Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Polonya Britanya’yı solluyor mu?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Avrupa’nın sırtlanı” olarak da anılan NATO’nun doğu kanadındaki ileri karakolu Polonya, halihazırda Avrupa’nın en savaş çığırtkanı ve ABD yandaşı unsuru. Polonya’nın hiper-Atlantikçi tavrı söylemle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda bölgenin silahlanmaya en çok yatırım yapan ülkesi durumunda. Polonya’nın konumu Washington için eşsiz; Doğu ile Avrupa arasında geçiş güzergahı ve Batı Avrupa’nın Rusya ve Çin ile olan irtibatını koparmak için muazzam bir aparat. Konunun meraklıları için şuradaki ve şuradaki içerikler de faydalı olabilir.


Polonya 2030’da Britanya’dan daha zengin olacak, dikkate almamızın zamanı

Daniel Johnson
The Telegraph
7 Mayıs 2023

Almanya ve Fransa bocalarken ülke Putin’e karşı durmak üzere komünizmin zincirlerinden kurtuldu.

İki hafta önce Wrocław’a yaptığım bir ziyarette zloti değer kazandı: Polonya hızla Orta Avrupa’nın yeni süper gücü haline geliyor.

1989’da Telegraph’ın Doğu Avrupa muhabiri olarak Polonya’yı ziyaret ettiğim sırada kentleri kasvetli, çürümüş ve iğrenç komünist dönem binalarıyla çevriliydi. Dükkanlar boş, beklentiler düşük ve hayat zordu.

Yine de Sovyet imparatorluğunun başka hiçbir yerinde halkın gücü Polonya’da olduğu kadar zafere erişemedi. Kaybedilmiş davaların ülkesi hürriyetin ve refahın öncüsü oldu.

Polonya, komünizm sonrası ekonomik mucize sayesinde 2030 yılına kadar Britanya’dan daha zengin olma yolunda ilerliyor. Ülke, batarya üretimi ve teknoloji gibi geleceğe dönük endüstrilerin merkezi haline geldi.

Varşova bu ekonomik gücü, ülkeyi kapıdaki Rus kurduna karşı korumak için zorlu bir savaş gücüne dönüştürmek için kullanıyor. Moskova’ya karşı durma konusundaki istekliliği ona pek çok komşu ülke arasında müttefikler de kazandırdı.

Almanya ve Fransa Ukrayna savaşına verecekleri yanıt konusunda bocalarken Polonya’nın yıldızı yükseliyor.

Varşova’nın büyüyen savaş sandığı

Ülkenin artan önemi, ordusuna bakıldığında açıkça görülüyor.

Varşova’nın planı, ordunun büyüklüğünü iki katına çıkararak en yeni Batı teçhizatıyla donatılmış 300 bin askere çıkarmak.

Polonya’nın Ukrayna’daki savaş alanında çok etkili olduğu kanıtlanan ABD yapımı HIMARS roketatar sistemleri için yaklaşık 10 milyar dolar (7,9 milyar pound) harcaması, ciddi yatırım planlarının örneklerinden sadece biri.

Polonya benzer şekilde Ukrayna’ya verilen Sovyet dönemi MiG savaş uçakları ve T-72 tanklarının yerine F-35 Lightning II uçakları ve 116 Abrams tankından oluşan bir filo satın alıyor.

Tüm bu askeri donanımın yüksek bir bedeli var. Polonya geçen yıl GSYH’sinin yüzde 2,5’i olan savunma harcamalarını bu yıl yüzde 4’e yükseltti. Bu da Varşova’nın savaş bütçesini NATO’nun en büyük bütçelerinden biri haline getiriyor ve bu seviyeleri öngörülebilir gelecekte de sürdürmeyi ve hatta artırmayı planlıyor.

Böylece Polonya’nın savunma harcamaları diğer büyük NATO üyeleri Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya’nın iki katından fazla olacak ve 2030’a kadar sadece yüzde 2,5’e ulaşmayı planlayan Britanya’nınkinden önemli ölçüde daha yüksek olacak.

Bunun anlamı, Polonya’nın yakında NATO’nun tüm Avrupalı üyeleri arasında en büyük ve en iyi kara savaş kabiliyetine sahip olabileceği. Sadece 200 bin kadar cephe askerine sahip olan Fransa bile yakında kendisini Polonya’dan sayıca az bulabilir.

Polonya’nın yığınağı sadece Kaliningrad eksklavı Polonya ile kara sınırını paylaşan Rusya’yı caydırmak için değil, aynı zamanda Almanya’ya da ittifak içinde ağırlığını koyması için baskı oluşturuyor.

Şansölye Olaf Scholz’un Berlin’in savunma harcamalarını artırmasını sağlayacak jeopolitik bir Zeitenwende (“dönüm noktası”) vaadine rağmen Almanya aslında bu yıl GSYİH’sinin sadece yüzde 0,1’i kadar artışa giderek yüzde 1,6’ya yükselteceğini ve NATO’nun minimum yüzde 2’lik hedefinin çok altında kalacağını itiraf etti.

Polonyalıların kendilerini savunmasız hissetmeleri ve askeri güç söz konusu olduğunda tek başlarına hareket etmek zorunda kalmaları anlaşılabilir.

Alman Silahlı Kuvvetlerinin şu anda (tartışmalı bir şekilde) Polonya’nın doğusuna Patriot füzesavar bataryaları konuşlandırdığı doğru; Almanlar 1945’ten bu yana ilk kez orada kayda değer bir askeri varlığa sahip oldular. Ancak Berlin’in bu jesti, Ukrayna’ya Putin’i yenmek için ihtiyaç duyduğu silah ve mühimmatı vermedeki başarısızlığını gizleme konusunda incir çekirdeğini doldurmaz.

Almanya’nın Rus saldırganlığına karşı durma konusundaki isteksizliği Leopard 2 tankları konusunda yaşanan tartışmalarla örneklendi. Berlin bu modern muharebe tanklarını Ukrayna’ya vermeyi ancak geçtiğimiz ocak ayında NATO müttefiklerinden gelen yoğun baskılar sonucunda kabul etti; buna Almanya’nın onayı olmadan kendi Leoparlarını Kiev’e vermekle tehdit eden Polonyalılarla yaşanan tartışma da dahildi.

Sonunda Berlin izin verdi ve Varşova tankları şubat ayında teslim etti. Almanlar ise tankları ancak bir ay sonra gönderdi.

Polonya’nın perspektifinden bakıldığında Alman askerî açıdan zayıflığı ve Ukrayna konusundaki kayıtsızlığı çileden çıkarıcı olsa da Alman siyasi ve iş dünyası liderlerinin Vladimir Putin rejimiyle skandal düzeyindeki yakın ilişkileri göz önüne alındığında pek de şaşırtıcı değil.

Scholz liderliğindeki Berlin’in iktidardaki sol koalisyonu, Gerhard Schröder’in Kuzey Akım projesindeki rolünden başlayarak Rusya’yı yatıştırma konusunda uzun bir maziye sahip olan kendi Sosyal Demokrat Partisi’ni (SPD) de içeriyor.

Kuzey Akım 1 ve 2 doğalgaz boru hatları Polonya ve Ukrayna’nın güvenlik çıkarlarına bariz biçimde ters düşüyordu ama Angela Merkel ve Scholz idaresindeki yirmi yıl boyunca Almanlar bu stratejik hatların tamamen ticari meseleler olduğunda ısrar ettiler.

Polonya aleyhindeki Rus-Alman işbirliğine dair her bir ipucu, en açık şekilde hem Naziler hem de Sovyet işgalciler tarafından doğrudan işgal ve soykırımı beraberinde getiren 1939 tarihli Molotov-Ribbentrop Paktı gibi köklü tarihsel korkulara oynuyor.

Rusya’nın Polonya ile Litvanya arasına sıkışmış, ağır silahlarla donatılmış ve tahkim edilmiş Kaliningrad eksklavı, bu tüyler ürpertici hikâyenin nasıl sona erdiğini hatırlatıyor. Yakın zamanda Kremlin tarafından nükleer silahlarla takviye edilen savaş öncesi Doğu Prusya’nın bu Ruslaştırılmış parçası, kışın Rus filosuna ev sahipliği yapıyor ve Baltık’ta — özellikle Polonya üzerinde — nöbet tutmak için var.

Bu nedenle Berlin Moskova’ya uvertür yaptığında Varşova’da Chopin’in Cenaze Marşı’nın çalınmaya başlanması anlaşılabilir bir durum.

Fakat Berlin’in yaklaşımı karşısında umutsuzluğa kapılan sadece Varşova değil. Diğer Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de aynı derecede tedirgin.

Emmanuel Macron’un giderek daha kavgacı hale gelen, Şi Cinping’e boyun eğmiş gibi görünen Fransa’sı da bu blokta güven uyandırmıyor. Macron, Pekin’in söylediklerine, eski Sovyetler Birliği ülkelerinin egemenliği olmadığını iddia ederken bile kafa sallamaktan memnun görünüyor.

Berlin ve Paris’in liderlik zafiyeti bir boşluk yarattı ve Varşova bu boşluğu doldurmaktan son derece hoşnut oldu.

Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, bu ayın başlarında “diplomatik saldırı” olarak adlandırdığı bir teşebbüs başlatarak Batılı liderleri ziyaret etti ve “burada, bölgemizde olup bitenler ve Rusya’nın barbar saldırganlığının tabiatı hakkında dünyanın çeşitli köşelerinde farkındalık yaratmayı” amaçlamıştı.

Komünizm sonrası ekonomik mucize

Diplomatik ve askeri liderlik ancak güçlü bir ekonomi ile mümkün.

Yakın zamanda gerçekleştirdiğim ziyarette Wrocław Katedrali’nin ikiz kulelerinin baş döndürücü yüksekliğinden aşağıya baktığımda gördüğüm manzara nefes kesiciydi.

Gotik katedral adası, Rönesans dönemi Eski Şehir Meydanı ve Barok üniversite yerleşkesiyle Wrocław’ın muhteşem bir şekilde restore edilmiş kalbinin ötesinde, yaklaşık 700 bin nüfuslu modern bir metropol göz alabildiğine uzanıyor.

Bu manzara Polonya’nın travmatik tarihinin ve aynı zamanda komünizm sonrası ekonomik mucizesinin mikrokozmosu.

Şu anda Polonya’nın en büyük üçüncü ve en zengin ikinci kenti olan Wrocław, gözle görülür bir şekilde gelişiyor. Aşağı Silezya’nın başkenti olarak Alman, Çek ve diğer kârlı pazarlara yakınlığı, Avrupa’nın önde gelen yüksek teknoloji merkezlerinden biri haline gelmesine yardımcı oldu.

Bugün Wrocław, o zamanlar Berlin’in doğusundaki en büyük Alman kenti olan Breslau’nun savaş öncesi refahını bile aşmış durumda.

Demir Perde’nin yıkılmasının ardından Polonyalılar demokrasiyi, serbest piyasayı ve hukukun üstünlüğünü yeniden tesis eden ilk eski Sovyet ülkesi oldu. Yine de tırmanmaları gereken bir dağ vardı. 1989 yılında Polonyalı işçilerin kişi başına düşen GSYİH’si Alman meslektaşlarının sadece onda biri kadardı.

Otuz yıllık istikrarlı büyüme bir mucize yarattı. İktisadi eşitsizlikler ciddi ölçüde azaldı. Satın alma paritesine göre ayarlandığında, Polonya’da kişi başına düşen GSYİH şu anda 28 bin 200 pound iken, bu rakam Britanya’da 35 bin pound, Fransa’da 34 bin 200 pound ve Almanya’da 39 bin 800 pound. Polonya, mevcut yörünge hızıyla 2030 yılına kadar Birleşik Krallık’ı geride bırakacaktır.

Milenyumdan bu yana Polonya’nın kişi başına düşen reel GSYİH’si iki kattan fazla arttı; buna karşılık aynı dönemde Britanya, Fransa ve Almanya’da kişi başına düşen GSYİH yüzde 15 ila 24 arasında büyüdü.

Gerçek şu ki Varşova ya da Wrocław gibi yerlerdeki yaşam standartları Berlin, Paris ve Londra’dakilerle kıyaslanabilir düzeyde.

Hakikaten de genç aileler için yaşam kalitesi şüphesiz daha yüksek. Oğlum ve Polonyalı eşi bir yıl önce iki küçük çocuklarıyla birlikte memleketleri Wrocław’a göç ettiler.

Hiç pişman olmadılar. Vergi ve sosyal yardım sistemi, her çocuk için aylık 500 zloti (100 pound) ödeme yaparak ailelere destek sunuyor. Üç yaşındaki torunum ayda yaklaşık 50 pound’a mükemmel bir devlet przedszkole’sine (anaokulu veya kreş) gidiyor.

Anglo-Polonyalıların anavatana göçünün bir nedeni de Polonya’da yaşamın hala ucuz olması. Polonya’da enflasyon yaklaşık yüzde 15 ile AB ortalamasının neredeyse iki katı olsa da Wrocław’daki perakende fiyatlarının çoğu Londra’dakilerin çok altında.

Genel anlamda Polonya’da yaşam maliyetleri Batı Avrupa’ya göre çok daha düşük. Örneğin Wrocław’daki kiralar Londra’dakilerin yaklaşık beşte biri kadarken bir barda bir bardak bira 1 pound’dan fazla tutmaz.

Polonya’nın 2004 yılında AB’ye girmesinin ardından çalışmak için Britanya ya da Almanya’ya giden pek çok Polonyalının şimdi geri dönmüş olması hiç de şaşırtıcı değil.

Ücretler arasındaki fark hala fazla olsa da daralma gösterdi ve Polonya ekonomisi artık 20 yıl önce var olmayan fırsatlar sunuyor. OECD’ye göre içe dönük yatırımlar bol miktarda gerçekleşti ve ekonomi daha yüksek değerli faaliyetlere kaydı.

Örneğin Wrocław, Güney Koreli elektronik devi LG açısından önemli bir üs konumunda. Yakın zamanda Polonya, elektrikli araçlarda kullanılan lityum pil üretiminde ABD’yi geride bıraktı. Polonya şu anda “ihracatta dünya şampiyonu” olan Almanya ile bile ticaret fazlası veriyor.

Polonya eğitim alanında da çok başarılı. Okuma, matematik ve fen bilimlerinde 38 OECD ülkesi arasında sürekli olarak ilk beş veya altı arasında yer alıyor; Britanya, Fransa veya Almanya gibi daha müreffeh ülkelerin çok üzerinde. Bu da gelecekteki güçlü ekonomik büyümenin temelini oluşturuyor.

Polonyalılar da çok çalışıyor: Yılda ortalama 1830 saat, çok çalışkan olmalarıyla meşhur Amerikalılardan daha fazla ve İngiliz, Fransız ya da Alman eşdeğerlerinin çok önünde.

Tüm bunlar şaşırtıcı gelebilir. Polonya, İngilizler tarafından hala takdir ediliyor olsa da pek çok kişi tarafından kıskanılmaktan ziyade acınması gereken yoksul bir ülke olarak görülüyor.

Bu olumsuz imajın nedenlerinden biri, ülkenin AB’ye girmesinden sonra yaklaşık iki milyon Polonyalının göç etmesi ve bunların yaklaşık yarısının Birleşik Krallık’a gelmesi. Kitlesel göç kısmen, ülkede uzun yıllar boyunca inatçı bir şekilde yüksek kalan işsizlikten kaynaklanmıştı.

Ancak bu yoksul imajı, güncelliğini epey yitirmiş durumda. Polonya, ekonomi toparlanırken vahşi tabiatta geçirdiği dönemin ardından şu an patlama yaşıyor.

Bugünkü başarı büyük ölçüde 1989 sonrasında, komünizm sonrası dönemin efsanevi Maliye Bakanı Leszek Balcerowicz’in serbest piyasa reformlarına atfedilebilir.

Polonya 40 yıllık komünizmin ardından ışığa göz kırparken Balcerowicz planlı ekonomiyi ortadan kaldıracak bir plana — yeni bir tür plana — sahip olan adamdı.

Balcerowicz’in planı yüksek riskli, hızlandırılmış türden bir Thatcherist şok doktriniydi ama işe yaradı. Büyük patlama Polonya iş dünyasını küresel pazara açtı ve iş dünyası gelişti. Pandemi patlak verene kadar Polonya dünyanın en uzun kesintisiz büyüme dönemine — 28 yıl — sahipti.

Polonya ekonomisinin 2022 yılının son üç ayında yüzde 2,4 oranında küçülmesine rağmen geçen yıl toplamda yüzde 4,9 oranında büyümüş olması Polonya’nın dayanıklılığının bir göstergesi.

Polonya siyasetinde tarih hiçbir zaman ikinci planda olmadı.

Almanlar Holokost’ta üç milyon Polonyalı Yahudiyi katletti; üç milyon etnik Polonyalı da öldürüldü ve nüfusun büyük bir kısmı İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yerlerinden edildi. Bu kâbusun anıları, Rusya’nın komşu Ukrayna’yı işgaliyle yeniden canlandı.

Savaş büyük bir sığınmacı akınını da beraberinde getirdi. Bir yıl içinde 11,5 milyon Ukraynalı sınırı geçti ve bunların yaklaşık 1,4 milyonu Polonya’da kaldı.

Bu bağlamda Polonya, Britanya’nın yaklaşık 10 katı kadar sığınmacı kabul etti. Yine de akılda tutulması gereken önemli bir nüans var.

Polonya, Avrupa’daki en düşük doğum oranlarından birine ve dolayısıyla en hızlı yaşlanan nüfusa sahip. Ülkenin göçe ihtiyacı var ama etnik ve dilsel çeşitliliği kabul etme konusunda isteksiz davranıyor.

Ukraynalılar Polonya toplumuna daha kolay uyum sağlıyor ve orada birçoğunun aile fertleri var. Savaştan önce bile Polonya-Ukrayna sınırı AB’nin en gözenekli sınırlarından biriydi.

Yine de Polonya’nın Ukrayna’nın çıkarlarına direndiği epey önemli bir konu var; tahıl.

Ukrayna’dan ucuz ithalata karşı şiddetli bir karşı çıkma hali var. Direniş Polonya ve diğer dört AB üyesi ülkedeki — Macaristan, Romanya, Slovakya ve Bulgaristan — çiftçilerden geliyor. Sonuncusu hariç hepsinin Ukrayna ile sınırı var ve tamamının hükümetleri çiftçileri destekliyor.

Korumacılık, Polonya liderliğindeki bu bloku kontrol eden popülist hükümetler için bir inanç konusu. Geçtiğimiz haftalarda Ukrayna’dan buğday, mısır, kolza ve ayçiçeği tohumu ithalatına tek taraflı yasaklar getirdiler.

Geçtiğimiz salı günü Brüksel, Kiev Merkez Bankası’na göre Ukrayna’ya maliyeti en az 160 milyon pound olan bu yasakları meşrulaştırarak taleplerine boyun eğdi.

AB anlaşması uyarınca Polonyalılar ve ortakları, Ukrayna tahılının sınırdan sevkiyatına izin verecek, ancak sadece diğer ülkelere yeniden ihraç edilmek üzere. Enflasyonun yüksek olduğu bir dönemde Polonyalı tüketiciler şüphesiz daha ucuz ekmek, makarna ve diğer ürünleri memnuniyetle karşılayacaktır ama tarım lobisi de oldukça etkili.

Polonya’nın iktidar partisi Hukuk ve Adalet (PiS), bu sonbaharda üst üste üçüncü kez seçilebilmek için büyük ölçüde kırsal kesimdeki seçmenlere bel bağlıyor.

Siyasi paranoya

Polonya’nın süper güç olma çabasının önündeki en büyük engel iç politika olabilir. Hukukun üstünlüğünün altını oymak ve kamusal tartışmaları bastırmakla suçlanan Hukuk ve Adalet, uzun süredir ülke siyaseti üzerinde paranoya havası estiriyor.

Başbakan Mateusz Morawiecki ve Cumhurbaşkanı Duda’nın her ikisi de Hukuk ve Adalet Partisi’ne mensup. Fakat Polonya’nın nihai iktidar sahibi, partinin başkanı ve kurucu ortağı Jaroslaw Kaczynski.

Şu anda 73 yaşında olan Kaczynski, yüksek bir makamda bulunmaktansa seçkin bir kişi olmayı tercih ediyor, fakat destekçileri ondan “devlet şefi” diye bahsediyor; bu unvan şimdiye dek Polonya’nın 1920’lerdeki gayri resmi hükümdarı Mareşal Pilsudski’ye aitti.

Mazideki askeri diktatörün bu yankıları, doğal olarak eski Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın başını çektiği liberal muhalefeti telaşlandırıyor.

Tusk ve partisi Sivil Platform, Hukuk ve Adalet’i Avrupa Birliği’ne ve bağımsız yargı ve özgür basın da dahil olmak üzere Polonya demokrasisinin kurumlarına düşman, sadece Kaczynski’nin gerici Katolik tarikatı olarak görüyor.

Kaczynski ise Tusk ve partisini komünist dönemin iflas etmiş mirasçıları olarak görüyor. Milliyetçilik, sosyal muhafazakarlık, cömert refah ve askeri güçten oluşan ideolojisi, yoksul seçmenler arasında popüler olduğunu ispatladı.

İronik bir şekilde, her iki lider de Dayanışma hareketinin eski üyeleri. Kaczynski ve ikiz kardeşi Lech bir zamanlar Dayanışma’yı temsil eden, komünizme karşı muhalefete liderlik eden ve daha sonra Cumhurbaşkanı olan eski elektrikçi Lech Wałesa ile yakın çalıştılar.

Yurt dışındaki şöhretine rağmen gizli polis ile işbirliği yaptığı yönündeki ısrarlı iddialar Wałesa’yı Polonya’da bölücü bir figür haline getirdi.

Wałesa davası, komplo teorilerinin Polonya siyasetindeki toksik rolünü örnekliyor. Belki de en çarpıcı olanı, eski Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’nin 2010 yılında Smolensk yakınlarında meydana gelen ve Polonyalı seçkinlerin diğer pek çok üyesinin de ölümüne neden olan uçak kazasında hayatını kaybetmesi etrafında dönüyor. Hayatta kalan ikiz olarak Jaroslaw, kardeşinin öldürülmesinden sürekli olarak Rusları sorumlu tuttu.

Polonya heyetinin, Sovyet örtbaslarının en bilindik olanı 1940 Katın katliamının kurbanlarını anmak üzere yola çıkmış olması ya da Rus tarafındaki genel sorumlunun Vladimir Putin’den başkası olmaması işe yaramadı.

Kaczynski 2016’da iktidara döndüğünde yeni bir soruşturma başlatılması talimatını verdi ve bu soruşturmada pek çok usulsüzlük ortaya çıktı ama kazanın bir kazadan ziyade sabotaj olduğuna dair net bir kanıt bulunamadı.

Polonya siyasetinde paranoyanın araçsallaştırılması büyük ölçüde bir eleştiri geleneğinin olmamasından kaynaklanıyor. Muhalefetin ana televizyon kanalı TVN’in sahibi Warner Brothers. Yine de 2021 yılında Polonya Sejm’i (parlamento) ülkedeki medyanın yabancıların mülkiyetinde olmasını yasaklamaya çalışmıştı.

Nihayetinde Beyaz Saray, Polonyalıları devlet güdümündeki medyaya karşı popüler bir alternatiften mahrum bırakacak olan tedbirleri engellemek için müdahale etmek zorunda kaldı.

Tarihten dersler

Hükümete yönelik belki de en ciddi suçlama, yandaşları hâkim ve savcı olarak atamakla kalmayıp muhalif avukatları fiilen tasfiye etmiş olması. Adil bir yargılama ya da aslında herhangi bir yargılama bulmak giderek zorlaşıyor.

Bu konuda öne çıkan örneklerden biri, önde gelen İngiliz-Polonyalı tarihçi Adam Zamoyski. Kendisine karşı herhangi bir suçlama yöneltilmeden pasaportuna el konuldu ve yaklaşık 18 aydır soruşturmaya tabi tutuluyor. Fiili olarak geçim kaynağından mahrum bırakıldı ama habeas corpus yok ve dolayısıyla mahkemeye çıkma hakkı da yok.

Kendisine Hukuk ve Adalet diyen bir partinin yönetiminde hukukun üstünlüğünün tehdit altında olması ironisi pek çok Polonya vatandaşının da gözünden kaçmıyor. Kısmen bu nedenle hükümete güven oranı yalnızca yüzde 34,2. Bu rakam Polonya’da Britanya, Fransa ya da Almanya’dan çok daha düşük.

Tarih bir kez daha günümüz Polonya siyasetine bakarken faydalı bir kılavuz. Zamoyski, Varşova 1920 adlı kitabında Mareşal Pilsudski ve Polonya Lejyonu’nun Avrupa’yı Lenin’in beş milyonluk ordusundan nasıl kurtardığını anlatıyor. Zaferleri “Vistül’deki mucize” olarak anılmaya başladı.

Bunun yanında daha az hayırlı bir sonuç da ortaya çıktı. Zamoyski, savaştan sonra Pilsudski ve gazilerinin çoğulculuğu Polonya’nın kamusal hayatının dışına itmeye çalıştığını belirtiyor: “İster iktisadi ister siyasi olsun, her sorunla başa çıkmak için giderek daha fazla ulusal dayanışmaya başvurduklarından, Polonyalı azınlık ile Almanlar, Ukraynalılar ve özellikle de Yahudiler gibi çeşitli azınlıklar arasındaki husumeti beslediler.”

Savaş öncesi İkinci Polonya Cumhuriyeti’nin bu tasviri, günümüz Üçüncü Cumhuriyeti’nde yaşayanların pek çok insana rahatsız edici ölçüde tanıdık geliyor. Kaczynski, Duda ve Morawiecki hiçbir şekilde Yahudi karşıtı olmasalar da tarihçilerin Polonya’nın itibarını zedelemeye yönelik teşebbüsü olarak gördükleri şeylere karşı aşırı hassaslar. Diğerleri ise bunu normal bir bilimsel araştırma olarak görüyor.

Amerikan, İngiliz ya da İsrail medyasında Polonya’nın geçmişte ya da günümüzde Yahudi azınlığa yönelik muamelesini sorgulayan haberlerin yanlış bir şekilde, Polonya aleyhtarı, art niyetli oldukları varsayılıyor.

Her şeye rağmen Polonya bugün hala güçlü bir demokrasi. Polonyalılar cumhuriyetleri ve silahlı kuvvetleriyle gurur duymakta haklı. Fakat paranoyaya yer olmamalı. Polonya’yı bir kurban ya da şehit olarak görmelerine gerek yok.

Polonya siyasetinin bundan sonra izleyeceği güzergâh ne olursa olsun, Varşova’nın yükselen güç olduğu hakikatini görmezden gelmek zor.

Yüzyıl önce Vistül’de yaşanan mucize gibi, Polonya’nın ekonomik mucizesi de olağanüstü bir başarı. Avrupa’nın doğrulup bunu fark etmesinin vakti geldi.

DÜNYA BASINI

Richard Haass yazdı: Ukrayna’da başarıyı tanımlamak

Yayınlanma

Yazar

Üçüncü yılını yaşayan savaşta Ukrayna ve Batılı destekçileri, hala Rusya’nın asker sayısı ve silah üstünlüğüne yetişmekte zorlanıyor. Elbette, Ukrayna’nın kendi avantajları da mevcut: askerleri daha iyi motive edilmiş ve daha esnek hareket edebiliyorlar ama Rusya kalite farkını kapatıyor. Eğer ABD ve Avrupalı müttefikler, Rusya’nın silah üretimine yetişebilmesi için üretimini artırır ve Ukrayna’ya daha fazla teçhizatı bağışlarsa maçın döneceği hissiyatı olsa da bu ancak bir mucizeyle mümkün. Dünyanın en önemli düşünce kuruluşlarından olan Council on Foreign Relations’ın (CFR) eski başkanı Richard Haass, Ukrayna için “ateşkes” çağrısını bir kez daha yineliyor.


Ukrayna’da başarıyı tanımlamak

Richard Haass

Project Syndicate

15 Mayıs 2024

Üç ay önce, “Ukrayna hayatta kalabilecek mi?” başlıklı bir makale yazmıştım. Bir sonraki yıl için cevap (şükürler olsun) “evet” olacak. Bu, Ukrayna’nın savaşmaya ve fedakârlık yapmaya istekli olması ve ABD’den kayda değer askeri yardımın gelmesiyle mümkün oldu.

Aynı zamanda, Rusya kuzeydoğuda Harkov’u (Ukrayna’nın ikinci büyük kenti) tehdit eden yeni bir taarruza girişti, uzun vadeli bir savaşa hazırlanıyor ve kuvvetlerini büyük ölçüde yeniden oluşturdu. Bu da şu soruyu gündeme getiriyor: Yeni yardım paketi elde edildiğine göre, Ukrayna ve Batı’daki destekçileri ne başarmayı hedeflemeli? Başarı neyi ifade etmeli?

Bazıları başarının, Ukrayna’nın kaybettiği tüm toprakları geri alarak 1991 sınırlarını yeniden tesis etmesi olarak tanımlanması gerektiğini söylüyor. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, 2025’in Ukrayna’nın Rus kuvvetlerine karşı yeni bir karşı taarruza girişebileceği zaman olabileceği görüşünü dile getirdi.

Ancak bu ciddi bir hata olur. Yanlış anlaşılmasın: Yasal ve meşru sınırları yeniden tesis etmek oldukça arzu edilir bir durum olurdu ve saldırganlığın kabul edilemez olduğunu gösterirdi. Fakat dış politika hem uygulanabilir hem de arzu edilebilir olmalıdır ve Ukrayna, askeri güç kullanarak Kırım’ı ve doğu bölgelerini kurtarmak için uygun bir konumda değil.

Sayılardan kaçılmaz. Rusya’nın çok sayıda askeri ve büyük miktarda silah ve mühimmat üretebilecek bir savaş ekonomisi var. Rusya yaptırımlara rağmen savunma sanayisini ve İran ile Kuzey Kore’de üretilen silahlar ile Çin menşeli mal ve teknolojilere erişebildi ki bunlar Kremlin’in savaş çabasına katkıda bulunuyor.

Ukrayna’nın topraklarını güç kullanarak geri almaya çalışmasına engel olan bir diğer faktör, taarruz harekâtlarının savunma çabalarına kıyasla çok daha fazla insan gücü, teçhizat ve mühimmat gerektirmesi. Özellikle de savunmanın tahkimat kurma şansı bulduğu, Rusya’nın işgal ettiği Ukrayna topraklarının çoğunda olduğu gibi, bu durum daha da belirgin.

Ukrayna’nın yeniden taarruza geçmesinin muhtemel neticesi, halihazırda askerî açıdan yetersiz olan Ukrayna ordusu için çok sayıda asker kaybı olacaktır. Ukrayna’nın erişebildiği sınırlı askeri teçhizat ve mühimmat hızla tükenecek ve bu da ülkenin kontrolündeki alanları savunmasını zorlaştıracaktır. Ukrayna’nın olası başarısız taarruzu ayrıca Batı başkentlerindeki, Ukrayna’ya yardım sağlamaya kuşkuyla bakan ve bu yardımı israf olarak gören kesimlere de yeni söylem malzemeleri verecektir.

O halde Ukrayna ve destekçileri hangi stratejiyi izlemeli? Öncelikle Ukrayna savunmaya ağırlık vermeli, bu da sınırlı kaynaklarını daha verimli kullanmasına ve Rusya’yı zor durumda bırakmasına imkân tanıyacaktır.

İkinci olarak, Ukrayna’ya uzun menzilli saldırı kabiliyetleri ve ülke sınırları içindeki Rus kuvvetlerine, Karadeniz’deki Rus gemilerine ve Rusya içindeki iktisadi açıdan önemli hedeflere saldırabilme imkânı sağlanmalı. Rusya, başlattığı ve sürdürdüğü savaşın bedelini hissetmeli.

Üçüncü olarak, Ukrayna’nın destekçileri uzun vadeli askeri yardım taahhüdünde bulunmalı. Tüm bunların amacı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e rüzgârın kendisinden yana esmediğini ve Ukrayna’yı yıpratma umudu taşıyamayacağını göstermektir.

Ukrayna ve destekçileri bir şey daha yapmalı: Mevcut sınırlar kalacak şekilde geçici bir ateşkes anlaşması önermeli.

Putin, bu yönde bir teklifi muhtemelen reddedecektir ama bunu yapması, Ukrayna’ya yardım sağlanması konusunda ABD’de devam tartışmalarda lehte tutum almayı kolaylaştırabilir, zira savaşın devamından sorumlu tarafın Rusya olduğunu ortaya koyacaktır. Hatta bu, Donald Trump kasımda başkanlığı yeniden kazanırsa bile ABD’nin Ukrayna’ya askeri yardımının devam etmesine zemin hazırlayabilir.

Savunmaya geçiş, sınırın derinliklerine yapılan saldırılar, Batı’dan daimî askeri yardım ve Rusya’nın saldırgan taraf olduğunu açığa çıkaracak diplomatik çabaların kombinasyonu, zamanla Putin’i geçici bir ateşkesi kabul etmeye ikna edebilir. Böyle bir anlaşmada hiçbir ülkeden uzun vadeli iddialarından vazgeçmesi istenmez.

Ukrayna tüm topraklarının iadesi talebini sürdürebilir; Rusya da Ukrayna’nın egemen bir devlet olarak var olma hakkı bulunmadığını iddia edebilir. Her iki taraf da yeniden silahlanmaya devam edebilir. Yaptırımlar kalabilir. Ukrayna, Avrupa Birliği ve NATO ile yakınlaşmayı gözetebilir.

Ukrayna, bu yaklaşımın bazı unsurlarına direnç gösterebilir. Ama ABD ve Ukrayna’nın diğer destekçileri bunda ısrarcı olmalı. Ukrayna herhangi bir stratejik ortağı gibi koşulsuz destek talep edemez. Yeni bir karşı taarruz başarısız olur ve bu da ülkenin kendini savunma kabiliyetini zayıflatır. Ukrayna’nın geçici bir ateşkesten kazanacağı şey, ülkeyi yeniden inşa etmeye başlama fırsatı olur, zira para ve yatırım ülke aktif bir savaş alanı olmaya devam ettikçe gelmeyecektir.

Geçici bir ateşkes neredeyse kesinlikle barışa benzer bir duruma yol açmaz, bu muhtemelen ülkenin parya konumuna son vermeyi seçecek yeni bir Rusya liderliğinin gelişiyle olur ki bu yıllar hatta on yıllar alabilir. Ama o zamana kadar Ukrayna, savaşın devam etmesine kıyasla çok daha iyi durumda olacaktır.

Kalıcı olmayan, resmi barıştan bir adım geride olan bu tür düzenlemelerin Kore Yarımadası ve Kıbrıs gibi başarılı örnekleri var. Bunlar çözüm değil ama öbür alternatiflerden daha iyi. Ve Rusya muhtemelen her ateşkesi reddedecek olsa da Ukrayna’nın özünü koruyan, bağımsızlığını muhafaza eden ve dış desteği sürdüren bir askeri ve diplomatik strateji izlemesi daha iyi olacaktır. Ukrayna’nın dostları, ülkeyi başarısızlığa mahkûm edecek şekilde başarıyı tanımlamadan önce bunu akılda tutmalı.

Richard Haass yazdı: Ukrayna’da başarıyı yeniden tanımlamak

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Siyonizmin bilinmeyen yüzü: Filistinlileri mülksüzleştirmenin bir yolu olarak enerji

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Filistin toprakları yabancıların yönetimi altındadır. Kaynaklarını başkaları sömürmektedir. Halkı anavatanından sürgün edilmiştir. Arap mukimlerden geriye kalanlar, en az Asya ya da Afrika’daki herhangi bir ırkçı rejim kadar sert bir ırkçı ayrımcılık ve baskı rejimi altında çürümektedir. Tüm bunlar emperyalizmin iş birliği ile ve terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmiştir.” Böyle yazıyordu Suriyeli-Filistinli akademisyen Fayez Sayegh 1965 tarihli Filistin monografisinde.

Bu sözlerin üzerinden geçen 60 yılda her gün biraz daha fazla Filistin toprağı İsrail işgal rejiminin kontrolü altına girdi, Filistin’in doğal kaynakları, ekonomisi ve kültürü üzerindeki İsrail hakimiyeti günden güne pekişti. İsrail’in Filistin topraklarına dönük işgalinin önemli bir boyutunu ise sınırları enerji üretim kaynaklarını içerecek şekilde çizilmesine rağmen genellikle üstünden atlanan “enerji/elektrifikasyon ve Siyonist devlet inşası” arasındaki ilişki oluşturuyor. Öyle ki işgal rejimi bir yandan “kabloları döşerken” bir yandan da bu kablolar aracılığıyla Filistin’i topraksızlaştırmakta, Filistinlileri ise mülksüzleştirmektedir. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Filistin toprakları üzerindeki yerleşimci sömürgeciliğin inşasında enerji sektörünün ve buradaki emperyalist ilişki ağlarının rolüne dikkat çekiyor.


Kablolarını döşerlerken

Laleh Khalili
Granta
25 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Golda Meir Temmuz 1965’te İsrail Dışişleri Bakanı olarak İran’ı ziyaret etti. Üzerinde ülkesini temsil eden herhangi bir emare olmayan uçağı ile henüz gün ağarmadan Mehrabad Havaalanı’na indi ve buradan Tahran’ın kuzeyindeki özel bir konuk evine götürüldü. Meir’in danışmanları ziyaretini kamuoyuna duyurmak istiyorlardı fakat İranlılar gizli tutmakta ısrarcılardı. Bu gizlilik, petrol dünyasının çalkantılı bir dönemden geçtiği bir sırada Şah’a önemli bir kılıf sağlıyordu: İran, böylece küresel üretimin büyük bölümünü kontrol eden “Yedi Kız Kardeş” ile müzakerelerinde Arap devletleriyle birleşik bir cephe oluşturabilecekti.

O dönemde Yedi Kız Kardeş(1), her geçen gün daha da iddialı hale gelen Arap devletlerini kızdırmamak için İsrail’e açıkça petrol satmak konusunda isteksizdi. Petrolde spot piyasanın ancak on yıldan uzun bir süre sonra ortaya çıktığı düşünüldüğünde, İsrail güvenilir bir ham petrol tedarikçisi bulmakta kararlıydı. Meir bunun için doğrudan Şah’la konuştu. İsrail’in enerji ihtiyacını karşılamak için İran ve İsrail arasında, İran petrolünün gemilerle [Kızıldeniz’in kuzeyindeki] Akabe Körfezi’nde sakin bir liman kenti olan Eilat’a sevk edildiği bir ortak girişim önerdi. Böylece Eilat, İsrail’i Kızıldeniz’den Akdeniz’deki Aşkelon’a kadar kat edecek olan gizlice inşa edilmiş geniş çaplı boru hattının bir ucu olacaktı. Ardından kamyonlar, daha küçük tank gemileri ve daha dar boru hatları, bu petrolü içeriden Hayfa’daki rafineriye taşıyacaktı.(2) Şah’ın ilgisini çekecek olan, İsrail tankerleriyle Avrupa pazarlarına sevk edilen fazladan petroldü. Meir Romanya’yı ziyaret etmiş ve Bükreş’ten bu fazla İran petrolünü satın alması için garanti almıştı.

Şah başta bu boru hattı önerisine pek sıcak bakmadı ancak 1967 Arap İsrail Savaşı’nda Süveyş Kanalı’nın kapatılmasıyla işler değişti. Kriz, İran’a İsrail’e petrol sağlamak ve İsrail aracılığıyla Avrupalı alıcılara petrol satmak için ihtiyaç duyduğu ivmeyi kazandırdı. Petrolün Ümit Burnu çevresinden taşınmasına gerek kalmamasının getirdiği düşük taşıma maliyeti sayesinde Arap rakiplerinin karşısında önemli bir avantaj elde edilecekti. İran konuya ilişkin bir fizibilite çalışması yaptırdı. Sorumlu olarak ise Ulusal Petrol Şirketi’nden Fethullah Nafizi ve Köln’deki İsrail Tazminat Delegasyonu Başkanlığı görevini henüz tamamlamış olan Felix Shnar belirlendi. 1968 yılında iki ülke İsviçre’de “Trans-Asiatic” adında bir ortak girişim şirketi kurdu ve Eilat ile Be’er Sheva arasında zaten mevcut olan daha küçük bir boru hattının altyapısını Rothschild Grubu’ndan satın aldı. Trans-Asiatic bu sırada petrolü deniz yoluyla taşımak için yeni tankerler sipariş etti. Batı Alman hükümetinin açık piyasalardan alınan kredilerden daha cömert bir faiz oranını garanti etmesiyle Deutsche Bank’tan Hermann Abs, Shinar ve Naficy ile İsviçre’de bir araya gelerek daha büyük bir boru hattının finansmanını görüştü. Bu arada Abs, Üçüncü Reich’ın en güçlü bankacılarından biriydi ve Deutsche Bank’ın dış ilişkiler departmanının başı olarak, Avrupa’daki Yahudi varlıklarının müsadere edilmesinden ve işgal altındaki bölgelerdeki Avrupa bankalarının yağmalanmasından sorumluydu. Savaştan sonra, daha önceden yürüttüğü işlerin kefaretini ödemek için yeniden gönderilmişti: Almanya’nın İsrail’e iade ettiği malların sorumluluğunu üstlenecek ve bu sıfatla Shinar ile samimi bir çalışma ilişkisi geliştirecekti.

İran petrolünü taşıyacak gizemli bir hat: Eliat-Aşkelon petrol boru hattı

Eilat-Aşkelon boru hattı 1969 yılında, petrolün millileştirilmesinin hemen arifesinde faaliyete geçti. Yedi Kız Kardeş kontrolünün gevşemesi ve 1973’te yaklaşan Arap-İsrail Savaşı, bağımsız tüccarlara petrol alıcıları ve üreticilerle anlaşma yapabilecekleri bir alan açmış oldu. Fakat asıl sorun, Süveyş Kanalı kapalıyken petrolün Körfez’den Avrupa ve Amerika’daki petrol alıcılarına nasıl ulaştırılacağıydı. İran doğrudan İsrail ile ticaret yapıyor gibi görünmek istemediğinden ya da petrolünü Avrupalı müşterilere İsrail üzerinden taşımak istemediğinden aracılara ihtiyaç duyuyordu.

Petrol piyasasındaki sismik dönüşümü önden gören ve bundan faydalanmayı kafasına koyan Belçikalı-Amerikalı emtia tüccarı Marc Rich artık devreye girmişti. Rich’in İran ile büyük metal sözleşmeleri imzalamış olan (ve Farsça bilen Amerikalı) iş ortağı Pincus Green, Rich’i İranlı petrolcülerle tanıştırdı. Rich, petrol teknokratlarıyla ve Şah’ın kendisiyle ilişki kurmaya başladı böylece. Bunu kolaylaştıran etmenlerden biri de Şah’ın kayak tatillerini geçirdiği St Moritz’de onun da bir dağ evinin olmasıydı. Rich, sonunda İran ile uzun vadeli bir petrol anlaşması imzaladı. Öyle ki tam da petrolün varil fiyatı 3 dolardan 11,50 dolara fırlamak üzereyken, şirketinin İran ham petrolünü anlaşma süresi boyunca varil başına 5 dolardan satın almasını güvence altına aldı. Sonrasında ise büyük şirketlerin rehini olmayan petrol alıcıları aradı.

Süveyş Kanalı hâlâ kapalı olduğu için Rich ayrı olarak İsrail hükümetiyle görüşmelere başladı. Fransız bankası Paribas, Rich’in İran’dan yaptığı büyük petrol sevkiyatını finanse ediyordu. Tankerler yüklerini Eilat’ta boşaltıyor, petrolün bir kısmı Hayfa’ya, sonrasında ise Aşdod rafinerilerine gidiyor; Rich’in gemileri ise Aşkelon’da fazlalığı toplayıp kargoyu doğrudan ABD’li ve Avrupalı petrol alıcılarına aktarıyordu. Rafineriler, petrokimya endüstrileri, enerji santralleri ve hükümetler Marc Rich + Co’nun petrol ticareti için fevkalade müşteriler olmuştu. Hatta Rich, ABD Savunma Yakıt İkmal Merkezi için önemli miktarda İran petrolü satın aldı ve bu petrolü Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden sevk etti. Öyle ki bazı yıllar, kimi üretici ülkelerden çok daha fazla petrol sattı. Yıllar sonra biyografisini yazan Daniel Ammann’a bu boru hattının kendisine “büyük bir fiyat avantajı” sağladığını söyleyecekti. “İran ham petrolünün bu boru hattı aracılığıyla taşınması, Afrika’yı boydan boya dolaşmaktan çok daha ucuzdu”. Marc Rich, Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden yapılan gizli petrol ticareti sayesinde şaşılacak ölçüde bir zenginlik elde etti. Bu anlaşma, daha düşük navlun maliyeti sayesinde petrolü Avrupalılar için çok daha cazip hale gelen İran’a da yaradı elbette. İsrail ise hem enerji ihtiyacını karşıladı hem de dış rezervlerini güçlendirmiş oldu.

Rich, Şah’ı deviren İslami devrimden sonra bile İran’a kur yapmaya devam etti. İran Ulusal Petrol Şirketi ile büyük şirketler arasındaki anlaşmalar 1979’da bozulmasına rağmen, şirket yaptığı anlaşmalara sadık kalarak ona yılda yaklaşık 70 milyon varil petrol sattı. Bu petrolün büyük bir kısmı Eilat’taki petrol terminaline ulaştı. Rich, şirketi yönettiği yirmi yıl boyunca, İsrail’e yıllık petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 20’sini sattı. İran’daki devrim liderleri ise “küçük şeytan”a karşı sembolik düşmanlık jestleriyle yetindiler fakat İsrail ile petrol ticaretini asla silah haline getirmediler..

Rich’in devrimci İran ile ilişkilerindeki “duyarsızlığı” ABD’deki şovenistleri tahrik etmeye başlamıştı. O vakitler New York’ta adını duyurmak isteyen yeni yetme bir federal savcı olan Rudy Giuliani, 1983 yılında Rich ve Green’e “düşmanla ticaret yapma” suçlamasıyla dava açtı. Bundan sonraki on yedi yıl boyunca ikilinin yüzleri FBI’ın “En Çok Arananlar” ilanında yer alacaktı.

ABD’ye iade edilmemek için köşe bucak kaçarken, Lucerne’deki malikanesine yerleşirken ya da iş seyahatlerinde, Rich hep eski Mossad ajanları tarafından korundu. Ocak 2001’de ise Bill Clinton, başkanlığının son gününde bu iki sabık suçluyu aniden affetmeye karar verdi. Rich’in eski karısı Denis, Demokrat Parti’ye ve Clinton Başkanlık Kütüphanesi’ne yüz binlerce dolar bağışta bulunmuştu; ama belki daha da önemlisi, İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Mossad’ın eski başkanı Shabtai Shavit’in Rich adına Clinton yönetiminde lobi faaliyetlerinde bulunmalarıydı. Ammann’ın da satırlara döktüğü gibi, Rich “Mossad’ın hiç bağlantılarının olmadığı yerlerde onun adına bağlantılar kurdu. İsrail’in resmi olarak yapamadığı durumlarda ortaya parasını koydu.” Böylece Rich istihbarat teşkilatının yardımcısı olarak addedildi. Fakat istihbarat çalışmalarından daha önemli olanı Rich’in petrol sevkiyatındaki rolüydü.

Enerji santralleri ve yerleşimci kolonyalizm

İsrail devleti kurulmadan önce dahi enerji politikaları, Yişuv yerleşimcileri ile yerli Filistinliler arasındaki ilişkiyi etkilemişti.(3) İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilayetlerini aralarında paylaştıkları 1920 yılı ile İsrail’in kurulduğu 1948 yılı arasında geçen zamanda Dünya Siyonist Örgütü Filistin’deki Yahudi yerleşimci topluluğu için bir dizi proto-hükümet kurumu oluşturdu. Bunların içinde en eski ve en önemlilerinden biri, Fredrik Meiton’un enerji ve Siyonist devlet inşası üzerine yazdığı tarih kitabının da ana konusu olan Filistin Elektrik Şirketi’ydi.

Filistin’deki İngiliz manda güçleri, Filistin Elektrik Şirketi’nden Pinhas Rutenberg’e elektrik santralleri ve kapsamlı bir elektrik şebekesi inşası için çeşitli imtiyazlar verdi. İsrail ordusunun öncüsü olan Haganah’tan Filistin Havayolları’na (daha sonra El Al) kadar pek çok örgütün kuruluşunda parmağı olacak olan 1905 ve 1917 Rus devrimleri emektarı Rutenberg(4), Ürdün Nehri’nin Yarmûk Nehri ile birleştiği yerden ve (Eriha’nın kuzeyinden Akdeniz’e kadar doğu-batı yönünde uzanan) Auja Nehri’nden hidroelektrik enerji üretmeyi planlıyordu. Nitekim, kuzeye doğru genişleme ve Lübnan toprakları içindeki Litani Nehri’ni de aynı amaçla kullanma planı, İsrail’in Lübnan’a yönelik politikasını yirminci yüzyılın sonuna kadar şekillendirmeye devam edecekti.

Şirket, hidroelektrik enerji üretmek için nehir havzalarında, Filistin’in en verimli tarım arazilerinin yanı sıra Ürdün Nehri’nin karşısındaki Trans-Ürdün’de bulunan toprak parçalarını da içeren geniş arazileri kontrol etmesi gerektiğini öne sürmekteydi. Planlanan elektrik şebekesinin Filistin haritasını boydan boya kat ettiği düşünüldüğünde, bu, yüksek gerilim hatları için belirlenen güzergahlar boyunca toprak sahibi olmak anlamına geliyordu. Elektrik santrallerinin ve şebeke altyapısının inşası için alınan topraklar aynı zamanda Yahudi yerleşimlerinin inşası için de kullanılacaktı.

Tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi, enerji üretimi, jeolojik özellikler –nehirler, denizler, kıyı şeritleri ve petrol rezervlerinin olası varlığına işaret eden toprak hareketleri üzerindeki bölgesel kontrol– ile el ele ilerledi. İngiliz yetkililer, nehirden denize kadar uzanan bir altyapının eşitsiz gelişimi ve kullanımının, bir İngiliz sömürge yetkilisinin sözleriyle, Yahudi yerleşimcilere “Filistin’in tüm ekonomik yaşamı üzerinde bir hakimiyet” verdiğini kabul etseler dahi, Rutenberg’in planı İngiliz onayı ve desteğini almıştı. Filistinliler ise bu elektrifikasyon planlarının teritoryal, ekonomik ve siyasi anlamının ve kendilerini yerinden edecek olan sömürgeci projenin temelini oluşturduğunun farkındalardı. 1923’te Yafa’da başlayan ve yıllar içinde tüm Filistin’e yayılan bir dizi protesto ve ayaklanmayla, topraklarının istimlak edilmesine, yaşadıkları çevredeki dönüşümlere ve Filistin Elektrik Şirketi’nin topraklarında yarattığı düşmanca yerleşimlere direndiler. Öyle ki bazı yerlerde dizelle çalışan küçük jeneratörler kurarak şirketin tekeline meydan okumaya çalıştılar. Diğerleri sabotajla tehdit ettiler.

Rutenberg, Filistinlilerin direnişini kırabilmek için Auja’daki büyük ölçekli hidroelektrik projesinin, Tel Aviv/Yafa’da dizel yakıtlı bir elektrik santrali ve Hayfa’daki bir buhar türbini lehine ertelenmesini önerdi. Ürdün ve Yermuk nehirlerinin birleştiği yerde kurulan devasa elektrik santrali ise 1932 yılında faaliyete geçti. Elektrik eşit olmayan bir şekilde dağıtılmış, aslan payını ise Yahudi konutlar ve ticari tüketiciler almıştı. Tel Aviv geceleri ışıl ışıldı; Yafa ise tam tersi. Altyapıların inşasında kullanılan işgücü de ırksallaştırılmıştı: Filistinli işçiler Yahudi işçilerden çok daha az ücret alıyordu. 1948 yılına gelindiğinde, Filistin’deki Yahudi yerleşimciler bölge nüfusunun yüzde 40’ından azını oluşturmasına ve toprağın sadece yüzde 7’sine sahip olmasına rağmen, Filistin Elektrik Şirketi tarafından satılan “çeyrek milyon kilovat saatin yüzde 90’ını” tüketiyorlardı.

Enerji altyapısı iktisadi ve siyasi uçurumları büyüttü

Bu enerji altyapısının yarattığı ve her geçen gün daha da büyüyen iktisadi ve siyasi uçurumlar, İsrail’in Filistinlilerle olan ilişkisini şekillendirmeye de devam etti. Yeni yeni kurulmakta olan İsrail devletinin sınırları içinde, Yahudi yerleşimleri kapsamlı altyapılara sahipken, komşu köylerde yaşamaya devam eden Filistin vatandaşlarının büyük çoğunluğu bu hizmetlere erişimden mahrum bırakılmıştı. Nasıra’daki bir Filistinli meclis üyesinin yakındığı gibi, “Hükümet her yeni Yahudi kolonisine, henüz kimse taşınmadan yol, elektrik ve su sağlıyor. Peki, Arap köylerinden geçerken neden onları karanlık ve susuz bırakıyor?”(5) İsrail içindeki enerji kaynaklarının eşitsiz dağılımı bugün hâlâ devam etmektedir. Filistinlilerin yoğun olarak yaşadığı Nakab ve Celile’deki resmi hükümetin Yahudileştirme politikaları, Filistinli toplulukların yeni inşaatlarını ya da bu toplulukların genişlemesini kısıtlayan Kafkaesk konut politikalarına dönüşmüştür. Bu politikalar hem yerleşik hem de göçebe Filistinli toplulukların elektrik ve su gibi hayati altyapılara erişiminin kasıtlı olarak engellenmesiyle pekiştirilmiştir.

Ne var ki, İsrail elektrik şebekesine bağlı olmanın da kendine has dezavantajları var. İsrail Savunma Bakanı Moshe Dayan, 1967’de Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’nin işgalinden sadece birkaç gün sonra, “El Halil’in elektrik şebekesi bizim [İsrail] merkezi şebekemizden geliyorsa ve fişi çekip kesebiliyorsak, bu kesinlikle binlerce sokağa çıkma yasağı uygulaması ve isyan dağıtma çabasından çok daha iyidir,” diyecekti. Kasım 1967’de 159. İsrail Askeri Emri, işgal altındaki topraklardaki tüm elektrik altyapısını İsrail askeri yönetiminin kontrolüne aldı. Bugün Batı Şeria’daki Filistinliler kendi elektriklerinin sadece yüzde 14’ünü üretebiliyor, geri kalanını ise İsrail’de temin etmek durumundalar. Yine 1967 öncesinde İsrail, sınırları içindeki Filistinlilerin elektriğe erişimini düzenli olarak engelleyebilecek durumdaydı, fakat 1967’den sonra işgal altındaki topraklar, sadece bir düğmeye basılarak kapatılabilecek denli İsrail altyapısına bağımlı hale getirildi. Batı Şeria ve Gazze’deki bağımsız elektrik santralleri birer birer kapatıldı ve Filistinli topluluklar zorla İsrail elektrik şebekesine bağlanmış oldu.

İsrail’den İran’a kalkan sır uçaklar

Golda Meir, İran’a gizlice uçan ne ilk ne de son İsrail başbakanıydı. 1979’da İran monarşisi devrilmeden önce, biri hariç tüm İsrail başbakanları Tahran’ı ziyaret etmişti. David Ben-Gurion, Arap dünyasını çevreleyen Arap olmayan devletlerle- İran, Etiyopya, Türkiye gibi- ittifaklar kurmaya yönelik “çevre planlarının” bir parçası olarak 1961 yılında bu tür ziyaretleri başlattı. Onun ardından Levi Eshkol, Golda Meir, Yigal Allon, Yitzhak Rabin ve Menachem Begin ve aslında neredeyse tüm İsrail Dışişleri ve Savunma Bakanları gizlice İran’a gittiler. Şah’a saygılarını sunmayan tek başbakan, Moshe Sharett’ti ve o da zaten (1950’lerin ortasında) bir yıldan az bir süre görevde kalmıştı. Bu ziyaretlerin büyük çoğunluğu İsrail’in enerji kaynaklarını ve enerji tedarik yollarını güvence altına almak için duyduğu umutsuz ihtiyaçlarıyla ilgiliydi.

İsrail’in yarım asırdır devam eden hidrokarbon arayışında Sina’nın adı geçiyordu.

Güneye doğru uzanan Sina kaması, Afrika ve Asya kıtalarını birbirinden ayırıyor – ya da birleştiriyor. Şarm el-Şeyh, Sina Yarımadası’nın güney ucunda, Süveyş ve Akabe körfezlerinin Kızıldeniz’i oluşturmak için birleştiği yerde bulunuyor. Erken yirminci yüzyılda İngiliz jeologlar, kontrol ettikleri Akdeniz ve Ortadoğu kıyılarının karmaşık araştırma haritalarını çıkararak önce su, zamanla da petrol rezervi aradılar. 1940’ta Geological Magazine’de yazan iki jeolog, bölgenin coğrafyasını Suriye, Filistin ve Sina’dan Irak, İran ve Arabistan’a, oradan da Umman’a kadar uzanan bir petrol arama yayı olarak tasvir etmişlerdi.

Ne var ki önce Filistin’de, sonrasında ise İsrail’de yapılan keşifler büyük ölçüde sonuçsuz kalmıştır. Suudi Arabistan, Irak ve hatta İngiliz şirketlerinin 1940’ların sonunda petrol rezervleri keşfettiği Sina’nın görece yakınlığı düşünüldüğünde, 1949 ateşkes hattı içinde petrol bulunmaması İsrailli liderlerin epey canını sıkmış olmalı. Körfez’deki Arap hükümdarlar, yeni kurulan İsrail’e petrol satmaya yanaşmadılar. İsrail ekonomisi ilk yıllarında tarıma bağlıydı ve petrolle çalışan tuz arındırma tesisleri, ihracat için üretilen yoğun sulama gerektiren tarım ürünlerini sulamak için kullanılıyordu. Anglo-İran Petrol Şirketi’nin Kuveyt ve Katar’da bulunan iştirakleri, petrol yüklü gizli tankerleri Hayfa’daki rafinerilerine gönderiyordu, bu petrol nihayet 1958 yılında İsrail’e satıldı.

Süveyş Kanalı’na dönük emperyal plan nasıl İsrail toprakları lehine gelişti?

İsrail’in enerji ihtiyacı ve gizli ve güvenilmez kaynaklara bağımlılığı bir ulusal güvenlik sorunu olarak görülüyordu – hatta Ben-Gurion’a göre bu bir “ölüm kalım meselesiydi”. Bunun kamuoyuna açıklanması ise İsrail’in önemli bir zafiyetini ortaya çıkarabilirdi. Nitekim Sina sadece Süveyş Kanalı, Akabe Körfezi ve Tiran Boğazı üzerindeki stratejik hakimiyetiyle değil, aynı zamanda petrol potansiyeliyle de cezbediyordu.

1956 yılında Cemal Abdül Nasır’ın Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirmesinin ardından İsrail, İngiltere ve Fransa’dan üst düzey yetkililer Mısır’ın işgalini planlamak üzere Fransa’nın Sevr kentinde gizlice bir araya geldiler. Hem Fransa hem de İngiltere kanalın kontrolünü yeniden ele geçirmek istiyordu. Ben-Gurion, Süveyş Kanalı üzerindeki emperyal kaygıda, İsrail topraklarını 1949 ateşkes hattının ötesine genişletmek için bir fırsat gördü. Ben-Gurion’un derdi sadece Nasır’ı devirmek değil, aynı zamanda Trans-Ürdün’ün Irak krallığı ve İsrail arasında paylaştırılması, Filistinli mültecilerin Filistin sınırları dışına yerleştirilmesi, İsrail’in Lübnan topraklarının kuzeyine, Litani Nehri’ne kadar genişlemesi ve Sina’nın kontrolü de dahil olmak üzere bölgenin jeopolitik haritasının toptan değiştirilmesiydi. Bunlar, arkasında güçlü bir Avrupalı hami olmadan mümkün olamazdı elbette. Ben-Gurion, Fransa Başbakanı Guy Mollet ile Sevr’de yaptığı bir görüşmeyi günlüğüne şöyle yazacaktı:

Ona güneybatı Sina’da büyük miktarda petrol keşfedildiğini, buranın Mısır’dan koparılmasının faydalı olacağını, çünkü zaten Mısır’a ait olmadığını, İngilizlerin orayı Türklerden çaldıklarını söyledim. Sina’dan Hayfa’daki rafinerilere bir petrol boru hattı döşenmesini önerdim. Mollet bu öneriyle ilgilendiğini ifade etti.

İsrail’in Sina’yı işgal ettiği Ekim 1956 ile Mart 1957 arasındaki yaklaşık dört ay boyunca, İsrail Jeoloji Araştırmaları yarımadanın haritasını çıkardı ve bölgeyi gelecekte kontrol edeceği öngörüsüyle petrol aradı. Eisenhower yönetiminin İsrail’in Sina’dan çekilmesinde ısrarcı olacağı ortaya çıktığındaysa, İsrail ordusu Mısır’ın petrol üretimini engellemek için orada buldukları boruları, pompaları ve diğer ekipmanları yağmaladı; bunların bir kısmı Eilat’tan geçen daha önceki petrol boru hattına ulaştırıldı.

İsrail ordusu Haziran 1967’de Batı Şeria, Gazze, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri ile birlikte Sina’yı da yeniden işgal etti. İsrail, Sina’da Süveyş Körfezi’ndeki Ebu Rudeys yakınlarında 117 açık deniz ve kara petrol kuyusu ele geçirdi.(6) Bu kuyular 1954’ten beri İtalyan ENI ve Mısır Genel Petrol Şirketi’nin (EGPC) ortak konsorsiyumu tarafından işletiliyordu. Güçlü hami arayışını gerileyen Avrupa imparatorluklarından ABD’ye doğru yönlendiren İsrail, Amerikan Petrol Şirketi’nin petrol sahalarına dokunmadı. Eğer ülke topraklarını genişletmeye devam etmek ve istikrarlı bir enerji arzı sağlamak istiyorsa, bunu muhakkak ABD’nin kanatları altında yapmalıydı.

Nitekim, 2011 yılında gizliliği kaldırılan 1972 tarihli bir CIA raporu, Sina’dan çalınan petrolün İsrail’in yabancı ülkelerden petrol ithalatını savaş öncesi seviyenin altında tutmasını sağladığını doğrulamaktadır:

Bu durum, İsrail’e yılda yaklaşık 25 milyon dolarlık bir döviz tasarrufu sağlamıştı. 1969 yılında Sina’dan yapılan ham petrol ithalatı yaklaşık 2 milyon ton, İran’dan ise biraz daha fazla, 3 milyon ton civarındaydı.

Nasır’ın ölümüyle kurulan dostluk

Golda Meir 1972 yılında İran’ı tekrar ziyaret etti. Şah’ın sırdaşı ve Kraliyet Sarayı Bakanı Esadullah Alem bu olayı gizli günlüklerine şöyle kaydetmişti:

18 Mayıs Perşembe – Görüşme. Golda Meir bu sabah 7’de uçakla geldi ve kısa bir süre dinlendiğini bildirdim. ‘Bu yaşlı kadın çok dayanıklı’ dedi majesteleri [Şah]. Daha sonra saat 15.00 olarak planlanan görüşmenin saatini sordu. [Golda Meir] Yaklaşık iki buçuk saat görüştükten sonra İsrail’e dönüş için havaalanına gitti.

1972 yılındaki bu ziyaret hem yarattığı askeri tehdit hem de Üçüncü Dünya’daki eşsiz şanı nedeniyle Şah ve İsrailli liderlerin ölümüne nefret ettiği Mısırlı Nasır’ın ölümünden iki yıl sonra gerçekleşmişti. Nasır’ın ölümüyle Şah, onun halefi yeni Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile kişisel bir dostluk kurdu. Görüşme esnasında Şah, Meir’e Sedat’tan İsrail’in 1967’den beri işgal ettiği Sina’dan çekilmesini isteyen bir mesaj iletti.

İsrail, bu toprak kazanımlarını elde ettiğinden beri Sina’da yasadışı olarak çıkardığı Mısır petrolüne bağımlı hale gelmişti. Bu yüzden Meir, Sedat’ın tekliflerini reddetmeyi tercih etti. Birkaç ay sonra Batı Alman Şansölyesi Willy Brandt için verilen bir resepsiyonda yaptığı şaka, bunun nedenini ima etmekteydi: “Musa bizi Ortadoğu’da petrolü olmayan tek noktaya getirmek için çölde kırk yıl dolaştırdı.” Mısır ve İsrail arasındaki yakınlaşma İsrail’in Sina’yı Mısır’a geri vermesini, Süveyş Kanalı’nın yeniden açılmasına izin verilmesini ve Eilat-Aşkelon boru hattının bir enerji güzergahı ve dolar kaynağı olarak öneminin azaltılmasını gerektiriyordu. Meir, İran ziyaretini takip eden aylarda Ürdün Kralı Hüseyin ve İran Şahı’nın Mısır’ın yapabileceği olası bir misillemeye ilişkin bir dizi gizli uyarıyı görmezden gelecekti.

İsrail’i ve özellikle de Meir’i gafil avlayan bir hamleyle Ekim 1973’te Mısır ordusu Süveyş Kanalı’nı geçti ve “yenilmez” addedilen Bar-Lev Hattı’nı aştı. İsrail güçlerinin ilk kovuluşunun yankıları epey büyük oldu. Golda Meir birkaç ay sonra istifa etmek zorunda kaldı. Yerine geçen Yitzhak Rabin, Mayıs 1974’te Mısır ile bir Kuvvetlerin Ayrılması Anlaşması imzaladı. İsrail’in Sina’dan tahliyesi ve petrol yataklarının kaybı artık kapıdayken Rabin, İsrail’in apartheid Güney Afrika’ya karşı muhalefetinden aniden caydı ve kömürle çalışan yeni elektrik santralleri için KwaZulu-Natal’dan kömür sevkiyatı müzakerelerine başladı.

Bu arada hem enerji hem de döviz kaynağı olarak İran petrolüne olan bağımlılık daha da artmıştı. Öyle ki İsrailli yetkililer, Mısır’ın Süveyş Körfezi ile Akdeniz’i birbirine bağlayacak rakip planı, kara yolu üzerindeki hakimiyetlerine ve Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden ticareti yapılan petro-dolar akışına doğrudan bir tehdit olarak görmekteydiler. Financial Times, Tel Aviv’in Eylül 1969’da Süveyş-İskenderiye boru hattı üzerinde çalışan inşaat mühendisleriyle dolu bir oteli hedef aldığında “askeri bir tesisi” bombaladığını iddia ederken “daha başka bir memnuniyet” duymuş olması gerektiğini yazacaktı.

Öte yandan İsrail ABD ile, Washington’u “İsrail’in askeri teçhizat ve diğer savunma ihtiyaçlarına, enerji gereksinimlerine ve ekonomik ihtiyaçlarına sürekli ve uzun vadeli olarak” yanıt vermeyi taahhüt ettiren gizli bir memorandum imzaladı. 1978 yılında Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nden gönderilen bir diplomatik telgrafta bunun nedeni açıkça belirtilmekteydi: “Bu ülke petrolle çalışıyor ve kısa vadede başka bir alternatifi yok. Sina II Anlaşması’nda ABD’nin tedarik taahhüdünde ısrar etmesinin nedeni budur.” Böylece ABD’nin İsrail’e yaptığı abartılı yıllık yardım ve silah transferleri kurumsallaşmış oluyordu.

Camp David Anlaşması’nı takip eden on yıllarda İsrail, bir yandan kömürle çalışan elektrik santrallerini genişletirken, bir yandan da spot piyasadan gizli olarak petrol sevkiyatları almaya devam etti. Yine Nakab’ın yanı sıra işgal altındaki Batı Şeria ve Golan Tepeleri’nde de bir dolu petrol şirketine petrol aramaları için lisans verdi – sonunda hepsi başarısız oldu. Filistin yönetiminin kurulmasına ve Gazze ile Batı Şeria üzerinde –göstermelik ve düzensiz de olsa– kontrol sahibi olmasına yol açan 1993 Oslo Anlaşmaları’ndan sonra dahi İsrail, işgal altındaki topraklarda enerji aramaya devam etti.

Gaz rezervlerinin keşfi Filistinlilerin denize erişimini sınırlandırıyor

1999 yılında British Gas, Gazze kıyılarında şimdi “Gazze Marine” olarak bilinen sahada geniş doğalgaz rezervleri buldu. Bu saha, Oslo Anlaşmaları’nın Filistin deniz ekonomik bölgesi olarak belirlediği Gazze’nin yirmi deniz mili içindeydi. Gaz rezervlerinin keşfiyle birlikte İsrail, Filistinlilerin denize erişimini önce 2002’de on iki deniz miline, ardından 2006’da Hamas’ın Gazze’de seçilmesi sonrası altı deniz miline ve son olarak da 2008-9’daki Dökme Kurşun Operasyonu’nu takiben üç deniz miline indirmeye çalıştı. Resmi olarak Filistinli balıkçıların bu üç millik alan içinde çalışmalarına izin verilirken, İsrail Donanması Gazzeli balıkçılara keyfi olarak ateş açarak ise bu erişim alanını fiiliyatta bir deniz miline kadar indirdi. Ekim ayından önce 2023 yılının neredeyse her ayında İsrail Donanması Filistinli balıkçılara plastik ya da gerçek mermilerle ateş etti, teknelerine çarptı ya da yüksek hızda su püskürterek onları kıyıya sürdü. Nitekim İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısında, İsrail Donanması’nın bombardımanının ilk hedeflerinden biri Gazze’deki Filistinli balıkçı tekneleri filosuydu. Nihayetinde İsrail’in Filistin denizleri üzerindeki tam kontrolü ve Filistin yönetimi ya da Hamas’ın British Gas ile kendi şartlarına uygun bir anlaşma yapmasına izin vermemesi, şirketin Gazze Marine’i geliştirme planlarından vazgeçmesine neden oldu.

2009’da yani Gazze Marine’in keşfinden on yıl sonra, İsrail, denizin açıklarında Tamar ve Leviathan sahalarında gaz rezervleri buldu. İsrail ulusal petrol şirketi Delek, bu iki sahayı işletmek için Oklahoma’dan Noble Energy ile ortaklık kurdu (Noble daha sonra Chevron tarafından satın alındı). 2017 yılında Ürdün, Lut Gölü’ndeki sanayi tesisleri için İsrail’den doğalgaz satın almayı kabul etti ve böylece Tamar ve Leviathan’ın geliştirilmesini dolaylı olarak finanse etmiş oldu. Geçiş yakıtı olarak doğalgaza olan yönelme ve Rusya’nın Almanya’ya kadar uzanan Kuzey Akım boru hatlarına yapılan sabotaj, Avrupa’nın çeperlerindeki –İsrail, Mısır, Cezayir, Yunanistan, Kıbrıs ve Norveç– gaz rezervlerini daha da önemli hale getirdi. Tamar bugün İsrail’in enerji ihtiyacının yüzde 70’ini karşılıyor (geri kalanı ise –bugün daha çok Rusya ve Kolombiya’dan ithal edilen– kömürle karşılanıyor). Leviathan’ın gazıysa neredeyse tamamen ihraç ediliyor – sıvılaştırma ve nihayetinde hidrojen üretimi için Mısır’a gönderildikten sonra. İsrail’in Arap komşularına gelince, onlar bir yandan Filistinlilere yönelik yağma ve saldırıları onaylamadıklarını gösterirken, bir yandan da vatandaşlarının kınayıcı bakışlarından uzakta, kapalı kapılar ardında enerji anlaşmaları yapmaktan oldukça memnun gibiler.

Haziran 2023’te Netanyahu hükümeti Filistin yönetimi ile Gazze Marine’e lisans verilmesi konusunda anlaştığını duyurdu. Resmi anlaşma Hamas’ı dışladığı için bu politikanın Mahmud Abbas’ın Ramallah’taki rejimini desteklemeye yönelik olduğu gayet açıktı. Anlaşmanın mali getirilerinin bir kısmının Gazze’ye akması, bu vesileyle de Hamas’a rüşvet verilerek Gazze’de uysallaştırılması amaçlanıyordu. Ve sonra 7 Ekim 2023’te Hamas militanları “demir duvar”ı ya da Filistinli analist Muin Rabba’nin deyimiyle Gazze’yi çevreleyen “milyar dolarlık fiziksel, elektronik ve dijital bariyeri” aşarak yaklaşık üçte biri asker olmak üzere 1.200 İsrailli ve yabancıyı öldürdü ve yüzlercesini ise rehin aldı.(7) İsrail’in tepkisi acımasızdı.

Çatışmaların sıcağında bile, Kasım 2023’te İsrail, BP ve ENI’ye Gazze Marine olmasa da Leviathan yakınlarındaki diğer sahaları geliştirmeleri için on iki yeni ruhsat verdi. Tarihlerinin en kârlı yıllarını geçiren Avrupalı hidrokarbon şirketleri bugün hâlâ Avrupa’ya yakın yeni gaz kaynakları aramaya devam ediyor. Avrupa’nın, İsrail’in en az 30 bin Filistinliyi katlederken verdiği tavizler, İsrail’in Avrupa’ya kışın yaklaştığını başarılı şekilde hatırlattığının bir kanıtıydı. Enerji arzını çeşitlendirmede kendini sıkışmış hisseden Avrupa, kaynakları arasına İsrail doğalgazını da dahil etme baskısı hissedecektir. İsrail’in Gazze denizini de istimlak edip etmeyeceğini ise zaman gösterecek.

1989 yılında Ulusal İran Petrol Şirketi, devrimden az zaman önce Eylül-Aralık 1978 arasında teslim edilen petrol kargolarının bedelini ödemesi için İsrail’i İsviçre’deki bir mahkemede dava etti. 2016’da ise, yani davanın açılmasından 27 yıl sonra, İranlılar İsrail’den 1 milyar dolardan fazla para kazandı. Fakat İsrail, kararın geçerliliğini kabul etmeyi ya da İran’a herhangi bir ödeme yapmayı reddetti. Ocak 2023’te İsrail [Parlamentosu] Knesset 1960’lardan beri “sır” olan Eilat-Aşkelon boru hattına ilişkin gizlilik kararını yeniledi. Netanyahu’nun İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında Abraham Anlaşmaları’nı imzalamasının hemen ardından, İsrail topraklarında İran’ın parasıyla inşa edilen boru hattından BAE petrolü akmaya başladı. BAE aynı zamanda İsrail’in Akdeniz’deki gaz sahalarındaki en büyük yatırımcılardan biri ve olmayı da sürdürüyor.

Filistin halkının yabancı hakimiyeti, sömürgecilik ve mülksüzleştirmeyle örülü ‘kaderi’

İsrail’in Babülmendep’den geçen ticareti, yirminci yüzyıl boyunca birbirini izleyen savaşlarda Mısır tarafından ablukaya alındı. Yirmi birinci yüzyılın üçüncü on yılında ise Yemen’deki Husiler İsrail’e giden gemilerin boğazdan geçişine etkin bir abluka uyguluyor. Husiler, 1960’larda imamları Mısırlı Nasır’a karşı savaşmaları için Suudi Arabistan ve İsrail tarafından gizlice desteklenen Yemen’in Zeydi cemaatine mensuplar. Bir zamanlar İsrail’in en büyük düşmanı olan Mısır, şimdilerde Sina ve Gazze’nin güvenliğine ilişkin İsrail’e istihbarat sağlayan ve İsrail ile koordinasyon içinde olan Sisi hükümeti tarafından yönetiliyor. Bir vakitler İsrail’in bölgedeki en yakın müttefiki olan İran, şimdi İsrail’in can düşmanı. Yine bir zamanlar İsrail’in Afrika kıtasındaki en yakın dostu, başlıca kömür ve uranyum kaynağı ve nükleer silah geliştirme ve test etmede işbirlikçisi olan Güney Afrika, ırk ayrımcılığını ortadan kaldırdı ve İsrail’i Gazze’deki soykırım şiddetinden sorumlu tutarak Uluslararası Adalet Divanı’nda dava etti.

Filistinli akademisyen Fayez Sayegh, 1965 yılında kaleme aldığı yerleşimci sömürgecilik analizinde yabancı hakimiyetine, sömürüye ve mülksüzleştirmeye maruz kalan Filistinlilerin kaderine mercek tutuyor:

Filistin toprakları yabancıların yönetimi altındadır. Kaynaklarını başkaları sömürmektedir. Halkı anavatanından sürgün edilmiştir. Arap sakinlerden geriye kalanlar, en az Asya ya da Afrika’daki herhangi bir ırkçı rejim kadar sert bir ırkçı ayrımcılık ve baskı rejimi altında çürümektedir. Tüm bunlar emperyalizmin iş birliği ile ve terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmiştir.(8)

Bu sözlerin yazılmasından bu yana geçen 60 yılda, her gün biraz daha fazla Filistin toprağı İsrail kontrolü altına girdi. Kasıtlı kalkınmasızlaştırma [de-development] politikaları, Filistin’in doğal kaynakları ve ekonomisi üzerindeki İsrail hakimiyetini günden güne pekiştirdi. Filistin halkının, işletmelerin veya yaşamsal altyapıların yerle bir edilmediği sınırlı yerlerde de hayatta kalabilmek için İsrail’e bağımlı hale getirildiler. İsrail, eski ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig’in deyimiyle “dünyanın batmayan en büyük Amerikan uçak gemisi” haline gelerek kendisini uluslararası kınamalardan izole etmiş oldu. Ne var ki, bir zamanların bu kesin doğrusu, artık geçerli olmayabilir. Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın İsrail’in Filistinliler üzerindeki tahakkümüne verdiği koşulsuz destek ve İsrail’den ve İsrail aracılığıyla elde edilen hidrokarbon ticareti, İsrail’i Avrupa enerji ağlarına sıkı sıkıya bağlıyor. Bugün İsrail’in geleceği, kendi kendini patlatmak ile Batılı güçler tarafından şımartılmaya devam etmek arasında belirsiz bir noktada duruyor. İsrail’e verilen açık çek göz önüne alındığında, ABD’nin bölgedeki jandarması olarak kalması, Avrupa’ya ve uyuşuk Arap müttefiklerine yönelik doğalgaz simsarlığını pekiştirmesi ve genişletmesi ise hiç de mantıksız görünmüyor.


Notlar:

(1) 1960’ların ikinci yarısından itibaren Exxon, Gulf Oil, Mobil, Texaco, Socal, British Petroleum ve Royal Dutch Shell’den oluşan dönemin Avrupalı ve Amerikalı en güçlü petrol şirketlerini ifade etmek için kullanılan gönderme. (ç.n)
(2) Uri Bialer, 2007, ‘Fuel Bridge across the Middle East—Israel, Iran, and the Eilat–Ashkelon Oil Pipeline’, Israel Studies 12(3): 29–67.
(3) Fredrik Meiton, Electrical Palestine: Capital and Technology from Empire to Nation (University of California Press, 2019).
(4) Pinhas Rutenberg: Rusya’da Sosyalist Devrimciler (SR) mensubu. 1905 Devriminden sonra sürgündeyken siyonizme bağlanmış ve I. Dünya Savaşında ABD’ye giderek Filistin’de bir siyonist silahlı birlik kurulması için Yahudiler arasında faaliyet yürütmüştü. (ç.n.)
(5) Shira Robinson, Citizen Strangers: Palestinians and the Birth of Israel’s Liberal Settler State (Stanford University Press, 2013), 181.
(6) Elias Shoufani, 1972, ‘The Sinai Wedge’, Journal of Palestine Studies 1(3): 85–94.
(7) Mouin Rabbani, ‘Gaza Apocalypse’, SecurityInContext.com (6 January 2024) 6 Fayez Sayegh, Zionist Colonialism in Palestine (PLO Research Centre, 1965), 50.
(8) Fayez Sayegh, Zionist Colonialism in Palestine (PLO Research Centre, 1965), 50.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı basını, Putin’in Çin ziyaretini nasıl değerlendirdi?

Yayınlanma

Rusya Devlet Başkanı’nın Çin ziyareti yabancı basında en çok tartışılan gündem maddeleri arasına girdi. Gazeteler, iki lider arasındaki yakın kişisel ilişkileri ve Çin’in Batı ile ilişkilerinde kendisine pek çok sorun çıkaran ‘sınır tanımayan dostluk’ taahhüdü üzerine spekülasyonlarda bulundu.

Wall Street Journal:

“Çin lideri Xi Jinping’e göre Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD egemenliğindeki dünya düzeniyle mücadelede faydalı bir ortak. Ancak bu ilişki Çin açısından zahmetli, zira ABD’li ve Avrupalı yetkililer Çin’i Rusya’nın ordusunu yeniden inşa etmesine yardım etmemesi konusunda uyarmıştı.

İki lider, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya girmesinden kısa bir süre önce ‘sınır tanımayan dostluk’ ilan etti. O zamandan bu yana Çin, Rus ekonomisine can simidi atmış olsa da daha az genişlemiş durumda. Putin, Rusya’nın Batı’nın kendisini tecrit etme çabalarına direnmesine yardımcı olan bu desteği genişletmek isteyecektir. Üstelik bu ziyaret, Rusya halkına hala etkili dostları olduğunu göstermesine de olanak sağlayacak…

Putin’in Çin’in kuzeydoğusuna yaptığı ziyaret, Ukrayna’daki çatışmaların patlak vermesinden bu yana Rusya’nın özellikle yakınlaştığı Kuzey Kore’yi de ziyaret edebileceği yönündeki spekülasyonları artırdı. Bu, Rusya’nın Kuzey Kore ile artan bağları Çin’de bazı rahatsızlıklara neden oldu.”

Le Temps:

“Bu iki adam hiç ayrı düşmeyecek gibi görünüyor. Bu, 2012’den bu yana devlet başkanları olarak gerçekleştirdikleri 43. görüşme. Çin Devlet Başkanı için bu sayı Hintli mevkidaşlarının iki katı, Japon mevkidaşlarının dört katı ve ABD başkanları ya da Avrupalı yetkililerden çok daha fazla yüz yüze görüşme anlamına geliyor. İki ülke arasındaki ilişkiler Stalin döneminden bu yana hiç bu kadar sıcak olmamıştı.”

Le Figaro:

“Xi Jinping en iyisini sona sakladı. Çin Devlet Başkanı, perşembe günü ‘eski dostunu’ kabul etti. Vladimir Putin, Elysee Sarayı’nda Emmanuel Macron’a gülümsemesinden sadece on gün sonra Pekin’de… Yeni ‘seçilmiş’ Rusya Devlet Başkanı onuruna düzenlenen bu iki günlük resmi ziyaret, Ukrayna’daki savaşın arifesinde iki güç merkezi arasında kurulan ‘sınır tanımayan ortaklığın’ gücünü teyit etmeli ve tarafsızlık görüntüsünü korumaya çalışan ikinci dünya gücünün sempatilerine parlak bir ışık tutmalı.”

Sueddeutsche Zeitung:

“Devlet Başkanı Xi, Putin ile yaptığı görüşmede Avrupa’da barış arzusunu vurguladı. Putin müzakere isteğini yineledi. Ancak belli ki sonuç hakkında kendi fikirleri var. Pekin, Rusya’nın yer almadığı İsviçre’deki barış konferansına katılmayı henüz kabul etmedi. İyi ilişkileri ve Moskova üzerindeki etkisi nedeniyle Çin belirleyici bir katılımcı olarak görülüyor. Ancak Rusya bununla pek ilgilenmiyor.”

Les Echos:

“Ukrayna’daki savaş için destek arayan Rusya Devlet Başkanı, mart ayında yeniden seçilmesinden bu yana ilk yurt dışı gezisini Çin’e yaptı. Çinli mevkidaşı da geçen yıl aynı şeyi yaptı ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasından kısa bir süre önce Şubat 2022’de imzalanan ‘sınır tanımayan’ dostluğu daha da pekiştirmek istercesine, eşi benzeri görülmemiş bir üçüncü dönem için göreve başlamasından kısa bir süre sonra Moskova’yı ziyaret etti.

Eğer Vladimir Putin, ‘sınır tanımayan dostluğu’ test etmeye geldiyse, Xi Jinping de Rusya’ya desteğini azaltması için Batı’nın artan baskısı altında bir ipte yürümek zorunda.

Pekin, Rusya ile stratejik ortaklığının ‘en önemli’ ortaklık olduğunu düşünüyor ancak Çin’in durgun ekonomisini canlandırabilecek kilit bir ticaret ortağı olan Avrupa’dan daha fazla uzaklaşmak istemiyor. Pekin aynı zamanda ABD ile olan ilişkilerini de zor da olsa istikrara kavuşturmaya çalışıyor.

Aslında Rusya ile ‘sınır tanımayan dostluğun’ hala sınırları var: Çin, Rusya’ya doğrudan silah tedarik ederek kırmızı çizgiyi aşmayı reddediyor. Washington’un baskısı altında, birkaç küçük Çin bankası yakın zamanda Rus müşterileriyle olan işlemlerini durdurdu ya da azalttı. Çin, devasa Sibirya’nın Gücü-2 doğalgaz boru hattı projesine ilişkin nihai anlaşmayı geciktirmeye devam ediyor. Ancak Kim Jong-un’un uluslararası alanda dışlanan Kuzey Kore’si, sorgusuz sualsiz Rusya ile askeri iş birliğini artırıyor ve Batı tarafından Ukrayna’daki savaş için mühimmat tedarik etmekle suçlanıyor. Vladimir Putin, Asya turu sırasında Pyongyang’ı ziyaret ederek bu desteği takdir edebilir.”

Der Spiegel:

“Çin Devlet Başkanı Xi, Pekin’de ‘eski dostunu’ kabul etti. Putin. İki devlet başkanı karşılıklı iltifatlarda bulunurken aynı zamanda Batı’ya karşı ittifaklarını güçlendirmek istiyorlar. İki günlük ziyaret öncelikle ilişkilerin kalitesini kamuoyuna göstermeyi amaçlıyor. Berlin merkezli bir Çin araştırma enstitüsü olan Merics’in analistlerinden Helena Legarda, ‘Moskova ile Pekin, bu vesileyle yakın ortaklıklarını ve küresel düzeni reforme etme ve ABD’ye karşı bir kutup oluşturma yönündeki ortak hedeflerini vurguluyor’ diyor.

Elbette Putin için öncelikle Batı’ya karşı ittifakı güçlendirmek önemli. Bir yandan böyle bir uyum, Moskova’nın yalnız olmadığını göstermek için dünyanın geri kalanına bir jest olarak önemli.”

Neue Zuercher Zeitung:

“Rusya Devlet Başkanı, Çin’de harika bir şekilde karşılanıyor. Kremlin, Ukrayna’daki çatışmalarda büyük komşusu Çin kadar başka hiçbir ülkeye güvenmiyor. Daha Şubat 2022’de, Ukrayna’daki çatışmalar başlamadan birkaç gün önce Vladimir Putin ve Xi Jinping ‘sınır tanımayan dostluk’ yemini etmişlerdi. Şimdi iki devlet başkanının iki ülke arasındaki ilişkileri daha da yüksek bir seviyeye taşımak istedikleri anlaşılıyor. Uzmanlara göre, ikili ilişkilerin gelişimi (çatışmanın) gidişatına bağlı.

Pekin’deki Çin Halk Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler uzmanı olan Shi Yinhong, ‘Rusya daha fazla ilerleme kaydederse, ilişkiler daha da derinleşecektir’ dedi.

Xi’nin gözünde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı kazanacağı bir zafer, Çin’in başlıca rakibi olan ABD için bir yenilgi anlamına gelecektir. İşte bu yüzden Çin,Ukrayna savaşında Putin’i destekliyor. Fakat Çin, Rusya’yı destekleme konusunda ihtiyatlı davranmak zorunda… Çin yönetimi, ABD’nin Çin bankalarının dolar ödemelerini kesmesinden korkuyor. Bu nedenle Çin hükümeti, büyük Çin bankalarının Rusya ile iş yapmadığından emin olmak için yakından izliyor.”

Rusya Devlet Başkanı Putin’in Çin ziyareti başladı: ‘Kapsamlı ortaklığın derinleştirilmesi’ mesajı

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English