokuz yılı vardı.”
2017’den bu yana hükümet, Rusya, Türkiye ve İran’ın arabuluculuğunda Suriye muhalefetinin temsilcileriyle düzenli görüşmeler yaparak krizden çıkış yolları aradı. Bu platform daha sonra “Astana formatı” olarak adlandırıldı.
Federasyon Konseyi Başkan Yardımcısı Konstantin Kosaçev, Telegram kanalında Moskova’nın Şam’a yardım etmeye devam edeceğini, fakat Suriyelilerin ülkedeki iç savaşla kendi başlarına başa çıkmak zorunda kalacaklarını yazdı.
Kortunov, “Esad hükümetinin düşmesinin yarattığı bazı sorunlara rağmen, Moskova için öncelikli görev Ukrayna’daki özel askeri harekât ve diğer tüm konular arka plana itiliyor,” dedi.
Kosaçev, Rusya’nın öncelikli görevinin diplomatlar ve ailelerinin yanı sıra askeri personel de dahil olmak üzere yurttaşlarının güvenliğini sağlamak olduğunu belirtti.
Rusya daha önce de Şam’ı iç savaşın tarafları arasında verimli bir siyasi diyalog başlatmaya çağırmıştı.
Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksek Okulu profesörlerinden Nikolay Suhov’a göre, Şam yetkilileri çatışmayı çözmek için böyle bir görüşme başlatma fırsatını kaçırdı ve bu da Esad’ın halkın desteğini kaybetmesine neden oldu. Uzman, “Esad ailesinin mensup olduğu Alevilerin bile Lazkiye’de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın babasının heykelini yıkması bunun bir göstergesi,” diye özetledi.
Kremlin: Suriye muhalefeti, Rus askeri üslerinin güvenliğini garanti altına aldı
Suriye’yi neler bekliyor?
Boçarov, Suriye’de HTŞ’nin kontrolünde bir geçiş hükümeti kurulmasının muhtemel olduğunu belirtti. Uzman, daha kapsayıcı bir kabine kurulması ihtimalini de göz ardı etmedi ancak HTŞ’nin iktidarı diğer güçlerle eşit şekilde paylaşmayı kabul etmesi pek mümkün görünmüyor:
“En azından SMO gibi dost grupların temsilcilerinin yanı sıra bazı Esad dönemi yetkilileri de geçiş hükümetine katılabilir. Belki de HTŞ’nin gözetimi altında seçimler yapılacaktır.”
Boçarov, aynı zamanda Suriye’de “Libya senaryosunun” gerçekleşme ihtimalini de tamamen göz ardı etmemek gerektiğini belirtti. Uzman, bu koşullar altında Moskova’nın askeri varlığını sürdürme konusunda geçici hükümetle anlaşmaya çalışacağını ifade etti: “Doğru, silahlı muhalefetin Rus hava kuvvetlerinin saldırılarını unutması pek mümkün değil. Ancak HTŞ için Rus askeri üsleri konusu öncelikli değil, onlar daha ziyade ülkenin büyük bölümünü yönetme konusuyla ilgileniyorlar.”
Suhov’a göre, Suriye’de HTŞ’nin saha komutanları ile kapsayıcı bir hükümet kurma taahhüdünde bulunan merkezi komuta kademesi arasında çatışma yaşanabilir.
Şam’da yerel halka silah dağıttıklarını ve evleri, dükkanları yağmaladıklarını belirten uzman, “Yağmalamanın taban ile HTŞ’nin üst düzey askeri yetkilileri arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyorum,” değerlendirmesini yaptı.
Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Doğu Çalışmaları Bölümü Profesörü Aleksandr Krilov ise, Suriye’de birleşik bir hükümet kurmanın mümkün olmayacağını ve ülkenin Irak’ın kaderini tekrarlama riski taşıdığını söyledi.
Uzman, “Suriye’de Irak’tan çok daha fazla özerk topluluk olduğu için -aynı Dürziler ve Kürtler gibi- şimdi daha fazla olmasa da yaklaşık üç bölgeye bölünme olacak,” yorumunu yaptı.
Krilov, HTŞ’nin yaklaşık 8-12 milyon kişiyi temsil ettiğini belirtti. “Ülkeyi kendi bayrakları altında birleştirmeleri pek mümkün değil,” diyen Krilov’a göre, Esad’ın icraatlarına karşı halkta biriken hoşnutsuzluk ve aşiretine karşı duyulan öfke nedeniyle Suriye uzun zaman önce parçalanabilirdi.
“Yakın zamana kadar, dini bir azınlık olan Aleviler, pratikte devletteki tüm kilit pozisyonları ele geçirdi,” diyen uzman, şimdi de ülkedeki Rus üsleriyle ilgili anlaşmaya yönelik bir tehdit olduğuna inanıyor.
Aynı zamanda ABD Savunma Bakan Yardımcısı Daniel Shapiro, Washington’un “IŞİD’in eniden canlanmasını önlemek” için Suriye’nin doğusundaki Tanf üssündeki askeri varlığını sürdüreceğini söyledi.
Orta Doğu uzmanı Kirill Semyonov’a göre, Suriye’de ciddi bir iç bölgesel değişiklik olmayacak. Uzman, ülkenin halihazırda fiilen ciddi şekilde parçalanmış olduğunu ve silahlı grupların Kürtlerle nasıl müzakere edeceğinin belli olmadığını belirtti.
Uzman, Suriye’deki yönetimin muhtemelen HTŞ’ye bağlı kurtuluş hükümeti gibi yapılar tarafından yürütüleceği görüşünde.
ABD ve Britanya, HTŞ’yi “terör” listesinden çıkarmayı planlıyor
DÜNYA BASINI
ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Yayınlanma
13 saat önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.
ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.
Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.
Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.
Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.
Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.
Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.
Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.
1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.
“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.
Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.
1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.
Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.
¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)
DÜNYA BASINI
Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?
Yayınlanma
1 gün önce08/12/2024
Yazar
Harici.com.trSeyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.
Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.
Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ) (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.
Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.
Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.
Filistin esas mesele
Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.
Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.
Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.
İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.
Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.
Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.
Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.
Hızlı çöküşün sebepleri
Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.
Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.
İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.
Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.
Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.
Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.
ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.
Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.
Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.
Taliban benzetmesi
Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.
Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.
Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.
Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.
Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.
BM yetkilisi: ‘Terörist’ etiketi gözden geçirilmeli, HTŞ’yi dışlamak mümkün değil
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
Meloni, Élysée Sarayında Trump ve Musk ile bir araya geldi
Çin’den Suriye’de ‘siyasi çözüm’ çağrısı
Hakkında soruşturma açılan Güney Kore başkanı Yoon’a seyahat yasağı
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş
-
RUSYA2 hafta önce
Rus uzman: “Kremlin, Trump’ın dönüşünü dört gözle bekliyor”
-
ORTADOĞU6 saat önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya, Ukrayna’da güç gösterisi olarak hipersonik füze Oreşnik’i test etti