Dünya Basını
Protestan ahlakı olarak ‘wokeness’

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale Harper’s’ta yayınlandı. Makalenin yazarı, son yılların çok tartışmalı ‘wokeness’ [duyarcılık] meselesini, Avrupa’da kapitalizmin gelişimi döneminde ortaya çıkan ‘Protestan ahlakı’nın çağdaş bir uzantısı olarak inceliyor. Kamusal alanda iman tazeleme ritüelleri, insanlardan kendilerini sürekli ispatlamalarını talep etmektedir. Duyarcılığın mezhepçi bir iman şartı olarak değerlendirilmesi, ‘post-geç kapitalizm’in ruhunu anlamak açısından dikkate değer. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Gerekeni yapmak: Protestan etiği ve duyarcılık ruhu
Ian Buruma
Harper’s
Haziran 2023
‘Duyar’ [woke] hakkında yazmanın en az iki tuzağı var. Birincisi, aşırılıklarına yönelik herhangi bir eleştirinin ırkçılık, yabancı düşmanlığı, transfobi, kadın düşmanlığı veya beyaz üstünlüğü suçlamalarına yol açmasıdır. Diğer sorun ise, aşırı sağ tarafından kullanılan bir istismar terimi, ilerici sol için bir savaş çığlığı ve birçok liberal için utanç kaynağı olan kelimenin kendisidir.
Duyarın ne anlama geldiği konusunda kimse hemfikir değil. Sağcılar, okullardaki silahlı saldırıların artmasından Silicon Valley Bank’in çöküşüne kadar her şeyden bu kavramı sorumlu tutarken, solda duyarcı olarak tanımlanan pek çok kişi kendilerini sosyal ve ırksal adalet için uzun zamandır gecikmiş bir savaş veriyor olarak görüyor. Bu anlaşmazlıklar sadece siyasi değil. Aslında, bazen antipolitik gibi görünüyorlar. Duyarcılık üzerine yapılan tartışmalar, kelimenin de işaret ettiği gibi, genellikle ahlaki ve ruhani aydınlanma testleridir.
Bu nedenle Woke Racism [Duyar Irkçılığı] kitabının yazarı John McWhorter, ırkçılık karşıtı evanjelistleri tanımlamak için ‘woke’ kelimesini kullanmayı bırakıp onlara ‘seçilmişler’ demeye karar vermiştir. Bu doğru dini ve sınıfsal çağrışımlara sahiptir. Yazdığına göre Seçilmişler, ‘kendilerini seçilmiş olarak gören … çoğunun anlamadığı bir şeyi anlayan’ insanlardır. Modern öncesi Hıristiyanlar gibi, Seçilmişler de ya din değiştirmeli ya da ışığı görmeyenleri cezalandırmalıdır.
Ne var ki duyarcılığın dini kökleri oldukça özgündür. McWhorter’ın ‘din’ olarak adlandırdığı şey aslında Protestanlığın yarı-dinsel bir dalıdır ve New York Times köşe yazarı Ross Douthat’ı on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Amerikan merkezini kasıp kavuran Evanjelik coşku dalgalarına atıfta bulunarak ‘Büyük Uyanış’ı yazmaya iten de budur. Douthat ve McWhorter, 2014 tarihli An Anxious Age (Endişeli Bir Çağ) adlı kitaplarında çağdaş ilerlemeciliğin ahlaki coşkusunun Protestan Sosyal İncil’in sekülerleştirilmiş bir mirası olarak anlaşılması gerektiğini savunan Katolik yorumcu Joseph Bottum’un çalışmalarından yararlanmışlardır (Bottum da ‘elit’ teriminin yerine ‘seçilmiş’ terimini tercih etmektedir).
Özünde Protestan bir olgu olarak duyarcılığı anlamak, son yıllarda geleneksel hale gelen bazı ritüellerin, özellikle de kamusal özürün arkasındaki mantığı anlamamıza yardımcı olur. Protestan geleneğini diğer semavi dinlerden ayıran unsurlardan biri de kamusal özür dilemeye verdiği önemdir. Katolikler rahiplere özel olarak günah çıkarır ve bir kez daha günah çıkarma zamanı gelene kadar günahlarından arınırlar. Pek çok Protestan, inançlarını kamuya açık bir şekilde itiraf ederek erdemlerini onaylamaya teşvik edilir.
Bu artık çok tanıdık bir hikaye haline geldi: bir erkek ya da bazen bir kadın, duyarsız ya da saldırgan olduğu düşünülen bir fikir beyan ediyor ya da bir kelime kullanıyor; toplum içinde özür diliyor ve yeterli kabul edilebilecek ya da edilmeyecek bir tür kefaret ödemeyi teklif ediyor. Bu tür özürler o kadar yaygın hale gelmiştir ki, insanlar genellikle bunların samimiyetinden şüphe duymaya meyillidir. Bu nedenle daha da samimi pişmanlık eylemleri talep edilir ve bu böyle sürüp gider.
Özür kişisel bir hata için olabilir: bir profesörün edebi bir metni yüksek sesle okurken N kelimesini(*) telaffuz etmesi ya da bir doktorun Afrikalı Amerikalılar arasındaki sağlık sorunlarının asıl sorumlusunun ‘yapısal ırkçılık’ olmadığını söylemesi gibi. Ya da bu, siyasi liderlerin sorumluluk almaya zorlandığı tarihsel bir yanlış olabilir. Bu durum genellikle Protestan geleneğe sahip devletlerde görülür. Hollanda Başbakanı Mark Rutte geçtiğimiz Aralık ayında Hollanda’nın transatlantik kölelikteki rolü için özür diledi. Rutte bunu yapan ilk Hollanda başbakanı oldu ve ancak uzun bir tereddütten sonra bunu yapabildi.
Bu tür özürler tarihi yaraların sarılmasına yardımcı olabilir. Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt, 1970 yılında eski Varşova gettosunun bulunduğu yerde diz çökerek yaptığı resmi kefaret eylemi nedeniyle haklı olarak takdir edilmiştir. Ama çağdaş ahlaki inançlara uymayan bir görüş için özür dilemek zorunda kalmak, ideolojik diktatörlüklerde ya da katı dini cemaatlerde beklenebilecek farklı bir durumdur.
Tam teşhir adına söylemeliyim ki, New York Review of Books’taki editörlük görevimi kaybettiğimde ben de böyle bir olayın tam ortasındaydım. Tartışmalı bir figürün tartışmalı bir yazısını yayınlamıştım. Makalenin esası konusunda haklı olarak görüş ayrılıkları olabilirdi. Ama asıl mesele bu değildi. Eleştirmenler, cinsel saldırı suçundan yargılanmış ve beraat etmiş bir adam olan yazara, olaydan sonraki hayatı hakkında yazması için bir ‘platform’ verilmemesi gerektiğine inanıyordu. Ona söz hakkı tanıyarak, suç ortaklığı yapmış olmuştum ve başka bir dergideki iyi niyetli bir editörün görüşüne göre, kamuoyu önünde özür dileyerek pişmanlığımı belirtmeliydim.
Halka açık ikrar ritüeli Avrupa’da Reform ile başlamıştır. Yahudiler ve Katolikler dini cemaatlerine küçük çocuklarken törenle kabul edilirken, Anabaptistler gibi pek çok Protestan, bazen sözde ihtida anlatılarında, yetişkin olarak din kardeşlerinin önünde inançlarını ilan eder. Kamuya açık tasdik fikri özellikle on yedinci yüzyılda Lutherciliğin bir dalı olan Pietizm için önemliydi. Pietizm de New England Püritenleri de dahil olmak üzere birçok Hıristiyan mezhebi üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Tarihçi Edmund S. Morgan’ın ifadesiyle, Püriten kiliseleri ‘dini deneyimlerin anlatıldığı bir eleme süreciyle üyelerinde inancın varlığını’ garanti altına alıyordu.
Sinclair Lewis’in aynı adı taşıyan romanındaki Evanjelik dolandırıcı Elmer Gantry’yi düşünün. Gantry seri bir günahkâr ve seri bir günah çıkarıcıdır. Kitabın sonlarına doğru, gerçek inananların arasına geri dönebilmek için işlediği pek çok günah için bir kez daha af diler ve hemen ardından korodaki genç bir kadının ‘çekici ayak bileklerine’ bakar. İnananlar ‘Hallelujah!’ diye haykırır ve Gantry dua eder:
Tanrım, bu günü yeni ve daha güçlü bir yaşamın başlangıcı, tam ahlak ve Hıristiyan kilisesinin tüm ülkeye egemen olması için bir haçlı seferinin başlangıcı olarak saymama izin ver. Sevgili Tanrım, senin işin daha yeni başladı! Bu Birleşik Devletleri ahlaklı bir ulus haline getireceğiz!
Bu duygunun yankıları, her Pazar günü televizyon vaizleri insanları ellerini havaya kaldırarak milyonlarca izleyiciye günahlarını itiraf etmeye ve ardından da maddi katkıda bulunmaya davet ettiğinde duyulabilir. Aynı şey, geçmiş on yıllarda, talk show yıldızlarının hata yapan film yıldızlarına günah çıkaran kişiler olarak davrandıkları Oprah Winfrey Show gibi daha seküler (ama daha az törensel olmayan) televizyon programlarında da görülebilir.
Bu Protestan geleneğindeki bireyin kendi cemaatiyle olan ilişkisi dindar Katolikler ya da Yahudilerden çok farklıdır. Kurtuluş öncelikle hiyerarşik bir kiliseye ya da sinagoga ait olmakla aranmaz. Protestanlar Tanrı’nın lütfuna giden yolu kendi kendilerini sorgulayarak, kamusal tanıklık yaparak ve kusursuz erdemi gösteren eylemlerde bulunarak kendileri bulmak zorundadır. Bu sürekli bir süreç olmalıdır. Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism [Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu] adlı ünlü kitabında, Protestan idealinin, Katoliklerin bireysel iyilikleri yavaş yavaş biriktirme amacından daha zorlu olduğunu gözlemlemiştir. Günahlar özel kefaret ayinlerinde affedilmez – bir kişinin günah işlemesi ve bağışlanması için adeta günah defteri temizlenir. Kurtuluş daha ziyade, ‘her an, seçilmiş ya da lanetlenmiş olmak gibi amansız bir alternatifin önünde duran sistematik bir özdenetimde’ yatar. Tanrı kendilerine yardım edenlere yardım eder. Seçilmişler için erdem sinyallemeleri asla durmaz.
Weber’e göre, Protestanların ahlaki mükemmellik hedefine ulaşmak için çabalayanları karakterize eden şey ‘sıkı çalışma ruhu’ idi. Bu, kelimenin tam anlamıyla, dürüst emek yoluyla servet biriktirme işi olarak yorumlanabilir. Fakat bu emek ve onun maddi meyvesi, ahlaki gelişimin manevi çalışmasıyla el ele gider. Irkçılık karşıtlığı teorisyenlerinin ‘gerekeni yapmak’ olarak adlandırdıkları ve hem kişinin mevcut aydınlanmasının hem de sürekli ve sonsuz kendini geliştirme taahhüdünün bir işareti olarak işlev gören şeyde açık çağdaş paralellikler vardır.
Protestan –özellikle Kalvinist veya Püriten– düşüncesinde seçilmişlerden biri olmak, kendini ibadete ve sessiz tefekküre adamış aziz bir keşiş olmak değil, inancı ve erdemi, ‘bu Birleşik Devletler’i ahlaki bir ulus’ yapmakta olduğu gibi, dünyayı iyileştirmek için durmaksızın faaliyet göstererek ifade edilen bir tür ruhani girişimci olmaktır. Bu nedenle Weber, Protestan inançlarının kapitalist girişim için çok uygun olduğunu savunmuştur. Çok çalışmak sadece manevi bir görev değil, aynı zamanda dünyevi bir görevdir: eğer çok çalışmak büyük bir zenginlikle sonuçlanırsa, bu da kişinin kutsanmışlar arasında sayılabileceğinin bir işaretidir. Protestan geleneğindeki ahlaki gayretkeşlik, maddi başarı ile birlikte ilerleme inancıyla tamamen uyumludur. Katoliklerin manastırda yoksulluk içinde bir yaşam süren azizlere duyduğu saygı bu hassasiyete yabancıdır.
Weber bireysel girişim, endüstri, rasyonel sosyal organizasyon ve Protestan ahlakının diğer faydalarını onaylamıştır. Fakat aynı zamanda bunun yol açabileceği sert hoşgörüsüzlüğün de farkındaydı. “Seçilmiş ve kutsal olanın bu ilahi lütuf bilinci,” diye yazmıştı,
Kişinin komşusunun günahına karşı, kendi zayıflığının bilincine dayanan sempatik bir anlayış değil, ebedi lanetin işaretlerini taşıyan bir Tanrı düşmanı olarak ona karşı nefret ve aşağılama içeren bir tutum eşlik ediyordu.
İster ilk günah, ister ruhun ölümsüzlüğü ya da ırkçılık karşıtlığı ile ilgili olsun, dogma ile ilgili sorun şüpheciliği yasaklamasıdır. Kutsal olarak kabul edilen bir şey hakkında çekincelere sahip olmak, inançsız ya da daha kötüsü kafir olmak ve dolayısıyla kovulması gereken biri olmaktır. “Seçilmişler için,” diye yazıyor McWhorter, “ırkçılık Şeytan’la eşdeğerdir.”
Dahası, Seçilmişler her yerde Şeytan’ın işlerini görürler. Tarihçi Richard J. Hofstadter 1964 yılında bu dergide yazdığı bir yazıda ‘paranoyak tarz’ı Amerikan siyasetinin yinelenen bir özelliği olarak teşhis etmiş ve taraftarlarının tüm toplumsal çatışmaları ‘iyi ile kötü arasındaki ruhani bir güreş müsabakasına’ dönüştürdüğünü belirtmiştir. İlk tezahürlerinden bazıları, ülkeye ‘Papa’nın köleleri’ tarafından sızıldığından endişe eden Protestan ‘militanları’ içeriyordu.
Bireycilik ve sivil erdem, Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi’sinde zaten uygun bir şekilde tanımlanmış olan Kuzey Amerika toplumunun klişeleşmiş sütunlarıdır. Bir de uzun süredir devam eden göreli sınıfsızlık yanılsaması var. Sınıf hiyerarşileri Eski Dünya içindi; Amerika herkesin başarabileceği bir ulus olmayı arzuluyordu. Doğal olarak kapitalizm, Avrupa’da orta sınıfın yükselişinden ve toprak sahibi aristokrasinin (ve Katolik ülkelerde ruhban sınıfının) kendi statü işaretlerine sahip bir yönetici elit olarak yavaş yavaş yerini almasından ayrı tutulamaz. Çoğunluğu Protestan olan ülkelerde bu işaretler, üstün erdem nedeniyle seçilmiş olma duygusuyla ilgiliydi.
On yedinci yüzyıl Hollanda resimlerinde, meşe masaların etrafında ciddiyetle toplanmış, ağırbaşlı siyah giysiler ve beyaz fırfırlar giymiş, hak eden yoksullara sadaka dağıtan o suratsız ileri gelenleri düşünün. Bazıları Brezilya ve diğer Hollanda sömürgelerindeki köle plantasyonlarıyla ticaret yaparak ya da köle ticaretinin kendisinden zengin olmuş olabilir. Fakat sadık Kalvinistler olarak, kendilerini aile soyu ya da toprak sahipliği nedeniyle değil, ahlaki doğrulukları nedeniyle seçilmiş kişiler olarak görürlerdi. Aynı durum, otokratik Kral I. Charles’a ve onun papaz usüllerine karşı ayaklanan Püriten ve Presbiteryenlerden oluşan Oliver Cromwell’in Roundhead’leri(**) için de geçerliydi.
Hollanda Altın Çağı’nın bu kendini beğenmiş değerlerini, sömürge kölelerinin sırtından kazanılan servetin tadını çıkarıp hala kendilerinden daha kutsalmış gibi davranarak ikiyüzlülükle suçlayabiliriz. Ancak günümüzde pek çok insanın davranışlarında aynı Protestan kendini beğenmişliğinin (ve ikiyüzlülüğünün) izlerini görmek mümkündür. Çağdaşlarımız arasındaki eşdeğerler arasında, sağcı Cumhuriyetçi politikacılara para bağışlamadan önce NFL oyun kurucusu Colin Kaepernick’in yer aldığı ırkçılığa karşı bir reklam kampanyasını onaylayan Nike’ın kurucu ortağı Phil Knight sayılabilir. Ya da şirketi Amazon, polis departmanlarına yüz tanıma yazılımı satarken ana sayfasını Black Lives Matter afişiyle süsleyen Jeff Bezos.
İlk Büyük Uyanış döneminden farklı olarak, günümüzdeki püritanizm dalgası derme çatma dua çadırlarında toplanan saf kırsal kesim insanlarının değil, yüksek eğitimli kentli sofistike insanların himayesindedir. Günümüzde Seçkinler, bankalar ve küresel şirketlerden prestijli kültürel vakıflara, müzelere ve sağlık kuruluşlarına, kaliteli gazetelere ve edebiyat dergilerine kadar neredeyse yalnızca seçkin kurumlarda faaliyet gösterme eğilimindedir. Ancak çoğu insandan daha iyi durumda olmak, Seçilmişler sosyal adalet arayışına bağlılıklarını açıkça ifade ettikleri sürece erdemli hissetmeye engel değildir.
Örneğin, Fortune 500 şirketlerinin, doğru değerlere bağlılık yemini eden bir Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık (DEI) bildirisi yayınlamaları, bu değerlerin şirketin yaptıklarından ne kadar uzak olduğuna bakılmaksızın, neredeyse zorunlu hale gelmiştir. “Farkındalıktan eyleme bağlılığa uzanan bir yolculuktayız” (PepsiCo, Inc.); “Çeşitlilik ve kapsayıcılık kültürümüzün temelidir ve doğru olanı yapma değerlerimizi yansıtır” (Lockheed Martin); “Uzun zamandır kapsayıcılığı, çeşitliliği ve eşitliği teşvik etmeye kararlıyız” (Goldman Sachs). Bu sözler bir abur cubur üreticisinden, bir silah üreticisinden ve bir yatırım bankasından geldiği için kulağa içi boş gelebilir, ancak önemli olan Protestan ayini gibi halka açık bir şekilde okunmalarıdır.
Aynı ikiyüzlülük, şu anda üç tam zamanlı çeşitlilik görevlisinin yanı sıra ‘ırk temelli travmatik stres’ ile başa çıkmak için eğitilmiş bir psikolog ekibinin ve ebeveynler ve öğrenciler için yıllık önyargıya karşı [antibias] eğitim oturumlarının bulunduğu Manhattan’daki Dalton (eğitim ücreti 61.00 dolara kadar çıkmaktadır) gibi üst düzey özel okullarda da hüküm sürmektedir. Bu arada Amherst College (eğitim ücreti 66.000 dolar), beyaz personel ve öğretim üyelerine ‘ırkçılık karşıtı çalışmalara başlamak ve daha derine inmek için bir dizi kendini yansıtma faaliyeti ve eylem adımı’ konusunda rehberlik edecek yeni bir Meslektaş Kaynak Grubu sağlamayı teklif etti. Bu öğretide beyaz ayrıcalığı ilk günah gibidir. Zengin ya da fakir, kişi bununla doğar. Beyaz bir kişi, tıpkı doğuştan günahkâr olduklarına inanan Protestanlar gibi, suçluluğunu itiraf etmeye devam ettiği sürece ırkçılık karşıtı olarak kabul edilebilir.
Irkçılık karşıtlığının özellikle azınlıkların tarihsel olarak yeterince temsil edilmediği süslü okullarda ve işletmelerde önemli olduğu iddia edilebilir. Ayrıcalıklı tutumlar konusunda bir şeyler yapılacaksa neden en tepeden başlanmasın? Suçluluk duygusu da en prestijli kurumlarda bu tür önlemler için gösterilen gayreti açıklayabilir. Daha az hayırsever bir açıklama ise, ırkçılık karşıtı ritüelleri yerine getirmenin –çeşitlilik görevlilerini işe almak, ırkçılık karşıtı eğitim oturumlarını zorunlu kılmak, asil açıklamalar yapmak– kamu okullarını ve hizmetlerini iyileştirmek için daha yüksek vergiler ödemekten daha kolay olduğudur. Dalton’da bin çeşitlilik görevlisi işe almak Harlem ya da Bronx’taki yoksul siyah çocuklar için pek bir şey yapmayacaktır. Bu yaklaşımın tehlikesi, Joan Didion’un bir zamanlar başka bir bağlamda ifade ettiği gibi, ‘gerçek sosyal ve ekonomik güçleri’ ‘kişiselleştirecek ve nihayetinde belirsizleştirecek’ şekilde düzenlemektedir.
James Baldwin, beyaz liberallerin siyah kadın ve erkeklerin altmışlı yıllarda Siyah Müslümanlara neden katıldıklarını anlamadıklarını yazarken, bu anlayışsızlıklarını şöyle dile getirmiştir:
Liberallerin tutumlarının [siyahların] algıları ya da [siyahların] yaşamları ve hatta [siyahların] bilgileriyle ne kadar az bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur – aslında, zenciyi bir sembol ya da kurban olarak ele alabildiklerini, ancak onu bir insan olarak algılamadıklarını göstermiştir.
Neredeyse her şeyin bir sembol haline geldiği, maddi koşullardan kopuk tartışmalar, siyasi bir zihniyetten ziyade Protestan bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzun işaretlerinden biridir. Seçilmişler, baskının ‘yapısal’ doğasından bahsetmeyi sever, fakat ilerici erdemin ya da sağdaki duyar karşıtı tutumların kamusal performansı, genellikle ciddi ve sistematik reform tartışmalarının yerine geçer.
Seçilmişleri ayıran şey sadece zenginlik değildir. Donald Trump ve milyarder destekçileri, kendilerini aydınlar arasında konumlandıran üniversite profesörlerinden ve müze küratörlerinden çok daha fazla paraya sahiptir. Her ne kadar elit eğitimin maliyeti zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu genişletse de, bu ille de bir doğum meselesi de değildir. Protestan etiğinin günümüzdeki mirasçıları için statü, sosyal ve kültürel konularda doğru fikirlere sahip olmakla tanımlanmaktadır.
Bu durum, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını temsil etmekten kültürel ve sosyal amaçları desteklemeye doğru solda yaşanan daha geniş çaplı bir değişimle bağlantılıdır. Birçok Batı ülkesinde görülebilen bu değişim, işçi sendikalarının azalan gücüyle aynı döneme denk gelmiştir. Bu durum özellikle Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın özgürlüğün öncelikle serbest piyasa meselesi olduğu fikrini öne sürdüğü seksenli yıllarda İngiltere ve ABD’de geçerliydi. Fakat ırksal kimlik, feminizm ve eşcinsel özgürlüğü gibi hepsi de gerekli ve övgüye değer davalar olan kültürel politikalar, ilericiler arasında daha altmışlı yıllarda etkili olmaya başlamıştı.
ABD’deki en büyük bölünme, siyahların yurttaşlık hakları söz konusu olduğunda pek de ilerici olmayan birçok sendika üyesi tarafından desteklenen Vietnam Savaşı’ydı. O dönemin Demokratik siyaseti hakkında yazan Richard Rorty, sol liberallerin uzun süredir kapitalizmin adaletsizliklerini ve ‘bencilliğini’ ortadan kaldırmanın aynı zamanda ırk ayrımcılığının belasını da ortadan kaldıracağını varsaydığını iddia etmiştir. Gelgelelim Altmışlar boyunca sol, odağını iktisadi bencillikten toplumsal ve kültürel sadizme çevirmeye başladı. “Altmışlı yılların Yeni Sol’unun mirasçıları,” diye yazıyordu, “akademi içinde bir kültürel Sol yarattılar. Bu solun pek çok üyesi ‘farklılık siyaseti’, ‘kimlik siyaseti’ ya da ‘tanınma siyaseti’ olarak adlandırdıkları konularda uzmanlaşmıştır.” Ve işçilerin, özellikle de beyaz işçilerin çıkarları bu siyasette hiçbir zaman büyük bir yer tutmamıştır.
Sömürgecilikten duyulan suçluluk duygusunun beyaz Amerikalıların kölelikten duyduğu suçluluk duygusuna benzer bir rol oynadığı Avrupa’da, bu siyasi eğilim genellikle Üçüncü Dünyacılık biçimini aldı. Kendilerine sosyalist dedikleri sürece Batılı olmayan diktatörler idealize edildi ve dünyanın kötülüklerinden Batı emperyalizmi sorumlu tutuldu. Bu durum Mao’ya tapınma ya da bazı yanlış yönlendirilmiş çevrelerde Kamboçya’nın katil Kızıl Kmerlerine hayranlık gibi pek çok saçmalığa yol açtı.
Farklılık politikaları genellikle siyahlar, kadınlar, eşcinseller ve ayrımcılığın acısını hisseden diğerleri tarafından başlatılmıştır, ancak daha sonra beyaz elitin üyeleri tarafından benimsenmiştir. Tom Wolfe’un Leonard Bernstein’ın Kara Panterler için verdiği kokteyl partisini anlattığı ünlü ‘Radikal Şıklık’ yazısında yaptığı gibi, bunu sadece bir tür moda öğesi olarak görmek eğlenceli ama biraz da haksızlıktı. Yeni Sol’un bazı figürleri iktisadi eşitsizliklerin yanı sıra kimlik sorunlarıyla da ilgileniyordu.
Fakat solun kültürel öncelikleri ile iktisadi gündemi arasındaki mesafe doksanlı yıllarda ilericiler için ciddi bir sorun haline geldi. O zamana kadar liberal ve muhafazakâr iktisat politikaları arasındaki farklar asgari düzeye inmişti. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra liberaller arasında sosyalizm kokan ya da sosyoekonomik iyileşme için güçlü bir aktör olarak devleti içeren her şeye karşı yaygın bir hayal kırıklığı vardı. Çok az insan da emeğin gücünün yeniden canlanmasını arzuluyordu. Tony Blair’in Ticaret Bakanı Peter Mandelson’ın bir keresinde Blair’in yeni görünümlü İşçi Partisi için söylediği gibi: “İnsanların çok zengin olması konusunda son derece rahatız.”
Ilımlı muhafazakârlar gibi liberaller de küreselleşme konusunda son derece rahattı; bu, uluslararası kurumlar tarafından denetlenen bir tür sınırsız küresel ekonomiydi. Şirketler ürünlerini işgücünün en ucuz olduğu yerde üretmekte özgürdü. İlericiler çok kültürlülüğe inandıkları için, muhafazakârlar ise ülkedeki işgücü maliyetini düşürdüğü için daha zengin ülkelere göçü teşvik ediyorlardı.
Küreselleşmeden pek çok insanın faydalandığına şüphe yok – sadece şirket CEO’ları değil, profesörler, yazarlar, film yapımcıları, gazeteciler, aktörler, konferans organizatörleri, vakıf yöneticileri ve müze küratörleri, kısacası tam da Seçilmişler’i oluşturma eğiliminde olan türden insanlar. Ben de kendimi onların arasında sayıyorum. Uluslararası bir gazeteci olarak, cömert göç politikaları, bireysel girişimler ve kültürel ve mutfak hayatını zenginleştiren karma kent nüfuslarının olduğu kozmopolit bir dünyada yaşamanın faydalarını takdir ediyorum. Uluslararası ticaret anlaşmalarının genel olarak iyi bir şey olduğunu düşünüyorum ve Avrupa Birliği’ni destekliyorum.
Fakat benim gibi küreselleşmeden yararlananlar, özellikle 2008 mali krizinden bu yana, bundan herkesin kazançlı çıkmadığını görmezden gelemezler. Zengin ülkelerdeki sanayi işçileri, fabrikalar denizaşırı ülkelere taşındığında işlerini kaybettiler. Yeni göçmenler genellikle en düşük ücretli işler için zaten dezavantajlı topluluklarla rekabet etti. AB, kriz dönemlerinde Yunanistan gibi daha yoksul Avrupa ülkelerine iyi davranmadı. Bu arada, eğitimli liberaller arasında ulusal duyguları aşağılama eğilimi, daha az iyi durumda olan insanları, onlara gurur duygusu veren tek şeyden mahrum bırakmanın bir yolu olarak algılanabilir.
Çıkar çatışmalarının var olması kaçınılmazdır. Akla gelebilecek her sistem kazananlar ve kaybedenler yaratır. Fakat Seçilmişler çok sık olarak kendini beğenmiş bir ahlakçılığa başvurmaktadır. Bir tarafta tüm aydınlanmacı tutumları benimseyenler, diğer tarafta ise Barack Obama’nın sözleriyle ‘hayal kırıklıklarını açıklamak için silahlara, dine ya da kendileri gibi olmayan insanlara karşı antipatiye, göçmen karşıtlığına ya da ticaret karşıtlığına sarılan’ reform karşıtları.
Benzer bir dinamik, AB’yi eleştiren Avrupalıların ‘yabancı düşmanı’ olarak nitelendirilmesinde de görülebilir. Ya da eski mahallelerinde artık kendilerini evlerinde hissetmediklerinden şikayet eden insanlar ‘ırkçı’ olarak adlandırıldıklarında. Bazı durumlarda, hatta belki de birçok durumda, bu etiketler geçerli olabilir. Fakat belirli bir siyasi ve iktisadi düzenden fayda sağlayanlar aynı zamanda ahlaki üstünlük iddiasında bulunduklarında ve kendilerini eleştirenleri kötü günahkârlar olarak kınadıklarında, kendini beğenmişlik güçlü bir ikiyüzlülük havası taşır. Daha da kötüsü, kültürel siyasetin ahlakçılığı ve ırk, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet üzerindeki saplantılı ısrarı, çoğu zaman çağımızın temel sorunu olan zengin ve yoksul arasındaki tehlikeli uçurumun üstünü örtmektedir.
Siyahi Marksist düşünür Adolph Reed bunu şu şekilde ifade etmiştir:
Eğer eyleme geçirilebilecek tek adaletsizlik ayrımcılıksa, o zaman iktisadi eşitsizlikten bir sorun olarak bahsetmek için artık hiçbir dayanak kalmamıştır. Bu, toplum iktisadi açıdan giderek daha eşitsiz hale geldikçe gerçekleşir.
Kültürel ve toplumsal elitlerin iyi talihimiz için özür dileme ve ahlaki referanslarımızı endişeyle onaylama eğilimi, daha az şanslı olanları desteklemek için hiçbir şey yapmıyor.
Seçilmişler yanlış sınıf savaşını yürütüyor. İlericiler, güçlü çıkar gruplarına karşı savunmasız ve korunmaya muhtaç olan tüm insanların yanında olmalıdır. Kamuya mal olmuş kişilerin ahlakına yönelik yarı Protestan takıntı, gerekli reformların yapılmasını sağlamayacaktır. Kapsayıcılığı, çeşitliliği ve ırksal adaleti olumlayan açıklamalar kulağa radikal gelse de, genellikle kamu eğitimini ve sağlık hizmetlerini iyileştirmek ya da daha fazla eşitlik yaratan vergi reformları getirmek gibi çok daha zor görevlerden uzaklaştırır. Bu çalışmalar, yoksul ve dışlanmış insanların refahı için erdem gösterilerinden çok daha fazlasını yapacaktır.
Demokratların son ara seçimlerdeki göreceli başarısı, ilerici politikacılar arasında bu konuda artan bir farkındalık olduğunu gösterdi. Yerel iktisadi sorunlara odaklanmak birçok Demokratın koltuk kazanmasına yardımcı oldu. Batı demokrasilerinin mevcut sağ popülizm ve sol ahlakçılık dalgalarının üstesinden gelme şansı var, ama Seçilmişler püriten gayretlerini yumuşatmayı öğrenebilirlerse beklentiler çok daha iyi olacaktır. Marx’a biraz daha dikkat ederek ve Luther ve Calvin’in uzun gölgelerinde biraz daha az zaman geçirerek başlayabilirler.
(*) N kelimesi: Kuzey Amerika’da kullanımı bir zamanlar aşağılayıcı/ırkçı bir ton taşıyan ‘Nigger’ [Zenci] sözcüğünün baş harfi. (ç.n.)
(**) Roundhead: İngiliz İç Savaşı’nda parlamento ve Cromwell yanlılarına verilen isim. Saç tıraşları kısa olduğu için bu şekilde (“Yuvarlak Kafa”) adlandırılmışlardır. (ç.n.)
Dünya Basını
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.
Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:
***
Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde
Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.
Yuval Yoaz / Times of Israel
Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.
Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.
Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.
Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.
Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.
Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.
Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.
Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.
Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.
Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:
- Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
- Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
- Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
- Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
- Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.
Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.
Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.
Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:
Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.
İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.
Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.
Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.
Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.
Dünya Basını
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.
Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor
David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.
Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.
Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.
Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.
Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.
Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.
Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur. Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.
Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.
Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.
Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.
Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.
Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.
Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.
Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.
Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.
Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.
Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.
Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.
Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.
Dünya Basını
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015
Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.
Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.
Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?
Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.
Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.
Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)
Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.
Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.
Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.
ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.
Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.
Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.
Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.
Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.
Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.
Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.
Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.
ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.
Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.
Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.
Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.
Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.
Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.
-
Söyleşi2 hafta önce
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?
-
Ortadoğu1 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Beyaz Saray’da “İran” çekişmesi
-
Dünya Basını1 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’