Seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump, Grönland’ın ABD’ye devredilmesi için Danimarka’ya gümrük vergisi tehdidinde bulundu. Ancak Grönland halkı ve Danimarka hükümeti, adanın geleceğine sadece Grönlandlıların karar verebileceğini belirtti. Rus uzmanlar, Trump’ın açıklamalarının asıl amacının ticaret ve savunma harcamaları konusunda Avrupa’ya baskı yapmak olduğunu ifade etti.
ABD’nin Grönland’a olan ilgisi ve bu adayı nasıl elde edebileceği, yeniden gündeme geldi. Seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump, 7 Ocak’taki son basın toplantısında, Grönland’ın ABD’ye verilmemesi durumunda Danimarka’ya yönelik gümrük vergileri uygulanabileceğini belirtti.
The New York Times (NYT) gazetesine göre, Trump’ın bahsettiği bu yaptırımlar, sadece Grönland üzerinde kontrolü bulunan Danimarka’ya değil, aynı zamanda Amerikan tüketicilerine de zarar verebilir.
Gazete, Danimarka’nın ABD’nin en büyük ticaret ortaklarından biri olmasa da ülkeden gelen malların ABD’de talep gördüğünü vurguladı.
ABD Nüfus Sayım Bürosu verilerine göre, Danimarka ABD’nin ticaret ortakları arasında 37. sırada yer alıyor. Barrons dergisi, Kasım 2023 itibarıyla son 12 ayda iki ülke arasındaki ticaret hacminin 9,8 milyar dolar olduğunu bildirdi.
NYT, ABD’de özellikle ilaçlar (insülin, çeşitli aşılar ve antibiyotikler), tıbbi cihazlar ve Lego oyuncaklarının popüler olduğunu aktardı.
Danimarka ve Grönland’ın yanıtı
Trump’ın Grönland konusundaki taleplerine rağmen, Danimarka şu an için bu konuda geri adım atmayı düşünmüyor. Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen, TV2 kanalına verdiği röportajda, Grönland’ın geleceğine yalnızca adanın sakinlerinin karar verebileceğini söyledi.
Frederiksen, Grönland hükümetinin başkanı ve adanın bağımsızlığını destekleyen partinin lideri Mute Egede’nin, Grönland halkının başka bir ülkeye satılma fikrine sıcak bakmadığını belirttiğine dikkat çekti.
2009’da imzalanan bir anlaşmaya göre, Grönland bağımsızlığını yalnızca ada halkının referandumda lehte oy kullanması durumunda ilan edebilir.
Egede, 4 Ocak’ta yaptığı bir açıklamada, 2025’te referandum yapılabileceğinin sinyallerini verdi: “Diğer ülkelerle iş birliğimiz ve ticaret ilişkilerimiz Danimarka’nın aracılığıyla kurulmak zorunda değil. Grönland’ın bağımsız bir devlet olabilmesi için gereken koşulları oluşturma çalışmaları başladı.”
Grönland’ın bağımsızlık arzusu
Grönlandlıların ABD’ye katılma isteyip istemediğine dair henüz bir sosyolojik araştırma yapılmamış olsa da adadaki nüfusun büyük bir kısmı Danimarka’dan bağımsızlık istemiyor.
Bu eğilimlerin ardında, özellikle Danimarka’nın geçmişte Grönlandlı kadınlara yönelik zorunlu sterilizasyon politikası gibi tartışmalı olayların etkisi bulunuyor. Ekim 2023’te, 12 yaşındayken Danimarkalı doktorların onayları olmaksızın rahim içi araç yerleştirdiğini söyleyen 67 kadının sayısı 143’e yükselmişti.
Danimarka ve Grönland yetkilileri, bu olaylarla ilgili özel bir soruşturma başlatmış olup, sonuçların Mayıs 2025’te açıklanması bekleniyor.
Trump’ın açıklamaları, yalnızca Danimarka’ya değil, diğer ticari ortaklara da baskı yapmak için kullanılan bir araç olarak değerlendiriliyor.
Yüksek Ekonomi Okulu (HSE) Merkezi’nde kıdemli araştırmacı Lev Sokolçik, Vedomosti gazetesine verdiği demeçte Trump’ın bu açıklamalarla ABD’nin ticaret anlaşmalarını yeniden gözden geçirmekten NATO müttefiklerinden savunma harcamalarını artırma taleplerine kadar geniş bir yelpazede müzakere pozisyonlarını güçlendirmeyi amaçladığını ifade etti.
“Bu, ‘Önce Amerika’ sloganı çerçevesinde bir retorik. Bu duruşa karşı çıkanlar ciddi bir baskıya maruz kalacak,” diyen Sokolçik, ayrıca Trump’ın bu açıklamalarının, uzun vadeli ABD-Çin rekabeti bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini ve Kuzey Kutbu’nun bu mücadelenin en önemli sahalarından biri olacağını belirtti.
Ancak Grönland’ın ABD’ye katılması, özellikle Cumhuriyetçi Parti içinde bu konuda bir fikir birliği olmaması ve Kongre’de böylesine bir anlaşmayı onaylama sürecinin zorluğu nedeniyle pratikte pek mümkün görünmüyor.
Sokolçik, bu durumun Trump’ın gerçek amacının, Avrupa ülkelerine ticaret ve savunma harcamaları konularında taviz verdirmek olduğunu öne sürdü.
Diğer yandan The Hill gazetesine göre, Senato ve Temsilciler Meclisi’ndeki bazı üst düzey Cumhuriyetçiler, Trump’ın yeni toprak satın alma girişimlerini desteklemeye hazır değil. Başka bir ülkeyle yapılacak herhangi bir anlaşmanın başarıyla gerçekleştirilmesi için Senato tarafından onaylanması gerekiyor. Bunun için 67 oy gerekli, ancak yeni dönemde Cumhuriyetçilerin sadece 53 sandalyesi bulunuyor.
Grönland neden önemli?
Rusya ve Kanada ile rekabet eden ABD, Grönland’ı kontrol altına alarak Kuzey Atlantik üzerindeki hakimiyetini pekiştirebilir ve kendisini bir Arktik gücü olarak konumlandırabilir.
Rusya ve Kanada gibi ülkelerle rekabet eden ABD, Grönland’ı kontrol altına alarak Kuzey Atlantik üzerindeki hakimiyetini pekiştirebilir ve kendisini bir Arktik gücü olarak konumlandırabilir.
Küresel ısınma ve Arktik buzullarının erimesiyle, bölgede petrol ve mineral gibi doğal kaynakların bulunduğu ortaya çıkmıştır. Rusya Bilimler Akademisi ABD ve Kanada Enstitüsü’nden Dmitriy Koçegurov, “Trump’ın Grönland’a olan ilgisini bu kaynaklar üzerinden anlamak mümkün,” açıklamasında bulundu.
Fakat Grönland’ın satışının önünde ciddi engeller bulunuyor. Bunlar arasında, satın alma sürecinin karmaşıklığı ve hem Danimarka hem de Grönland hükümetlerinin bu tür müzakerelere yanaşmaması sayılabilir. Koçegurov, Trump’ın asıl amacının Avrupa ülkelerine ticaret ve savunma harcamaları konularında taviz vermek için baskı yapmak olabileceğini ifade etti.
Haber: Eski Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra üst düzey bir Irak güvenlik heyeti yeni bir sayfa açmak amacıyla Şam’daki yeni Sünni İslamcı yöneticilerle bir araya geldi. Bu temas Irak’taki önde gelen Şii silahlı gruplar arasında tepkiye yol açtı. Heyet-i Tahrir Şam’ı (HTŞ) ezeli düşmanları olarak gören İran’a yakın bazı Iraklı gruplar, Suriye’de Türkiye destekli “teröristler” olarak tanımlanan gruplarla herhangi bir angajmana şiddetle karşı olduklarını söylüyor. Ancak Bağdat’ta HTŞ ile diyaloğun normalleşmeye başladığına dair işaretler var.
Haber: Irak Hükümet Sözcüsü Basim el-Avvadi, HTŞ lideri Ahmed eş-Şara ile yapılan görüşmelerin güvenlik odaklı olduğunu vurguladı. Diğer haberlere göre Iraklı ekip sınırların korunması ve yeniden dirilen İslam Devleti (IŞİD) tehdidi konularını ele aldı.
-Irak Ulusal İstihbarat Servisi (INIS) Direktörü Hamid al-Şatri’nin Irak Dışişleri Bakanı yerine heyete liderlik ettiğine dikkat çeken siyasi araştırmacı Haydar Barzanci, ziyareti “tamamen güvenlik odaklı” olarak niteledi ve dolayısıyla HTŞ’nin otoritesinin resmi olarak “tanınmasının” söz konusu olamayacağını ifade etti.
Irak’taki popüler bir Twitter/X hesabı, 26 Aralık’taki görüşmenin olağanüstü doğasına atıfta bulunarak, daha önce Şam’daki Sünni İslamcı bir hükümetin Şiileri “öldüreceği” ve “katletmeye geleceği” uyarısında bulunan tartışmalı Iraklı medyatik isimleri tiye aldı.
-Paylaşımda, özellikle Bağdat’ın Suriye geçici yönetimine diplomatik kanallar açtığı bir dönemde, söz konusu isimlerin HTŞ’yi eleştiren önceki açıklamalarını geri çekip çekmeyecekleri soruluyordu.
Şatri’nin Şam ziyareti Irak’ın siyasi sahnesinde de benzer hesaplaşmalara yol açtı. İran’ın en yakın müttefiklerinden bazıları, HTŞ’nin Türkiye’nin bölgesel emelleri için bir vekilden biraz daha fazlası olduğunu öne sürerek bu yakınlaşmayı zımnen eleştiriyor gibi göründüler.
-Ketaib Seyyid eş-Şüheda’nın lideri Ebu Ala el-Velayi 30 Aralık’ta Telegram’da yaptığı bir paylaşımda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “kan dökmekle” ve yalnızca “Irak’ın haklı evlatları” tarafından engellenebilen “yayılmacı bir projeyi” yürütmekle suçladı.
Velayi’nin açıklaması, aynı gün devlete ait Irakiya TV’ye verdiği mülakatta Suriye’nin yeni yöneticilerini “Türk yönetimi”ni temsil etmekle suçlayan Kanun Devleti bloğu lideri Nuri el-Maliki’nin iddialarının ardından geldi.
Bağlam/analiz: Şara ve Şatri’nin, Suriye’nin yeni atanan Dışişleri Bakanı Esad Hasan eş-Şeybânî ve İstihbarat Başkanı Enes Hattab eşliğinde yaptıkları görüşmenin geniş çapta paylaşılan görüntüleri birkaç hafta öncesine kadar hayal bile edilemezdi.
-Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen Şara 2003 yılında ABD öncülüğündeki Irak işgalinin ardından El-Kaide’ye katıldı. O dönemde Ebu Musab ez-Zerkavi tarafından yönetilen Irak’taki El-Kaide, acımasız taktikleri, sivilleri hedef alması ve ülkenin çoğunluğunu oluşturan Şii toplumuna karşı düşmanlığıyla tanınıyordu.
-Şara’yı El-Kaide’nin belirli operasyonlarıyla ilişkilendiren doğrudan bir kanıt olmasa da 2011 yılında IŞİD lideri Ebu Bekir el-Bağdadi tarafından El-Kaide’nin Nusra Cephesi olarak bilinen Suriye kolunu kurmakla görevlendirildi.
Nusra Cephesi 2014’te IŞİD’den resmen ayrıldı ve 2017’de HTŞ adını aldı ancak Irak’taki siyasi çevrelerin bir kısmı, grubun hâlâ bir terör örgütü olduğunu iddia etmeye devam ediyor.
-HTŞ’nin itibarındaki lekeyi temizlemek ve Batı’nın Suriye’ye uyguladığı yaptırımları kaldırmak Suriye’nin yeni yöneticilerinin önümüzdeki aylarda yürütecekleri diplomatik çabanın merkezinde yer alacak.
Irak’ın Şii siyaset içinde HTŞ ile normalleşmeye yönelik genel sessizliğe rağmen, önde gelen isimlerden gelen son açıklamalar en azından bazılarının yaklaşımlarını yeniden değerlendirebileceğini gösteriyor.
-Iraklı analist Lawk Ghafuri’ye göre Başbakan Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin başını çektiği pragmatik bir kesim HTŞ ile siyasi ve ekonomik normalleşmeyi “zorunlu” ama gerekli bir gerçeklik olarak görüyor.
– Buna karşılık, İran destekli silahlı gruplar, Şam ile daha sıcak ilişkilerin kendi etkilerini zayıflatabileceğinden korkuyor. Özellikle Batılı yetkililerin bu grupları silahsızlandırmak veya düzenlemek için koordineli bir mücadele yürüttüğü dikkate alındığında bu endişeler daha da artıyor.
Şara ve Şatri arasında 26 Aralık’ta yapılan görüşmeden sonraki günlerde Sudani, görüşmenin “gizliliği” nedeniyle Iraklı milletvekillerinin tepkisiyle karşılaştı. Bazı milletvekilleri, görüşmede ele alınan konuların “belirsizliği” hakkında başbakandan açıklama talep ediyor.
-Ortaya atılan bir teoriye göre Sudani, elçisi aracılığıyla HTŞ ile İran arasında arabuluculuk yapmayı teklif etti. Bazı siyasi gözlemciler daha sonra bu teklifin yeni Suriye yönetimi tarafından reddedildiğini iddia etti.
Gelecek: Sudani’nin kendisini Şam ve Tahran arasında diplomatik bir kanal olarak sunmaya çalıştığına dair haberler gelmeye devam ediyor. Bazı gözlemciler Irak başbakanının gelecek yıl yapılması beklenen parlamento seçimleri öncesinde profilini yükseltmekte çıkarı olduğunu iddia ederken diğer uzmanlar IŞİD’in yarattığı güvenlik tehdidine dikkat çekiyor.
– İran Dışişleri Bakanlığı, 6 Ocak’ta yaptığı açıklamada, Suriye’deki gelişmelerin Sudani’nin 8 Ocak’taki ziyaretinde “kesinlikle” gündemin en önemli konularından biri olduğunu doğruladı. Irak’ın Halk Seferberlik Güçleri’nin (Haşdi Şabi) geleceğiyle ilgili mevcut hararetli tartışmaların da ikili diyaloglarda baskın bir konu olmaya devam etmesi bekleniyor.
-Bağdat ve Şam arasında daha fazla üst düzey temas, dikkatli bir şekilde yönetilmediği takdirde Irak’ın hassas siyasi bölünmelerini daha da kötüleştirebilir. Sudani’nin devam eden bölgesel diplomasi kampanyası bu noktada kritik bir rol oynayabilir, ancak bölgesel gelişmelerin hızı başbakanın çabalarını geride bırakabilir.
Economist dergisinin analizine göre, Afrika’nın ekonomik gelişimi dünya ortalamasının oldukça gerisinde kalıyor. Kıtanın kişi başına düşen GSYİH’sı Doğu Asya’nın yedide birine gerilemiş durumda ve 2030 yılına kadar dünya yoksullarının yüzde 80’inin Afrika’da yaşaması bekleniyor.
İngiliz Economist dergisi, Afrika’nın ekonomik ilerlemesinin dünyanın geri kalanından önemli ölçüde geride kaldığını bildirdi.
Bir zamanlar kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasıla açısından Doğu Asya ile aynı seviyede olan Afrika’nın gelir düzeyi, bugün Doğu Asya’nın sadece yedide biri seviyesinde bulunuyor.
Dergi, Afrika’nın 21. yüzyılda sunduğu ilk vaadin -hammadde talebindeki artış ve borç affı ile güçlenen- sürdürülebilir bir büyümeye dönüşemediğini belirtti.
2000’den 2014’e kadar kişi başına düşen GSYİH’nın yıllık yüzde 2,4 gibi mütevazı bir oranda büyüdüğüne dikkat çeken dergi, diğer gelişmekte olan bölgelerin bu oranı aşarak daha fazla istihdam yarattığını ve daha kapsamlı bir ekonomik dönüşümü teşvik ettiğini vurguladı.
Uluslararası Para Fonu Afrika Bölümü Başkanı Abebe Selassie, Nijerya, Mısır ve Güney Afrika gibi büyük ekonomilerin özellikle yavaş ilerlediğini, büyüklüklerini dönüşümsel büyüme için kullanmakta başarısız olduklarını ifade etti.
Economist analizinde, ekonomik durgunluk nedeniyle 2030 yılına kadar dünya yoksullarının yüzde 80’inin Afrika’da yaşamasının beklendiğini belirtti.
Dergi, Afrika’nın iklim değişikliği karşısındaki kırılganlığının zorluklarını daha da artırdığını da ekledi.
Birleşmiş Milletler Afrika Ekonomik Komisyonu’na göre, iklim değişikliği nedeniyle risk altında olan ilk 20 ülkenin 17’si Afrika’da bulunuyor. Büyük ölçekli uyum sağlanamaması durumunda, yükselen küresel sıcaklıkların Afrika’daki mahsul verimini yüzde 30 oranında düşürebileceği öngörülüyor.
Dergi, bu zorlukların üstesinden gelme çabalarının kırılgan ekonomik temeller nedeniyle engellendiğini, Afrika ülkelerinin yarısının yüksek enflasyon, mali açık ve artan borç servisi maliyetleri dahil olmak üzere önemli makroekonomik dengesizliklerle karşı karşıya olduğunu belirtiyor.
Economist‘e göre, Afrika kıtası yatırım çekmek, üretkenliği artırmak ve ekonomik dönüşümü güçlendirmek için “cesur reformlara” ihtiyaç duyuyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin Husilerin İsrail ve Kızıldeniz’deki ticari gemilere yönelik saldırılarını durdurmak için izlediği stratejinin başarısız olduğu ve artık bu strateji yerine liderliğini bölge ülkelerinin üstleneceği yeni bir strateji belirlemesi gerektiğini ileri sürüyor:
Askeri tırmanış örgütün terör saldırılarını sona erdirmeyecek.
Beth Sanner ve Jennifer Kavanagh
ABD’nin Husileri caydırma ve geriletme misyonu işe yaramıyor. Militan grup 2024’ün son haftasında İsrail’e ve Kızıldeniz’deki nakliye yollarına yeni bir füze ve İHA saldırı dalgası başlattı ve bu da ABD’nin Yemen kıyılarındaki askeri hedefleri vurmasına yol açtı. Husiler sadece aralık ayında çok sayıda ABD donanma ve ticari gemisini hedef aldı ve İsrail’e on İHA ve füze saldırısı düzenledi. İsrail ve ABD toplamda beş kez misilleme yaparak liman ve enerji altyapısı ile Husi askeri mevzilerini vurdu ancak Husiler karşılık vermeye devam etti. Bu süreçte dost ateşi bir ABD FA-18 savaş uçağını düşürdü, neyse ki mürettebatı kurtuldu. Bu fayda-maliyet oranı sürdürülebilir değildir. Husi operasyonları ve emelleri ciddi şekilde zarar görmedi ama ABD’nin askeri hazırlık seviyesi ve itibarı zarar gördü. Washington’ın, yalnızca Kızıldeniz’de sergilenen belirtilerine değil Husilerin artan gücünün kökenlerine odaklanan tamamen yeni bir stratejiye ihtiyacı var.
Bir yıldan biraz daha uzun bir süre önce, Aralık 2023’te Washington, Husi saldırılarının tehdit ettiği ve dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 12’sinin geçtiği Bab el-Mandeb Boğazı’ndaki gemileri korumak ve seyrüsefer özgürlüğünü yeniden sağlamak amacıyla çok uluslu bir operasyon başlattı. Husiler, amaçlarının İsrail’i Gazze’deki savaşını sonlandırmaya zorlamak olduğunu iddia ediyor, ancak uluslararası deniz taşımacılığını ayrım gözetmeksizin hedef alıyorlar.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin geçen ocak ayında kabul ettiği ancak Çin ve Rusya’nın çekimser kaldığı kararın Husilerin harekâtını durdurmakta başarısız olmasının ardından Washington ve Londra, Husilerin askeri kabiliyetlerini zayıflatmak için Poseidon Archer Operasyonu adlı bir saldırı başlattı. Ancak ABD öncülüğündeki bu operasyonlar bölge içindeki ve dışındaki ortaklardan -en çok zarar görenlerden bile- fazla destek görmedi. Bu arada Rus ve Çin bandıralı gemiler, bu ülkelere hizmet eden yasadışı tüccarlar ve İran, güvenli geçiş için ödeme ya da pazarlık yaptıktan sonra büyük ölçüde rahatsız edilmeden yelken açtılar.
Ağustos ayında, ABD’nin askeri harekatının dokuzuncu ayında, ABD’nin Orta Doğu’daki Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral George Wikoff, ABD’nin savunma ve saldırılarının Husileri caydırmayacağını açıkça ilan etti. “Çözüm silahla gelmeyecek” dedi. O günden bugüne pek bir şey değişmedi. Deniz taşımacılığına yönelik saldırılar büyük ölçüde azaldı çünkü hedefler azaldı -deniz taşımacılığı yaklaşık üçte iki oranında düştü- ancak seyrüsefer özgürlüğü geri kazanılmadı. Aralarında 27 Aralık’ta Umman Denizi’nde bir Maersk konteyner gemisine yapılan saldırı ve 31 Aralık ‘ta USS Harry S. Truman’a yapıldığı iddia edilen saldırının da bulunduğu tek tük saldırılar, Batı gemilerinin çoğunu Afrika’nın güney ucunda daha uzun, daha pahalı ama daha güvenli rotalar izlemeye zorlamaya devam ediyor.
Bu arada Husiler son haftalarda İsrail’e yönelik doğrudan füze ve İHA saldırılarını artırdı. Bunlar Kızıldeniz saldırılarından daha az dikkat çekti ancak Husiler Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısından bu yana İsrail’e 200’den fazla füze ve 170 İHA fırlattı. İsrail’e yönelik saldırıların neredeyse tamamı engellendi, ancak bir İsrailli hayatını kaybetti, çoğu düşen enkaz ve sığınaklara sık sık yapılan kaçışlar nedeniyle onlarca kişi yaralandı. Neredeyse her gün gerçekleşen saldırılar İsrail’in koordineli bir çokuluslu müdahale çağrısında bulunmasına ve Husileri Hamas ve Hizbullah’la aynı kaderi paylaşacakları konusunda uyarmasına neden oldu; her iki örgütün de operasyonel kapasitesi İsrail’in hava saldırılarıyla yok edildi.
Ancak bu tür korkunç tehditler ve askeri tırmanış Husilerin saldırılarını sona erdirmeyecek çünkü Husiler kazandıklarına inanıyor. Tahran’daki rejimin ya da Hizbullah’ın aksine Husilerin maddi ya da itibar olarak kaybedecek bir şey yok. Yemenliler Husilerden gıda, tıbbi bakım ya da eğitim gibi hizmetler almıyor ya da beklemiyor. Her halükârda, Suudi Arabistan’ın yaklaşık on yıldır süren bombardımanlarının ardından Husiler iyice mevzilenmiş durumda ve yoğun saldırıları göğüsleyebiliyorlar; bu arada önemleri ve popülariteleri de her darbede daha da artıyor.
Husiler, İran’ın Direniş Ekseni’nin 7 Ekim’den daha güçlü, daha zengin ve daha cesaretli çıkan tek üyesi. Artık sadece Yemen’e odaklanmakla yetinmeyen Husiler, İran’ın zayıflayan ekseninin bıraktığı boşluğu doldurma konusundaki büyüyen hırslarıyla göz ardı edilemeyecek bir tehdit oluşturuyor. Yeni askerler, dolup taşan kasalar ve Rusya’dan yardım da dahil artan bağlantılarla bu genişlemeci Husi direniş hareketi, ABD güçleri ve bölgedeki ortaklar ve muhtemelen daha da ötesi için riskler yaratan yeni çatışmaları körükleme potansiyeli bulunuyor.
Husiler halihazırda Somali merkezli El-Kaide’ye bağlı Eş-Şebab ile bağlantı kurmuş ve Doğu Afrika’daki ana mühimmat kaynağı haline gelerek zaten şiddet sarmalından mustarip bir bölgedeki istikrarsızlaştırıcı etkilerini derinleştirmiş durumda. Husiler ayrıca Suudi petrol ve liman altyapısına yönelik, küresel petrol piyasalarını altüst edebilecek saldırıları yeniden başlatma tehdidinde bulundular ve daha önce Birleşik Arap Emirlikleri’ne çok sayıda balistik füze ve insansız hava aracı saldırısı düzenlediler.
Husiler, nispeten ucuz insansız hava araçları ve füzelerle saldırılarını sürdürebilir ve karşı saldırılara süresiz olarak dayanabilirken, ABD, Pasifik’te bir savaş için gereken kıt mühimmatın üretimini ve milyarlarca dolarlık kaynaklarını tüketiyor. Washington, tehdidi ortadan kaldırmakta başarısız olan bir görev için ayda 570 milyon dolar kadar harcama yapıyor olabilir. Bu operasyonlar, ABD Donanma ve uçak gemilerinin görev sürelerini uzatarak, zaman alan onarımlara yol açarak, mevcut filoyu küçülterek ve gemi ömürlerini kısaltarak savaşa hazırlık durumunu olumsuz etkiliyor. Personelin tükenmişliği de hata riskini beraberinde getiriyor.
ABD’nin Husilere karşı yürüttüğü askeri faaliyetlerin faydaları belirsiz. ABD ticareti, Basra Körfezi güzergâhlarına büyük ölçüde bağımlı değil ve ABD bandralı gemiler, son üç istisna dışında Ocak 2024’ten bu yana bu bölgeden tamamen uzak durdu. Bir yıl boyunca ticaretin büyük kısmı başka yönlere kaydırılmış olsa da Kızıldeniz’deki kesintiler ABD petrol fiyatları veya enflasyon üzerinde kalıcı bir etki yaratmadı. Dahası, müttefik ve ortaklarının çoğundan destek alamayan ve seyrüsefer özgürlüğünü koruma hedefine ulaşamayan çok uluslu bir kampanyayı sürdürmek, Washington’ın en iyi ihtimalle etkisiz görünmesine neden oluyor.
ABD’nin göreve gelecek yeni yönetimi, mevcut askerî harekâtın yerine Husi gelir kaynaklarını boğan, grubun ana sponsoru İran’ı sorumlu tutan ve müttefik ve ortakların bu çabalarda ve bölgesel deniz taşımacılığının korunmasında daha büyük ve nihayetinde lider bir rol üstlenmelerini talep eden kalıcı bir çözüm bulmalı. Bu ne hızlı ne de kolay olacak, ancak yeniden odaklanmış bir strateji olmadan Husi sorunu daha da büyüyecektir.
En önemlisi, bir sonraki yönetimin Husilerin askeri ikmalini, yerel silah üretimini ve diğer girişimleri finanse etmek için kullandıkları gelirlerini hedef alması gerekecek. Bazılarının önerdiği gibi bir ABD deniz karantinası gerçekçi değil; 2015-2024 yılları arasında sadece 20 civarında kaçakçılık yapan İran gemisi yakalandı. ABD’nin daha fazla yaptırım uygulaması da işe yaramayacak çünkü Husilerin yasadışı ticaret ve acımasız vergilendirme gibi gelir kaynakları büyük ölçüde uluslararası finans sisteminin dışında kalmaya devam ediyor.
Daha uygulanabilir bir yaklaşım, Husi finansmanına, hizmet sağlayıcılarına (aracılar, bayrak devletleri, gemi sahipleri ve sınıflandırma kuruluşları) ve bölgesel, Avrupa ve Asya’daki transit noktalarına odaklanmalı. ABD Başkanı seçilen Donald Trump, Umman, BAE, Suudi Arabistan ve Hindistan’ı Husilerin mali destekçilerine ve lojistik düğüm noktalarına baskı yapmaya zorlamak için bölgesel liderlerle olan güçlü kişisel bağlantılarını kullanabilir. Husileri çevreleme politikası, Avrupa ve diğer kıyı devletlerinin, deniz güvenliğini tehdit eden ve yaptırımlardan kaçan Rus ve İran petrol tankeri gölge filolarının büyüyen ağına ilişkin endişeleriyle de örtüşüyor. Bu yasadışı nakliyat kapsamının daraltılması Husilerin önemli bir gelir akışını keserken Moskova ile Tahran’ın bağımlı olduğu petrol gelirini de azaltacaktır.
Washington, Husi ikmal hatlarını kesmek ve seyir özgürlüğünü savunma yükünü paylaşmak için daha iyi tasarlanmış, gerçek anlamda çok uluslu bir deniz varlığı oluşturmalı. Bu, ABD liderliğindeki 46 ülkeden oluşan ve korsanlıkla ve kaçakçılıkla mücadeleye odaklanan Birleşik Deniz Kuvvetleri’ne dayandırılırsa ayrı bir Husi odaklı misyondan daha kabul edilebilir ve uygulanabilir olacaktır. Bölgesel ortaklarla müzakere ederek onların da katılımını ve katılım şartlarını sağlamak gerekecektir. Atılacak adımlardan biri, Riyad’ın korsanlık ve kaçakçılıkla mücadele için 2020’de kurulan ve işlevsiz kalan bölgesel konseyini yeniden canlandırmasına yardımcı olmak olabilir. Diğer adımlar arasında, Brüksel ve Yeni Delhi ile iş birliğini güçlendirmek, onların bölgedeki mevcut ve yakın zamanda gerçekleşen deniz güvenliği operasyonlarını desteklemek ve Afrika Boynuzu’ndaki artan etkisi göz önüne alındığında Türkiye’nin rolünü daha merkezi hale getirmek yer alabilir.
Bu çok taraflı çabaları hızlandırırken ABD kendi deniz varlığını doğru boyutlandırmalı, uçak gemisi saldırı gruplarını kaldırmalı, ancak daha küçük devriye gemileri ve bol miktarda deniz ve hava insansız hava aracı ile desteklenen birkaç güdümlü füze destroyeri gibi amaca uygun daha küçük bir gücü muhafaza etmeli.
Ayrıca, Husilere karşı olan, özellikle uluslararası tanınırlığa sahip Yemen hükümeti gibi Yemenli gruplar desteklenmelidir. Bölge devletleri Husilerin Yemen’in petrol ve gaz sahalarını ele geçirmesini engellemek için savunma sistemlerini geliştirmeye yardımcı olabilirler ki bu da grubun bölgesel hedeflerine kaynak sağlayacaktır. Washington, Yemen hükümetinin Husilerin uluslararası bankacılık sistemine erişimini kesme çabalarını desteklemek gibi bir katalizör bir rol üstlenebilir. Ancak nihayetinde liderliği bölge hükümetleri öncülük etmeli.
En önemlisi, ABD’nin rolü İran’ın bölgesel etkisini zayıflatmaya yönelik daha geniş bir stratejinin uzantısı olmalı. Bu da Husi eylemlerinin başlıca destekçisi olan İran’ın ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla grubun saldırılarından sorumlu tutulması anlamına gelecek. ABD ve İsrail, Husi kabiliyetlerine yönelik yeni askeri saldırıları koordine etmeli ve askeri eylemler sivillere zarar vermeden Husi operasyonlarını azami ölçüde sekteye uğratacak şekilde hassas hedeflere yöneltilmeli. Örneğin İran istihbarat gemilerine ve kilit Husi liderleri ile finansörlerine yönelik gizli operasyonlar tercih edilebilir. Bu, Husileri, hava saldırılarına dayanarak elde ettikleri meşruiyetten mahrum bırakırken potansiyel olarak benzer etkiler yaratacaktır. ABD ve ortakları arasında bu tür operasyonları bilgilendirmek için istihbarat paylaşımı genişletilmeli ve yaygınlaştırılmalı. Bu tür bağlantılar Washington’un erişim alanını düşük maliyetle genişletebilir ve İsrail ile Arap ortakları arasındakiler de dahil, Husi saldırıları sona erdikten sonra da uzun süre dayanacak şekilde tasarlanmış bölgesel bağlar kurabilir.
ABD ordusunun Kızıldeniz harekâtını sona erdirmenin zamanı geldi ama Husi tehdidini tamamen görmezden gelmek stratejik açıdan aptallık olur. Husiler kontrolsüz bırakılırsa, Trump’ın İbrahim Anlaşması’nı genişletmek ve İran’ı kontrol altına almak gibi diğer Orta Doğu önceliklerini kolayca raydan çıkarabilir. Nihayetinde, Yemen’deki zorlukları ciddiye almak ve bunları yönetmek için bir rota çizmek Trump’ın çıkarına olacaktır.