Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rus Valday Kulübü yöneticisi: Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil

Yayınlanma

Şu cümleyi üzerinde uzunca düşünüp birkaç defa karaladıktan sonra, ifadedeki sertliğe rağmen yazmak gerek: Türkiye’de ortalama entelektüel Rusya konusunda büyük ölçüde cahil.

Herhangi bir ülkeden herhangi bir “uzmanın” herhangi bir ifadesi ancak şu soruların cevapları bilindiği takdirde önem taşır: kim, neci, kimin adına, neyi temsil ediyor? Oysa aslında kimsenin ne olduğunu bilmediği bir adamın (Amerikan “think-tank”çi? Birileri adına lobici mi? Temsil ettiği kuruluş ne? Resmi olarak tanınmış mı? Hangi gözlemleri ve analizleri doğrulanmış?) sözleri, Türkiye’de “Rus uzman” diyerek, ve böylece Kremlin’in görüşlerini yansıtıyormuş izlenimi verilerek manşetlere çekilebiliyor ve ortalama entelektüel de buna inanabiliyor.

Oysa bakılması gereken, kim olduğu, neci olduğu, ne adına konuştuğu bilinen (neyin tarafında olduğu tali önem taşır) entelektüellerin görüşleri olmalıdır.

* * *

Dün kişisel blogumda yayınladığım uzunca bir notla, “Süleymancıların” faaliyetlerinin (bunu genel olarak Türkiye kökenli tarikatlara genişletmek mümkün) Rusya’da giderek artan bir tehdit algısı oluşturduğuna değindim. Aynı yerde şuna da dikkat çektim:

Rusyalı entelektüele göre: “Erdoğan ile ’nispeten kötü sayılmayacak ilişkilerimiz’ var, ama seçimleri ‘batı ülkelerinin desteklediği Kılıçdaroğlu’ kazanabilir. Bu durumda batının desteklediği islamcı radikalizmin doğurduğu ‘güvenlik sorunu’ artabilir.”

Bu fikir ilk bakışta mantıklı görünür; ancak iki temel açmazı var. Bu açmazlardan ilki, entelektüelin dar görüşlülüğünü yansıtıyor, zira bugün “nispeten kötü sayılmayacak” ilişkilerin sürdüğü mevcut hükümet seçimleri kazanırsa ilişkilerin aynı tempoda devam edeceği varsayılıyor. Oysa bu tamamen temelsiz bir iddia; aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu derin iktisadi kriz yüzünden tam tersini iddia etmek de mümkün. Yani gelecekteki belirsizlik, sadece iktidar değişikliği halinde yeni hükümetin doğuracağı bir belirsizlik değil; bu belirsizlik zaten mevcut.

Entelektüel ise günü değişmez sayıyor, geleceği ıskalıyor.

Bu dar görüşlülük Rusyalı entelektüelle sınırlı kalsaydı makul karşılanabilirdi.

Muhalefet bloğunun seçimi kazanmaya en yakın olduğu noktada, halkın hiç değilse tarafsızlık ve çatışmanın dışında kalma arzusunu, bu alabildiğine sağduyulu ve öngörülü arzuyu hiçe sayarcasına verdiği demeçler, makul olmanın çok ötesinde. Türkiye halkı, bugünkü dahil üç çeyrek asırdır bütün iktidarların sömürge ilişkilerini devam ettirmesi yüzünden bağımsızlığa değer vermesi gerektiğini az çok unutmuş olabilir, ama kanlı bir kavganın orta yerinde onu ateşe atabilecek girişimleri sezgileriyle bilir ve karşı durur. Muhalefet bloğu ise adeta, olası seçim olayları halinde şimdiden batıdan itibar ve destek garantisi sağlamaya çalışıyor. Bu, apaçık ki, akıl ve izan sınırlarının çok ötesinde bir beklentidir.

Kişisel görüşüm şudur:

Kremlin seçim ilanından bu yana Ankara hükümetine psikolojik destek anlamına gelebilecek, Ankara hükümetinin oya çevirebileceği hiçbir girişimde bulunmadı. Mevcut ilişkilerin istikametini Ankara hükümetine fiili destek çabası değil, kendi programı, kendi kabul ettiği milli menfaatler tayin etti.

Rusya basınında ifade edilen endişelerin bir bölüğünü Kremlin’in de paylaştığı kabul edilebilir; buna rağmen pragmatist yaklaşımını sürdürdü ve hatta mevcut hükümet için değil seçim sonrası kurulacak hükümet için avantaja çevrilebilecek tavizler de verdi.

* * *

Aşağıdaki mülakat dün (12 Mayıs) “Argumentı i faktı” dergisinde yayınlandı. Mülakatı veren Fyodor Lukyanov, “Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Bilimsel Faaliyet Müdürü” sıfatını taşıyor. Valday, ortalama bir dış haberler okurunun bildiği gibi, Rusya’da başta Putin ve Lavrov olmak üzere karar alıcı makamlardaki önemli devlet adamlarının görüş belirtmek için sık sık kürsülerine çıktığı bir kuruluştur ve Lukyanov da bu toplantılarda genellikle moderatördür.

Lukyanov, taşıdığı sıfatın da gösterdiği önemden başka, sıra dışı bir entelektüeldir, zira Türkiye meselelerinde Rusya entelektüeline has siyasi dar görüşlülükten uzaktır.

Rusya’da Türkiye ile ilgili düşünce kuruluşlarının ve uzmanların güncel siyasi görüşleri çoğunlukla ciddiye almaya değmeyecek kadar öngörüsüzdür. Bunların gayet sağlam tarih bilgisine rağmen Türkiye siyaseti karşısında bu derece cahil ve üstelik çokbilmiş olmaları, yeni bir şey değil. Okumaya ve anlamaya çalışan biri olarak, Türkiye ile ilgili siyasi öngörüsü doğrulanan pek az uzman görüşü hatırlıyorum.

Bununla birlikte bütünüyle pragmatizmin yön verdiği Kremlin siyaseti bu uzman görüşlerinden etkilenmez. Rusya’da adı sanı çok duyulmuş kuruluşlar dahil Türkiye’ye dair Kremlin’e izafe edilen beklentiler hemen her defasında yanlışlanmıştır. Bu yüzden ben, Türkiye ile ilgili “uzman” görüşlerini çevirmekten genellikle kaçınırım ve bunlara ancak Kremlin’in siyasetiyle, açıklamalarıyla, eylemleriyle örtüştüğü ve doğrulandığı ölçüde önem veririm.

* * *

Bu söylediklerim, Lukyanov’un görüşlerini bütünüyle paylaştığım anlamına gelmiyor. Ancak her şeye rağmen ayık ve objektif bir analiz örneği, dahası ne idüğü belirsiz bir “Rus uzman” değil. Dolayısıyla ihtilaflar üzerinde durmaya gerek yok.

***

Kılıçdaroğlu Alevi olduğunu söyledi. Geleneksel olarak bunun Türkiye’de başkanlık adayı için daha ziyade bir engel olduğu düşünülür. Neden böyle ve bu durumda Kılıçdaroğlu neden bu konuda açık açık konuştu?

Aleviler şiiliğe yakın dini-kültürel bir azınlık. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini teşkil ediyorlar, ancak nüfusun kalan büyük bölümü sünni müslüman.

Erdoğan ve AKP’nin temel argümanı kendilerinin Türk halkı, konsolide bir güç oldukları şeklinde. Kılıçdaroğlu ise öyle görünüyor ki başka bir şeyi ortaya koymak, Türkiye’nin çok renkli olduğunu göstermek gerektiğini düşündü. Türkiye’de sadece Türkler değil; Aleviler, Kürtler de var, oysa bunlar Erdoğan’ın anlatısına göre neredeyse düşman, Türkiye’de yaşayan başka halklar.

Bu milli faktör seçim sonuçlarında güçlü bir etkide bulunur mu?

İzlenimim, şu an bu faktörün çok önemli bir rol oynamadığı şeklinde. Türkiye’de tamamen başka bir gündem var ve bu da öncelikle Erdoğan’ın iktidarda çok uzun süre kalmış olmasıyla ilişkili.

Erdoğan’dan birçok insan yoruldu. Onun katkılarını kabul edenler bile. “Daha ne kadar,” deniyor. Bu anlamda, seçimlerde kullandığı her zamanki yöntemleri, yani karşısında birleşmek gereken bir takım dış düşmanlar arayışı, sıkı taraftarları arasında olmayanlar için işlemiyor.

Erdoğan’ın seçmeni kim, Kılıçdaroğlu’nun seçmeni kim?

Erdoğan’ın geleneksel seçmen kitlesi kırsal alanlar ve küçük şehirler, küçük ticaret (Türkiye ekonomisinin temelini teşkil ediyor) ve kendilerini İslam’ın kurallarını uygulayan insanlar olarak tanımlayan inananlar. Erdoğan’ın sağlam seçmen kitlesinin nüfusun yüzde 30-40 kadarı olduğu düşünülüyor.

Daha önce İstanbul da elindeydi, çünkü ora doğumlu. Ayrıca bir süre belediye başkanıydı. Şu an İstanbul’u önemli ölçüde kaybetmiş durumda. 2019 seçimlerinde AKP adayına karşı şimdi Türkiye’deki en popüler siyasetçi olan Ekrem İmamoğlu kazandı. Ama İmamoğlu’na karşı ceza davası var, bu yüzden cumhurbaşkanlığı yarışına giremiyor. Seçimlere girebilmiş olsaydı Erdoğan’ın hiçbir şansı olmayacağı düşünülüyor.

Muhalefetin arkasında daha laik ve daha az İslami oryantasyonu olan kesim var. Bu büyük şehirler, bu kapsamda son seçimlerde muhalefete oy veren her iki başkent, İstanbul ve Ankara. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturan Kürtler. Erdoğan’ın onlarla ilişkisi çok karmaşık. Onlara yaslandığı bir dönem de oldu, ama sonra keskin bir şekilde döndü, Kürtler de ona ihanet ettiler. Çok sayıda olmaları ve elit içinde de bulunmaları yüzünden bu seçimlerde önemli bir faktör.

Muhalefet bu defa birleşmeyi başardı. Üstelik ilk defa. Bu nedenle mevzu şimdi ilk defa muhalefetin zafer şansı olması haline geldi. Erdoğan bütün önceki kampanyalarda onları parça parça etmişti. Seçimlerden sonra dağılırlar mı? Bu başka bir mesele, ama seçimlere kadar konsolide halde kaldılar. Toplamda sağlam bir yüzde 40-45’leri var.

Peki adaylar arasındaki mücadele kimin için? Türkiye’deki mütereddit seçmen kim?

Erdoğan’dan hayal kırıklığına uğrayanlar, henüz fikrini netleştirmeyenler. Geçtiğimiz günlerde bir araştırma vardı; Türkiye’deki seçim kampanyalarının tecrübesine göre seçmenlerin görece yüksek bir yüzdesi destekleyeceği adaya seçim sandığında karar veriyor. Yani eline pusula geçmeden kime oy vereceklerini söyleyemiyorlar. Eğer seçimde kesin bir lider varsa bu insanlar genelde farklı bir şeye karar vermiyor. Ama şimdi Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun burun buruna gittikleri bir durumda son andaki etkiye açık olan bu “bilmez” seçmenler, öyle görünüyor ki, kimin başkan olacağına karar verecekler.

Erdoğan kaybederse ne olacak? Yenilgiyi kabul eder mi?

Erdoğan kuşkusuz yenilgiyi kabul edecek birine benzemiyor. Birçok Türkiyeli gözlemciyle görüştüm; ortak görüş: evet, elbette, son ana kadar dövüşecek. Özellikle de eğer fark küçük olursa. Yeniden sayım isteyecek, kanuni yollara sarılacak. Ama Türkiye gene de bir diktatörlük değil ve epey güçlü kurumlar var. Eğer kaybettiği anlaşılırsa (yeniden sayımdan sonra) kendisini desteklemesi için kimi organları (orduyu veya polisi) harekete geçirmeyi başaramaz. Bunlar buna kalkışmazlar.

Kılıçdaroğlu kazanırsa ne olacak? Rusya ile ilişkilerde nasıl yansır? Önce işbirliği istediğini yazdı, ama sonra ansızın, sanki gökten yıldırım düşmüş gibi neredeyse bize tehditte bulundu.

Dünkü tweet, izahı epey güç bir şey. Buna neyin neden olduğu, neden ihtiyaç duyulduğu tamamen belirsiz. Sanki başka bir adaya karşı yapılan sızıntıya bir tepki; o aday da bunun ardından katılmaktan vazgeçti. Ama bu reddediş Kılıçdaroğlu’nun yararına, bu yüzden neye böyle hiddetlendiği ve neden doğruca Rusya’yı hedef aldığı, anlaşılmaz. Öyle görünüyor ki bilmediğimiz faktörler rol oynadı.

Buna kadar tablo epey öngörülebilirdi. Elbette, Erdoğan’ın gidişi ilişkilerin atmosferinde belirgin değişikliklere işaret edecek; bunun nedeni de ilişkilerin şu anda epey kişiselleşmiş olması. Putin ve Erdoğan karakter olarak birbirlerine çok uyuyorlar. Kılıçdaroğlu ise tamamen başka bir karakter, başkanımızla samimi bir dostluğa yönelik bir ön gerekliliği de yok.

Artı, Kılıçdaroğlu’nun ABD ve AB ile bütün ilişkileri normalleştirmek istediğine dair bütün açıklamalar da elbette Rusya ile bağlardan bir geri dönüşün muhakkak olduğunu gösteriyor.

Diğer bir mesele, bu geri dönüşün ne kadar büyük olacağı. Objektif durum şu: Rusya ve Türkiye’nin son yıllarda çok sayıda ortak veya tezat menfaati ortaya çıktı; ama birbirine bağlı. Bunları alıp gömmek (mesela Suriye ve Ortadoğu’da) çok riskli; diğer hallerde ise anlamsız ve Türkiye’nin menfaatlerine (öncelikle iktisadi anlamda) zarar verir. Bu yüzden geri yuvarlanmada ciddi, sabit sınırlar var.

Öte yandan yönünü batıya geri çevirmenin önünde de ciddi sınırlar var, çünkü Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil. Türkiye başka, batı başka, dünya başka, Ortadoğu tamamen bambaşka. Türkiye’nin yeni batı yanlısı bir liderin yönetiminde güvenle güney kanadında batının sadık müttefiki yuvasına yürüyeceğini düşünmek de mümkün değil, zira eski pozisyonu yeniden kazanmaya imkân verecek hiçbir şey yok.

Bence Rusya’ya yönelik tutumda bir soğukluk ve temkinlilik dönemi olacaktır. Kılıçdaroğlu, birkaç gün önce The Wall Street Journal mülakatında, yaptırımlara katılmaya hazır oldukları şeklinde yorumlanabilecek bir cümle söyledi. Arkasından dış siyaset danışmanı, Kılıçdaroğlu’nun bunu kastetmediğini açıkladı. Türkiye’nin hiçbir yaptırım getirmeyeceğini, ama batının yaptırımlarının etrafından dolanmak için kullanılmasına da izin vermeyeceğini. Öyle görünüyor ki bu, Kılıçdaroğlu’nun zaferi halinde kaçınılmaz bir sonuçtur. Ama bence gene de bir orta yol yürütmek için Türkiye’nin yeterince gücü var. Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin rol ve ağırlığı nitel olarak değişti. Bunu alıp eski statüye geri dönmeye ne toplum izin verir ne de sağduyu. Bu milli menfaatlerine uygun değil.

Rusya ile ilişkilerden geri yuvarlanmak Almanya’nın da menfaatine değildi, ama bu onların bize yönelik siyasetinde köklü bir değişiklik yapmalarına engel olmadı.

Almanya’nın böyle bir egemenliği yoktu. Batı Almanya savaşta bozguna uğradıktan sonra Amerikan merkezli sisteme entegre edildi ve ardından bu rotada sıkı bir gözetim altında tutuldu. Bu Amerikan rotası birkaç defa değişti. Biri 70’lerde, diğeri 2000’lerde, üçüncüsü de şimdi. Washington’un müttefiklerinden ne istediğinin kavranışı dalgalıydı. Rusya ile yapıcı iktisadi ilişkiler olmasının ve hatta Rusya’nın kimi menfaatlerinin bir tür kondüktörü olmanın caiz sayıldığı sırada harikaydı. Bu şimdi bitti; Almanya çok aktif bir şekilde yeni bir modele entegre oldu; bunun nedeni kısmen, başka bir şeyi akıllarından bile geçirememeleri. Çağdaş Almanya’nın aksi takdirde egemen bir siyaset yürütebileceğini [mümkün] görmüyorlar.

Türkiye ise başka bir durum. Daha Erdoğan’dan önce, “soğuk” savaşın bitişinden sonra, Türkiye kendisine yeni bir yer aramaya başlamıştı. “Turan”, Türk dünyası; bunlar Erdoğan’dan önce. Erdoğan iktidarında bütün bunlar çok güçlü bir şekilde aktive oldu. 20 yıl önce ABD’nin Irak’a saldırısına katılmayı reddetmişlerdi. Bu, kendi menfaatlerini gözeteceklerine dair çok ciddi bir işaretti. Bence bu tecrübe varken kim gelirse gelsin eğer tam bir kukla değilse (durumun böyle olduğunu düşünmüyorum), birincisi mevcut, ikincisi de adeta fethedilmiş olan imkânlardan vazgeçmek aptallıktır.

Erdoğan pervasız davranıyordu. Türkiye’nin egemenliğini batıya meydan okurcasına gösteriyordu. Ama her zaman böyle değildi. 2007’ye kadar AB’nin yakınlaşma şartı olarak koyduğu talepleri gayet iyi niyetle yerine getiriyordu. Ama sonra kimsenin Türkiye’yi almayacağını kavradı; öyleyse karşılarında bir komedi vardı. Bu yüzden bence herhangi bir batılı ülkeyle benzetme söz konusu olamaz. Bu tamamen başka bir durum.

Erdoğan kazanırsa ne olacak? İlişki paradigması herhangi bir şekilde değişir mi?

Hayır, bence paradigma değişmeyecektir. Ben bu paradigmanın bizde çok kesin çizgilerle geliştirildiğini düşünüyorum. Çok sıkı ilişkiler; bunların temelinde birbirimiz karşısında gidecek bir yerimizin olmadığı, bağlı olduğumuz ve öyle kalacağımız, çelişkileri (Belki de çok yapıcı ve verimli olabilecek bir) işbirliğine engel olmayacak şekilde resmileştirmek gerektiği kavrayışı var.

Bence Erdoğan kazanırsa ilişkiler güçlenir bile, zira bu zafere Rusya tarafının katkısı da görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun bizi suçladığı şeyden söz etmiyorum; iktisadi, siyasi adımlarımızdan söz ediyorum. Doğalgaz ödemesinin ertelenmesi, Erdoğan’a nezaket olarak kendisinin iyi bir müzakereci olduğunu göstermek için hububat anlaşması. Bu nedenle, iktidarda kalırsa ilişkilerin kötü olmayacak şekilde gelişeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, eğer o olmazsa elimizdeki pek çok kişisel başarı da gidecektir.

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English