Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Prabhat Patnaik: Yeni bir mücadele dönemine giriyoruz

Yayınlanma

Hindistan’ın en önemli marksist iktisatçılarından ve Türkiye’de de eserleri yakından takip edilen Prabhat Patnaik ile bir röportaj yaptık. Prabhat Patnaik, Hindistan, Yeni Delhi’deki Jawaharlal Nehru Üniversitesi Ekonomik Çalışmalar ve Planlama Merkezi’nde fahri profesörü ve Haziran 2006’dan Mayıs 2011’e kadar Kerala Devlet Planlama Kurulu’nun başkan yardımcısı olarak görev yaptı. Patnaik’in Utsa Patnaik ile birlikte yazdıkları Sermaye ve Emperyalizm: Kuram Tarih ve Günümüz (Çev. Ata Türkoğlu, Kalkedon Yayınları, 2022, İstanbul) Türkçeye çevrilen tek kitabı.

Patnaik’e göre, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği yeniden üretim şemaları, kapitalist üretimin kapalı bir sistem olarak varsayıldığı bir teorik çerçevenin ürünü ve Marx aslında bu varsayımı yazılarında reddetmişti. Hint yazar, neoliberalizmin bugünkü krizinin de dış uyaranların ortadan kalktığı bir dönemde yaşandığına dikkat çekiyor.

Hindistan’da yıl başında zafere ulaşan büyük köylü direnişini de hatırlatan Patnaik, günümüzde bir işçi-köylü ittifakının zemininin, Lenin’in zamanına göre daha sağlam olduğunu ileri sürüyor; zira her iki sınıf da küresel mali sermayenin saldırısı altındadır. Konuğumuza göre, Hindistan’daki köylü direnişi, neoliberalizme karşı siyasi bir karşı çıkış olması bakımından ilktir; bunun yanı sıra, sermaye karşısında güçsüzleşen ve uzun süreli eylemlerden uzak duran işçi sınıfının aksine, bir hayli uzun erimli bir mücadeledir.

Prabhat Patnaik, Rusya-Ukrayna savaşının çökmekte olan neoliberal düzenin bir semptomu olduğunu düşünüyor. One göre düzeni korumak için getirilen Rusya’ya yönelik yaptırımlar, sistemin çöküşüne neden olan etmenlerden biridir. Patnaik, bu durumun yalnızca “Küresel Güney” halkları için değil, “Küresel Kuzey” işçileri için de bir fırsat doğurduğunu düşünüyor. Avrupa’da olup bitenler tüm dünyayı ilgilendirmektedir; kış aylarında artan grevler, Patnaik’e göre bir işarettir: Artık genel bir mücadele dönemine girdiğimizin işareti…

‘DIŞ UYARAN YOKSUNLUĞU KRİZİN NEDENLERİNDEN BİRİ’ 

Kitaplarınız ve makalelerinin Türkiye’de yakından takip ediliyor. Utsa Patnaik ile birlikte yazdığınız son kitabınız Sermaye ve Emperyalizm: Kuram, Tarih ve Günümüz Türkçeye çevrildi. Şunu sorayım: Kapitalizmin kendi kendine yeten kapalı bir sistem olarak analizini reddediyorsunuz ve ayrıca kapitalizmin her zaman tarihsel olarak kapitalizm öncesi bir ortama yerleştiğini, hatta varlığının ve genişlemesinin ikisi arasındaki etkileşime bağlı olduğunu iddia ediyorsunuz. Yani, basit yeniden üretimin, dışsal bir uyaran olmaksızın genişletilmiş yeniden üretim yaratabileceği iddiasını kapitalist üretimin mantığı içinde reddettiğiniz çok açık, değil mi? Bu nedenle, sömürge oluşumu ve emperyalizm, kapitalizmin tarihinde “aşamalar” olarak nitelendirilemez, en başından beri kapitalist üretimin doğasında var olan niteliklerdir.

Evet, kesinlikle. Çünkü Marx, yeniden üretim şemalarını yazarken, üretken sermaye biçiminde tüketilen, biriktirilen –veya üretken sermaye biçiminde biriktirilen– artı değer ne olursa olsun, mallar için herhangi bir talep yaratmayacak şekilde, artı değerin para biçiminde biriktirilebileceğini varsaydı. Bu, Marx’ın yazılarında uzun süredir var olan bir şeydi. Marx, temelde arzın kendi talebini yarattığını, bu nedenle hiçbir zaman toplam talebin verimliliği sorunu olmadığını söyleyen Say kanunu adını verdiği şeyi reddetmiştir. Ama yeniden üretim planları üzerinde çalışırken, esas ilgisinin metaların dolaşım sürecinin tam olarak nasıl gerçekleştiğini göstermek olduğunu düşünüyorum.

Kapitalizmde işlerin gerçekte böyle olduğunu iddia etmek zorunlu değildir. Yeniden üretim şemaları temel olarak Say kanununun geçerli olduğu varsayımına dayanmaktadır. Fakat bu Marx’ın yazılarında reddettiği kanundur. Dolayısıyla, onun genişletilmiş yeniden üretim tasvirini, kapitalizm yönetiminde işlerin nasıl gerçekleştiğinin gerçekçi bir tasviri olarak düşünmemeliyiz. Birikimin para biçimini alabileceğini, paranın zenginliğin tutulabileceği bir biçim olabileceğini hesaba kattığımız an, o zaman elbette kapitalizmi sadece döngüsel olarak aşırı üretime tabi bir sistem olarak görmekle kalmayıp bir süre boyunca aşırı üretime tabi olabilecek bir şey ve böylece, bir dış uyaranın yokluğunda veya bir dış pazarın mevcudiyetinin yokluğunda zorunlu olarak genişletilmiş yeniden üretim yaşamadan basit bir yeniden üretim durumuna yerleşebilen bir şey olarak görmemiz mümkün olur. Sömürgeciliğin veya Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nde öne sürdüğü gibi kapitalizm öncesi piyasaların bu rolü oynadığına inanıyorum. Kapitalizm öncesi piyasaların tükenmesinden sonra, açık ki tükendiler, bence devlet müdahalesi de benzer bir rol oynadı. Ve ben şu anda, neoliberalizmde her iki dış pazar da az ya da çok tükendiğinden ve devlet müdahalesi neredeyse tamamen dışlandığından, kapitalizmin dışsal bir uyarandan yoksun olduğunu, bu nedenle mevcut krizi yaşadığınızı savunuyorum.

Yani Nikolay Buharin’in Rosa Luxemburg’a yönelik dış pazar eleştirisini ve sermayeler arası rekabet vurgusunu da reddediyorsunuz.[1] Para için zenginlik talebinin birikim için de kullanılabileceği konusunda ısrar ediyorsunuz.

 Evet. Rekabet, kapitalistleri sermaye biriktirmeye zorlar. Fakat sermaye birikimi birçok farklı biçim alabilir. Biri, para cinsinden birikimdir. Rekabetin kapitalistleri fiilen sermaye malları biçiminde biriktirmeye zorlaması için hiçbir neden yoktur ve bu temel olarak benim işaret ettiğim şeydir. Birikimin para biçimini alabileceği gerçeği bir kez kabul edildiğinde, dışsal bir uyarana duyulan ihtiyaç oldukça açık hale gelir.

Kitabınızda üç dış uyaran sayıyorsunuz: kapitalizm öncesi piyasalar, devlet harcamaları ve inovasyon. Küresel kapitalizmin bugünkü ortamını bu uyaranlar açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Neoliberalizm çağında bunlara sahip miyiz? 

Literatürde genel olarak tartışılan üçünden, inovasyonun gerçekten ciddi bir dışsal uyaran olmadığını düşünüyorum. Bu noktada benim argümanım, çalışmalarına çok itimat ettiğim Michael Kalecki’nin argümanından farklı olacaktır. Çünkü inovasyonlar tam olarak piyasalar büyürken ortaya çıkar. Yani büyümenin olduğu bir dönemde inovasyon devreye girer. Ve bu, Büyük Buhran döneminde çok açık olarak görülen bir şeydir. Pek çok icat ortaya çıkmıştı, fakat hiçbiri üretim sürecine inovasyon olarak dahil edilmedi ve aslında uygulanmak için savaş sonrası kapitalist patlama dönemini beklemek zorunda kaldılar. Otomobil patlaması aslında ABD’yi durgunluktan veya 1930’ların Büyük Buhranından çıkarmaktan çok uzaktı. Aslında buhran nedeniyle bunlar saklandı. Bu nedenle, inovasyonların gerçekten otantik bir dışsal uyaran sağladığına inanmıyorum. Hangi yatırıma karar verilirse verilsin, bu yeni süreçlerin biçimidir fakat yeni süreçlerin kendileri daha büyük miktarda yatırımı teşvik eder – işte bu konuda şüphelerim var.

Açıktır ki, eğer devlet harcamaları emekçilerin zararına değil de kapitalistlerin vergilendirilmesiyle veya daha genel olarak yüksek gelirlilerin vergilendirilmesiyle finanse edilirse, bunun dışsal bir teşvik olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu durumda vergilerin bir kısmı onların tasarruflarından gelecek, dolayısıyla net bir uyaran var. Ya da devlet harcamaları bütçe açığı ile finanse edilebilir. Ama mesele şu ki, neoliberalizm koşullarında, kapitalistleri veya fazla kazananları vergilendirmeye, küreselleşmiş finansal sermaye genellikle karşı çıkar. Mali açığa da öyle, bu yüzden çoğu ülkede mali sorumluluk mevzuatı var. Bu nedenle, neoliberalizmde tekil ulus-devlet politikalarının küreselleşmiş mali sermayeye uyması gerekir, aksi halde sermaye ülkeyi terk eder, başka bir yere gider.

Dolayısıyla, çoğu hükümet kendilerini ekonomiyi gerçekten canlandıramayacakları bir konumda buluyor, her iki yoldan da ekonomiyi tek başlarına canlandıramazlar. İşte neoliberalizmin kapitalizm öncesi pazarlara erişiminin olmamasının ya da kapitalizm öncesi pazarların şimdilerde kapitalist iktisadi canlılığı teşvikteki ağırlığını artık kaybetmesinin nedeni budur. İkincisi, neoliberalizm altında devlet bu rolü üstlenemez. İşte bu nedenle neoliberalizm dönemi, 2008’den sonra kapitalist dünyaya yerleşen genel bir durgunluk dönemiyle ilişkilendirilir.

‘ENFLASYONUN NEDENİ YÜKSEK KÂRLAR’

Yani Yeşil Enerji, Endüstri 4.0 vb. konularda şüpheci misiniz?

Bu konuda çok şey konuşuluyor. Ama aslında hiçbirinin herhangi bir ekonomiyi uyardığını görmüyorum. Demek istediğim, şu anda dünya çapında oldukça ciddi bir durgunluğa giriyoruz. Bu dünya çapındaki durgunluğun, bahsettiğim daha uzun vadeli faktörlerle hiçbir ilgisi olmadığını söyleyebilirsiniz. Bunun bir şekilde daha uzun vadeli faktörlerle ilgisi olduğuna inanıyorum. Bu faktörler şunlardır: Temelde ekonomiyi neoliberalizmin parametreleri içinde canlandırmak için, hükümetler, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, çok uzun bir süredir neredeyse sıfır faiz oranları ve ekonomiye devasa miktarlarda likidite sağlayan parasal genişleme politikası izliyorlar ki bu gerçekten çok büyük bir risk oluşturuyor. Biliyorsunuz, mevcut enflasyon aslında yükselen kar marjları tarafından teşvik edildi. Artan kar marjlarının aslında çoğu kapitalist ekonomide likidite risklerini gerçekten büyük ölçüde azaltan bu muazzam miktardaki likiditenin dalgalanması tarafından kolaylaştırıldığına inanıyorum. Karşı karşıya kalacağı ciddi likidite riskleri ise handikap olacaktır. Fakat bu muazzam miktarda likiditenin mevcudiyeti ve neredeyse sıfır faiz oranları, likidite risklerini, birçok şirketin kar marjlarını yükseltmeyi şekillendirebileceklerini hissettikleri bir noktaya kadar azaltan bir şeydir. Ve bunun enflasyonun başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Artık kapitalist dünyanın her yerindeki hükümetler, ücretleri kısmak için fiilen faiz oranlarını artırıyorlar. Dolayısıyla bu dünya ekonomisini ciddi bir resesyona itiyor.

Kitabınızda, sömürge çevrenin sanayisizleştirilmesinde metropol merkezin rolünü vurguluyorsunuz. Küçük üreticiler ve işgücü rezervleri okyanusu, merkeze ve yerel toprak sahiplerine hizmet eder ve ayrıca kapitalistler, ücretlerin neredeyse sabit bir payı olsa bile paranın değerini sabitleyebilirler. Fakat onlarca yıldır emperyalist ülkelerde sanayisizleşme ve eski sömürgelerde bir tür sanayileşme yaşandı. Bu dönüşü nasıl açıklıyorsunuz? Kaldı ki, tüm ileri kapitalist ülkelerde reel ücretler giderek azalmaktadır. Bu eğilimi nasıl açıklıyorsunuz?

 Önce bir şeyi belirteyim. Üretimde sermaye göçü olmasına rağmen, malların dolaşımı olmasına rağmen üretimdeki sermaye Küresel Güney’in birkaç ülkesine, özellikle Güneydoğu Asya’ya ve belki de bir dereceye kadar Güney Asya’ya taşındı. Fakat sermayenin bu hareketine rağmen, bugünün kapitalizminin bu anlamda sömürge döneminde olduğundan çok farklı olduğu doğrudur. Sömürge döneminde dünya ekonomisi parçalara ayrılmıştı. Küresel Güney’den gelen emeğin Küresel Kuzey’e taşınmasına izin verilmiyordu – hala serbestçe hareket etmesine izin verilmiyor. Küresel Kuzey’den gelen sermaye, yasal olarak Küresel Güney’e taşınmasına izin verilmesine rağmen, gerçekte bunu yapmadı. Mesele şu ki, ikinci kısım artık doğru değil. Küresel Kuzey’den gelen sermaye, en azından belirli faaliyet dönemlerinde, Küresel Güney’e kayıyor. Bunun, Küresel Güney’de bulunan ve sömürgeciliğin bir mirası olan emek rezervlerini tüketeceği düşünülebilirdi. Fakat bu olmuyor. Ve aslında Küresel Güney’deki işgücü rezervleri, sermayenin Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e hareket etmesine rağmen iş gücünün tamamına nazaran artıyor. Bunun nedeni, bu tür sermaye hareketlerinin getirdiği teknolojik ilerleme oranlarının gerçekten çok yüksek olmasıdır. Dahası, emek rezervleri tükenmezse, ücretler emek verimliliği artarken geçimlik düzeyde kalır, artıktan alınan pay yükselir ve yüksek gelirliler istihdam yoğunluğu daha az olan metaları tercih ederler.

Yani gelir dağılımındaki değişim istihdamı azaltmada da etkili olur. Ve tabii ki emek üretkenliğindeki çok yüksek büyüme oranları. Birçok ülkede istihdamdaki büyüme, bırakın işgücü rezervlerini emmesi, işgücünün doğal büyüme hızından bile daha azdır. Dahası, emek rezervleri de yenilenir çünkü neoliberalizmde zorunlu olarak küçük üreticilere ve köylülere yönelik bir saldırı vardır. Bütün fikir, tüm sektörü sermayenin gaspına açmaktır. İşte bu nedenle Küresel Güney’deki birçok ülkede planlama döneminde küçük üretim sektörü fiilen korunmuştur: birçok ürün için asgari fiyatlamalar, sübvansiyonlar… Hindistan’da, mevcut hükümetin geri almaya çalıştığı tahıllar için fiyat koruması hâlâ var. Fakat bu fiyat korumasının geri çekilmesine karşı bir yıl boyunca köylü ajitasyonu yapıldı.

‘HİNDİSTAN’DA KÖYLÜ DİRENİŞİ NEOLİBERALİZME İLK SİYASİ KARŞI ÇIKIŞTI’

Emperyalist sermayeye karşı bu köylü direnişini sormak istiyorum. Çünkü genişleme yoluyla birikim ile gasp yoluyla birikim arasında bir ayrım yapıyorsunuz. Bugünün emperyalizminin sadece artı değeri emmekten ziyade sürekli ilk birikime [primitive accumulation] ve mülksüzleştirmeye ihtiyacı var gibi görünüyor. Buna katılıyor musunuz? Özellikle Hint Yarımadası, Güneydoğu Asya ve Kuzey Afrika’da köylüler ve küçük üreticiler hâlâ önemini koruyor. Görünüşe göre Asyalı ve Afrikalı köylüleri mülksüzleştirmek emperyalizmin ana hedeflerinden biri.

 Evet, tabii ki, kesinlikle. Ve aslında bu neoliberalizmin getirdiği bir şey. Savunduğum şeylerden biri de, ilk birikimin sadece kapitalizmin kökenleriyle sınırlı bir şey olmadığıdır. Bahsettiğim dışsal uyaran aslında ilk birikimin bir parçasıdır. Aslına bakılırsa, Marx gitgide bunun farkına vardı. 1881’de Danielson’a, değerin Hindistan’dan İngiltere’ye akışından bahsettiği bir mektup yazdı. Devasa rakamlar. Hindistan’dan akan değerin, Hindistan’daki 60 milyon tarım ve sanayi işçisinin gelirine denk olduğunu söylüyor. Bu gerçekten sadece bir ikincil [epiphenomenal] olarak ele alınamayacak bir şey. Bence Marx’ın kendisi de normal birikimle eş zamanlı olarak meydana gelen bir ilk birikim süreci olduğunun farkındaydı. Bu fikri geliştirmek için zamanı olmadı. Dolayısıyla ilk birikim, neoliberalizm altında Küresel Güney’de bir ilk birikim sürecini empoze etmek için özellikle çaba harcanan bir şeydir. Bu da birçok köylünün ve küçük üreticinin işini kaybetmesi ve iş aramak için işgücüne katılması anlamına gelir, fakat elbette bunun için yeterli istihdam yaratılmadı. Dolayısıyla işgücü rezervleri artar, bu nedenle Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e bir dizi faaliyette kayma olsa da, bu Küresel Güney’in ücretlerini yükseltmezken Küresel Kuzey’deki ücretleri aşağıda tutar.

Öyleyse Hint köylü direnişinin önemi nedir?

Akılda tutulması gereken birkaç şey var. Bu temelde, köylülüğün artık küreselleşmiş sermaye, uluslararası tarım ticareti vb. ile karşı karşıya olduğu anlamına gelir. Lenin işçi-köylü ittifakından bahsederken, bu ittifakın temelinde işçilerin feodal beylere karşı demokratik bir devrim başlatması ve bunun da köylüleri özgürleştirmesi yatıyordu. Ama köylüler, feodal beylerden kurtulduktan sonra, o zaman elbette işçi-köylü ittifakının temeli ortadan kalkar. Elbette, bir bütün olarak köylülük ile işçiler arasında olmaz. Sovyet sanayileşme tartışması buydu. Buharin-Preobrajenskiy tartışması buydu.[2] Ve bence, Stalin’in tüm soruna zorunlu kolektifleştirme yoluyla çözümü, sosyalizmin gelişiminde bir iz bıraktı, yani, gelişen tüm o otoriter yapı vb. Tüm bunlar o kolektifleştirme döneminde şekillendi, Sovyetlerdeki zorunlu kolektifleştirme nedeniyle tasfiyeler [recisitums] yaşandı.

Şimdi çok farklı bir dünyada yaşıyoruz, işçi-köylü ittifakının temelleri gerçekten çok daha sağlam, çünkü her ikisi de artık küreselleşmiş sermayeyle karşı karşıya. Dolayısıyla, kulakların sosyalist düzene karşı kapitalist bir tehdit oluşturması söz konusu değil. Çünkü ekonomi, onları kontrolünde tutmak isteyen uluslararası tarım ticaretinin gaspına açıksa, köylüler kapitalist bir sınıf olarak gelişemezler. Yani bu aslında zengin köylü sınıfından yerli kapitalizmin gelişimine bir kısıtlama getiriyor. Öte yandan bir bakıma posaları çıkarılıyor. Sanayi işçileri ile ortak bir dava oluşturmakta gerçek çıkarları var. Başka bir deyişle, bugün bir işçi-köylü ittifakının temeli, Lenin’in günlerindeki herhangi bir türdeki ittifaktan daha güçlüdür.

Bence Hint köylü mücadelesinin önemi, neoliberal düzene siyasi düzeyde ilk meydan okuma olmasında yatıyor.[3] İşçi sınıfı, hem Küresel Kuzey’de hem de Küresel Güney’de büyük ölçüde zayıfladı. Greve giderseniz sermaye başka yere kayar ve fabrikasını başka yere kurar. Bu tür bir korku, genellikle işçi sınıfına boyun eğdirecek bir şeydir. Bir günlük grev olur, iki günlük grev olur ama uzun süreli eylem olmaz. Dolayısıyla, Hindistan’daki köylü eylemi ilk uzun süreli eylemdi. Ve kelimenin tam anlamıyla, köylü direnişini kırmak için devletin elindeki her araç kullanıldı. Fakat başarısız oldular. Köylülere karşı akla gelebilecek her yolu seferber ettiler ama hükümet başarılı olamadı.

‘NEOFAŞİZM, NEOLİBERALİZMİN OLASI İŞÇİ MİLİTANLIĞINA YANITI’ 

Son krizin ana sonuçlarından birinin neofaşizm olduğunun altını çiziyorsunuz. Neofaşizm, neoliberalizme ve mali köleliğe karşı olduğunu iddia ediyor gibi görünse de, bu hareketin yeni bir sanayi politikası ve kamu harcamaları ile ulusötesi finansal akışları kesmeye veya işçilerin tüketimini artırmaya çalıştığına dair bir emare yok. Bence Hindistan’da Narendra Modi bu eğilimin en iyi örneklerinden biri. Peki, neoliberalizmden kaçış yok gibi mi görünüyor? Modi, Erdoğan, Orban gibi liderler, Batı hegemonyasına direndiklerini ve ülkelerini bağımsız kıldıklarını iddia ediyorlar. Bu mümkün mü? 

Hiç de mümkün değil. Modi durmadan küresel sermayeye, gelip burada fabrikalar kurması için yalvarıyor, tüm slogan “Hindistan’da üret.” Bence neofaşizm, olası işçi sınıfı militanlığına neoliberalizmin yanıtı: şu anda Avrupa’nın büyük bir bölümünde tanık olduğunuz ve Küresel Güney’de bile her türden tehdit oluşturabilecek bir militanlık. Asya’nın çoğunda bu militanlık kendini gösterecek. Sri Lanka’nın iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin bu ülkeyi ittiği ekonomik kriz, şimdi işçi sınıfı direnişi ve genel kentsel direniş anlamında patlayacak.

Mesele şu ki, neoliberalizmin krizi onu, alternatif bir siyasi destek sütununa ihtiyaç duymadan devam edemeyeceği bir duruma getirdi. Neofaşizm bu siyasi desteği çeşitli şekillerde sağlar. Birincisi, o elbette otoriterdir. Ve sadece devlet otoriterliği açısından otoriter değil, aynı zamanda etrafta dolaşan ve insanları terörize eden haydut ve holigan ordusuna da sahiptir. İkincisi, işçi sınıfını etnik köken, din vb. çizgiler üzerinden böler. Üçüncüsü ve en önemlisi, söylemi değiştirir. Modi artık iktisadi canlanma getirdiğini, istihdam sağlayan işler yarattığını iddia etmiyor, tapınak inşa ettiğini iddia ediyor. Yani söylemi değiştirdiler. Neofaşizmin neoliberalizm için yararlı olmasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Fakat tüm faşizmlerden farklı olarak neofaşizm, neoliberalizmin iktisadi krizine herhangi bir çözüm sağlayamaz; askeri bir çözüm bile.

Batı yaptırım rejiminin dünya ekonomisini neoliberal düzenden bir dizi ad hoc [geçici, plansız, özel bir amaca yönelik] düzenlemeye ittiğini ve emperyalist egemen düzenin altını tamamen oyduğunu söylediniz. Buna hâlâ inanıyor musunuz? Bu geçici düzenlemeler bizi kanlı bir dünya savaşına mı çekiyor? Ayrıca, Rusya henüz herhangi bir yabancı sermayeyi veya Rus sanayisini devletleştirmedi ve Sovyet tarzı bir ekonomi veya sosyalist önlemlerden kesinlikle kaçınıyor. Görünen o ki, neoliberal dönem ve emperyalist tek kutupluluk sona erdiğinde, bu, Batı ile çekişen tek tek ülkelerin otomatik olarak yeni ve sosyal bir ekonomik politika benimsemeleri anlamına gelmiyor.

Buna katılıyorum. Sosyalizm gizlice gelmez. Bence Ukrayna savaşı kesinlikle küresel kapitalizm için muazzam bir kriz. Neoliberalizm dünyaya bir düzen dayatıyor, bu gerçekten emperyalist bir düzen çünkü tüm ülkeleri metropol sermayesinin nüfuzuna açtı. Savaş sonrası dönemde her yerde dirigiste[4] hükümetler vardı. Sanayiyi devletleştirdiler, bir tür planlama getirdiler ve yerel kaynaklarını kontrol ettiler. Emperyalizmin yıkmaya çalıştığı şey buydu. Tekil eylemlerle yıkmaya çalıştı. İnsanlar bana sık sık, evet 1950’lerde ve 60’larda emperyalizm vardı ve bugün yok, diyor, ama gerçek tam tersi. 1950’lerde ve 60’larda emperyalizm zayıfladı, bu yüzden Musaddık, Allende vb.’ye saldırdılar. Bu rejimleri devirmek için temelde emperyalist askeri müdahaleler gerekiyordu. Bugün, bu tür herhangi bir askeri müdahale gerçekten gerekmiyor. Bir ülkenin düzeni tehdit etmeye çalışması dışında.

Mesele şu ki, neoliberalizmin krizi nedeniyle rejime karşı gerçekten bir tür tehdit oluştuğuna inanıyorum. Bu tür bir tehdide sahip olduğunuzda, o tehdidi kontrol etme çabaları aslında krizi daha da şiddetlendirir.

Bir örnek vereyim. Rusya, Çin, yeni yükselen ülkeler tek kutuplu dünyaya açıkça başkaldırıyorlar. Rusya kesinlikle sosyalist bir ülke değil, oligarkların kontrolünde. Ama oligarkların Rus-Ukrayna savaşına karşı olduklarını unutmamak gerekir. Ve Çin, kendisini sosyalist bir ülke olarak adlandırırken, bununla ilgili her türlü tartışma ve çekişme var. Ama temelde, bugün karşı karşıya olduğunuz şey, bu nedenle, emperyalist düzen için bir sosyalizm tehdidi değil, çok kutupluluk tehdididir.

Bu Rusya’ya karşı yaptırımlar uygulanarak karşılanmaya çalışılıyor. Yaptırımlar neyi başardı? Yaptırımlar aslında Hindistan dahil her çeşit ülkeyi Rusya ile ikili anlaşmalar yapmaya itmek gibi ters bir etkiye sahip. Ve eğer ikili bir anlaşmanız varsa, o zaman –en azından bu sınırlı ölçüde– küresel düzenin dışında kalmayı seçersiniz. Yani savunulması birincil hedef olan küresel düzen, aynı savunmayla baltalanıyor. Mevcut bağlamda emperyalizmin ve neoliberalizmin semptomu budur.

Suudi Arabistan gibi bir ülke Çin ile ilişkiler ve bir tür ikili görüşmeler geliştiriyor. Amerika’nın isteklerine karşı günlük petrol üretimini kısmak için OPEC+’ta Rusya ile birlikte hareket ediyor. Bunlar bir şeylerin habercisi. Bunlar çökmekte olan bir düzenin semptomları. Suudi Arabistan, kimin aklına gelirdi? Bence emperyalizmin dayattığı küresel düzen çöküyor.

‘AVRUPA’DA OLUP BİTENLER TÜM DÜNYAYI İLGİLENDİRİYOR’

Yani Küresel Güney’in emekçi halklarının bu fırsatı kullanabileceğini düşünüyorsunuz. 

Evet, elbette Küresel Güney’deki halklar bu fırsatı kullanabilir. Ama Küresel Kuzey’de olanların oldukça ilginç olduğuna inanıyorum. Neticede İngiliz işçiler, Alman işçiler… İtalyan işçiler gerçekte Ukrayna savaşına karşı çıkıyor. Örneğin, İtalyan neofaşist hükümeti aslında [neoliberal] çizgiyi koruyor. Neoliberalizm ve neofaşizm, İtalya’da bir kez daha korkunç bir ittifak oluşturdu.

Avrupa’da olup bitenler tüm dünyayı olduğu kadar kapitalizmin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. İşçilerin sosyalist bir mücadele içinde olduklarını söylemiyorum, işçiler ekonomik bir mücadele içinde. Fakat kapitalizmin parametreleri içindeki ekonomik mücadele gerçekten çok başarılı olmayacak. Yani mesele, işçilerin bundan sonra ne yapacaklarını görmek. Tabii o zaman siyasi meseleler gündeme gelecek. Ve inanıyorum ki, bir kez Avrupalı ​​işçiler grev ve eylem yollarına girince, bunların Küresel Güney üzerinde de büyük etkisi olacaktır. Genel olarak bir mücadele dönemine girdiğimize inanıyorum.


Dipnotlar:

[1] Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi isimli kitabında, emperyalizmin nedeninin, kapitalizmin kapitalist olmayan pazarlara mahkumiyeti olduğunu ileri sürüyordu. Luxemburg, Marx’ın Kapital’de gündeme getirdiği basit yeniden üretim şemalarının, kendiliğinden, kapitalist üretimin kendi bağrından, genişletilmiş yeniden üretime geçiş yapamayacağını düşünüyordu. Nikolay Buharin, Rosa’ya verdiği yanıtta, kimi matematiksel hesaplamalardan da yararlanarak, kapitalizmde, kitle tüketimine yönelik meta üretiminin dışında bir sermaye malları üretimi olduğunu da vurgulayarak, kapitalist üretimin kendi iç devinimi ile genişletilmiş yeniden üretime ulaşabileceğini kanıtlıyordu. (editörün notu)

[2] 1920’li yıllara, yani NEP’e ve sonrasında sanayileşme-kolektifleştirme süreçlerine damga vuran bu tartışma özetle şuydu: Nikolay Buharin, işçi-köylü ittifakını sürdürebilmek için köylülere taviz verilmesini, köylülerin ürünlerini pazarda satmalarının önünün açılmasını ve zenginleşmelerini savunuyordu. Ona göre, sosyalizm kağnı hızıyla da kurulabilirdi. Başını Yevgeniy Preobrajenskiy’in çektiği acil sanayileşmeciler ise Sovyetler Birliği’nin acilen sanayileşmesi gerektiğini, sosyalizmin kurulması için “tüketim”e değil, “üretim”e önem verilmesini, sanayileşmenin gerektireceği “sosyalist ilk birikim”in faturasının ise köylülere çıkarılması gerektiğini savunuyordu. 1920’lerde Buharin ile ittifak kuran Stalin, 1928’e gelindiğinde kentlerin feci durumu ve köylülerin mal istiflemesi nedeniyle makas değiştirdi ve Buharincilerle ittifakı sonlandırarak Preobrajenskiy’in savunduğu “sol”a yönelerek SSCB’nin en büyük atılımlarından olan tarımda kolektifleştirmenin düğmesine bastı. (editörün notu)

[3] Hindistan’daki köylü direnişi ile ilgili bkz. Hindistan’daki Köylü Direnişinden Dersler, https://ermancete.substack.com/p/hindistandaki-koylu-direnisinden. (editörün notu)

[4] Dirijizm, yani iktisat politikalarını devlet müdahaleleri ve teşvikleriyle belirlemek. İkinci Dünya Savaşı sonrasında eski sömürge ülkelerin devlet eliyle kalkınma politikaları kastediliyor. (editörün notu)

SÖYLEŞİ

“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”

Yayınlanma

Yazar

Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.

Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.

Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.

Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.

Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.

‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’

Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?

Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.

‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’

Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?

Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.

Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?

Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.

‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’

İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.

AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.

‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’

Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?

Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?

Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?

23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.

Bu ne anlama geliyor?

Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.

Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.

Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.

Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.

BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.

Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.

Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.

Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.

Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.

Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.

Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.

BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.

BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.

Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.

Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English