Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Prabhat Patnaik: Yeni bir mücadele dönemine giriyoruz

Yayınlanma

Hindistan’ın en önemli marksist iktisatçılarından ve Türkiye’de de eserleri yakından takip edilen Prabhat Patnaik ile bir röportaj yaptık. Prabhat Patnaik, Hindistan, Yeni Delhi’deki Jawaharlal Nehru Üniversitesi Ekonomik Çalışmalar ve Planlama Merkezi’nde fahri profesörü ve Haziran 2006’dan Mayıs 2011’e kadar Kerala Devlet Planlama Kurulu’nun başkan yardımcısı olarak görev yaptı. Patnaik’in Utsa Patnaik ile birlikte yazdıkları Sermaye ve Emperyalizm: Kuram Tarih ve Günümüz (Çev. Ata Türkoğlu, Kalkedon Yayınları, 2022, İstanbul) Türkçeye çevrilen tek kitabı.

Patnaik’e göre, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği yeniden üretim şemaları, kapitalist üretimin kapalı bir sistem olarak varsayıldığı bir teorik çerçevenin ürünü ve Marx aslında bu varsayımı yazılarında reddetmişti. Hint yazar, neoliberalizmin bugünkü krizinin de dış uyaranların ortadan kalktığı bir dönemde yaşandığına dikkat çekiyor.

Hindistan’da yıl başında zafere ulaşan büyük köylü direnişini de hatırlatan Patnaik, günümüzde bir işçi-köylü ittifakının zemininin, Lenin’in zamanına göre daha sağlam olduğunu ileri sürüyor; zira her iki sınıf da küresel mali sermayenin saldırısı altındadır. Konuğumuza göre, Hindistan’daki köylü direnişi, neoliberalizme karşı siyasi bir karşı çıkış olması bakımından ilktir; bunun yanı sıra, sermaye karşısında güçsüzleşen ve uzun süreli eylemlerden uzak duran işçi sınıfının aksine, bir hayli uzun erimli bir mücadeledir.

Prabhat Patnaik, Rusya-Ukrayna savaşının çökmekte olan neoliberal düzenin bir semptomu olduğunu düşünüyor. One göre düzeni korumak için getirilen Rusya’ya yönelik yaptırımlar, sistemin çöküşüne neden olan etmenlerden biridir. Patnaik, bu durumun yalnızca “Küresel Güney” halkları için değil, “Küresel Kuzey” işçileri için de bir fırsat doğurduğunu düşünüyor. Avrupa’da olup bitenler tüm dünyayı ilgilendirmektedir; kış aylarında artan grevler, Patnaik’e göre bir işarettir: Artık genel bir mücadele dönemine girdiğimizin işareti…

‘DIŞ UYARAN YOKSUNLUĞU KRİZİN NEDENLERİNDEN BİRİ’ 

Kitaplarınız ve makalelerinin Türkiye’de yakından takip ediliyor. Utsa Patnaik ile birlikte yazdığınız son kitabınız Sermaye ve Emperyalizm: Kuram, Tarih ve Günümüz Türkçeye çevrildi. Şunu sorayım: Kapitalizmin kendi kendine yeten kapalı bir sistem olarak analizini reddediyorsunuz ve ayrıca kapitalizmin her zaman tarihsel olarak kapitalizm öncesi bir ortama yerleştiğini, hatta varlığının ve genişlemesinin ikisi arasındaki etkileşime bağlı olduğunu iddia ediyorsunuz. Yani, basit yeniden üretimin, dışsal bir uyaran olmaksızın genişletilmiş yeniden üretim yaratabileceği iddiasını kapitalist üretimin mantığı içinde reddettiğiniz çok açık, değil mi? Bu nedenle, sömürge oluşumu ve emperyalizm, kapitalizmin tarihinde “aşamalar” olarak nitelendirilemez, en başından beri kapitalist üretimin doğasında var olan niteliklerdir.

Evet, kesinlikle. Çünkü Marx, yeniden üretim şemalarını yazarken, üretken sermaye biçiminde tüketilen, biriktirilen –veya üretken sermaye biçiminde biriktirilen– artı değer ne olursa olsun, mallar için herhangi bir talep yaratmayacak şekilde, artı değerin para biçiminde biriktirilebileceğini varsaydı. Bu, Marx’ın yazılarında uzun süredir var olan bir şeydi. Marx, temelde arzın kendi talebini yarattığını, bu nedenle hiçbir zaman toplam talebin verimliliği sorunu olmadığını söyleyen Say kanunu adını verdiği şeyi reddetmiştir. Ama yeniden üretim planları üzerinde çalışırken, esas ilgisinin metaların dolaşım sürecinin tam olarak nasıl gerçekleştiğini göstermek olduğunu düşünüyorum.

Kapitalizmde işlerin gerçekte böyle olduğunu iddia etmek zorunlu değildir. Yeniden üretim şemaları temel olarak Say kanununun geçerli olduğu varsayımına dayanmaktadır. Fakat bu Marx’ın yazılarında reddettiği kanundur. Dolayısıyla, onun genişletilmiş yeniden üretim tasvirini, kapitalizm yönetiminde işlerin nasıl gerçekleştiğinin gerçekçi bir tasviri olarak düşünmemeliyiz. Birikimin para biçimini alabileceğini, paranın zenginliğin tutulabileceği bir biçim olabileceğini hesaba kattığımız an, o zaman elbette kapitalizmi sadece döngüsel olarak aşırı üretime tabi bir sistem olarak görmekle kalmayıp bir süre boyunca aşırı üretime tabi olabilecek bir şey ve böylece, bir dış uyaranın yokluğunda veya bir dış pazarın mevcudiyetinin yokluğunda zorunlu olarak genişletilmiş yeniden üretim yaşamadan basit bir yeniden üretim durumuna yerleşebilen bir şey olarak görmemiz mümkün olur. Sömürgeciliğin veya Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nde öne sürdüğü gibi kapitalizm öncesi piyasaların bu rolü oynadığına inanıyorum. Kapitalizm öncesi piyasaların tükenmesinden sonra, açık ki tükendiler, bence devlet müdahalesi de benzer bir rol oynadı. Ve ben şu anda, neoliberalizmde her iki dış pazar da az ya da çok tükendiğinden ve devlet müdahalesi neredeyse tamamen dışlandığından, kapitalizmin dışsal bir uyarandan yoksun olduğunu, bu nedenle mevcut krizi yaşadığınızı savunuyorum.

Yani Nikolay Buharin’in Rosa Luxemburg’a yönelik dış pazar eleştirisini ve sermayeler arası rekabet vurgusunu da reddediyorsunuz.[1] Para için zenginlik talebinin birikim için de kullanılabileceği konusunda ısrar ediyorsunuz.

 Evet. Rekabet, kapitalistleri sermaye biriktirmeye zorlar. Fakat sermaye birikimi birçok farklı biçim alabilir. Biri, para cinsinden birikimdir. Rekabetin kapitalistleri fiilen sermaye malları biçiminde biriktirmeye zorlaması için hiçbir neden yoktur ve bu temel olarak benim işaret ettiğim şeydir. Birikimin para biçimini alabileceği gerçeği bir kez kabul edildiğinde, dışsal bir uyarana duyulan ihtiyaç oldukça açık hale gelir.

Kitabınızda üç dış uyaran sayıyorsunuz: kapitalizm öncesi piyasalar, devlet harcamaları ve inovasyon. Küresel kapitalizmin bugünkü ortamını bu uyaranlar açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Neoliberalizm çağında bunlara sahip miyiz? 

Literatürde genel olarak tartışılan üçünden, inovasyonun gerçekten ciddi bir dışsal uyaran olmadığını düşünüyorum. Bu noktada benim argümanım, çalışmalarına çok itimat ettiğim Michael Kalecki’nin argümanından farklı olacaktır. Çünkü inovasyonlar tam olarak piyasalar büyürken ortaya çıkar. Yani büyümenin olduğu bir dönemde inovasyon devreye girer. Ve bu, Büyük Buhran döneminde çok açık olarak görülen bir şeydir. Pek çok icat ortaya çıkmıştı, fakat hiçbiri üretim sürecine inovasyon olarak dahil edilmedi ve aslında uygulanmak için savaş sonrası kapitalist patlama dönemini beklemek zorunda kaldılar. Otomobil patlaması aslında ABD’yi durgunluktan veya 1930’ların Büyük Buhranından çıkarmaktan çok uzaktı. Aslında buhran nedeniyle bunlar saklandı. Bu nedenle, inovasyonların gerçekten otantik bir dışsal uyaran sağladığına inanmıyorum. Hangi yatırıma karar verilirse verilsin, bu yeni süreçlerin biçimidir fakat yeni süreçlerin kendileri daha büyük miktarda yatırımı teşvik eder – işte bu konuda şüphelerim var.

Açıktır ki, eğer devlet harcamaları emekçilerin zararına değil de kapitalistlerin vergilendirilmesiyle veya daha genel olarak yüksek gelirlilerin vergilendirilmesiyle finanse edilirse, bunun dışsal bir teşvik olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu durumda vergilerin bir kısmı onların tasarruflarından gelecek, dolayısıyla net bir uyaran var. Ya da devlet harcamaları bütçe açığı ile finanse edilebilir. Ama mesele şu ki, neoliberalizm koşullarında, kapitalistleri veya fazla kazananları vergilendirmeye, küreselleşmiş finansal sermaye genellikle karşı çıkar. Mali açığa da öyle, bu yüzden çoğu ülkede mali sorumluluk mevzuatı var. Bu nedenle, neoliberalizmde tekil ulus-devlet politikalarının küreselleşmiş mali sermayeye uyması gerekir, aksi halde sermaye ülkeyi terk eder, başka bir yere gider.

Dolayısıyla, çoğu hükümet kendilerini ekonomiyi gerçekten canlandıramayacakları bir konumda buluyor, her iki yoldan da ekonomiyi tek başlarına canlandıramazlar. İşte neoliberalizmin kapitalizm öncesi pazarlara erişiminin olmamasının ya da kapitalizm öncesi pazarların şimdilerde kapitalist iktisadi canlılığı teşvikteki ağırlığını artık kaybetmesinin nedeni budur. İkincisi, neoliberalizm altında devlet bu rolü üstlenemez. İşte bu nedenle neoliberalizm dönemi, 2008’den sonra kapitalist dünyaya yerleşen genel bir durgunluk dönemiyle ilişkilendirilir.

‘ENFLASYONUN NEDENİ YÜKSEK KÂRLAR’

Yani Yeşil Enerji, Endüstri 4.0 vb. konularda şüpheci misiniz?

Bu konuda çok şey konuşuluyor. Ama aslında hiçbirinin herhangi bir ekonomiyi uyardığını görmüyorum. Demek istediğim, şu anda dünya çapında oldukça ciddi bir durgunluğa giriyoruz. Bu dünya çapındaki durgunluğun, bahsettiğim daha uzun vadeli faktörlerle hiçbir ilgisi olmadığını söyleyebilirsiniz. Bunun bir şekilde daha uzun vadeli faktörlerle ilgisi olduğuna inanıyorum. Bu faktörler şunlardır: Temelde ekonomiyi neoliberalizmin parametreleri içinde canlandırmak için, hükümetler, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, çok uzun bir süredir neredeyse sıfır faiz oranları ve ekonomiye devasa miktarlarda likidite sağlayan parasal genişleme politikası izliyorlar ki bu gerçekten çok büyük bir risk oluşturuyor. Biliyorsunuz, mevcut enflasyon aslında yükselen kar marjları tarafından teşvik edildi. Artan kar marjlarının aslında çoğu kapitalist ekonomide likidite risklerini gerçekten büyük ölçüde azaltan bu muazzam miktardaki likiditenin dalgalanması tarafından kolaylaştırıldığına inanıyorum. Karşı karşıya kalacağı ciddi likidite riskleri ise handikap olacaktır. Fakat bu muazzam miktarda likiditenin mevcudiyeti ve neredeyse sıfır faiz oranları, likidite risklerini, birçok şirketin kar marjlarını yükseltmeyi şekillendirebileceklerini hissettikleri bir noktaya kadar azaltan bir şeydir. Ve bunun enflasyonun başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Artık kapitalist dünyanın her yerindeki hükümetler, ücretleri kısmak için fiilen faiz oranlarını artırıyorlar. Dolayısıyla bu dünya ekonomisini ciddi bir resesyona itiyor.

Kitabınızda, sömürge çevrenin sanayisizleştirilmesinde metropol merkezin rolünü vurguluyorsunuz. Küçük üreticiler ve işgücü rezervleri okyanusu, merkeze ve yerel toprak sahiplerine hizmet eder ve ayrıca kapitalistler, ücretlerin neredeyse sabit bir payı olsa bile paranın değerini sabitleyebilirler. Fakat onlarca yıldır emperyalist ülkelerde sanayisizleşme ve eski sömürgelerde bir tür sanayileşme yaşandı. Bu dönüşü nasıl açıklıyorsunuz? Kaldı ki, tüm ileri kapitalist ülkelerde reel ücretler giderek azalmaktadır. Bu eğilimi nasıl açıklıyorsunuz?

 Önce bir şeyi belirteyim. Üretimde sermaye göçü olmasına rağmen, malların dolaşımı olmasına rağmen üretimdeki sermaye Küresel Güney’in birkaç ülkesine, özellikle Güneydoğu Asya’ya ve belki de bir dereceye kadar Güney Asya’ya taşındı. Fakat sermayenin bu hareketine rağmen, bugünün kapitalizminin bu anlamda sömürge döneminde olduğundan çok farklı olduğu doğrudur. Sömürge döneminde dünya ekonomisi parçalara ayrılmıştı. Küresel Güney’den gelen emeğin Küresel Kuzey’e taşınmasına izin verilmiyordu – hala serbestçe hareket etmesine izin verilmiyor. Küresel Kuzey’den gelen sermaye, yasal olarak Küresel Güney’e taşınmasına izin verilmesine rağmen, gerçekte bunu yapmadı. Mesele şu ki, ikinci kısım artık doğru değil. Küresel Kuzey’den gelen sermaye, en azından belirli faaliyet dönemlerinde, Küresel Güney’e kayıyor. Bunun, Küresel Güney’de bulunan ve sömürgeciliğin bir mirası olan emek rezervlerini tüketeceği düşünülebilirdi. Fakat bu olmuyor. Ve aslında Küresel Güney’deki işgücü rezervleri, sermayenin Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e hareket etmesine rağmen iş gücünün tamamına nazaran artıyor. Bunun nedeni, bu tür sermaye hareketlerinin getirdiği teknolojik ilerleme oranlarının gerçekten çok yüksek olmasıdır. Dahası, emek rezervleri tükenmezse, ücretler emek verimliliği artarken geçimlik düzeyde kalır, artıktan alınan pay yükselir ve yüksek gelirliler istihdam yoğunluğu daha az olan metaları tercih ederler.

Yani gelir dağılımındaki değişim istihdamı azaltmada da etkili olur. Ve tabii ki emek üretkenliğindeki çok yüksek büyüme oranları. Birçok ülkede istihdamdaki büyüme, bırakın işgücü rezervlerini emmesi, işgücünün doğal büyüme hızından bile daha azdır. Dahası, emek rezervleri de yenilenir çünkü neoliberalizmde zorunlu olarak küçük üreticilere ve köylülere yönelik bir saldırı vardır. Bütün fikir, tüm sektörü sermayenin gaspına açmaktır. İşte bu nedenle Küresel Güney’deki birçok ülkede planlama döneminde küçük üretim sektörü fiilen korunmuştur: birçok ürün için asgari fiyatlamalar, sübvansiyonlar… Hindistan’da, mevcut hükümetin geri almaya çalıştığı tahıllar için fiyat koruması hâlâ var. Fakat bu fiyat korumasının geri çekilmesine karşı bir yıl boyunca köylü ajitasyonu yapıldı.

‘HİNDİSTAN’DA KÖYLÜ DİRENİŞİ NEOLİBERALİZME İLK SİYASİ KARŞI ÇIKIŞTI’

Emperyalist sermayeye karşı bu köylü direnişini sormak istiyorum. Çünkü genişleme yoluyla birikim ile gasp yoluyla birikim arasında bir ayrım yapıyorsunuz. Bugünün emperyalizminin sadece artı değeri emmekten ziyade sürekli ilk birikime [primitive accumulation] ve mülksüzleştirmeye ihtiyacı var gibi görünüyor. Buna katılıyor musunuz? Özellikle Hint Yarımadası, Güneydoğu Asya ve Kuzey Afrika’da köylüler ve küçük üreticiler hâlâ önemini koruyor. Görünüşe göre Asyalı ve Afrikalı köylüleri mülksüzleştirmek emperyalizmin ana hedeflerinden biri.

 Evet, tabii ki, kesinlikle. Ve aslında bu neoliberalizmin getirdiği bir şey. Savunduğum şeylerden biri de, ilk birikimin sadece kapitalizmin kökenleriyle sınırlı bir şey olmadığıdır. Bahsettiğim dışsal uyaran aslında ilk birikimin bir parçasıdır. Aslına bakılırsa, Marx gitgide bunun farkına vardı. 1881’de Danielson’a, değerin Hindistan’dan İngiltere’ye akışından bahsettiği bir mektup yazdı. Devasa rakamlar. Hindistan’dan akan değerin, Hindistan’daki 60 milyon tarım ve sanayi işçisinin gelirine denk olduğunu söylüyor. Bu gerçekten sadece bir ikincil [epiphenomenal] olarak ele alınamayacak bir şey. Bence Marx’ın kendisi de normal birikimle eş zamanlı olarak meydana gelen bir ilk birikim süreci olduğunun farkındaydı. Bu fikri geliştirmek için zamanı olmadı. Dolayısıyla ilk birikim, neoliberalizm altında Küresel Güney’de bir ilk birikim sürecini empoze etmek için özellikle çaba harcanan bir şeydir. Bu da birçok köylünün ve küçük üreticinin işini kaybetmesi ve iş aramak için işgücüne katılması anlamına gelir, fakat elbette bunun için yeterli istihdam yaratılmadı. Dolayısıyla işgücü rezervleri artar, bu nedenle Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e bir dizi faaliyette kayma olsa da, bu Küresel Güney’in ücretlerini yükseltmezken Küresel Kuzey’deki ücretleri aşağıda tutar.

Öyleyse Hint köylü direnişinin önemi nedir?

Akılda tutulması gereken birkaç şey var. Bu temelde, köylülüğün artık küreselleşmiş sermaye, uluslararası tarım ticareti vb. ile karşı karşıya olduğu anlamına gelir. Lenin işçi-köylü ittifakından bahsederken, bu ittifakın temelinde işçilerin feodal beylere karşı demokratik bir devrim başlatması ve bunun da köylüleri özgürleştirmesi yatıyordu. Ama köylüler, feodal beylerden kurtulduktan sonra, o zaman elbette işçi-köylü ittifakının temeli ortadan kalkar. Elbette, bir bütün olarak köylülük ile işçiler arasında olmaz. Sovyet sanayileşme tartışması buydu. Buharin-Preobrajenskiy tartışması buydu.[2] Ve bence, Stalin’in tüm soruna zorunlu kolektifleştirme yoluyla çözümü, sosyalizmin gelişiminde bir iz bıraktı, yani, gelişen tüm o otoriter yapı vb. Tüm bunlar o kolektifleştirme döneminde şekillendi, Sovyetlerdeki zorunlu kolektifleştirme nedeniyle tasfiyeler [recisitums] yaşandı.

Şimdi çok farklı bir dünyada yaşıyoruz, işçi-köylü ittifakının temelleri gerçekten çok daha sağlam, çünkü her ikisi de artık küreselleşmiş sermayeyle karşı karşıya. Dolayısıyla, kulakların sosyalist düzene karşı kapitalist bir tehdit oluşturması söz konusu değil. Çünkü ekonomi, onları kontrolünde tutmak isteyen uluslararası tarım ticaretinin gaspına açıksa, köylüler kapitalist bir sınıf olarak gelişemezler. Yani bu aslında zengin köylü sınıfından yerli kapitalizmin gelişimine bir kısıtlama getiriyor. Öte yandan bir bakıma posaları çıkarılıyor. Sanayi işçileri ile ortak bir dava oluşturmakta gerçek çıkarları var. Başka bir deyişle, bugün bir işçi-köylü ittifakının temeli, Lenin’in günlerindeki herhangi bir türdeki ittifaktan daha güçlüdür.

Bence Hint köylü mücadelesinin önemi, neoliberal düzene siyasi düzeyde ilk meydan okuma olmasında yatıyor.[3] İşçi sınıfı, hem Küresel Kuzey’de hem de Küresel Güney’de büyük ölçüde zayıfladı. Greve giderseniz sermaye başka yere kayar ve fabrikasını başka yere kurar. Bu tür bir korku, genellikle işçi sınıfına boyun eğdirecek bir şeydir. Bir günlük grev olur, iki günlük grev olur ama uzun süreli eylem olmaz. Dolayısıyla, Hindistan’daki köylü eylemi ilk uzun süreli eylemdi. Ve kelimenin tam anlamıyla, köylü direnişini kırmak için devletin elindeki her araç kullanıldı. Fakat başarısız oldular. Köylülere karşı akla gelebilecek her yolu seferber ettiler ama hükümet başarılı olamadı.

‘NEOFAŞİZM, NEOLİBERALİZMİN OLASI İŞÇİ MİLİTANLIĞINA YANITI’ 

Son krizin ana sonuçlarından birinin neofaşizm olduğunun altını çiziyorsunuz. Neofaşizm, neoliberalizme ve mali köleliğe karşı olduğunu iddia ediyor gibi görünse de, bu hareketin yeni bir sanayi politikası ve kamu harcamaları ile ulusötesi finansal akışları kesmeye veya işçilerin tüketimini artırmaya çalıştığına dair bir emare yok. Bence Hindistan’da Narendra Modi bu eğilimin en iyi örneklerinden biri. Peki, neoliberalizmden kaçış yok gibi mi görünüyor? Modi, Erdoğan, Orban gibi liderler, Batı hegemonyasına direndiklerini ve ülkelerini bağımsız kıldıklarını iddia ediyorlar. Bu mümkün mü? 

Hiç de mümkün değil. Modi durmadan küresel sermayeye, gelip burada fabrikalar kurması için yalvarıyor, tüm slogan “Hindistan’da üret.” Bence neofaşizm, olası işçi sınıfı militanlığına neoliberalizmin yanıtı: şu anda Avrupa’nın büyük bir bölümünde tanık olduğunuz ve Küresel Güney’de bile her türden tehdit oluşturabilecek bir militanlık. Asya’nın çoğunda bu militanlık kendini gösterecek. Sri Lanka’nın iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin bu ülkeyi ittiği ekonomik kriz, şimdi işçi sınıfı direnişi ve genel kentsel direniş anlamında patlayacak.

Mesele şu ki, neoliberalizmin krizi onu, alternatif bir siyasi destek sütununa ihtiyaç duymadan devam edemeyeceği bir duruma getirdi. Neofaşizm bu siyasi desteği çeşitli şekillerde sağlar. Birincisi, o elbette otoriterdir. Ve sadece devlet otoriterliği açısından otoriter değil, aynı zamanda etrafta dolaşan ve insanları terörize eden haydut ve holigan ordusuna da sahiptir. İkincisi, işçi sınıfını etnik köken, din vb. çizgiler üzerinden böler. Üçüncüsü ve en önemlisi, söylemi değiştirir. Modi artık iktisadi canlanma getirdiğini, istihdam sağlayan işler yarattığını iddia etmiyor, tapınak inşa ettiğini iddia ediyor. Yani söylemi değiştirdiler. Neofaşizmin neoliberalizm için yararlı olmasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Fakat tüm faşizmlerden farklı olarak neofaşizm, neoliberalizmin iktisadi krizine herhangi bir çözüm sağlayamaz; askeri bir çözüm bile.

Batı yaptırım rejiminin dünya ekonomisini neoliberal düzenden bir dizi ad hoc [geçici, plansız, özel bir amaca yönelik] düzenlemeye ittiğini ve emperyalist egemen düzenin altını tamamen oyduğunu söylediniz. Buna hâlâ inanıyor musunuz? Bu geçici düzenlemeler bizi kanlı bir dünya savaşına mı çekiyor? Ayrıca, Rusya henüz herhangi bir yabancı sermayeyi veya Rus sanayisini devletleştirmedi ve Sovyet tarzı bir ekonomi veya sosyalist önlemlerden kesinlikle kaçınıyor. Görünen o ki, neoliberal dönem ve emperyalist tek kutupluluk sona erdiğinde, bu, Batı ile çekişen tek tek ülkelerin otomatik olarak yeni ve sosyal bir ekonomik politika benimsemeleri anlamına gelmiyor.

Buna katılıyorum. Sosyalizm gizlice gelmez. Bence Ukrayna savaşı kesinlikle küresel kapitalizm için muazzam bir kriz. Neoliberalizm dünyaya bir düzen dayatıyor, bu gerçekten emperyalist bir düzen çünkü tüm ülkeleri metropol sermayesinin nüfuzuna açtı. Savaş sonrası dönemde her yerde dirigiste[4] hükümetler vardı. Sanayiyi devletleştirdiler, bir tür planlama getirdiler ve yerel kaynaklarını kontrol ettiler. Emperyalizmin yıkmaya çalıştığı şey buydu. Tekil eylemlerle yıkmaya çalıştı. İnsanlar bana sık sık, evet 1950’lerde ve 60’larda emperyalizm vardı ve bugün yok, diyor, ama gerçek tam tersi. 1950’lerde ve 60’larda emperyalizm zayıfladı, bu yüzden Musaddık, Allende vb.’ye saldırdılar. Bu rejimleri devirmek için temelde emperyalist askeri müdahaleler gerekiyordu. Bugün, bu tür herhangi bir askeri müdahale gerçekten gerekmiyor. Bir ülkenin düzeni tehdit etmeye çalışması dışında.

Mesele şu ki, neoliberalizmin krizi nedeniyle rejime karşı gerçekten bir tür tehdit oluştuğuna inanıyorum. Bu tür bir tehdide sahip olduğunuzda, o tehdidi kontrol etme çabaları aslında krizi daha da şiddetlendirir.

Bir örnek vereyim. Rusya, Çin, yeni yükselen ülkeler tek kutuplu dünyaya açıkça başkaldırıyorlar. Rusya kesinlikle sosyalist bir ülke değil, oligarkların kontrolünde. Ama oligarkların Rus-Ukrayna savaşına karşı olduklarını unutmamak gerekir. Ve Çin, kendisini sosyalist bir ülke olarak adlandırırken, bununla ilgili her türlü tartışma ve çekişme var. Ama temelde, bugün karşı karşıya olduğunuz şey, bu nedenle, emperyalist düzen için bir sosyalizm tehdidi değil, çok kutupluluk tehdididir.

Bu Rusya’ya karşı yaptırımlar uygulanarak karşılanmaya çalışılıyor. Yaptırımlar neyi başardı? Yaptırımlar aslında Hindistan dahil her çeşit ülkeyi Rusya ile ikili anlaşmalar yapmaya itmek gibi ters bir etkiye sahip. Ve eğer ikili bir anlaşmanız varsa, o zaman –en azından bu sınırlı ölçüde– küresel düzenin dışında kalmayı seçersiniz. Yani savunulması birincil hedef olan küresel düzen, aynı savunmayla baltalanıyor. Mevcut bağlamda emperyalizmin ve neoliberalizmin semptomu budur.

Suudi Arabistan gibi bir ülke Çin ile ilişkiler ve bir tür ikili görüşmeler geliştiriyor. Amerika’nın isteklerine karşı günlük petrol üretimini kısmak için OPEC+’ta Rusya ile birlikte hareket ediyor. Bunlar bir şeylerin habercisi. Bunlar çökmekte olan bir düzenin semptomları. Suudi Arabistan, kimin aklına gelirdi? Bence emperyalizmin dayattığı küresel düzen çöküyor.

‘AVRUPA’DA OLUP BİTENLER TÜM DÜNYAYI İLGİLENDİRİYOR’

Yani Küresel Güney’in emekçi halklarının bu fırsatı kullanabileceğini düşünüyorsunuz. 

Evet, elbette Küresel Güney’deki halklar bu fırsatı kullanabilir. Ama Küresel Kuzey’de olanların oldukça ilginç olduğuna inanıyorum. Neticede İngiliz işçiler, Alman işçiler… İtalyan işçiler gerçekte Ukrayna savaşına karşı çıkıyor. Örneğin, İtalyan neofaşist hükümeti aslında [neoliberal] çizgiyi koruyor. Neoliberalizm ve neofaşizm, İtalya’da bir kez daha korkunç bir ittifak oluşturdu.

Avrupa’da olup bitenler tüm dünyayı olduğu kadar kapitalizmin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. İşçilerin sosyalist bir mücadele içinde olduklarını söylemiyorum, işçiler ekonomik bir mücadele içinde. Fakat kapitalizmin parametreleri içindeki ekonomik mücadele gerçekten çok başarılı olmayacak. Yani mesele, işçilerin bundan sonra ne yapacaklarını görmek. Tabii o zaman siyasi meseleler gündeme gelecek. Ve inanıyorum ki, bir kez Avrupalı ​​işçiler grev ve eylem yollarına girince, bunların Küresel Güney üzerinde de büyük etkisi olacaktır. Genel olarak bir mücadele dönemine girdiğimize inanıyorum.


Dipnotlar:

[1] Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi isimli kitabında, emperyalizmin nedeninin, kapitalizmin kapitalist olmayan pazarlara mahkumiyeti olduğunu ileri sürüyordu. Luxemburg, Marx’ın Kapital’de gündeme getirdiği basit yeniden üretim şemalarının, kendiliğinden, kapitalist üretimin kendi bağrından, genişletilmiş yeniden üretime geçiş yapamayacağını düşünüyordu. Nikolay Buharin, Rosa’ya verdiği yanıtta, kimi matematiksel hesaplamalardan da yararlanarak, kapitalizmde, kitle tüketimine yönelik meta üretiminin dışında bir sermaye malları üretimi olduğunu da vurgulayarak, kapitalist üretimin kendi iç devinimi ile genişletilmiş yeniden üretime ulaşabileceğini kanıtlıyordu. (editörün notu)

[2] 1920’li yıllara, yani NEP’e ve sonrasında sanayileşme-kolektifleştirme süreçlerine damga vuran bu tartışma özetle şuydu: Nikolay Buharin, işçi-köylü ittifakını sürdürebilmek için köylülere taviz verilmesini, köylülerin ürünlerini pazarda satmalarının önünün açılmasını ve zenginleşmelerini savunuyordu. Ona göre, sosyalizm kağnı hızıyla da kurulabilirdi. Başını Yevgeniy Preobrajenskiy’in çektiği acil sanayileşmeciler ise Sovyetler Birliği’nin acilen sanayileşmesi gerektiğini, sosyalizmin kurulması için “tüketim”e değil, “üretim”e önem verilmesini, sanayileşmenin gerektireceği “sosyalist ilk birikim”in faturasının ise köylülere çıkarılması gerektiğini savunuyordu. 1920’lerde Buharin ile ittifak kuran Stalin, 1928’e gelindiğinde kentlerin feci durumu ve köylülerin mal istiflemesi nedeniyle makas değiştirdi ve Buharincilerle ittifakı sonlandırarak Preobrajenskiy’in savunduğu “sol”a yönelerek SSCB’nin en büyük atılımlarından olan tarımda kolektifleştirmenin düğmesine bastı. (editörün notu)

[3] Hindistan’daki köylü direnişi ile ilgili bkz. Hindistan’daki Köylü Direnişinden Dersler, https://ermancete.substack.com/p/hindistandaki-koylu-direnisinden. (editörün notu)

[4] Dirijizm, yani iktisat politikalarını devlet müdahaleleri ve teşvikleriyle belirlemek. İkinci Dünya Savaşı sonrasında eski sömürge ülkelerin devlet eliyle kalkınma politikaları kastediliyor. (editörün notu)

SÖYLEŞİ

‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’

Yayınlanma

Trump hükümetinin en etkili isimlerinden, eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve NATO eski Genel Sekreter Yardımcısı Guy B. Roberts Harici’ye konuştu: “Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum. Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.”

Önceki Başkan Donald Trump döneminde ABD’nin Nükleer, Kimyasal ve Biyolojik Savunma Programları’ndan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yürüten Guy B. Roberts, ayrıca NATO’nun kitle imha silahları politikasından sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı ve Nükleer Politika Planlama Direktörlüğü görevlerini de yürüttü.

Guy B. Roberts, ikinci Trump döneminde izlenmesi beklenen iç ve dış politikalara ilişkin Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘Öncelik göç ve vergi politikası olacak’

Donald Trump’ın önceki kabinesinde Savunma Bakan Yardımcısı olarak yakın çalıştığınızı biliyorum. Onun politikalarını önceden nasıl yürüttüğünü biliyorsunuz ve ocak ayından itibaren nasıl devam edeceğini öngörebilirsiniz. Şu anki birincil beklentiniz nedir?

Aslında bu oldukça heyecan verici çünkü Başkan Trump’ın, seçim vaatlerinin hepsini yerine getirme konusunda kararlı olduğunu açıkça ifade ettiğini düşünüyorum. Muhtemelen ilk odaklanacağı konu, ABD’ye yasa dışı göç ve bunun yanı sıra vergi yapısını yeniden düzenleyerek orta sınıf Amerikalılar için vergi indirimlerini maksimize etmek olacak. Uluslararası alanda ise müttefikler ve ortaklara daha fazlasını yapmaları için baskı uygulamasını ve savunma harcamaları için taahhüt ettikleri, GSYİH’lerinin %2’si veya daha fazlasını harcama sözlerini yerine getirmelerini bekliyorum. Bu, ilk yönetiminde de kilit bir unsurdu ve ben de NATO karargahında onunla birlikteydim. Orada müttefiklerimizin bu konuda adım atması gerektiği üzerine uzun uzun konuştuk. Ekibini kurduktan sonra bu konuların öncelikli olarak ele alınacağını düşünüyorum. Tabii ki ABD sistemi gereği bunun gerçekleşmesi yaklaşık altı ay sürecektir.

‘Trump’ın Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum’

Ukrayna hakkında konuşalım. Trump, Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitirme sözü verdi. Ekibi bugün bile bu iddiayı tekrarlıyor. Son aylarda savaş Ukrayna için olumsuz bir seyir izlerken, Trump Ukrayna’ya barış getirebilir mi? Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bir ateşkesi veya barış anlaşmasını kabul eder mi sizce?

Bu gerçek bir mesele. Trump’ın iddia ettiği gibi bu sorunu 24 saat içinde çözmesinin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu çok daha karmaşık bir durum. Ancak, Başkan Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum. Bunu yapacağını öngörebiliyorum; Putin üzerinde bir ateşkesi kabul etmesi ve bu sorunun çözümüne yönelik adımlar atması için baskı yapacaktır. Ukrayna, toprak vermek konusunda hevesli olmayabilir, ancak yeni silah sistemlerinin devreye girmesi gibi mevcut durumu göz önünde bulundurduğumuzda, Rusların Ukrayna’ya attığı son orta menzilli balistik füzeler ve Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesine saldırıları, tarafların birbirine taviz verdiği bir tür müzakere için zemin hazırlayabilir. Bu müzakereler başlangıçta en azından bir ateşkes karşılığında bir şeylerden feragat etmeyi içerebilir. Barışın ise 24 saatten çok daha uzun süreceğine inanıyorum.

Görev süresinin sonlarına yaklaşan Başkan Biden, Trump için işleri zorlaştırabilecek bazı önemli hamlelerde bulundu. Örneğin, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı ABD yapımı uzun menzilli füzeler kullanmasına izin veren bir yasa tasarısını imzaladı. İkincisi, Rusya’nın uluslararası para transferleri ve enerji ticareti için kritik öneme sahip olan Gazprombank’a yaptırımlar uyguladı. Birkaç diğer banka da yaptırım listesine alındı. Biden, görevinden ayrılmadan hemen önce ne yapmaya çalışıyor? Trump’ın eline bazı “bombalar” mı bırakıyor?

Bunun kesinlikle aklının bir köşesinde olduğunu düşünüyorum. Müzakereler için başarılı bir zemin hazırlıyor, Trump’a bu krediyi vermek istese de istemese de. Yönetimi muhtemelen bunu inkâr edecektir. Ancak, Biden’ın şimdi yetkilendirdiği uzun menzilli ateş gücü, onayladığı askeri teçhizat artışları ve diğer müttefiklere aynı şeyi yapmaları için verdiği cesaretin, başarılı bir ateşkes müzakeresine ulaşmada yardımcı olduğunu ve yardımcı olacağını düşünüyorum.

Trump’ın yaklaşan ikinci dönem başkanlığı hakkında konuşalım, Avrupa liderleri gerçekten hevesli değildi ve bazıları Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönecek olmasından mutlu değil. Yeni bir Trump dönemi için Avrupa’dan nasıl bir yeniden yapılanma bekliyorsunuz?

Bir ittifak perspektifinden bakıldığında, Genel Sekreter Rutte, selefi Genel Sekreter Jens Stoltenberg gibi, müttefiklerin daha fazlasını yapması gerektiği konusunda çok hevesli bir destekçi ve kampanyacı oldu. Genel olarak daha fazlasını yaptıklarını düşünüyorum. Örneğin, şimdi 21’den fazla ülkenin askeri harcamalarının GSYİH’nin %2’sini karşıladığını ve diğer ülkelerin de bu hedefe doğru ilerlediğini söyleyebilirim. Yeni müttefikler, Finlandiya ve İsveç gibi ülkeler, savunma ve eğitim harcamalarında çok sağlam bir tutum sergilediler; hatta nüfusun olası bir savaş durumunda belirli faaliyetlerde bulunması için kılavuzlar hazırlamaya kadar gittiler. Bu, bence, caydırıcılık değeri taşıyor. İttifakın gönderdiği mesaj şu: Biz bir ittifakız ve herhangi birimize saldırırsanız, hepimize karşı koymak zorunda kalırsınız.

Benzer şekilde, Hint-Pasifik bölgesinde Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yanı sıra Vietnam gibi bölgedeki ortaklarla bir koalisyon oluşturma çabalarını gördük. Kısa süre önce onlara bazı eğitim jetleri sattık ve diğer ülkelere de satışlar gerçekleştirdik. Trump yönetimi muhtemelen ittifak oluşturma konusuna daha az, savunma açısından kendi kendine destek sağlayan birebir ilişkilere daha fazla odaklanacaktır. Bu, Trump ve Biden yönetimleri arasında göreceğimiz değişimlerden biri olabilir.

‘Çin’e karşı caydırıcılık için ortaklık stratejisi’

Trump’ın kurumsal diplomasi yerine kişisel diplomasi tercih edeceğini mi söylüyorsunuz?

Evet, bence Biden yönetiminin koalisyon oluşturma konusuna odaklandığını görebiliyoruz. Örneğin, Beş Göz, NATO ittifakını taklit etmeye çalışan Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü (SETO) gibi 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarındaki benzer bir girişimi andırıyor. Birçok nedenden dolayı SETO işe yaramadı ve dağıldı. Ancak şimdi, Çin’in saldırgan davranışları, Güney Çin Denizi ve diğer bölgelerdeki iddiaları, Tayvan’a karşı saldırgan tutumu ve uluslararası adalet divanının deniz hukuku konusundaki görüşlerini kabul etmeyi reddetmesi, Filipinler ile olan düşmanca ilişkileri ve sınır adaları gibi konular, bu bölgeyi potansiyel bir sıcak nokta haline getiriyor. Çin’in bu şekilde hareket etmeye devam etmesini engellemenin ve caydırmanın tek yolunun bu ilişkileri inşa etmek olduğunun farkında. Bunu yapma konusunda çok fazla istek göreceğimizi düşünüyorum.

Kişisel diplomasi ve kişisel ilişkiler hakkında konuşacak olursak, Trump ve Xi Jinping, Trump ve Macron, Trump ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında potansiyel ilişkileri nasıl tanımlarsınız?

Bu çok önemli bir konu ve Trump Yönetimi’nin tam olarak nasıl ilerleyeceğinden emin değilim. Ancak, Başkan Trump’ın ulusal liderlerle kişisel ilişkilere çok değer verdiğine inanıyorum. Bu yüzden büyük ortaklıklar kurmak yerine birebir ilişkiler kurma konusunda daha rahat ve bu konuda daha istekli olduğunu düşünüyorum.

Trump’ın, stratejik istikrarı sağlamak için önemli gördüğü Güneydoğu Asya, ittifak ortaklıkları, Akdeniz veya başka bir bölgede, çeşitli devlet başkanları ve başbakanlarla birebir görüşmeler yapacağı bir yaklaşımı çok daha fazla göreceğimizi düşünüyorum. Biden Yönetimi’nden daha proaktif bir şekilde kişisel ilişkiler kurmasını bekleyebiliriz.

Trump ve Erdoğan’dan, ABD ile Türkiye arasındaki işbirliği ve zorluklardan bahsedelim. Özellikle Türkiye için önemli bir konu olan PYD meselesi üzerinden: ABD, bir terör grubunu başka bir terör grubunu kullanarak yenmeye çalışıyor. Özellikle Türkiye bir NATO müttefiki olmasına rağmen, ABD hala Ankara’nın PYD konusundaki endişelerini göz ardı ediyor. Bu, Türkiye’nin bir numaralı meselesi. Diğer yandan F-35 meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye yeniden F-35 programına katılabilir mi? Son olarak, Türkiye’nin Orta Doğu’da, özellikle Filistin’de barışı sağlamada ve İsrail ile savaşı sona erdirmede kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini düşünüyor musunuz?

Bana tüm günü alabilecek bir soru sordunuz. Türkiye ile olan ilişkilere ve liderliğine baktığımızda, Türkiye’nin bölgedeki barış ve istikrarı sağlamak için kritik bir ortak olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda çok fazla karmaşa var. Önemli bir mesele, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile uzun vadede görülen ilişkilerinin güçlenmesi, bu da NATO’nun Ukrayna’ya yönelik Rus saldırganlığı ve İran’ın Rusya’ya insansız hava araçları ve füzeler sağlayarak destek vermesi konusundaki pozisyonuyla tutarlı değil.

Aynı zamanda, şu anda Türkiye içinde önemli siyasi kargaşalar var, bunu benden daha iyi biliyorsunuz. Çözülmemiş konulardan biri, bölgede çeşitli savaşlar sonucunda yerinden edilmiş iki milyon insanla ne yapılacağıdır. Sanırım Başkan Trump, Erdoğan ile bir araya gelerek Suriye sorununu çözmeyi görüşmekten çok ilgilenecektir. Trump, ABD güçlerinin Orta Doğu’nun o bölgesinden çekilmesine olanak tanıyacak bir çıkış stratejisi arıyor gibi görünüyor. Kampanya sırasında bu tür bölgeleri, ABD’nin askeri olarak küresel ölçekte yer aldığı “Sonsuz Savaşlar” olarak nitelendirmişti.

Hamas, Hizbullah ve diğer terörist gruplara gelince, bunlar büyük zorluklar. Abraham Anlaşmaları’nın, tüm bölgenin benimseyeceği bir yaklaşım olacağını umuyordum. Bu da yine Trump’ın ilk döneminde İsrail, BAE, Sudan ve sanırım Fas gibi ülkeleri içeren bir girişimiydi. Bu ülkeler, ekonomik, bilimsel ve mühendislik alanlarında işbirliği yapmak ve bölgede terörist faaliyetlerden ve geçmişte yaşanan nefretin izlerinden arınmış bir barış ve güvenlik ortamını sürdürmek ve yaratmak için bir barış anlaşması imzaladılar. Hatta bu sürece katılmayı düşünen Suudi Arabistan gibi bir ülke bile gördüm; ancak şimdi bu süreç, Hamas’ın İsrail’e saldırısı ve İsrail’in buna verdiği yanıt nedeniyle tamamen durdu. Pek çok kişi İsrail’in tepkisinin olanlara kıyasla oldukça aşırı olduğunu düşünüyor.

Bu gerçekten çok ilginç. Daha önce Ankara’da sizi röportaj için ağırlamıştım, hatırlarsanız. Bir saatlik bir röportajdı ve bu konuyu tartışmıştık. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum; belki izleyicilerimiz o bölümü tekrar izleyebilir. Ancak yine, Batı söylemleri her şeyi 7 Ekim’de Hamas saldırısıyla başlamış gibi tekrarlıyor. Kimse 1948’den beri neler olduğunu konuşmuyor. Tamam, moderatör ve sunucuyum ama bu tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Gerçekten anlamıyorum. ABD hükümeti Abraham Anlaşmaları ile bölgede barışı sağlamayı ve herkesin barış içinde bir dönem için bir araya gelmesini istiyorsa, Filistin’in BM kararlarına göre özgürlüğe sahip olma gereğini kabul etmesi lazım. 1948’den beri devam eden bu baskılar altında Filistin’e bu özgürlük verilmedi. İki devletli çözüm hâlâ beklemede. 7 Ekim’de kaç kişi yaralandı veya öldü? Tam sayıyı bilmiyorum. Ancak uluslararası kuruluşların raporlarına göre şu anda Gazze’de, Batı Şeria da dahil olmak üzere yaklaşık 100.000 kişi öldü. Batı Şeria hâlâ çok sayıda yerleşime tanık oluyor. Yerleşim yerleri ne anlama geliyor? İnsanların topraklarını ve evlerini almak, barışın var olamayacağı bir durum yaratmak anlamına geliyor. ABD, Orta Doğu’ya barış getirmek için iki devletli çözümü uygulaması için İsrail’e neden baskı yapmıyor?

Bu gerçekten çok iyi bir soru ve ele alınması gerekiyor. Zorluk şu ki, ben 1948’e değil, 1917’ye ve bugünkü ortamı yaratan Balfour Deklarasyonu’na geri dönerdim. Bu deklarasyon bir Yahudi yurdunu garanti etti. Sorun şu ki, Hamas, Filistin Yönetimi ve diğerlerinin, İsrail’i yok etmeyi amaçladıklarını belirten tüzükleri var. Bu birincil hedef olduğunda, barış anlaşması müzakere etmek için masaya oturmak çok zor. Bunun ötesine geçip bölgedeki tüm aktörler İsrail’in var olma hakkını kabul etseydi, şahsen inanıyorum ki bahsettiğiniz tüm sorunlar müzakere konusu olabilirdi. İsraillilerin, topraklarına yüzlerce roketin ateşlenmeyeceği ve sürekli terör saldırıları olmayacağı garantisine sahip olmak için oldukça fazla taviz vereceğini düşünüyorum.

İsrail’in meşru bir devlet olarak tanınması ve var olma hakkının kabul edilmesi müzakerelerin kapısını açacaktır. Bence diğer her şey müzakere konusu olabilir ve İsrailliler çok şeyden vazgeçebilir. Ama bu noktada, insan hakları ihlallerinde bulunan gruplar olduğunda—ve açıkça her iki tarafın da savaş hukuku veya insani ihlaller işlediğini söylemekten çekinmiyorum—insanların nefretle dolduğu bir ortam oluşuyor. Sonuç olarak, bu tutum bir sonraki nesle aktarılıyor ve 10 yıl içinde başka bir intifada ya da benzeri bir durumla karşılaşıyoruz; insanlar birbirlerinin boğazına sarılıyor. Burada oturup “Bir çözüm bulabiliriz” demek kesinlikle doğru—bir çözüm bulabiliriz. Ama kimsenin oturup “Tamam, iyi bir anlaşma yapalım” demeye istekli olduğu görünmüyor. Ve bu da gerçekleşiyor gibi görünmüyor. Keşke gerçekleşseydi.

Bence Trump yönetimi, Başkan Trump’ın kişisel müdahalesiyle, herkesin masaya gelmesini teşvik etmek için belirttiğiniz şeylerin bir kısmını müzakere etmek için büyük bir fırsata sahip. Daha önce de insanları masaya getirdik. Geçmişte, Orta Doğu’da kitle imha silahları veya silah kontrolüyle ilgili anlaşmalar yapmaya çalıştık. Harika fikirler bulduk—hepsi orada duruyor. Bunları uygulamak için sadece siyasi irade gerekiyor. Maalesef, bunu yapacak siyasi irade yok. Bu yüzden, sadece denemeye devam etmeli ve bölgedeki liderler arasında, insanların ve kendi çıkarları için oturup kalıcı bir barış tasarlamanın en iyisi olduğuna dair bir fikir birliği oluşturmaya çalışmalıyız. Ama bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda, 40 yıldır bu konuyu inceledikten sonra söylemeliyim ki, 10 yıl içinde başka bir şiddet döngüsüyle karşılaşma olasılığımız var. Bu, o bölgedeki durumun gerçeği.

Fakat Uluslararası Ceza Mahkemesi  gerçeği var; İsrail Başbakanı Netanyahu için savaş suçları nedeniyle bir tutuklama emri çıkardığını duyurdu. Bu gerçek—on binlerce insandan bahsediyoruz. Hep 50.000 kişi deriz, ama bu sayı neredeyse 100.000 kişi, ve bu gerçekten delilik. Eğer bölgede savaş istemiyorsanız, asıl mesele şu: Kiminle savaştasınız? İran’la mı, Lübnan’la mı, Hizbullah’la mı? Müslüman Kardeşler’i sevmiyorsunuz, vs., ama bunların hepsi özgür bir Filistin devleti sorunuyla bağlantılı. Bu şekilde çözüm olmuyor, olmayacak da. Bu tartışmaya derinlemesine girmek istemiyorum çünkü bunun bir sonu yok.

Son beş dakikamızda Trump’ın dış politikasına geri dönmek istiyorum. İlk döneminde İsrail yanlısı bir tutum sergiledi ve elçiliği Kudüs’e taşıdı. Ancak daha sonra Netanyahu ile olumsuz anlar da yaşadı. 2024 kampanyası için ise bu kez daha fazla İsrail desteğini kazanmış durumda. Bu durum İran ve genel olarak Orta Doğu politikalarını nasıl etkileyecek?

Evet, kesinlikle. Şu anda bölgede en önemli oyuncu aslında İran, çünkü uluslararası terörizmin bir numaralı destekçisi olarak tanınıyor. Bu, Körfez İşbirliği Konseyi tarafından da tanınmıştır. Hamas ve Hizbullah’ı destekliyorlar; her ikisi de uluslararası terör örgütleri olarak tanımlanıyor. İran’dan İsrail’e roketlerin ateşlenmesiyle, buna karşılık olarak İsrail’in yanıt vermesiyle şiddet sarmalı devam ediyor. Bu durdurulmalı ve barış içinde bir arada yaşama yolları bulunmalı. Ancak bildiğimiz gibi, İran’ın retoriği “İsrail’e ölüm, Amerika’ya ölüm” şeklinde. Bu tür bir tutum barış müzakerelerini uygun hale getirmiyor. “Çözüm bu ve herkes bunu kabul edecek” diyebileceğim bir cevap vermeyi isterdim. Ancak dediğiniz gibi, Orta Doğu’daki sorunlar ve zorluklar hakkında saatlerce konuşabiliriz.
Örneğin, Lübnan’da olan biteni izliyorum ve aslında 1982’ye geri dönüyorum. O dönem Lübnan’daydım. Çeşitli gruplar arasında barışı sağlama girişimimiz oldu. Ardından İsrailliler Beyrut’a saldırarak kuşatma durumu yarattı, bağlantıları kesti. Bu, adeta bir deja vu gibi hissettiriyor. Şiddet döngüsünü nasıl durdurabiliriz? Gerçekten bunu çözmek benim kapasitemin ötesinde. Bu meseleyle uzun zamandır ilgileniyorum ve her çözüm bulduğumuzda, bu çözümler hızla görmezden gelindi. Sonrasında nefret baskın hale geldi. Bu yüzden sadece denemeye devam etmeliyiz ve umarım bir gün o noktaya ulaşırız.

‘Tayvan en büyük anlaşmazlık noktası’

Peki, umut edelim. Son sorum Çin ile ilişkiler hakkında. Trump’ın kabinesinde Çin’e karşı oldukça sert bir tutum sergileyen isimler var. Trump, Çin’e %60 vergi koymayı vaat etti, bu oldukça büyük bir endişe kaynağı. İkinci Trump döneminde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl ilerleyeceğini düşünüyorsunuz?

Bence Çin, ABD için birincil uluslararası sorun olacak. Çin’in uzun vadeli stratejisi çok net ve Başkan Xi, Çin’in 2049 yılına kadar dünyanın hegemonu olma arzusunu açıkça belirtti. Bu doğrultuda açıklamalar yaptılar ve bunu gizlemiyorlar. Birçok ülkeyle ilişkiler kurmak için krediler ve çeşitli ekonomik teşvikler yoluyla çok agresif bir politika izliyorlar. Güney Çin Denizi’ndeki iddialarda bulundular, bu oldukça istikrarsızlaştırıcı. Bu iddialar, uluslararası deniz hukuku ile uyumlu değil. Bölgede birçok ülkeyi deniz toprak iddiaları konusunda taciz etmeye çalıştılar. Bu durum, Vietnam gibi ülkelerin ABD ile güçlü ilişkiler kurmasına yol açtı. Savunma Bakan Yardımcısı olarak yaptığım son gezilerden birinde Hanoi’ye gittim ve Vietnamlıların ABD ile özellikle savunma sektörü konusunda çalışmaya çok istekli olduklarını gördüm. Bölgedeki diğer ülkeler de Çin’in müdahaleci ve zorlayıcı tutumu nedeniyle aynı şekilde hissediyor.

Çin ayrıca Panama Kanalı, Süveyş Kanalı bölgesi, Malakka Boğazı ve diğer stratejik geçiş noktalarında liman tesisleri edinerek güçlü bir küresel ağ kurdu. Düşmanca bir ortamda dünya ekonomisini boğma potansiyeline sahip olabilecek çok güçlü bir varlık oluşturmuş durumdalar. Bu tür şeylerin gerçekleştiğini görüyoruz ve Amerika Birleşik Devletleri içinde, Çin’in ulusal güvenlik ve dünya çapındaki kolektif güvenlik ilişkisi üzerinde olumsuz bir etkisi olan faaliyetlerini tanıyoruz. Bu konularda Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum.

Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Çin liderliğinin çeşitli açıklamaları, Tayvan’ı tamamen Çin siyasi yapısına entegre etme konusunda güçlü bir baskının devam edeceğini gösteriyor. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Yerli halklar, sömürgecilik ve emperyalizme karşı ayakta’

Yayınlanma

Venezuela’da ve beş asırdan uzun bir süre önce İspanyol imparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika’nın büyük bölümünde ekim ayı, atalarının “Abya Yala” olarak adlandırdığı Amerika kıtasının yerli köklerini andığı tarih.

Ancak, Kristof Kolomb’un gelişinden 500 yıl sonra bugün bile İspanya, yerli halkların ve kültürlerinin soykırımını ve bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasını tanımamaya devam ediyor.

Günümüzde imparatorluk bir başka hegemonik güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve bir başka sömürgecilik türü olan, daha ziyade bir kâbus gibi görünen “Amerikan Rüyası” kültürü tarafından temsil edilmektedir, ancak yerli halklara ve Venezuela’yı oluşturan Afro-azınlık halklara yönelik tehdit aynı olmaya devam ediyor.

Ve bu emperyal ve sömürgeci tehdit karşısında Venezuela ve diğer Abya Yala ülkeleri mücadele ediyor, direniyor ve savaşı kazanıyor.

Venezuela’da 2002 yılından bu yana her 12 Ekim’de anılan Yerli Direniş Günü çerçevesinde Venezuela Yerli Halklar Bakanı Clara Vidal ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Vidal, aslen Venezuela’nın doğusundaki Sucre eyaletinde yaşayan Kariña yerli halkından ve 2022’den bu yana Yerli Halklar Bakanı olarak görev yapıyor.

Venezuela Yerli Direniş Gününü neden kutluyor?

Bugün bu trajik tarihin önemi üzerine düşünürken, İspanya bugün “Hispanik Günü” adını verdikleri ulusal bir bayramı neşeyle, uçaklarla vs. anıyor. Yani İspanya 90 milyon yerli halkın ölümünü kutluyor, insanlık tarihinin en büyük soykırımını kutluyorlar.

Fakat Venezuela’da bizler, bugüne kadar bir ufuk ve bizi bekleyen muzaffer bir gelecek için savaşan yerli halkların direnişinin başlangıcının 532. yılını anıyoruz.

Bugünün yansıması şudur ki ne İspanyol monarşisi ne de çökmekte olan ABD imparatorluğu, hiçbir şey ve hiç kimse bizi yenemeyecektir, zira 200 yıl önce onları bu topraklardan kovduk, zira artık sömürgecilik ya da emperyalizm istemiyoruz, egemen, hür ve bağımsız olmak istiyoruz.

Bugün Venezuela’daki yerli halkların referansları nelerdir? Ve bunun önemi nedir?

Bugün komutan Hugo Chávez’in, kurtarıcı Simón Bolívar’ın, Büyük Şefler Şefi Cacique Guaicaipuro’nun, yerli halkların direnişinin liderinin topraklarında olduğumuzu söylememe izin verin, zira 532 yıl önce topraklarımız işgal edildi ve neredeyse 90 milyon yerli kardeşimiz bir Avrupa İmparatorluğu tarafından yok edildi.

Tam olarak, yaşadıklarımıza ve atalarımızın yaşadıklarına göre, hür, egemen ve bağımsız bir ülke olduğumuzu, tarihimiz boyunca hiçbir imparatorluğun bizi kontrol etmesine, bize hükmetmesine izin vermeyeceğimizi söyleyebiliriz ve bu nedenle her zaman hatırlamamız gereken temel tarihi referanslarımız arasında:

Yerli Cacique Guaicaipuro’nun, ağabeyimizin mücadelesi, ardından kurtarıcı Simón Bolívar’dan kurtuluşumuz için verilen mücadele ve daha yakın bir zamanda, 4 Şubat 1992’deki “Şimdilik ‘ten sonra 1999’da başkanlığımızı üstlenen ebedi komutanımız Hugo Rafael Chávez Frías’ın özgürlüğümüzü, egemenliğimizi, bugün ve ulusal geleceğimiz için bağımsızlığımızı kurtarması yer alıyor.

Bolivarcı Devrim, yerli halklara nasıl bir rol verdi?

Bolivarcı Devrim bize en önemli şeyi, yani yerli halkların haklarının güvence altına alınmasını sağladı. Devrimin gelişi, yerli halklarımızın her birinin 1999 Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Anayasasında özel bir maddeye sahip olması için mücadele etti ve bunu sağladı. Yerli halkların haklarının tanınması ve bu haklara saygı gösterilmesine yönelik devrimci sürecimizin büyük takdiri işte burada başlıyor. Buna ek olarak, bize kamu politikaları olarak verdiği binlerce araç: Guaicaipuro Misyonu, Yerli Halklar için Halk Gücü Bakanlığı, ki bu uluslararası düzeyde benzersiz bir deneyim. Venezuela özellikle yerli halklar için bir kuruma sahip olma konusunda öncüdür, diğer ülkelerde de bakanlıklar var, örneğin Brezilya’da, ama yolu biz açtık.

Buna ek olarak, yasa koyucularımız var, belediye meclislerinde meclis üyelerimiz var, yerli olan ulusal milletvekillerimiz var. Ulusal, bölgesel ve yerel yasama organlarında sesimizi duyurabiliyoruz.

ABD’nin Latin Amerika’daki varlığı

Latin Amerika’daki diğer müdahaleci kurumların yanı sıra CIA, DEA veya NATO gibi emperyalizm kurumlarının varlığı, işlevlerinin aşırılığına göre değerlendirilmeli. ABD bir ülke olarak değil, her bir ulusun iç politikasına müdahale eden bir örgüt olarak hareket ediyor.

Birleşik Devletler, ulusların her birinin politikalarına müdahale etmekte, yani halkların egemenliğini ihlal ediyor. Ve en önemlisi de her bir halkın kültürüne ve kendine has özelliklerine saygı duymuyor.

Kesinlikle, sömürgecilikten bahsettiğimizde, emperyalizmden farklı olarak, yerli halkların kültürlerini küçümseyerek, onlara hükmetmek, kontrol etmek ve kültürlerini empoze etmekle alakalı. Şimdi, emperyalizmden bahsettiğimizde, bu, her bir halkın ve ulusun siyasi, sosyal, kültürel, askeri; her açıdan mutlak bir kontrol.

ABD ve Avrupa buradan faşizme, neo-faşizme ve benzer ifadelere denk düşüyor. Venezuela yerli halklar: Topraklarımızdaki ve uluslarımızdaki emperyal varlığa hayır deyin!

Latin Amerika’daki neo-faşist hükümetlerdeki emperyalizm yerli halklara saldırıyor

Yerli halklar cesur halklardır, aşırı sağcı, neo-faşist hükümetlerin olduğu ülkelerde yerli halklar tamamen kriminalize edilmiş ya da tamamen unutulmuş, kendi topraklarında kendi kültürlerini yaşamaları engellenmiştir. Bugün Venezuela’dan size yerli halkların yalnız olmadığını söyleyebilir ve onları hakları için mücadeleye devam etmeye teşvik edebiliriz. Sağcı ve neo-faşist hükümetler yerli halkları asla ama asla sevmeyecekler, çünkü tarihimizi silmek istiyorlar.

Bu hükümetler hiçbir zaman yerli halkların haklarını korumayacaklardır. Venezuela solu, Bolivarcı sosyalizm, başta yerli halklar ve topluluklar olmak üzere tüm bu kesimlerin ve kadim yerli halkların taleplerinin temel bir parçası olmuştur, zira biz aynı halkız, ezilen halklarız. Bu nedenle Abya Yala’nın yerli halklarına, zaferi elde edene kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyoruz. Venezuelalı kimliğimizi, haklarımızı ve yerli kültürümüzü geri kazanmanın mümkün olduğunun kanıtıdır.

Dünyada emperyalizm ve soykırımcı sömürgecilik: Gazze’de soykırım

Dünyayı, uluslararası toplumu, ulusal ve uluslararası kamuoyunu Gazze’de yaşananlar üzerine düşünmeye çağırıyoruz. Nasıl ki bugün Gazze’de Filistin halkına karşı bir soykırım yaşanıyorsa, 500 yıldan fazla bir süre önce yaşadıklarımızı da hatırlıyoruz. Tıpkı bugün Filistin halkının başına gelenler gibi, dün atalarımızın başına gelenler de bizim atalarımızın başına gelmişti, zira biz bugün hayattayız. Bugün dayanışmamızı ilan ediyor ve Filistin halkına da kazanacaklarını söylüyoruz, zira nefret karşısında, emperyalizm karşısında, sömürgecilik karşısında sevgi ve adalet her zaman kazanacaktır. Dolayısıyla bugünün yansıması, mücadeleye devam etmemizdir; çünkü zafer, kurtuluşları için mücadele eden insanlara aittir.

Bu tarihi insanlık tarihindeki en büyük soykırımın başlangıcı olarak hatırlayacağız ki bir daha asla insanlara karşı kolunu ve nefretini kaldırabilecek, insanın insana köleliğini dayatabilecek bir imparatorluk olmasın, aksine Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nden anayasal başkanımız Nicolás Maduro ile birlikte önerdiğimiz gibi barış ve umut olsun.

Venezuela’nın diğer yerli halklara verdiği mesaj nedir?

Güneydeki kardeş halklara, Bolivya, Peru, Ekvator, Şili, Arjantin, Uruguay ve ayrıca büyük Brezilya’ya, çünkü Brezilya’da da bizim gibi Portekiz tarafından işgal edilen yerli halklar, yerli kardeşlerimiz var; Bugün hepinize diyoruz ki, bu halkın zamanıdır, birleşeceğiz, bir ağlar ağı oluşturacağız. Bu çökmekte olan imparatorluğun ya da ortaya çıkabilecek herhangi bir başkasının bizi bir daha asla yenememesi için gerekli olan tarihsel ittifakı oluşturacağız.

Bugün internetle, yapay zekayla bizi ezmeye çalıştılar ama biz burada yerli halkların atalarından gelen insan zekasıyla kazanamayacaklarını söylüyoruz. İşte biz savaşıyoruz. Kimsenin kuşkusu olmasın, zira Komutan Chavez’in dediği gibi burada bir vatan var. Bugün tüm atalarımız bir arada, emperyalizme ve sömürgeciliğe yeter demek için birleşti. Zafer halkın olacak! Çok yaşa halk! Yaşasın yerli halklar! Yaşasın barış ve yaşasın özgürlük!

Son olarak, Venezuela’daki yerli halklar ve Afro-azınlık halkların birliğinin önemi nedir?

Bu önemli günde Venezuela’, Latin Amerika’nın geri kalan yerli halklarına mücadelesini ve direnişini gösteriyor. Bugün, Abya Yala’daki büyük soykırımdan 532 yıl sonra, işte buradayız, Afro-azınlık halklarının yanında bulunan yerli halklar, genel olarak yerli halklar, direnmeye devam eden kadın ve erkeklerden oluşan Venezuela’ halkı. Bugün güçlü bir sesle, sevgi dolu bir sesle ve sevinç dolu bir sesle direnişe devam ettiğimizi söyleyebiliriz.

Yerli halklarımızın haklarının iadesi için yorulmak bilmeden mücadele etmeye devam ediyoruz. Ve bugün Venezuela’da 54’ten fazla yerli halkımız var, bu da direndiğimiz ve direnmeye ve kazanmaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.

Afro-azınlık halklar da hayatta kalmak ve haklarını savunmak için bir savaş verdiler. Ve burada yerli direniş gününe sahip çıkıyoruz, ama aynı zamanda emperyal hırsın nesnesi olan ve onları zorla buraya getiren, ama bugün tam da bizi devrim yapan eli yürümeye yönlendiren Afro-azınlık halkların atalarının tarihi için de savaşıyoruz.

Şimdi yeni bir tarih yazıyoruz, zira İspanyol imparatorluğu gelmeden önce buradaydık, zira yerli halklar bu topraklardaydı, çünkü köleleştirilmiş olarak gelen kadın ve erkeklerin şimdi yeni bir ufku var, tam da tarihi, kökenlerimizi unutmak değil ama kaderimizin kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kesin olarak kurtarmak, zihinlerimizden özgürleşmek ve direnen ve direnmeye devam eden bir halk olduğumuzu bilme vizyonuyla yeni nesillere doğru ilerlemek olduğunu da biliyoruz çünkü bizi kimse keşfetmedi. Biz zaten vardık.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır’

Yayınlanma

Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó, Harici’ye konuştu: “Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır.”

Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Macar Bakan, AB üyesi ülkelerin çoğunluğunu “barışçıl olmayan” politikaları nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken, Başkan Biden’ın Ukrayna’ya ABD yapımı balistik füzeleri Rusya’ya karşı kullanma izni verme kararına ve Gazprombank’a uygulanan ABD yaptırımlarına dair de değerlendirmelerde bulundu.

Sayın Bakan, bizimle konuşmak için zaman ayırdınız; çok teşekkür ederim. Avrupa Birliği’nin Macaristan’a yönelik eleştirileriyle başlayalım. Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasına uymadığınız iddia ediliyor. Bu eleştirilere yanıtınız nedir ve Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığınız sırasında edindiğiniz deneyim nasıldı?

Ne yazık ki, Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır. Ateşkesin sağlanması ve barış müzakerelerinin başlatılması için çaba gösteriyoruz. Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır. Gittikçe tırmanma riskini artıran önlemler alıyorlar. Bu nedenle kesinlikle onlarla uyum sağlamayacağız. Barış çabalarımıza devam edeceğiz ve önümüzdeki yıl Ocak ayında Başkan Trump Beyaz Saray’a geçtiğinde, uluslararası alanda barış yanlısı politikacıların daha da güç kazanmasını umuyoruz.

Antalya Diplomasi Forumu’nda sizinle yaptığımız röportajda bu konu hakkında konuşmuştuk ve bana Trump’ın seçilmesi durumunda Ukrayna ile Rusya arasında barışın mümkün olduğuna inandığınızı söylemiştiniz. Şimdi Trump seçilmiş başkan ve dediğiniz gibi Ocak ayında görevine başlayacak. Trump Yönetimi ile temas halinde misiniz? Gündeminizde hangi maddeler var ve hangi konuları müzakere ediyorsunuz?

Bakın, Başkan Trump seçildikten sonra, Başbakanımızı arayıp tebrik etti ve önümüzdeki dört yılın ABD-Macaristan ilişkileri açısından altın çağ olacağı konusunda anlaştılar. ABD’de geçiş dönemiyle ilgili çok katı düzenlemeler olduğunu biliyorsunuz, bu yüzden bizimle Trump yönetimi arasındaki ciddi ve esaslı müzakereler, elbette Trump Beyaz Saray’a girdikten hemen sonra başlayacak. Gündemde zaten önceden tartıştığımız bazı konular var, ancak örneğin Demokrat yönetim, Macaristan ile ikili vergi anlaşmasını feshetti. Bunun yeniden yürürlüğe girmesini umuyoruz. ABD Demokrat Yönetimi, Macar vatandaşlarının ESTA vize sistemine veya bir tür vize sistemine erişimini kısıtladı. Trump Yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden olduğumuz statüye geri döneceğimizi umuyoruz. Elbette, Başkan Trump’ın genel olarak, Orta Avrupa bölgesine barışın geri dönmesine yardımcı olacak ve Avrupa’da çok daha iyi bir atmosferin oluşmasını sağlayacak bir politika yürüteceğini umuyoruz.

Kırım ve Donbas bölgeleriyle ilgili olarak Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki duruşunuz nedir? Çünkü bu bölgeler, Rusya’nın barış yapması için birinci şart olabilir.

Toprak bütünlüğü ve egemenlik, saygı duyulması gereken prensiplerdir. Öte yandan, sıralamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir ateşkes sağlanmalı, ardından barış müzakereleri başlatılmalı ve sonrasında bir barış anlaşması yapılmalıdır. 

Enerji konuşacak olursak, İstanbul Enerji Forumu’na katıldınız ve farklı ülkelerden mevkidaşlarınızla ikili görüşmeler yaptınız. Macaristan, TürkAkım boru hattını tam kapasiteyle kullanmak için Gazprom ile ek bir sözleşme imzaladığını da duyurdu. Bu gelişmeden beklentiniz nedir?

Rusya enerji tedariki konusunda güvenilir bir ortak. Türkiye ise transit konusunda çok güvenilir bir ortak. Dolayısıyla, Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışarak Macaristan’ın enerji arz güvenliğini garanti edebilmek bizim için bir onurdur. Beklentimiz, artan hacimlerle birlikte fiyatın daha rekabetçi hale gelmesidir. Elbette, Macaristan’da çok önemli bir programımız var ve bu program sayesinde Macar ailelerin ve hanelerinin hizmetler için en düşük fiyatı ödemelerini sağlıyoruz. Gazprom ve gaz ticaret şirketimiz arasında imzalanan bu ek sözleşmeler, Macaristan’daki hizmet maliyetlerini düşük tutma açısından çok önemli.

Enerji konusuna devam edelim. Türk Devletleri Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olarak, AB Konseyi başkanlığınızın bu iki bölge arasında bir köprü olmak açısından çok önemli olduğunu biliyorum. Türkmenistan ve Kazakistan çok istekli, aslında AB de bu iki ülkeden enerji satın almak için çok istekli. AB’nin bu bölgeye yatırım yapması beklenen milyarlarca dolarlık altyapı projeleri var. Bu konuda en son gelişmeler ve rakamlar nedir?

Türk bölgesi, Kafkasya ya da Orta Asya bölgesine gelince, bu bölgeleri gelecekteki enerji tedariki için olası kaynaklar olarak değerlendiriyoruz. Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik sağlayacak ve Azerbaycan ile Gürcistan’dan Romanya üzerinden Macaristan’a elektrik taşınmasını içeren “Yeşil Orta Koridor” projesinin başarılı olmasını kesinlikle bekliyoruz. Ayrıca, Azerbaycan’dan gelen gazın ulusal enerji karışımımızda daha büyük bir rol oynamasını bekliyoruz. Bunun için en büyük darboğaz, Güneydoğu Avrupa boru hattı ağının kapasitesidir. Ancak umuyoruz ki kapasiteyi artırarak, Azerbaycan’dan gelen gazın ve Türkiye’den gelen gazın ulusal enerji karışımımızdaki rolünü artırabiliriz. 

Orta Koridor, kuzey rotası şu anda kullanılamadığı için çok daha fazla önem kazandı. Başka bir gelişme; Biden yönetiminin, görev süresinin bitiminden hemen önce Ukrayna’ya Rusya’ya karşı ABD füzeleri kullanma izni vermesi oldu. Rus lider Putin, “Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak” dedi. Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?

Bu gerçekten çok tehlikeli. Bu durum, kesinlikle Orta Avrupa’daki insanların çıkarlarına aykırıdır. Bu durum, kesinlikle Amerikan halkının iradesine de aykırıdır, çünkü Amerikan halkı farklı bir yönetim seçti. Barış yanlısı bir başkan seçtiler. Bu nedenle, mevcut Amerikan yönetiminin yaptıklarının gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu tür adımlar, bir tırmanışa yol açabilir ve umuyoruz ki 20 Ocak’a kadar tırmanıştan bir şekilde kaçınabiliriz. Sonra, Başkan Trump göreve geldiğinde, umarım hâlâ barışı sağlama şansı olur. Mevcut Demokrat yönetimin Ocak ayında barışı tamamen imkânsız hale getirmeyeceğini umuyorum.

Son sorum: İstanbul Enerji Forumu hakkındaki görüşleriniz nedir? Burada gündeminiz neydi ve Macaristan, Türkiye ve diğer ikili görüşmeler yaptığınız muhataplar için beklenen sonuçlar nelerdir?

Şu anki en kısa vadeli görevimiz, ABD yönetiminin Gazprom Bank’ı yaptırım listesine alma kararıyla ortaya çıkan zorlukların üstesinden gelmek. Çünkü bölgemizdeki birçok ülke gibi biz de gaz ödemelerini Gazprom Bank hesaplarına yapıyoruz. Bu nedenle burada bir araya geldik ve bu zorluğun üstesinden nasıl gelineceğini bulmaya çalışıyoruz. Eminim ki bir araya geldiğimiz için bunu aşmanın ve gelecekte de arz güvenliğini sağlamanın bir yolunu bulacağız.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English