Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Stratejik planlama, kalkınma – 1

Yayınlanma

Geçen yıl Rusya’ya dair yazı ve çevirilerimde en çok öne çıkan kavramlardan biri planlamaydı. Bu, iki ayrı planlama anlayışı olarak tanımlanıyordu: indikatif planlama ve stratejik planlama. Glazyev indikatif planlamayı Sovyet sosyalizmiyle ilişkilendirirken stratejik planlama için Çin’i örnek gösteriyordu. Stratejik planlama özellikle Patruşev’in konuşmalarında dikkat çekiyordu; Patruşev, 8 Kasım 2021 tarih ve 633 sayılı başkanlık kararnamesini ısrarla hatırlatıyordu.

633 sayılı kararname iki federal kanunun gereklerinin yerine getirilmesi talimatını verir. Bunlar, 28 Aralık 2010 tarihli “Güvenlik” kanunu ve 28 Haziran 2014 tarihli “Rusya Federasyonu’nda Stratejik Planlama” kanunudur. Stratejik planlamanın kanuni çerçevesini esas olarak bu epey etraflı ve uzun olan ikinci kanun çizer. Kanunun 3/1 maddesinde stratejik planlama şöyle tanımlanır:

“Stratejik planlama, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatlarının, ekonomideki sektörlerin ve devlet ve belediye yönetimi alanlarının sosyal-iktisadi gelişmesinin, Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin temininin hedef tayini, tahmini, planlaması ve programlamasında, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatlarının sürdürülebilir sosyal-iktisadi kalkınma ödevlerini yerine getirmeye ve Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin teminine yönelik faaliyetleridir.”

Demek ki planlama faaliyetine sermaye grupları değil ancak merkezi devlet yönetimi, federal bölge yönetimleri ve belediyeler katılabilir; dolayısıyla planlama, milli güvenliği ve kalkınma hedeflerini ilgilendirdiği ölçüde büyük sermaye grupları üzerinde de denetim ve yönlendirmeyi öngörmektedir.

Planlamanın stratejik niteliği, uzun vadeli ve sürdürülebilir bir kalkınma stratejisi olarak öngörülmüş olmasında yatar. En önemli üç kavram şöyle açıklanır:

“Tahmin, stratejik planlama katılımcılarının sosyal-iktisadi kalkınmanın riskleri, Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğine tehditler, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatların sosyal-iktisadi gelişmesinin istikamet, sonuç ve göstergeleri hakkında bilimsel temelli fikirler geliştirme faaliyetidir.”

“Planlama, stratejik planlama katılımcılarının Rusya Federasyonu hükümetinin faaliyetlerinin temel istikametlerinin, federal yürütme organlarının faaliyetlerinin planlarının ve Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesi ve güvenliğinin temini alanında diğer planların tespiti ve hayata geçirilmesinde, Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesinin ve milli güvenliğinin temininin hedef ve önceliklerine erişilmesine yönelik… faaliyetidir.”

“Programlama, stratejik planlama katılımcılarının devlet ve belediye programlarının tespiti ve hayata geçirilmesinde, Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesinin ve milli güvenliğinin temininin hedef ve önceliklerine erişilmesine yönelik… faaliyetidir.”

Bu faaliyetler stratejik planlama belgelerinde ihtiva edilir. Stratejik planlama sistemi, bütün bu katılımcıların ortaya konulan belgeler doğrultusunda karşılıklı faaliyetlerini temin eden bir mekanizmadır. Belgeler, göstergeler (indikatörler) belirler ve bunların planlanan ara ve nihai sonuçlarının sürekli denetlenmesini gerektirir.

Demek ki devlet sektörü ve devletin güvenliğiyle ilgili bütün diğer sektörler stratejik planlamaya dâhildir; ancak kanun, planlamanın neleri ne şekilde kapsayacağından ziyade planlamanın katılımcılarının faaliyetlerinin örgütlenmesi üzerinde durur. Daha açık bir ifadeyle: kanun, sözgelimi finans, sanayi ve tarım sektörlerinde neler yapılacağını değil bu “yapma” sürecinin nasıl işleyeceğini belirler.

Öyle olunca planlamanın niteliğiyle ilgili görüş ayrılıkları olması gayet doğal. Gene de, bütün taraflar açısından planlamanın bir sosyalist tedbir değil kalkınma programı olduğuna dikkat çekmek gerek. Ama bu da yeni değil; planlama, daha kapitalist restorasyonun ilk yıllarında “şok terapisiyle” halka sefalet olarak yansıyan mutlak plansızlık döneminden aşama aşama kapitalist planlamaya dönüş sırasında bir kapitalist kalkınma programı olarak formüle ediliyordu.

Ancak en genel anlamda kapitalist planlama ile özgül bir kapitalist model olarak planlı devlet kapitalizmi arasında fark vardır; ilki, Arjantin’in yeni ve parlak faşisti Millei’nin bile vazgeçemeyeceği bir şeydir, ikincisi ise stratejik bir yaklaşımdır ve hâkim sınıflarla devlet arasındaki sembiyoz ilişkisini daha en baştan varsaysa bile devletin özerklik alanı çok daha geniştir.

“Stratejik planlama” ifadesinin daha öncesi varsa da Rusya’da iktidar açısından ilk önemli formülasyonunu 1997’deki doktora tezinde Putin yapmıştı. Putin orada Sovyetler Birliği’nin planlama deneyimi üzerinde uzun uzadıya durur:

“Stratejik planlama metodolojisi ve pratiğinin şekillendirilmesi ve gelişmesi sürecinin analiz ve genellemeleri, eski SSCB’de ve Rusya Federasyonu’nda, uzun erimli bir planlama sisteminin yaratılması ve kullanılması alanında büyük bir tarihi tecrübenin biriktiğine tanıklık ediyor. İlk olarak 1929-1932 yıllarına yönelik hazırlanan ve tarihe birinci beş yıllık plan olarak geçen perspektif planı, stratejik bir karaktere sahipti; devletin teknik, iktisadi ve sosyalist siyasetinin temel biçimlerini ortaya koyuyordu. Bu planın stratejik karakteri, perspektif planlamasının bir diğer önemli veçhesiyle de örtüşüyordu: ekonomiye öncelik alternatif çözüm alanlarının genişletilmesi, istikametin ve planın temel göstergelerinin şekillendirilmesinde bütüncül (normatif) bir yaklaşımın büyütülmesi. Daha sonraki beş yıllık planların temeline, maddi üretimin kilit sektörlerinin geliştirilmesine yönelik projelendirmeler konuldu. Bu bağlamda şu hesaplamalara dayanılıyordu: tabiatı itibariyle en önemli mamullerin üretim ve dolaşımının, arkasından muhtelif sektörler ve bölgelerin ve bilhassa da birbirleriyle bağlantılı üretim komplekslerinin hesapları ve bütün kamu ekonomisinin geliştirilmesine yönelik hesaplar. Bu yönteme o sırada, en önemli halkanın seçimi yöntemi deniliyordu; şimdi ise program hedefi deniliyor.” (Rusya…, s. 87-88.)

Ben aynı yerde, bu tezin, dolayısıyla Kremlin’in iktisat siyasetinin şu üç temel üzerine kurulu olduğunu vurgulamıştım:

“1) Bu tez… doğal kaynaklara bağımlı bir büyüme stratejisini seslendiriyor, ancak esas önemli olan… bunun bir strateji olarak belirlenmiş olmasıdır.

“2) … bu tez, Lenin’in devlet kapitalizminden sosyalizme varan tartışmalarını tersine çeviriyor ve yıkılmış olan sosyalizmi değil ama planlı bir devlet kapitalizmini vazediyor. …

“3) … tez, bunun bir siyasi organizasyon gerektirdiğinin farkında; dolayısıyla daha sonraki gelişmeler bu öngörünün hayata geçirilmesi olarak değerlendirilmeli.” (s. 89.)

1999-2008 arasında, yani doğal kaynaklara bağımlı büyüme stratejisinin temel alındığı ilk dönemde Rusya’nın yıllık büyüme hızı ortalaması yüzde 6,9’dur. Oysa 1992-1998 arasında ekonomi yıllık ortalama 5,5 (başka bir hesaplamaya göre 6,8) küçülmüştü. Demek ki 1999-2008 arasındaki büyüme, Rusya halkının kapitalist restorasyon felaketinin arkasından ilk defa refah seviyesinin belirgin şekilde artmasına tanıklık eder. Ancak bu uzun dönemli olmamıştır; kriz, petrol ve doğalgaza bağımlı Rusya ekonomisini özellikle 2014-2016 arasında fiyatlardaki ani ve yüzde 70’i bulan düşüşün ardından doğrudan etkilemiştir.

Kapitalizmin dünya krizinin ardından, 2009-2019 arasında yıllık ortalama büyüme hızı ise ancak yüzde 1 dolayındadır.

Bu durum daha o tarihlerde stratejinin gözden geçirilmesini gerekli kılıyordu. Üç alternatiften hangisi uygulanacaktı: “liberter” kapitalizm mi; bütün çevre ülkelerinde de az çok gözlenen kapitalist planlama mı, yoksa planlı devlet kapitalizmine devam mı edilecek? İlki, 90’ların felaketini yaşamış ülke için devletin hızla çözülmesi anlamına gelirdi. İkincisi, emperyalizme bağımlı çevre ülkesi olmaya devam etmek, dolayısıyla siyasi bağımsızlığı da tedricen kaybetmek anlamına gelirdi. Üçüncüsü, “devletliliğin” korunması, egemen iktisadi kalkınmaya devam edilmesi ve sosyal konsolidasyonun sağlanması için hâlâ biricik yoldu. Bu yol planlamanın geliştirilmesini ve doğal kaynaklara bağımlı büyüme stratejisi yerine sınai kalkınma ve teknolojik bağımsızlığın sağlanmasını gerektiriyordu. Yukarıda sözünü ettiğim 2010 ve 2014 tarihli kanunlar, aslında tam da bu tercihin somut ifadesi anlamını taşıyordu.

Ancak tasarı, kanun ve örgütlenme, uygulama anlamına gelmez. Sınai ve zirai kalkınmayı ve teknolojik egemenliği sağlamayı amaçlayan yeni bir strateji ve bu stratejiye dayanan yeni bir planlama programının uygulanmasına geçiş, esas itibariyle ilk defa pandemi önceki 2019’da gündeme gelmiştir. Esas itibariyle, diyorum; çünkü Kırım yaptırımları ve uçak krizinin arkasından Türkiye’den alınan tarım ürünlerine getirilen kısıtlamalar, 30 Ocak 2010 tarihli “Rusya Federasyonu Gıda Güvenliği Doktrini”nin uygulanması için teşvik işlevi görmüş ve ülke içinde tarımın gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Rosstat verilerine göre 2015-2022 arasında toplam tarımsal çıktının parasal karşılığındaki artış cari fiyatlarla yüzde 84; tarım ürünlerinde yüzde 111, hayvancılıkta yüzde 55’tir. Enflasyon etkisi düşüldüğünde bu oranlar sırasıyla yüzde 20, 33 ve 5 olur. Aynı dönemde sanayideki toplam büyüme ise yüzde 17,5’tir ancak buna hâlâ daha ziyade petrol ve doğalgaz sayesinde ulaşılmaktadır.

Demek ki petrol ve doğalgaz ekonomisinden çıkma gereği, sanayide temel sorundur.

Tam bir yıl önce şöyle yazmıştım:

“Ekonomide yapısal bir değişiklik… iki kanaldan yapılabilir: ya devlet iktisadi faaliyetin giderek daha geniş bir alanını kontrol eder, ya da orta ve büyük özel sermaye üretken olmayan ticaretten veya ihracata yönelik hammadde üretiminden iç pazara yönelik sınai üretime kayar. İkinci kanal, kapitalizmin konsolidasyonuna yardımcı olabilir, ama Rusya’da özel sermayenin komprador niteliği dikkate alınırsa anayolun bu olması beklenemez. Bir yan yol olarak kalacaktır; nitekim yabancı sermayenin Rusya dışına çıkarak bıraktığı boşluk burjuvazi için iştah açıcı. … Ama sermayenin komprador niteliği gene de ağır basıyor… Öte yandan, yapısal değişiklik için ikinci kanalın kullanılması, burjuvazinin siyasi gücünün tahkim ve takviyesine de yol açar… Ve son olarak, ikinci kanal, en büyük hammadde ihracatçısı olan devletin gelirlerini artırmaz; bu da yapısal problemi büyütür. Dolayısıyla devletin yapısal değişikliğin motoru olmaktan başka seçeneği yok.”

Stratejik planlama tanımında ortaya çıkan yapısal değişiklik çabası, bir başka şeyle daha tamamlanıyor: küçük ve orta burjuvazinin tarım dışında da sınai ve iletişim üretimindeki payının artırılması, böylelikle büyük burjuvazinin sınırlanması ve “girişimci dinamizminin” kalkınma amacıyla kullanılması. Bu da esasen 2019 ve Mişustin hükümetiyle birlikte hız kazanan bir iktisadi istikamet.

Ancak gene birçok defa dikkat çektiğim gibi, müreffeh küçük ve orta burjuvazi Rusya’da liberal muhalefetin kitle temelini oluşturuyordu; savaşla birlikte bunlar, hem kendi korkuları, hem de batının Rusya’da iktidar değişikliğini tetikleme planları yüzünden deklase oldular ve servetlerinin büyüklüğüne göre BAE, Avrupa, Türkiye, Ermenistan-Gürcistan ve Kazakistan’a kaçtılar.

Kremlin nezdinde “girişimcilerin haklarını korumadan” sorumlu komiser Boris Titov 2 Mayıs 2022’de şöyle demişti:

“Zorlu kriz dönemlerinde Rusya’yı daima, sadece küçük ve orta işletmeler kurtarmıştır. Stolıpin zamanında öyleydi, 1920’lerde NEP’te öyleydi, nihayet 1990’larda … öyleydi. Yurtdışından ülkeye her tür yararlı şeyi, halka gerekli muhtelif mamulleri onlar getirdi.”

O yazımda bunun, neredeyse tamamen deklase olmuş orta burjuvaziyi bir tür NEP kullanarak küçük burjuvazi ile konsolide etmeyi, böylece küçük ve orta burjuvazi aracılığıyla sermaye birikimi gerçekleştirme hedefine işaret ettiğini vurgulamıştım. Dolayısıyla, ortada kalan boşluk iktidar için iki avantaj sağlıyordu. Birincisi, bu sayede deklase olanın yerine yeni bir küçük mülk sahibi sınıf ortaya çıkabilir ve bu (yanlış bile olsa genel jargona uygun konuşursak eğer) “orta sınıfın” kalkınmasına, dolayısıyla yeni bir sınıfsal kompozisyona ve yeni bir konsolidasyona yol açabilirdi. İkincisi, deklase olarak Rusya’dan kaçan sınıf, kaçış imkânlarının da gösterdiği gibi, Rusya’da üretken sektörlerden ziyade hizmet sektörüne yatırım yapıyordu ve bu, stratejik planlamanın hedefleriyle örtüşmüyordu; oysa onları ikame etmek üzere yeni ortaya çıkacak olan sınıfın başta kredi olmak üzere her türden özendiriciyle bu sektörlere teşvik edilmesi mümkün görünüyordu.

Ne var ki bu seviyeye ulaşıldığını söylemek güç. 2019’da küçük ve orta ölçekli işletmelerin GSYH içindeki payının yüzde 32,5’e çıkarılması hedefi konulmuştu. Bu perspektif hedefe ulaşılamadı; eskilerin deklase olmasının ardından sektör hızla toparlanmış olsa da ekonomideki payı yüzde 25’in üzerinde değil ve dahası, üretken sektörler için yapılan teşviklere rağmen hizmet sektöründe yoğunlaşıyor.

Merkez Bankası’nın faiz ve kredi siyasetinin son derece ateşli biçimde tartışılmasının nedeni bu, zira risk faktörü yüksekken pahalı kredi küçük ve orta çaplı üretken kapitalistin yatırım şevkini kırıyor. Dahası, bu tartışma bir dizi başka tartışmayı daha tetikliyor: en genelde iktisat doktrini tartışmaları (neoliberal monetarist ve istihdam temelli keynesçi siyaset) ve tarih tartışmaları (peki nasıl oldu da üstelik devrime, açlığa ve savaşa rağmen 20’nci yüzyılın en görkemli kalkınmasını gerçekleştirmeyi başardık?).

Demek ki hem mevcut iktisat siyaseti, hem genel iktisat doktrini, hem tarih tartışmaları tamamen kalkınmacı bir perspektiften sürüyor, ama öyle diye önemsiz değil.

Gerçekten de Stalin dönemi sanayileşmesi sırf kalkınmacı perspektiften bile muazzam dersler içeriyor ve dahası, bu tarihe dair klişe yanlışlar, onu yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor.

Yazının ikinci bölümü bu konu üzerine olacak.

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English