Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Stratejik planlama, kalkınma – 1

Yayınlanma

Geçen yıl Rusya’ya dair yazı ve çevirilerimde en çok öne çıkan kavramlardan biri planlamaydı. Bu, iki ayrı planlama anlayışı olarak tanımlanıyordu: indikatif planlama ve stratejik planlama. Glazyev indikatif planlamayı Sovyet sosyalizmiyle ilişkilendirirken stratejik planlama için Çin’i örnek gösteriyordu. Stratejik planlama özellikle Patruşev’in konuşmalarında dikkat çekiyordu; Patruşev, 8 Kasım 2021 tarih ve 633 sayılı başkanlık kararnamesini ısrarla hatırlatıyordu.

633 sayılı kararname iki federal kanunun gereklerinin yerine getirilmesi talimatını verir. Bunlar, 28 Aralık 2010 tarihli “Güvenlik” kanunu ve 28 Haziran 2014 tarihli “Rusya Federasyonu’nda Stratejik Planlama” kanunudur. Stratejik planlamanın kanuni çerçevesini esas olarak bu epey etraflı ve uzun olan ikinci kanun çizer. Kanunun 3/1 maddesinde stratejik planlama şöyle tanımlanır:

“Stratejik planlama, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatlarının, ekonomideki sektörlerin ve devlet ve belediye yönetimi alanlarının sosyal-iktisadi gelişmesinin, Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin temininin hedef tayini, tahmini, planlaması ve programlamasında, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatlarının sürdürülebilir sosyal-iktisadi kalkınma ödevlerini yerine getirmeye ve Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin teminine yönelik faaliyetleridir.”

Demek ki planlama faaliyetine sermaye grupları değil ancak merkezi devlet yönetimi, federal bölge yönetimleri ve belediyeler katılabilir; dolayısıyla planlama, milli güvenliği ve kalkınma hedeflerini ilgilendirdiği ölçüde büyük sermaye grupları üzerinde de denetim ve yönlendirmeyi öngörmektedir.

Planlamanın stratejik niteliği, uzun vadeli ve sürdürülebilir bir kalkınma stratejisi olarak öngörülmüş olmasında yatar. En önemli üç kavram şöyle açıklanır:

“Tahmin, stratejik planlama katılımcılarının sosyal-iktisadi kalkınmanın riskleri, Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğine tehditler, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatların sosyal-iktisadi gelişmesinin istikamet, sonuç ve göstergeleri hakkında bilimsel temelli fikirler geliştirme faaliyetidir.”

“Planlama, stratejik planlama katılımcılarının Rusya Federasyonu hükümetinin faaliyetlerinin temel istikametlerinin, federal yürütme organlarının faaliyetlerinin planlarının ve Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesi ve güvenliğinin temini alanında diğer planların tespiti ve hayata geçirilmesinde, Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesinin ve milli güvenliğinin temininin hedef ve önceliklerine erişilmesine yönelik… faaliyetidir.”

“Programlama, stratejik planlama katılımcılarının devlet ve belediye programlarının tespiti ve hayata geçirilmesinde, Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesinin ve milli güvenliğinin temininin hedef ve önceliklerine erişilmesine yönelik… faaliyetidir.”

Bu faaliyetler stratejik planlama belgelerinde ihtiva edilir. Stratejik planlama sistemi, bütün bu katılımcıların ortaya konulan belgeler doğrultusunda karşılıklı faaliyetlerini temin eden bir mekanizmadır. Belgeler, göstergeler (indikatörler) belirler ve bunların planlanan ara ve nihai sonuçlarının sürekli denetlenmesini gerektirir.

Demek ki devlet sektörü ve devletin güvenliğiyle ilgili bütün diğer sektörler stratejik planlamaya dâhildir; ancak kanun, planlamanın neleri ne şekilde kapsayacağından ziyade planlamanın katılımcılarının faaliyetlerinin örgütlenmesi üzerinde durur. Daha açık bir ifadeyle: kanun, sözgelimi finans, sanayi ve tarım sektörlerinde neler yapılacağını değil bu “yapma” sürecinin nasıl işleyeceğini belirler.

Öyle olunca planlamanın niteliğiyle ilgili görüş ayrılıkları olması gayet doğal. Gene de, bütün taraflar açısından planlamanın bir sosyalist tedbir değil kalkınma programı olduğuna dikkat çekmek gerek. Ama bu da yeni değil; planlama, daha kapitalist restorasyonun ilk yıllarında “şok terapisiyle” halka sefalet olarak yansıyan mutlak plansızlık döneminden aşama aşama kapitalist planlamaya dönüş sırasında bir kapitalist kalkınma programı olarak formüle ediliyordu.

Ancak en genel anlamda kapitalist planlama ile özgül bir kapitalist model olarak planlı devlet kapitalizmi arasında fark vardır; ilki, Arjantin’in yeni ve parlak faşisti Millei’nin bile vazgeçemeyeceği bir şeydir, ikincisi ise stratejik bir yaklaşımdır ve hâkim sınıflarla devlet arasındaki sembiyoz ilişkisini daha en baştan varsaysa bile devletin özerklik alanı çok daha geniştir.

“Stratejik planlama” ifadesinin daha öncesi varsa da Rusya’da iktidar açısından ilk önemli formülasyonunu 1997’deki doktora tezinde Putin yapmıştı. Putin orada Sovyetler Birliği’nin planlama deneyimi üzerinde uzun uzadıya durur:

“Stratejik planlama metodolojisi ve pratiğinin şekillendirilmesi ve gelişmesi sürecinin analiz ve genellemeleri, eski SSCB’de ve Rusya Federasyonu’nda, uzun erimli bir planlama sisteminin yaratılması ve kullanılması alanında büyük bir tarihi tecrübenin biriktiğine tanıklık ediyor. İlk olarak 1929-1932 yıllarına yönelik hazırlanan ve tarihe birinci beş yıllık plan olarak geçen perspektif planı, stratejik bir karaktere sahipti; devletin teknik, iktisadi ve sosyalist siyasetinin temel biçimlerini ortaya koyuyordu. Bu planın stratejik karakteri, perspektif planlamasının bir diğer önemli veçhesiyle de örtüşüyordu: ekonomiye öncelik alternatif çözüm alanlarının genişletilmesi, istikametin ve planın temel göstergelerinin şekillendirilmesinde bütüncül (normatif) bir yaklaşımın büyütülmesi. Daha sonraki beş yıllık planların temeline, maddi üretimin kilit sektörlerinin geliştirilmesine yönelik projelendirmeler konuldu. Bu bağlamda şu hesaplamalara dayanılıyordu: tabiatı itibariyle en önemli mamullerin üretim ve dolaşımının, arkasından muhtelif sektörler ve bölgelerin ve bilhassa da birbirleriyle bağlantılı üretim komplekslerinin hesapları ve bütün kamu ekonomisinin geliştirilmesine yönelik hesaplar. Bu yönteme o sırada, en önemli halkanın seçimi yöntemi deniliyordu; şimdi ise program hedefi deniliyor.” (Rusya…, s. 87-88.)

Ben aynı yerde, bu tezin, dolayısıyla Kremlin’in iktisat siyasetinin şu üç temel üzerine kurulu olduğunu vurgulamıştım:

“1) Bu tez… doğal kaynaklara bağımlı bir büyüme stratejisini seslendiriyor, ancak esas önemli olan… bunun bir strateji olarak belirlenmiş olmasıdır.

“2) … bu tez, Lenin’in devlet kapitalizminden sosyalizme varan tartışmalarını tersine çeviriyor ve yıkılmış olan sosyalizmi değil ama planlı bir devlet kapitalizmini vazediyor. …

“3) … tez, bunun bir siyasi organizasyon gerektirdiğinin farkında; dolayısıyla daha sonraki gelişmeler bu öngörünün hayata geçirilmesi olarak değerlendirilmeli.” (s. 89.)

1999-2008 arasında, yani doğal kaynaklara bağımlı büyüme stratejisinin temel alındığı ilk dönemde Rusya’nın yıllık büyüme hızı ortalaması yüzde 6,9’dur. Oysa 1992-1998 arasında ekonomi yıllık ortalama 5,5 (başka bir hesaplamaya göre 6,8) küçülmüştü. Demek ki 1999-2008 arasındaki büyüme, Rusya halkının kapitalist restorasyon felaketinin arkasından ilk defa refah seviyesinin belirgin şekilde artmasına tanıklık eder. Ancak bu uzun dönemli olmamıştır; kriz, petrol ve doğalgaza bağımlı Rusya ekonomisini özellikle 2014-2016 arasında fiyatlardaki ani ve yüzde 70’i bulan düşüşün ardından doğrudan etkilemiştir.

Kapitalizmin dünya krizinin ardından, 2009-2019 arasında yıllık ortalama büyüme hızı ise ancak yüzde 1 dolayındadır.

Bu durum daha o tarihlerde stratejinin gözden geçirilmesini gerekli kılıyordu. Üç alternatiften hangisi uygulanacaktı: “liberter” kapitalizm mi; bütün çevre ülkelerinde de az çok gözlenen kapitalist planlama mı, yoksa planlı devlet kapitalizmine devam mı edilecek? İlki, 90’ların felaketini yaşamış ülke için devletin hızla çözülmesi anlamına gelirdi. İkincisi, emperyalizme bağımlı çevre ülkesi olmaya devam etmek, dolayısıyla siyasi bağımsızlığı da tedricen kaybetmek anlamına gelirdi. Üçüncüsü, “devletliliğin” korunması, egemen iktisadi kalkınmaya devam edilmesi ve sosyal konsolidasyonun sağlanması için hâlâ biricik yoldu. Bu yol planlamanın geliştirilmesini ve doğal kaynaklara bağımlı büyüme stratejisi yerine sınai kalkınma ve teknolojik bağımsızlığın sağlanmasını gerektiriyordu. Yukarıda sözünü ettiğim 2010 ve 2014 tarihli kanunlar, aslında tam da bu tercihin somut ifadesi anlamını taşıyordu.

Ancak tasarı, kanun ve örgütlenme, uygulama anlamına gelmez. Sınai ve zirai kalkınmayı ve teknolojik egemenliği sağlamayı amaçlayan yeni bir strateji ve bu stratejiye dayanan yeni bir planlama programının uygulanmasına geçiş, esas itibariyle ilk defa pandemi önceki 2019’da gündeme gelmiştir. Esas itibariyle, diyorum; çünkü Kırım yaptırımları ve uçak krizinin arkasından Türkiye’den alınan tarım ürünlerine getirilen kısıtlamalar, 30 Ocak 2010 tarihli “Rusya Federasyonu Gıda Güvenliği Doktrini”nin uygulanması için teşvik işlevi görmüş ve ülke içinde tarımın gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Rosstat verilerine göre 2015-2022 arasında toplam tarımsal çıktının parasal karşılığındaki artış cari fiyatlarla yüzde 84; tarım ürünlerinde yüzde 111, hayvancılıkta yüzde 55’tir. Enflasyon etkisi düşüldüğünde bu oranlar sırasıyla yüzde 20, 33 ve 5 olur. Aynı dönemde sanayideki toplam büyüme ise yüzde 17,5’tir ancak buna hâlâ daha ziyade petrol ve doğalgaz sayesinde ulaşılmaktadır.

Demek ki petrol ve doğalgaz ekonomisinden çıkma gereği, sanayide temel sorundur.

Tam bir yıl önce şöyle yazmıştım:

“Ekonomide yapısal bir değişiklik… iki kanaldan yapılabilir: ya devlet iktisadi faaliyetin giderek daha geniş bir alanını kontrol eder, ya da orta ve büyük özel sermaye üretken olmayan ticaretten veya ihracata yönelik hammadde üretiminden iç pazara yönelik sınai üretime kayar. İkinci kanal, kapitalizmin konsolidasyonuna yardımcı olabilir, ama Rusya’da özel sermayenin komprador niteliği dikkate alınırsa anayolun bu olması beklenemez. Bir yan yol olarak kalacaktır; nitekim yabancı sermayenin Rusya dışına çıkarak bıraktığı boşluk burjuvazi için iştah açıcı. … Ama sermayenin komprador niteliği gene de ağır basıyor… Öte yandan, yapısal değişiklik için ikinci kanalın kullanılması, burjuvazinin siyasi gücünün tahkim ve takviyesine de yol açar… Ve son olarak, ikinci kanal, en büyük hammadde ihracatçısı olan devletin gelirlerini artırmaz; bu da yapısal problemi büyütür. Dolayısıyla devletin yapısal değişikliğin motoru olmaktan başka seçeneği yok.”

Stratejik planlama tanımında ortaya çıkan yapısal değişiklik çabası, bir başka şeyle daha tamamlanıyor: küçük ve orta burjuvazinin tarım dışında da sınai ve iletişim üretimindeki payının artırılması, böylelikle büyük burjuvazinin sınırlanması ve “girişimci dinamizminin” kalkınma amacıyla kullanılması. Bu da esasen 2019 ve Mişustin hükümetiyle birlikte hız kazanan bir iktisadi istikamet.

Ancak gene birçok defa dikkat çektiğim gibi, müreffeh küçük ve orta burjuvazi Rusya’da liberal muhalefetin kitle temelini oluşturuyordu; savaşla birlikte bunlar, hem kendi korkuları, hem de batının Rusya’da iktidar değişikliğini tetikleme planları yüzünden deklase oldular ve servetlerinin büyüklüğüne göre BAE, Avrupa, Türkiye, Ermenistan-Gürcistan ve Kazakistan’a kaçtılar.

Kremlin nezdinde “girişimcilerin haklarını korumadan” sorumlu komiser Boris Titov 2 Mayıs 2022’de şöyle demişti:

“Zorlu kriz dönemlerinde Rusya’yı daima, sadece küçük ve orta işletmeler kurtarmıştır. Stolıpin zamanında öyleydi, 1920’lerde NEP’te öyleydi, nihayet 1990’larda … öyleydi. Yurtdışından ülkeye her tür yararlı şeyi, halka gerekli muhtelif mamulleri onlar getirdi.”

O yazımda bunun, neredeyse tamamen deklase olmuş orta burjuvaziyi bir tür NEP kullanarak küçük burjuvazi ile konsolide etmeyi, böylece küçük ve orta burjuvazi aracılığıyla sermaye birikimi gerçekleştirme hedefine işaret ettiğini vurgulamıştım. Dolayısıyla, ortada kalan boşluk iktidar için iki avantaj sağlıyordu. Birincisi, bu sayede deklase olanın yerine yeni bir küçük mülk sahibi sınıf ortaya çıkabilir ve bu (yanlış bile olsa genel jargona uygun konuşursak eğer) “orta sınıfın” kalkınmasına, dolayısıyla yeni bir sınıfsal kompozisyona ve yeni bir konsolidasyona yol açabilirdi. İkincisi, deklase olarak Rusya’dan kaçan sınıf, kaçış imkânlarının da gösterdiği gibi, Rusya’da üretken sektörlerden ziyade hizmet sektörüne yatırım yapıyordu ve bu, stratejik planlamanın hedefleriyle örtüşmüyordu; oysa onları ikame etmek üzere yeni ortaya çıkacak olan sınıfın başta kredi olmak üzere her türden özendiriciyle bu sektörlere teşvik edilmesi mümkün görünüyordu.

Ne var ki bu seviyeye ulaşıldığını söylemek güç. 2019’da küçük ve orta ölçekli işletmelerin GSYH içindeki payının yüzde 32,5’e çıkarılması hedefi konulmuştu. Bu perspektif hedefe ulaşılamadı; eskilerin deklase olmasının ardından sektör hızla toparlanmış olsa da ekonomideki payı yüzde 25’in üzerinde değil ve dahası, üretken sektörler için yapılan teşviklere rağmen hizmet sektöründe yoğunlaşıyor.

Merkez Bankası’nın faiz ve kredi siyasetinin son derece ateşli biçimde tartışılmasının nedeni bu, zira risk faktörü yüksekken pahalı kredi küçük ve orta çaplı üretken kapitalistin yatırım şevkini kırıyor. Dahası, bu tartışma bir dizi başka tartışmayı daha tetikliyor: en genelde iktisat doktrini tartışmaları (neoliberal monetarist ve istihdam temelli keynesçi siyaset) ve tarih tartışmaları (peki nasıl oldu da üstelik devrime, açlığa ve savaşa rağmen 20’nci yüzyılın en görkemli kalkınmasını gerçekleştirmeyi başardık?).

Demek ki hem mevcut iktisat siyaseti, hem genel iktisat doktrini, hem tarih tartışmaları tamamen kalkınmacı bir perspektiften sürüyor, ama öyle diye önemsiz değil.

Gerçekten de Stalin dönemi sanayileşmesi sırf kalkınmacı perspektiften bile muazzam dersler içeriyor ve dahası, bu tarihe dair klişe yanlışlar, onu yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor.

Yazının ikinci bölümü bu konu üzerine olacak.

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi  

Yayınlanma

Nadejda Sablina
Gazeteci

Bu yılın nisan ayında Minsk’te Belarus Halk Meclisi’nin 7’nci birleşimi yeni anayasal yetkilerle ve tam bir iktidar organı olarak toplandı. Belaruslu gazeteci Nadejda Sablina, kapitalist restorasyon sonrası Belarus tarihini özetliyor ve meclisin ülkenin yakın geleceğinde taşıdığı önemi analiz ediyor.

Çağdaş Belarus’ta siyasi sistemin kuruluşuna bir bakış

1991 karşıdevrimi ve SSCB’nin yıkılması diğer eski Sovyet cumhuriyetlerini olduğu gibi Belarus’u da 70 yıldır bir şekilde işlemekte olan devlet yönetim aygıtının yerle bir edilmesi nedeniyle iktisadi bir yıkıma ve siyasi krize sürükledi. Halk demoralize olmuş ve şaşkına dönmüştü; Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde siyasi sistemin çekirdeğini teşkil eden Belarus Komünist Partisi ise daha bundan önce faaliyet yeteneğini kaybetmiş ve ideolojik olarak bozguna uğramıştı. Ülkede karşıdevrime karşı koyabilecek ve sosyalist yapıyı, Sovyet iktidarını koruyabilecek bir güç kalmamıştı. Dahası, SSCB’nin yekpare kamu ekonomisinden kopartılan Belarus ekonomisinde de sosyalist üretim tarzı bunun için gerekli üretici güçlerin gelişme seviyesini kaybetmesi nedeniyle korunamadı.

Meydana gelen bu durumda Belarus’un önünde objektif olarak iki yol vardı. Birincisi, emperyalizmin sömürgesi haline gelmekti; buysa ardı sıra birçok iktisadi sektörün yok olmasına, sosyal alanın özelleştirilmesine, doğal zenginliklerin (en başta potas cevherlerinin ve ormanların) talan edilmesine yol açacaktı. İkinci yol, kapitalist temelde bir milli ekonomi geliştirmek, bunu yaparken de egemenliği ve emperyalizmden bağımsızlığı korumaktı.

1990’ların başlarında iktidar organlarındaki vekillerini kullanan emperyalistler ülkeyi ilk yola sürüklediler ve Belarus’un neoliberal reformlar aracılığıyla sömürgeleştirilmesi sürecini başlattılar. Ancak 1994’te başkan seçilen Aleksandr Lukaşenko fikirdaşlarıyla birlikte ülkenin tuttuğu yolu kökten değiştirdi. Yeni yol, iktisadi yıkımdan başka Belarus içinde gergin sosyal-siyasi ortam ve emperyalizmin istila niyetleri karşısında ve bu şartlarda büyük çaplı iktidar yetkilerinin merkezde toplanmasını gerektiriyordu. Geniş başkanlık yetkilerine sahip güçlü bir dikey iktidarın oluşturulması zaruriydi ve bu başarıyla gerçekleştirildi.

Belarus’ta 30 yılda halka epey yüksek sosyal destek sağlayan efektif bir kapitalist ekonomi inşa edildi. Başarı pek çok açıdan hem emekçi halkı desteklemeyi hem de kapitalistlerle yerli ekonominin kalkınması hususunda anlaşmayı başaran Aleksandr Lukaşenko’ya bağlıydı. Devlet başkanı Lukaşenko, yetkileri ve objektif imkanlar çerçevesinde kapitalizmin üretim araçları ve ücretli emek üzerinde özel mülkiyet şartlarında kaçınılmaz olarak ortaya çıkan çelişkilerini yumuşatmayı hedeflemişti ve bunu başardı.

Aleksandr Lukaşenko’nun devlet başkanlığı görevinde bulunduğu çeyrek asrın sonunda ülkenin içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal-siyasi durum en genelde istikrar kazanmıştı. Ancak kimisi milli ölçekte önem bile taşımayan birçok kararın başkan tarafından alınması, güçlü dikey iktidarın kurulmasının yarattığı bir problem, bir yan etkiydi. Böyle bir devlet iktidarı sistemi idarenin etkinliğini düşürüyor ve devlet başkanının değişmesi yahut geçici yokluğu halinde siyasi kriz riskini artırıyordu. Böylece devlet idaresi sisteminin başkanın yetkilerini azaltmak ve bakanlıkların, devlet organlarının, parlamentonun ve yerel iktidar organlarının yetkilerini artırarak reforme edilmesi meselesi ortaya çıktı.

Lukaşenko 2004 referandumundan sonra Belarus anayasasının etraflıca analiz edilmesi ve mümkünse değişiklikler yapılması zarureti üzerine ilk defa 2016’da konuşmaya başladı. Üç yıl sonra, 2019’da Belarus halkına ve Milli Meclis’e sesleniş konuşmasında Belarus anayasasında değişiklik hazırlıklarını ayrıntılı şekilde anlattı. Bu konuşmada öngörülen değişikliklerin temel nedeni olarak iktidar yetkilerinin devlet başkanından diğer iktidar organlarına yeni baştan dağıtılması gereğini ifade etti.

Lukaşenko bu konuşmasında şöyle demişti:

“… Güçlü, yani bizde olduğu gibi bir iktidarın şart olduğu aşamayı geride bıraktık. İktidarı bölüşmemek gerek, iktidar bölünmezdir; ama iktidarın diğer organlarına ve kollarına iktidar yetkileri yüklemek gerek. … Başkana, kendisinin devletin başı olarak yerine getirmesi gereken işlev ve yetkileri bırakmanın zamanı geldi; bunlar her şeyden önce kadro meseleleri ve siyasi partilerin bize devlet seviyesinde yöneticiler üretmeleri için işe koşulmasıdır.”

Bir sonraki aşama, 2021’de anayasa komisyonunun kurulması oldu. Bu komisyon 2021 sonuna doğru gözden geçirilmiş bir anayasa tasarısı hazırladı. Proje ülke çapında referanduma sunuldu ve 2022 şubatında seçmenlerin çoğunluğu tarafından onaylandı.

Referandum sonucunda devlet idaresi alanında yapılan başlıca değişikliklerden biri yeni bir anayasal iktidar organının: Belarus Halk Meclisi’nin kurulmasıydı. Belarus Halk Meclisi, halk iktidarının en yüksek temsil organı statüsü kazandı ve geniş yetkilerle donatıldı; bunlar arasında daha önce başkana tevdi edilen yetkiler de vardı.

Belarus yönetimi, bir anayasa reformuna girişmekten başka, son yıllarda partileri ve sosyal birlikleri de siyasi süreçlere daha aktif şekilde çekmeye başladı. Bu adımlar, Belarus Halk Meclisi’ne ülkenin en yüksek temsil organı yetkilerinin tevdi edilmesiyle birlikte, Belarus’ta demokrasinin gelişmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bu gelişme ise emekçilerin menfaatine ve onlar tarafından kullanılmalı.

Ancak, Aleksandr Lukaşenko’nun yetkilerin yeniden dağıtılması zaruretini beyan ettiğinden beri geçen beş yıl boyunca ülke içindeki siyasi durumun ve uluslararası ortamın ciddi biçimde değiştiğine de dikkat çekmek gerek. Bu dönemde Belarus için en önemli olaylar şunlardır: 2020’deki devlet darbesi girişimi ve Rusya’nın 2022’de özel askeri harekatı başlatması. Bu olaylardan sonra emperyalizmin Belarus üzerindeki siyasi ve iktisadi baskısı katlanarak arttı; keza, başta ABD’nin Avrupa’daki menfaatlerinin köprübaşı olan Polonya olmak üzere askeri saldırganlık tehdidi de yükseldi.

Bazı yetkilerin başkandan diğer iktidar organlarına sakin bir şekilde devredilmesinin mümkün olduğu istikrarlı bir kalkınma ve öngörülebilir gelecek dönemi sona erdi. Belarus, ya emperyalizmin askeri saldırganlığına maruz kalma yahut Rusya’ya karşı ABD ve NATO’nun savaşının içine çekilme tehdidiyle karşılaştı. Buna bir de Belarus işletmelerine karşı yaptırımlar yüzünden karmaşıklaşan uluslararası ticaret şartları eklendi. Bu, ihracat odaklı bir ekonomi olan Belarus için ciddi güçlükler yarattı.

Bizim düşüncemize göre bu saydığımız sebepler devlet idare sisteminin reforme edilmesine yönelik iktidar tarafından yapılan ilk planlardan kısmen vazgeçilmesi sonucuna yol açtı. Günümüzdeki durum yetkilerin yeniden dağıtılmasını değil, tersine, bunların merkezde, Belarus’un en üst düzey yetkililerinin elinde toplanmasını gerektiriyor. Belarus Halk Meclisi herhalde bu nedenle Aleksandr Lukaşenko başkanlığında toplandı. Lukaşenko’nun 26 Ocak 2025’te yeniden başkan seçileceği de kesin.

Belarus Halk Meclisi: halk iktidarının en yüksek temsil organı

Belarus Halk Meclisi, Belarus’un sosyal-siyasi hayatında büsbütün yeni bir görüngü değil. Bu meclis anayasal bir kuruluş haline gelmesinden önce de toplanıyordu, ama o sırada bir danışma organı olarak faaliyet gösteriyordu ve gerçek iktidar yetkilerine sahip değildi. Meclis ilk olarak devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko’nun inisiyatifiyle 1996’da, iç siyasi kriz ortamında toplanmıştı. Kriz, 1994’te halk tarafından başkan seçilen ve 1991 karşıdevriminden sonra ilk defa bağımsız bir ekonominin inşasına girişen Lukaşenko’nun, emperyalizmin siyasetinin ve neoliberal reformların acentesi olarak hizmet eden Yüksek Sovyet’le karşı karşıya gelmesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

İlk Belarus Halk Meclisi, Aleksandr Lukaşenko’ya siyasi-iktisadi çizgisinde (meclisin delegeleri olan) halkın muhtelif sınıf ve kesimlerinin desteğini kazanma fırsatı verdi. Belarus Halk Meclisi 1996’da beş yıllık sosyal-iktisadi kalkınma programını ve anayasa değişikliği yapmak için referanduma gidilmesini onayladı.

Bu referandumun sonucunda Yüksek Sovyet (başında bulunan, emperyalizmin kuklası Şuşkeviç ile birlikte) lağvedildi ve Milli Meclis adıyla çift meclisli bir parlamento kuruldu; ülke de parlamenter başkanlık sisteminden doğrudan başkanlık sistemine geçti. İç siyasi kriz çözülmüş, Aleksandr Lukaşenko’nun siyasi-iktisadi çizgisi zafer kazanmıştı. Emperyalizmin Belarus’u Yüksek Sovyet’teki işbirlikçileri üzerinden sömürgeleştirme girişimi ise çökmüştü.

Belarus Halk Meclisi’nin bundan sonraki beş birleşiminde ülkenin bu birleşimlerden önceki beş yıllık dönemlerde yaşanan gelişmeler özetlendi, bir sonraki beş yıllık dönem için öngörülen sosyal-iktisadi kalkınma programının ana hükümleri onaylandı.

Belarus Halk Meclisi’nin 7’nci birleşimi 2024’te anayasal iktidar organı statüsüyle toplandı. Meclis, yenilenen anayasa gereğince iç ve dış siyasetin başlıca istikametlerini, askeri doktrini, milli güvenlik konseptini, ülkenin sosyal-iktisadi kalkınma programını onaylıyor. Devlet başkanını görevden alma, seçimlerin meşruluğu meselesini değerlendirme hakkına sahip; kanuni düzenlemeleri, devlet organlarının ve yetkilerin milli güvenlikle çelişen kimi kararlarını (yargı organlarının tasarrufları dışında) iptal edebilir, ayrıca başka geniş yetkileri de kullanabilir.

Belarus Halk Meclisi yılda en az bir defa toplanır. Belarus Halk Meclisi prezidyumu bu meclise karşı sorumlu bir heyet olarak daimi faaliyet gösterir.

Prezidyuma 15 kişi seçildi. Prezidyumun faaliyet organı olarak da bir sekreterlik oluşturuldu.

Belarus Halk Meclisi’nin şu anki 7’nci birleşimine 1166 delege katıldı. Şunlar da meclisin re’sen delegesi sayıldı:

— Devlet başkanı,

— Yasama erkinin temsilcileri (Belarus parlamentosunun tüm üyeleri, ani Temsilciler Meclisi vekilleri ve Cumhuriyet Konseyi üyeleri),

— Yürütme erkinin temsilcileri (bakanlar konseyinin bütün üyeleri; oblast, ilçe ve şehir yürütme komitelerinin bütün başkanları),

— Yasama erkinin temsilcileri.

Vekillerin yerel konseyleri kendi bünyelerinden 290 delege daha seçerken sivil toplumun kurumları 400 delege seçtiler. Belarus’ta sivil toplumun kurumları kanunla tanımlanmış beş büyük sosyal birliktir: Belarus Gaziler Birliği, Belarus Cumhuriyeti Gençlik Birliği, Belarus Kadınlar Birliği, “Belaya Rus” birliği ve Belarus Sendikalar Federasyonu. Bu örgütlerin her biri de Belarus Halk Meclisi’ne kendi bünyesinden 80’er delege seçti.

Belarus Halk Meclisi’ne delege olarak seçilenlerin isim listesi incelendiğinde bunların büyük çoğunluğunun devlet organlarının (örgütlerinin) ve devlet işletmelerinin yöneticileri olduğu görülüyor. Seçilen delegelerin geri kalan ve sayıca önemsiz olan kısmı da öğrenciler, işçiler, memurlar ve emekliler. Dolayısıyla, Belarus Halk Meclisi’nin bileşimi incelendiğinde bunun, gerçekte, devlet memurlarının, devlet örgüt ve muhtelif seviyelerdeki devlet işletmelerinin yöneticilerini birleştiren bir organ olduğu sonucuna varmak mümkün.

Belarus Halk Meclisi’nin kadro yapısını incelemek de önemli, zira meclisin siyasi çizgisi ve onun tarafından alınan kararlar pek çok bakımdan buna bağlı.

Meclisin başkanı olarak Belarus devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko seçildi. Onun vekili ise deneyimli bir yüksek bürokrat ve Lukaşenko’nun dava arkadaşı olan Aleksandr Kosinets. Dolayısıyla, bizim düşüncemize göre Belarus Halk Meclisi önümüzdeki beş yıl boyunca (meclis delegelerinin ve yönetiminin görev süresi bu kadar) Belarus’un şimdiki yönetiminin siyasetini yürütmeye devam edecek. Bu siyaset, emekçilere güçlü bir sosyal destek ve özel sermaye üzerinde kontrolün uygulandığı kapitalist düzenin devamına ve devletin emperyalistlerden bağımsızlığının güçlendirilmesine yönelik.

Ancak Belarus’ta özel mülkiyet ve ücretli emeğin geri dönmesiyle birlikte, emekçilerin sömürüsünü artırma yolundaki engelleri temizlemeyi ve kârını artırmayı hedefleyen bir burjuvazinin de doğduğunu göz önünde bulundurmak gerek. Bu da kuşkusuz ücretli işçilerin durumunun kötüleşmesine yol açacak.

Özetlersek, şunu söylemek mümkün: Belarus Halk Meclisi bir anayasal iktidar organı olarak Belarus’ta devlet idaresi sistemini güçlendiriyor ve bu sistemin iktidarda kuşak değişimi, keza devlet başkanının değişimi halinde sürdürülebilirliğini artırıyor. Meclis aynı zamanda devlet iktidarının faaliyetini daha açık, kamusal hale getiriyor; bütün devleti ilgilendiren meselelerde alınan kararlara üç erkin temsilcileriyle birlikte ülkenin farklı seviyelerde yöneticilerini de katıyor.

Belarus’ta bu şekilde reforme edilen devlet iktidarı sistemi mevcut düzeni ve sosyal-siyasi çizgiyi en azından orta vadeli bir perspektifte korumayı sağlayacaktır.

Çeviren: Hazal Yalın

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English