Bizi Takip Edin

Görüş

Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 2  

Avatar photo

Yayınlanma

Bu yazı dizisinin ilk bölümünü şu sözlerle bitirmiştim:

“Mevcut durumda temas hattında bir mütareke kaçınılmaz görünüyor.”

Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 1  

Bunun nedeni şudur: Ukrayna artık bir “mesele” olmaktan büyük ölçüde çıkmıştır, çünkü mesele yaratma potansiyelini kaybediyor. Rusya’nın Kiev’in NATO’ya üyeliğine asla izin vermeyeceği yeterince açık. Rejimin mevcut askeri potansiyeli büyük ölçüde yok oldu ve dahası, emperyalist bloğun bütün üretim kapasitesi kullanılsa bile kaybı karşılamıyor. Rusya Genelkurmay başkanı Gerasimov 17 Aralık’ta Kiev rejiminin 2022 şubatından bu yana toplam 30 ülkeden 350 milyar dolardan çok “yardım” aldığını, bunun 170 milyar dolarının da askeri içerikli olduğunu söylemişti. Bu muazzam meblağın Rusya’yı yenmek şöyle dursun artık savaşmaya bile yetmediği anlaşılıyor.

Herkes bunun farkında — bu nedenle hazırlanmak için zamana ihtiyaçları var.

“Hazırlık”

Neye hazırlanmak?

Rutte 13 Aralık’ta “Rusya ile batı arasında şu anda ne savaş ne barış durumu olduğunu ve Rusya’nın Ukrayna ve batı ile uzun süreli bir karşı karşıya gelişe hazırlandığını” söylemişti. Meali, Rusya ile savaşa hazırlandıklarıdır.

Bu artık hiçbir seviyede gizlenmiyor da. NATO askeri komite başkanı amiral Rob Bauer 25 Kasım’da, Rusya ile NATO ülkeleri arasında silahlı çatışma çıkması halinde Rusya topraklarında “yüksek hassasiyetli hedeflere önleyici vuruş” konusunu NATO bünyesinde görüştüklerini söylemişti. Bauer’e göre: “Akıllıca olan beklemek değil, Rusya’nın bize saldırması halinde Rusya’daki rampaları vurmaktır. Bize saldırı için kullanılacak sistemlerini devre dışı bırakacak yüksek hassasiyetli kombine bir darbe zaruridir, ilk darbeyi biz vurmalıyız.” Üstelik Bauer, “iş dünyasına” da “savaş zamanı senaryosuna” hazır olma ve üretim ve dağıtımını buna göre düzeltme çağrısı yapmıştı: “Bütün kritik hizmet ve malların tedarikini sağlayabilirsek bu caydırıcılığımızın önemli bir parçası olacaktır.”

Bu tam bir kapitalist reorganizasyon anlamına geliyor: Avrupa’da sanayisizleştirme değil sanayinin askerileştirilmesi. Üstelik neocon manyaklığından değil esasen savaşın ne demek olduğunu bildiği için bu tür meselelerde her zaman daha dengeli olmayı tercih eden askerlerden gelmesi de önemi katlıyor. Yeni planlanmış bir şey değil, hatta 24 Şubat 2022 ile de ilgisi yok — ABD’nin Avrupa’daki “Reichsführer”i, Avrupa Komisyonu’nun başındaki “baronesin” 2023’te Münih Konferansı sırasında açıkça söylediği gibi, daha 2021 eylülünde proje hazırdı. Ancak vasatlıkları, çapsızlıkları, hesapsızlıkları nedeniyle bir türlü doğru düzgün beceremediler. Şimdi bu süreci hızlandırmak için yeni baştan zamana ihtiyaçları var. Trump’ın NATO üyelerinin askeri harcamalarını GSYH’nın yüzde 2’si de değil, çok daha yükseltmeleri gerektiği açıklaması (Trump’ın yüzde 3,7 oranını konuştuğu söyleniyor; The New York Time ise geçen ay yüzde 5’ten söz etmişti), eğer gerçekleşirse, sadece ABD’nin değil Avrupa elitinin de avantajına, çünkü aslında tam da bu reorganizasyonu hızlandırmak için biçilmiş kaftan.

Eğer hasmınız savaşa hazırlanıyorsa siz de hazırlanırsınız. Rusya epey zaman batıyla Avrupa’da konvansiyonel savaş fikrini anmaktan kaçındı. En azından beyanatlarda NATO ile olası bir çatışmanın Ukrayna’da veya Ukrayna’yla ilişkili olması beklentisi daha güçlü görünüyordu. Örneğin Dışişleri bakan yardımcısı Ryabkov bu ayın başında, “ABD’nin ve diğer NATO üyelerinin Ukrayna krizini tırmandırmaya yönelik eylemlerinin” NATO ile doğrudan çatışma ihtimalini artırdığını söylemişti. 16 Aralık’ta ise Savunma bakanı Belousov ilk defa, “Orta Asya ve Afrika, Kafkaslar ve Transdinyester’de muhtelif görevlerin yerine getirilmesi ve askeri varlığın sağlanmasının” zaruretinden söz ettikten sonra şöyle dedi: “Orta vadede durumun her tür gelişmesine tam anlamıyla hazır olunmalı. Önümüzdeki on yılda Avrupa’da NATO ile olası askeri bir çatışma da dahil. Geçen temmuz ayında NATO zirvesinde alınan kararlar buna hazırlık. Keza bu, ABD ve diğer NATO ülkelerinin doktrinel belgelerinde de yansımasını buluyor.”

Öyle anlaşılıyor ki aklı az çok başında herkes NATO ile Rusya arasında bir savaş fikrini giderek daha olası görüyor. Batı, bunu kendisi kışkırttığı, buna ihtiyacı olduğu için. Rusya, savaşı durduracak gücü olmadığından.

Her ikisi de reorganizasyondan geçmek zorunda. İlkinin ekonomiyi tamamen militarize etmesi gerekli. AB’nin faşist-frankist Borrell’den sonra dış siyaset şefi (yani savaş bakanı) olan Kaja Kallas geçen yıl Estonya başbakanlığı koltuğundayken Rusya’nın dondurulmuş varlıklarını teminat göstererek savaş bonoları çıkarılmasını savunmuştu. Aynı Kallas bu ayın ortasında da Rusya’nın batı tarafından “ele geçirilen” varlıkları üzerinde kanuni hakları olmasına rağmen bu fonlar Kiev rejiminin yeniden tesisi için kullanılıncaya kadar onları alamayacağını söyledi, hatta daha da ileri giderek ekledi: “Onlardan bir şey kaldığından da emin değilim.” Nihayetinde yurtdışı varlıklar itibaridir. Üzerinde işlem yapabilmek için hesapta olması değil görünmesi yeterlidir. Bu nedenle, Kallas’ın kelimelerin şehvetine kapılmadığını, durumun gerçekten böyle olduğunu düşünmek için yeterli sebep var.

Rusya açısından ise Sovyet mirası savunma kompleksi öylesine devasa bir yapı ve sivil ekonomiyle öylesine kopmaz bağlarla bağlı ki bu kompleksin reorganizasyonu değil sadece iyileştirilmesi ve genişletilmesi gerekli. Ama savaşa hazırlanıyorsanız insanları buna ikna edebilecek argümanlar bulmanız, bu argümanları savunabilecek insanlar bulmanız, güncel görevleri yerine getirebilecek kadrolar bulmanız, ortak değerleri öne çıkartabilmek için gelir adaletsizliklerini geriletmeniz, insan kaynaklarının yeterliliğini sağlayabilmek için toplumun kendini yeniden üretimi anlamına gelen doğum oranlarını yükseltmeniz, sivil sanayi çıktısını artırmanız, teknolojik üstünlüğü ele geçirmeniz, iktisadi bağımsızlığı sağlamanız ve korumanız… gerekli. Bu karmaşık sürecin tamamlanması için de zamana ihtiyaç var.

Kısacası, sadece Trup öyle istiyor diye değil, bütün taraflar için mütareke gerekli. Sorunun bunun ne şekilde yapılacağı ve ardından barış anlaşmasına varıp varmayacağı.

Rusya’nın pozisyonu

Rusya tarafından son bir haftada iki programatik açıklama var.

25 Aralık’ta Rusya Dışişleri bakanı Lavrov batıyla gelinen durumu açıkça ifade etti: “Halen batıda ve Ukrayna’da yürütülen görüşmelerin anlamı hakkında. Burada sözkonusu olan sadece bir mütareke, Kiev rejiminin Batı’nın yardımıyla bir kez daha güç toplamasına ve efendilerinin Rusya’yı ‘stratejik bir yenilgiye’ uğratma talimatlarını yerine getirmek için yeni girişimlerde bulunmasına izin verilmesi. … Mütareke bizi tatmin etmez, bize güvenilir, hukuken bağlayıcı mutabakatlar gerekli.” Lavrov’a göre bu mutabakatlar da Ukrayna çatışmasının temel nedenlerini ortadan kaldırmalı: “Avrupa’da ortak güvenlik, NATO’nun genişlemesi, AB’nın geçtiğimiz günlerdeki NATO’nun altında yer alma ve esasen de bu örgütler arasındaki bütün farkları ortadan kaldırma kararı, ve elbette kimi bölgelerde yaşayan ve Rusya ile birleşmeden yana açıklamalarda bulunan insanların hakları da buna dahil.”

Putin ertesi gün, “batılı uzmanların Ukrayna çatışmasının 2025’te son bulmasını bekledikleri” yorumuna karşılık aynen şu ifadeleri kullandı: “Ağzınızdan bal damlıyor. (Rusça “Sizin dudaklarınızdan bal içmek” deyiminin Türkçe karşılığı. – bn.) Biz de çatışmayı bitirmeyi hedefliyoruz.” Ancak hemen arkasından, Kiev rejiminin NATO’ya girmesinin 10-20 yıl ertelenmesinin garanti edilmesine karşılık çatışmayı dondurma planları konusunda şöyle dedi: “ABD’nin seçilmiş başkanının şu anda oluşmakta olan ekibinde neler konuşulduğunu bilmiyorum. Bildiğim şu: halen görevdeki başkan Biden bana bunu daha 2021’de söylemişti. Tam da bunu teklif etmişti: Ukrayna’nın NATO’ya girmesini 10-15 yıllığına ertelemek — çünkü Ukrayna henüz ‘hazır değil’. Ben de kendisine makul bir cevap verdim: tabii ya, bugün hazır değil, hazırlayacak ve kabul edeceksiniz. … Bizim için ne fark var? Bugün, yarın veya 10 yıl sonra. Seçilmiş başkanın gelecekteki ekibinin açıklamaları hakkında bilgim yok, ama bu anlamda, eğer öyleyse, mevcut yönetimle demin söylediğiniz teklifler arasında ne fark var? Hiçbir fark yok. Durumun bundan sonra nasıl gelişeceğini, seçilmiş başkanın yönetimdeki meslektaşlarına ne gibi talimatlar vereceğini bilmiyorum. Bakalım.”

Demek ki Rusya’nın tutumu şu şekilde formüle edilebilir: Geçici bir ateşkes veya mütareke değil kalıcı bir siyasi anlaşma istiyoruz. Bununla birlikte kalıcı bir anlaşma geçici mütarekeleri dışlamaz. Barışın temeli ancak Putin’in temmuz ayındaki ültimatomu olabilir, başka da bir şey olamaz. Bu anlaşma en ideal şartlarda Avrupa’da yeni bir güvenlik mimarisi (AB’nin görev tanımının NATO dışında yapılmasını), Transdinyester ve belki Gagavuz meselesinin çözülmesini, NATO’nun daha fazla genişlemeyeceği garantisini kapsamalı. Bu sonuncusu sadece Ukrayna’yı değil, Moldova ve Gürcistan’ı kapsar.

Batının pozisyonu

Ara başlığı “batı” diye attım; ancak bu yanıltıcı olmamalı. Ağustos ayında Harici’de şöyle yazmıştım: “Ateşkes meselesi Kiev’den Washington’a, Londra’dan Budapeşte’ye kadar sabah akşam konuşuluyor olmalı bugünlerde — ama diğer Avrupa başkentlerinde değil, onlar önemsiz, onlar rüzgâra kapılmış bir sivrisinek gibi amaçsızca uçup duruyor.” Dolayısıyla, batıda sadece iki pozisyon var: ABD ve Britanya. Britanya savaşı bütün sınırlarına kadar yaymayı ve Avrupalıları bu amaçla canlı top mermisi olarak kullanmayı amaçlıyor. Bu aynı zamanda, öyle görünüyor ki, esas itibariyle The City’nin temsil ettiği küresel mali sermayenin de pozisyonu. Nihai başarı kazanma şansı yok, ama zaten bunun peşinde değil; sadece çatışmanın öngörülemez bir geleceğe kadar devamını hedefliyor.

ABD’nin ise üç alternatifli bir senaryo sunacağı belli oldu. Epeydir konuşulan şeyler; ne var ki formülasyon en kesin şekliyle ilk defa 6 Aralık’ta İtalyan Il Fatto Quotidiano’da yayınlandı. Buna göre alternatifler şunlar:

1) Ukrayna’nın “Alman modeline” göre bölünmesi ve Kiev rejiminin kontrolü altındaki bölgelerin NATO’ya alınması. 2) İkinci senaryo “Avrupa’daki İsrail”: yani NATO’ya üye olmayacak ama askeri “yardım” almaya devam edecek. 3) Çin ve Hindistan gibi NATO üyesi olmayan ülkelerin barışgücü askerlerinden oluşturulacak bir uluslararası misyon kurulur.

Birinci alternatifin uygulanması, sadece Rusya’nın pozisyonu açısından değil, ABD’nin Trump yönetiminde Rusya ile büyük çatışmayı öteleme kararlılığı nedeniyle de mümkün değil. İkinci alternatif Minsk kandırmacasının devam etmesi anlamına gelir; ABD açısından en ideal formül olmasına rağmen Rusya’nın kabul etmesi mümkün değil.

En ideal formül üçüncü alternatif gibi görünüyor; ama bu da sadece bir mütareke demek. Sorun herhalde şimdilik barışgücünün kimlerden oluşacağı meselesinde düğümleniyor olmalı. Rusya (belki Macaristan ve Slovakya dışında) NATO ülkelerinin barışgücüne katılmasını kabul etmeyecektir. Bunun yerine “küresel güney” denen şeyden bir güç toplanabilir.

Rusya’nın üçüncü alternatif üzerinde durmasının bir nedeni de Trump’ın olası bir sistem-yıkıcı rol oynama ihtimaline dayanarak onun elini zayıflatmaktan kaçınmak olabilir.

Kiev’de “üçlü ittifak”

Her halükarda mevcut Kiev yönetiminin suyu ısınmış olmalı. Bu yönetim ancak Britanya’nın desteğiyle ayakta kalabilir. Londra da bunu sağlamaya çalışıyor: Poroşenko’nun geçen gün yaptığı “devleti zayıflatmamak için” yakın zamanda seçim yapılmaması çağrısı buna işaret ediyor. Belki de müflis ve müstafi başkumandan, müflis ve müstafi başkan ve müflis ve komedyen başkanın resmi yahut gayriresmi koalisyonunun peşindeler. Bunların ilki uluslararası basına demeç verirken arkasına Bandera’nın portresini koyacak kadar pervasız ve inanmış bir faşist, ikincisi Polonya’yla da “güven” ilişkileri geliştirmiş “çikolata kralı”. Üçüncüsü ise koltuğunu sadece en zayıf (ultimus inter pares) oluşuna borçlu. Askeri-siyasi meseleler hakkında söyledikleri kendisini belki de I’inci Napoléon’la karşılaştırdığını gösteriyor; ancak I’inci Napoléon’un kaderi bir yana, belki de bir III’üncü Napoléon farsı olarak tanımlamak daha doğru.

Bu “üçlü ittifak” olmayacak işin, birinci alternatifin peşinde.

Ne olacak?

Rusya çatışmanın en başında Ukrayna’da demilitarizasyon, denazifikasyon ve NATO’ya girmeme güvencesi hedeflerini koymuştu. Bunların üçü üzerinde de, Amerikan yönetiminin talimatı ve Johnson’un tek bir Kiev ziyaretiyle tuvalet kâğıdından değersiz kılınan İstanbul ön-anlaşmasında mutabakata varılmıştı. Daha sonra bunlara temmuz ayında Putin’in Dışişleri kolezyumu önünde okuduğu ültimatomuyla “sahadaki durum” da eklendi.

Trump yönetiminin üçüncü alternatifinin Rusya açısından kabulünü güçleştiren şey rejimin “denazifikasyonu” hedefi. Bu, tabiatı itibariyle, mevcut yönetimin şu veya bu şekilde, tercihan seçimler yoluyla tasfiyesini gerektirir. Çikolata kralı, komedyen ve müflis “başkumandanın” seçimleri yaptırmama kararlılığı ise tam da buna yönelik.

Ne olacak peki? Bana kalırsa şubat-mart aylarından itibaren üçüncü alternatife dayanan bir mütarekeye varılacak ve ABD’nin dayatmasıyla mayıs ayında Kiev’de seçimlere gidilecektir — eğer Britanya engelini alt edebilirse. Seçimin örgütlenmesi mütarekenin devamı açısından kritik önem taşıyacaktır. Britanya’nın Kiev üçlüsü üzerinden seçimleri engelleme baskısının Trump’ın kararlılığını yumuşatacağını sanmıyorum; herhalde Trump Jr.ın sosyal medya hesabında ilkinde dolar yağmurunu keserek, ikincisinde bir tekmeyle kadrajın dışına atarak editlediği Kiev’deki komedyen başkan da bunun yeterince farkındadır.

Ve bütün bunlar “hazırlanmak” için.

Görüş

ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi  

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

9 Nisan’da ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’da basına yaptığı açıklamada İran’a bir son tarih verdiğini ve bu sürede yeni bir nükleer anlaşmaya varılmaması durumunda İran’a karşı kesinlikle askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Ayrıca İsrail’in de bu müdahaleye derin şekilde katılacağını ve “lider rolü” üstleneceğini söyledi. Görünen o ki “Trump 2.0” dönemi, İran’a yönelik tehditlerinde askeri bir ton kazandı; ancak genel olarak bu baskı, yayı germek ama tam çekmemek şeklinde tanımlanabilir. Bu aşırı baskı, yedi yıl önce ortaya atılan “Pompeo’nun 12 maddesini” yeniden gündeme getirebilir.

Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüştü. Bu görüşmeden sonra ABD, İran ile doğrudan müzakerelere başladığını duyurdu. İran Dışişleri Bakanı Araghchi ise 8 Nisan’da, 12 Nisan’da Umman’da dolaylı üst düzey görüşmeler yapılacağını doğruladı ama ABD’nin iddia ettiği “doğrudan müzakere”yi yalanladı.

Analistler, bu zirvenin yalnızca ikili ticaret tarifeleri ve Gazze meselesi değil, aynı zamanda İran nükleer krizi karşısında ortak tutum geliştirme konusunda da önemli olduğunu düşünüyor. Trump’ın sonrasında yaptığı açıklamalara bakılırsa, İsrail, İran’ın nükleer eşiği aşması durumunda (yani fiilen nükleer silah sahibi olması halinde) saldırı düzenleyerek nükleer tesisleri hedef alacak. ABD, askeri müdahaleyi bir “B Planı” olarak tutmak, önce müzakerelerle yoğun baskı kurmak, başarısızlık durumunda ise İsrail’e savaş için yeşil ışık yakmak niyetinde.

Uzun süredir ABD-İsrail tehditlerine alışkın olan İran, bu tür savaş şantajlarına pek prim vermiyor. İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, İran’ın “nükleer silah peşinde olmadığını” yineledi ve ülkenin uzun vadede nükleer bilim ve enerjiye ihtiyacı olduğunu belirtti. İran dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, 10 Nisan’da sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, dış tehditlerin devam etmesi halinde İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla işbirliğini askıya alabileceğini ve denetçileri sınır dışı edebileceğini, ayrıca zenginleştirilmiş nükleer maddeleri güvenli iç bölgelere taşıyabileceğini belirtti.

“Trump 2.0” dönemi henüz 100 gün dolmadan tam güçle saldırıya geçti. “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” sloganı adına dünya ticaret ortaklarına savaş açarak küresel ticaret düzenini bozmayı hedefliyor. Şu an dünyadaki en büyük kaygı, Trump yönetiminin ekonomik zorbalığına maruz kalmamak. Bu yüzden jeopolitik çatışmalar geçici olarak arka planda kalmış gibi görünüyor.

Jeopolitik açıdan Trump’ın dönüşü, iki ana cepheye odaklanıyor: Rusya-Ukrayna savaşı ve Orta Doğu. Bu cephelerdeki temel hedef ise İran’ı dize getirmek. Bu nedenle Trump yönetiminin İran’a yönelik yeni politikası şekillenmekte; temel olarak tehdit ve zorlamaya, ikincil olarak ise diyalog ve müzakereye dayalı, adım adım baskının artırıldığı, kuşatma stratejisinin izlendiği bir yol izleniyor.

Şu anda Trump yönetimi, İsrail ile tam işbirliği içinde, “direniş ekseni”ni zayıflatma ve dağıtma sürecini sürdürüyor. Suriye rejimini devirmeye çalıştı, Hamas’ı ve Hizbullah’ı zayıflattı, Irak’taki halk direnişini susturdu. Şimdi Gazze’deki durumu toparlamaya ve Yemen’deki Husilere karşı askeri operasyonlarla İran’a baskıyı artırmaya çalışıyor. Nihai hedef, Trump liderliğindeki bir “Orta Doğu barışı”: Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini hızlandırmak, İran’ı yalnızlaştırmak ve bölgedeki en büyük Amerikan-İsrail karşıtı aktörü etkisizleştirmek.

Trump yönetimi bir süredir İsrail’i koşulsuz destekliyor. “Al-ver” zihniyetiyle “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” gibi söylemleri gündeme getirerek Arap ülkelerini İsrail’in lehine hareket etmeye zorluyor. Böylece “Hamas sonrası dönemi” başlatmayı, Filistin-İsrail çatışmasının siyasal ve jeopolitik yapısını değiştirmeyi hedefliyor. Diğer yandan, Kızıldeniz rotasının güvenliğini sağlama bahanesiyle Yemen’deki Husilere yönelik büyük çaplı saldırılar düzenleyerek İsrail’in vekil savaşçısı gibi hareket ediyor. Aynı zamanda İran-Husi ilişkisini artık işbirliği değil, “efendi-köle” ilişkisi olarak tanımlıyor ve bu şekilde İran’a karşı baskıyı meşrulaştırmaya çalışıyor.

İran nükleer meselesi konusunda Trump, ilk dönemine kıyasla daha sert bir savaşçı tutum sergiliyor. Açıkça “müzakereler başarısız olursa vururuz” diyerek İsrail’in savaş ateşini Basra Körfezi’ne taşımasına destek veriyor. ABD, İsrail ile birlikte İran’a yüksek düzeyde baskı uygularken, üç belirgin avantaja sahip:

Birincisi, İran bir yılı aşkın süredir süren “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nda ağır darbeler aldı; topyekûn savaştan kaçınma eşiği tamamen ortaya çıktı. “Direniş Ekseni” de dağılmış durumda.

İkincisi, ABD-Rusya ilişkileri büyük bir dönüşüm yaşadı. Rusya, Orta Doğu’daki diplomatik hezimetten sonra, şimdi dikkatini Ukrayna topraklarını ve maden kaynaklarını ABD ile paylaşmaya yöneltti.

Üçüncüsü, her ne kadar Rusya ile İran arasında hâlâ iyi ilişkiler olsa da, Rusya açıkça, İran saldırıya uğrarsa müdahale etmeyeceğini ilan etti.

Trump, 2017’de ilk kez başkan olduğunda, altı aylık gözlem ve pazarlığın ardından İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıkladı. O dönemde yazdığım analizde belirtmiştim ki, Trump bu anlaşmadan sadece “çekilmek için çekilmedi.” Diğer izolasyonist, “önce Amerika” ve anti-küreselleşmeci/çok taraflılığa karşı anlaşma bozma girişimlerinden farklı olarak, Trump yönetimi nükleer anlaşmayı yıkarak aslında ileriye dönük bir hamle yapıyordu — anlaşmayı bozup yerine yeni şartlar koyarak Orta Doğu sorununu bir bütün olarak “çözmeye” ve bu süreçte ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeye çalışıyordu.

2018’in 21 Mayıs’ında ABD Dışişleri Bakanlığı, İran nükleer tehdidini tamamen ortadan kaldırmakla kalmayıp, İran’ın Orta Doğu’da yıllarca oluşturduğu jeopolitik kazanımları da yok etmeyi ve bölgesel düzeni, ABD-İran ile İran-İsrail ilişkilerini yeniden şekillendirmeyi hedefleyen kapsamlı bir “B Planı” sundu. Bu plan aslında ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik politikalarının bir versiyonuydu ve tipik bir “havuç-sopa” stratejisiydi. Ancak Kuzey Kore’ye sunulan taleplere kıyasla çok daha sert, kapsamlı ve uzun vadeli bir vizyonla oluşturulmuştu. Amacı, Orta Doğu’daki tarihî ve güncel çelişkileri çözmek ve bölgeyi yeniden dengeli bir yapıya kavuşturmak idi.

Dolayısıyla, bugün Trump’ın İran nükleer sorununa yeniden odaklanması, aslında eski konuların yeniden gündeme getirilmesidir ve yedi yıl önceki yoğun baskı düzeyine henüz ulaşmış değildir. O dönemdeki ABD-İran politikası, büyük ihtimalle hem akademide hem de pratikte unutulmuş olan ve “Pompeo’nun 12 Maddesi” olarak bilinen dikkatle hazırlanmış bir stratejik paketti. Bu nedenle, bugün Trump tarzı İran politikasını değerlendirirken bu listeye yeniden bakmak oldukça faydalı olur.

Pompeo’nun 12 Maddesi

Pompeo, Amerikan Heritage Vakfı’nda yaptığı konuşmada, İran’ın ABD’nin tüm ekonomik yaptırımları kaldırması ve ikili ilişkilerin yeniden kurulması için 12 talebi karşılaması gerektiğini vurguladı. Aksi takdirde İran, “tarihin en ağır yaptırımlarıyla” karşılaşacaktı. Bu 12 madde; İran’ın nükleer silah ve balistik füze programından tamamen vazgeçmesini, tutuklu kişileri serbest bırakmasını, “terörü desteklemeyi” durdurmasını ve bölge ülkelerinin iç işlerine müdahaleye veya güvenliğini tehdit etmeye son vermesini kapsıyordu.

Nükleer silahlar ve balistik füzelerle ilgili dört madde ise şunlardı: 

-İran, tüm askeri nükleer projelerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirmeli ve bunlardan kalıcı ve denetlenebilir şekilde vazgeçmeli.

-Tüm uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmalı, plütonyum işleme yapmamalı ve ağır su reaktörlerini kapatmalı.

-Ajansın herhangi bir tesise koşulsuz denetim yapmasına izin vermeli.

-Balistik füze yayılımını durdurmalı, nükleer başlık taşıyabilecek füze sistemlerini geliştirmemeli ve fırlatmamalı.

Bu koşullar, sadece nükleer silahların yayılmasını önleme açısından bakıldığında bile, İran nükleer anlaşmasındaki kısıtlamaların çok ötesine geçiyor ve İran’ın nükleer silaha sahip olma ve bunları uzun menzilli füzelerle taşıma kapasitesini tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyordu.

“Pompeo’nun 12 Maddesi”nin Kalan Sekiz Şartı ve Anlamı

Devlet dışı aktörlerle ilgili üç maddeye göre İran:

-Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad dahil olmak üzere Orta Doğu’daki sözde “terör örgütlerine” verdiği desteği derhal kesmeli;

-Afganistan ve çevresindeki Taliban gibi “terörist güçleri” desteklememeli ve El Kaide’nin üst düzey liderlerini barındırmamalı;

-Devrim Muhafızları, özellikle de Kudüs Gücü’nün dünya genelindeki “teröristlere” ve silahlı gruplara verdiği desteği sonlandırmalı.

ABD’ye göre İran, Orta Doğu’daki çeşitli radikal örgütlerin arkasındaki güç ya da müttefik konumunda; özellikle Filistin ve Arap ülkelerinin İsrail’e taviz vermesini engelleyen başlıca sorun kaynağı. Bu nedenle, Orta Doğu’da kalıcı barış için İran’ın etkisiz hale getirilmesi gerektiği düşünülüyor.

Bölge ülkeleriyle ilişkiler bağlamındaki dört madde:

-İran, Irak’ın egemenliğine saygı göstermeli, desteklediği Şii milislerin silahsızlanmasına, dağılmasına ve topluma yeniden entegre olmasına izin vermeli;

-Yemen’deki Husilere askeri desteği kesmeli ve Yemen sorununun barışçıl, siyasi çözümüne katkı sağlamalı;

-Suriye’deki tüm İran askeri unsurlarını çekmeli;

-İsrail’i yok etmekle tehdit etmeyi, Suudi Arabistan ve BAE’ye füze fırlatmayı, uluslararası deniz taşımacılığını tehdit etmeyi ve siber saldırılar düzenlemeyi bırakmalı.

Ayrıca ABD, İran’dan “gözaltında tuttuğu” ABD vatandaşlarını ve müttefiklerinin vatandaşlarını da serbest bırakmasını istedi.

Bu sekiz madde, nükleer silahlar veya füze programlarıyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, nükleer anlaşmanın kapsamını çok aşan, İran’ın Orta Doğu ve küresel ölçekteki askeri ve diplomatik faaliyetlerini bütünüyle sınırlamayı hedefleyen bir stratejidir. Bu, İran’ın bölgesel yayılmasına karşı, ABD müttefikleri olan İsrail ve Körfez ülkelerini koruma ve mezhepsel çatışmaları engelleme amacı taşıyan bir karşı hamledir. İran’a dış etki yaratmayı bırakması ve elde ettiği nüfuz alanlarından vazgeçmesi için baskı yapılmaktadır.

ABD, bu 12 maddeye tam uyum gösterilmesi halinde İran’a bazı ödüller vaat etti: Yeni bir nükleer anlaşma imzalanması, tüm yaptırımların kaldırılması, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin yeniden kurulması, İran’ın ileri teknolojiye erişiminin sağlanması, ekonomik modernizasyonunun desteklenmesi ve küresel ekonomiye entegrasyonu.

Bu, Trump yönetiminin yeni İran stratejisini temsil ediyor: ABD-İran ve İran-İsrail arasındaki düşmanlığı çözmeyi, bölgesel dengeleri yeniden şekillendirmeyi ve İran’ı İslam Devrimi öncesi sıradan bir bölgesel aktör konumuna döndürmeyi amaçlayan bir yol haritası. Hem sert baskılar (“sopalar”) hem de cazip vaatler (“havuçlar”) içeriyor.

Ancak İran hükümeti, bu 12 maddeyi tamamen reddetti. Çünkü bu, İran’ın teslim olmasını ve İslam Devrimi ile kurulan büyük ideallerden vazgeçmesini, sıradan bir ülke haline gelmesini isteyen bir “teslim anlaşması” olarak görüldü. Trump yönetimi sonrasında yeni yaptırımlar getirdi, ancak İran bu zor dönemi atlattı, Biden’ın seçilmesini bekledi ve şimdi Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesine tanıklık ediyor.

“Trump 1.0”dan “Trump 2.0”a sekiz yıl geçti, nükleer anlaşma dirilmedi, kriz de savaşa dönüşmedi. Fakat mevcut jeopolitik ve güvenlik koşulları İran açısından daha olumsuz: Doğu Akdeniz’de askeri başarısızlık, Hizbullah’ın yenilgisi ve Şam’daki rejim değişikliği nedeniyle “Şii Hilali”nin batı kanadı kaybedildi.

2024 Ekim’inde İsrail’in büyük çaplı saldırısında, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan uzun menzilli bir hava koridoru açıldı, İran iç bölgelerine uyarı niteliğinde saldırılar düzenlendi ve İran’ın eşit düzeyde karşılık veremeyecek kadar zayıf olduğu görüldü. “Trump 2.0” dönemiyle birlikte, “Şii Hilali”nin merkezi olan Irak da İran’dan uzaklaşıp Arap dünyasına yakınlaşma baskısıyla karşı karşıya. Bu nedenle, İran’ın genel jeopolitik ortamı kötüleşti ve Doğu Akdeniz hava sahasını kontrol eden ABD-İsrail cephesi daha da saldırgan hale geldi. Bu durum, İran üzerindeki baskının “Trump 1.0” döneminden daha ağır olacağı anlamına geliyor.

Pompeo her ne kadar artık yönetimde olmasa da, “Pompeo’nun 12 Maddesi” Trump’ın güvenlik ekibinin Orta Doğu politikasının temel taşını oluşturuyor. Bu şartlar muhtemelen “Trump 2.0” döneminde yeniden gündeme gelecek ve İran’a baskı kurmak için stratejik yay tamamen gerilecek.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Fransız Le Figaro gazetesinde, Fransa ordusunun haritacılarının Romanya’da ‘Rusya’yla çatışma hazırlığına’ ilişkin dikkat çekici bir haber yayınlandı. ‘Fransız ordusunun haritacıları, Rusya ile artan gerilim rotasında NATO’nun doğu kanadında görevde’ başlıklı, Nicolas Barotte imzalı haberde, Rusya’nın saldırı beklentisiyle yapılan yeni askeri hazırlıklar detaylandırılıyor.

Habere göre, Fransız ordusunun haritacıları, Romanya’nın Moldova ve Ukrayna sınırındaki bölgelerin haritalarını çıkarıyor.

Askerlerin, her 5 kilometrede bir su veya çan kuleleri gibi yüksek noktaları belirlediği bilgisi paylaşılıyor.

Fransız askerlerine göre bu yapılar, gerektiğinde topçular için hedef belirleme konusunda referans noktaları olarak kullanılacak.

Fransız askerleri ayrıca, askeri birliklerin hareket güzergâhlarını ve ordunun ilerleyebileceği eksenleri de içeren son derece ayrıntılı bir harita hazırlamış. Haritalama faaliyetinin asıl amacı, uydu sinyalleri kesilse bile sahada yön bulmayı kolaylaştırmak.

Haritalandırmayı hangi askerler yaptı?

Söz konusu haritalandırma işleminin, 28. Coğrafi Grup (28e Groupe Géographique) tarafından yapıldığı belirtiliyor.

‘28e GG’ kısaltmasına sahip bu birim, Strasbourg yakınlarındaki Haguenau kentinde konuşlu, Fransa ordusunun en küçük ancak en stratejik birimlerinden biri. Kara kuvvetlerine coğrafi bilgi, harita üretimi ve topoğrafik analiz desteği sağlamakla görevli olan 28e GG, uzun yıllar istihbarat komutanlığına bağlıydı, 2023 sonbaharında ise Mühendislik Tugayı’na (brigade du génie) bağlandı.

Askeri harekat alanlarında harita üretimi, LIDAR (lazerli konum belirleme yöntemi), drone ve mobil veri toplama araçları gibi yöntemlerle 3 boyutlu arazi haritalandırması, askeri hedeflerin geçiş güzergahları ve altyapının tespiti ve savaş durumunda uydu sinyallerinin kesilmesi halinde kullanılacak referans noktalarının belirlenmesi, hedef tespiti ve ateş destek planlamasında topçulara destek sağlamak gibi kritik görevleri bulunan bu birim, Fransız ordusunun en kilit savaşa hazırlık birimlerinden biri. 350 askerden oluşan bu birlik, yalnızca operasyonlara değil, aynı zamanda planlama süreçlerine de aktif olarak katılıyor.

Romanya’da Fransız askeri varlığı

Bu arada, Fransız ordusunun Romanya’daki askeri varlığı yeni değil. Fransa, Rusya – Ukrayna savaşı başladığında NATO’nun doğu kanadını güçlendirme çabaları kapsamında Romanya’nın orta kesiminde, Transilvanya bölgesinde yer alan Cincu’ya bin asker konuşlandırmıştı.

Fransız askerleri, burada konuşlu NATO’ya bağlı NATO’nun kurduğu Çok Uluslu Savaş Grubu’nun (Multinational Battlegroup – Romania) liderliğini de yürütüyor.

Neden Romanya?

Le Figaro’nun haberine göre bu birlik, Romanya’da hazırladığı haritayı Haguenau’daki karargahının koridoruna asmış bile.

Romanya haritasında, ülkenin topoğrafyası üç boyutlu olarak gösteriliyor. 28e GG, her 5 kilometre bir referans noktaları belirledi ve olası rotaları saptadığı bir askeri hareketlilik haritası oluşturdu.

Harita, Google’nın sokak görünümü aracına (Street View) benzeyen bir teknolojiyle oluşturuldu. 28e GG tarafından kullanılan, yüksek çözünürlüklü kameralar ve lazer sensörüyle donatılmış bir araç, bölgeyi üç boyutlu olarak taradı.

Bütün bu askeri hazırlığın en can alıcı noktası ise Focșani Kapısı.

Focșani Kapısı

Focșani Kapısı (ya da Focșani Geçidi), Romanya’nın doğusunda yer alan ve tarih boyunca askeri strateji açısından son derece önemli bir bölge.

Doğu Karpatlar ile Tuna Ovası arasındaki dar ve düz bir geçit, Moldova, Transilvanya ve Tuna bölgesi arasında bir geçiş noktası.

Bölgenin dağlık yapısının aksine düzlük bir bölge olduğu için, savunan için zor, saldıran için kolay bir coğrafya.

NATO’nun beklentisi Rusya’nın buradan saldıracağı üzerine olduğuna göre, Rusya’nın Foşani’den yapacakları başarılı bir işgalin Romanya’nın kalbine, hatta Köstence üzerinden Karadeniz’e kadar yayılabileceği öngörülüyor.

Öte yandan, Focşani’nin Osmanlı, Rusya, Almanya ve Sovyetler tarafından askeri amaçlarla kullanılmış olması, bölgeye duyulan ilginin tarihsel sebeplerinden.

Rusya Focşani’den saldırırsa ne olur?

Focşani’ye verilen önem, kuşkusuz ‘Rus işgali’ anlatısıyla Avrupa’nın militarizasyonunu sürdürme çabalarının da önemli bir parçası. Ancak, NATO’nun öngörülerinin gerçekleşeceği varsayılırsa ne olur?

Eğer Rusya, NATO’nun beklediği gibi Focşani’den saldırırsa, ilk karşılacağı askeri güç Romanya’nın 8. Tümeni ve 2. Piyade Tümeni olacaktır. Saldırıya ilk tepki veren Rumen uçakları ise, Fetești ve Borcea’daki üslerden kalkacaktır.

Eğer NATO’nun 5. Madde’si yürürlüğe konur da NATO tüm gücüyle Rusya’yı karşılamaya karar verirse, ABD’nin Romanya’da Karadeniz kıyısındaki Mihail Kogălniceanu Hava Üssü ve devreye girecektir.

Rusların gerçekten Focşani’den saldırması durumunda, Baltık Bölgesi’ndeki yoğun NATO varlığının birincil düzeyde bir etkisi olmayacaktır. Örneğin, Polonya ve diğer Baltık ülkelerinin Moldova-Romanya eksenine doğrudan müdahalesi, Karpatlar nedeniyle lojistik olarak zor. Bu ülkeler en fazla, Rusya’ya kuzeyde yeni bir cephe açıp oyalama taktiği uygulayabilir.

Böyle bir durumda akla ilk gelen diğer NATO gücü, 2001’de NATO’nun Acil Müdahale Gücü olarak kurulan NATO İtalyan Hızlı Dağıtım Kolordusu olur.

Türkiye’nin konumu

Bütün bu simülasyonda, Türkiye’nin denge siyasetini bir kenara bırakıp, NATO’nun ikinci büyük kara ordusuna sahip bir ülke olarak ittifak yükümlülüklerine uyduğunu varsayalım. Bu durumda, Türkiye’nin olası adımları, birliklerini en geç 72 saat içinde Romanya’ya ulaştırma hedefini taşımalı.

2023 itibariyle Türkiye, 66. Mekanize Piyade Tugayı (İstanbul) veya Komando Tugayları gibi yüksek hazırlık seviyesine sahip birlikleriyle Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti (VJTF) içerisinde.

Bu bağlamda, İstanbul’daki 66. Mekanize Tugay ile Suriye operasyonlarından tecrübeli komando tugayları, Romanya’ya kara destek sağlayabilecek en hızlı birlikler olarak karşımıza çıkıyor.

Türk Donanması ayrıca, NATO’nun Standing NATO Maritime Group-2 (SNMG2) ve Standing NATO Mine Countermeasures Group-2 (SNMCMG2) gibi deniz görev gruplarına rotasyonel olarak fırkateyn, hücumbot ve mayın avlama gemileriyle katkı sağlayan, Karadeniz’de en büyük donanma gücüne sahip NATO gücü konumunda.

Aynı şekilde, Türkiye’nin hava gücü, Romanya’daki NATO üslerine hava yoluyla muharip birlik ve mühimmat takviyesi yapabilirken; SİHA’lar ve deniz karakol uçaklarıyla keşif ve caydırıcılık görevleri üstlenebilir ve çıkarma kabiliyetine sahip amfibi birlikler ve SAT/SAS komandoları da NATO harekât planı çerçevesinde Romanya topraklarına sevk edilebilir.

Elbette, Türkiye’nin böyle bir senaryoda doğrudan askeri çatışmaya dahil olması, Türkiye’ye atfedilen denge odaklı dış politika çizgisinin dışında kalan bir ihtimal olarak değerlendiriliyor.

Böyle bir simülasyonun gerçekleşmesi ihtimali, mevcut siyasi konjonktürde yine uzak bir ihtimal olduğu aşikar olarak, Rusya’nın önce Odessa’yı ele geçirip Moldova sınırına ulaşması, Moldova (Transdinyester) üzerinden hareketle Romanya’yı işgale kalkışması ihtimalinin gerçeğe dönüşmesiyle alakalı.

Ancak, Türkiye’nin savaşa dahli şimdilik uzak ihtimal olsa da, mevcut ‘caydırıcılık’ konseptinde yeni görevler üstlenmesi ihtimali artık yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

Özellikle, ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa’yı ‘terk ettiği’ bir siyasi iklimde gözler Türkiye’ye çevrilmişken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son olarak Antalya Diplomatik Forumu’nda yaptığı “Türkiye, Avrupa’nın güvenliği için sorumluluk almaya hazır” açıklaması, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Avrupa güvenlik mimarisinde daha aktif görevler alacağının en açık sinyallerinden biri.

Son dönemde Türk askerinin Ukrayna’ya gideceği sıkça konuşulsa da, NATO’nun önemli bir odak noktası olan Romanya’da da Türk birliklerini görmek sürpriz olmayacaktır.

Sonuç

NATO, Doğu Avrupa ile birlikte, Doğu Avrupa’yı da Rusya’nın olası saldırı rotalarından biri olarak değerlendiriyor ve savaş hazırlıklarını da buna göre şekillendiriyor. Trump dönemi ABD-Avrupa ilişkileri dalgalı seyrederken, yapılan hazırlıklar düşünüldüğünde iki tarafın da ABD’nin kısa vadede Avrupa’dan asker çekeceğine inanmadığı görülüyor. Keza, NATO ve ABD yetkilileri bu konuda ‘yatıştırma’ çabalarına başladı bile.

Öte yandan, NATO Rusya’nın saldırısında Romanya’yı stratejik bir rota olarak görüp, bölgeyi askeri açıdan kritik kabul ederken, böyle bir ülkenin NATO ve Avrupa Birliği (AB) karşıtı bir dönüşüm yaşamasının mevcut stratejilere vereceği ‘zarar’ da açıkça ortada. Bu da, Romanya’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turundan zaferle ayrıldığı halde, Calin Georgescu’nun adaylıktan dahi men edilerek yarış dışı bırakılmasının önemli sebeplerinden biri.

Okumaya Devam Et

Görüş

İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

İran ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki müzakereler, uzun süren iniş çıkışların ardından nihayet dün, 12 Nisan’da Umman’ın Maskat şehrinde gerçekleşti. Bu, İranlı ve Amerikalı tarafların birbirleriyle ilk kez müzakere ettiği bir durum değil; ancak Ortadoğu’nun kaderinin bu denli bu görüşmelere bağlı olması bakımından ilk kez böyle bir süreç yaşanıyor. Bu nedenle de bu İran-ABD müzakereleri niteliği açısından, daha önce tecrübe edilenlerden oldukça farklıdır.

Bu müzakere turunda Tahran, önceki döneminde İran’a maksimum ekonomik baskı uygulayan Trump’ın şimdi de savaş tehdidini doğrudan İran’ın üzerine saldığı bir ortamda masaya oturmuştur. İsrail, Gazze’deki soykırımını sürdürerek kendisini bir “soykırım zaferi”nin kazananı gibi sunmaktadır; Hizbullah Lübnan’daki iç siyasi denklemde pasif bir konuma itilmiş durumdadır; Şam artık, İsrail’e karşı direnişi sürdürmek için İran’ın Hizbullah ve diğer Filistin direniş gruplarına destek hattını kurduğu aktörlerin kontrolünde değildir; İran’a yakın güçler Irak’ta iç siyasi çatışmalarla meşguldür; ve İran’ın kendisi de ciddi bir döviz ve ekonomik krizle karşı karşıyadır. Tüm bunlara paralel olarak İsrail, Trump’ı İran’a karşı etkili ve acı verici bir darbe indirmeye ikna etmek için tüm lobi gücünü seferber etmiştir. Çünkü onlara göre İran artık İsrail’e karşı sert ve sürekli darbelerle bir savaş yürütebilecek stratejik kapasitesini kaybetmiştir.

Ancak İran, bu tabloya karşı olarak İsraillilerin iddia ettiği gibi zayıf bir konumda olmadığını ısrarla vurgulamakta ve İran’a yönelik askeri bir saldırının “Amerikan askerlerinin hayatıyla kumar oynamak” anlamına geleceğini ifade etmektedir. (Bu ifade, İran İslam Cumhuriyeti Lideri’nin danışmanı Ali Laricani tarafından dile getirilmiştir.) İran, İsrail ve ABD’nin stratejik altyapılarına yönelik saldırı gerçekleştirmesi durumunda ağır darbeler alabileceğini kabul etmekle birlikte, karşılık olarak vereceği darbelerin de ABD ve İsrail için son derece acı verici olacağını vurgulamaktadır.

İran’ın ABD ve İsrail’in tehditlerine karşı geliştirdiği bir diğer strateji ise, yalnızca doğrudan saldırıya cevap vermekle yetinmeyip, ABD askerleri ve çıkarlarını Ortadoğu’daki tüm Arap ülkelerinde meşru hedef olarak göreceğini ilan etmiş olmasıdır. Bu da güvensizlik ve krizin Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar ve Hint Okyanusu gibi bölgelere yayılması anlamına gelir. Böyle bir gelişme, Arap ülkelerinin kırılgan güvenlik ortamını ciddi bir krizle karşı karşıya bırakacaktır.

İşte bu bağlamda, İran-ABD müzakereleri her ne kadar yeni bir olgu olmasa da, hiçbir zaman bölge güvenliği üzerinde bu denli belirleyici ve etkili olmamıştır.

Cumartesi görüşmesinden cumartesiler müzakerelerine!

Birkaç saat süren “dolaylı” görüşmelerin ardından her iki taraf da cumartesi günü gerçekleşen müzakereye dair olumlu bir tutum sergiledi. Görüşmelerin nasıl geçtiğine dair iki tarafın aktardığı bilgiler arasında belirgin bir fark ya da çelişki bulunmuyordu; hem İranlı müzakereci hem de Beyaz Saray görüşmeleri olumlu değerlendirdi. İran Dışişleri Bakanı ve başmüzakerecisi Abbas Arakçi, ABD ile yaptığı müzakereleri “yapıcı”, “umut verici” ve “karşılıklı saygı çerçevesinde” olarak tanımladı. Arakçi, “İran’ın tutumunu kararlılıkla ve ileriye dönük bir yaklaşımla açıkladım. Her iki taraf da bu süreci birkaç gün içinde sürdürme kararı aldı” ifadelerini kullandı.

Öte yandan, Beyaz Saray da Umman’ın ev sahipliğinde gerçekleşen ilk dolaylı İran–ABD görüşmesine ilişkin olarak müzakereleri “tam anlamıyla olumlu ve yapıcı” olarak nitelendirdi. Beyaz Saray, tarafların önümüzdeki cumartesi günü müzakereleri sürdürme konusunda anlaştığını vurguladı.

Beyaz Saray’ın açıklamasındaki dikkat çekici bir nokta da şu ifadeydi: “Witkoff, Arakçi’ye Başkan Trump’tan, iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların mümkün olduğunca diplomasi ve diyalog yoluyla çözülmesi yönünde talimat aldığını iletti.”

Tahran ve Washington’un ilk tepkilerini karşılaştırdığımızda, her iki tarafın da ortak ve umut verici bir anlatı sunduğu görülmektedir. Bu da son haftalardaki gergin atmosferin en azından geçici olarak yatışmasına neden olmuş ve kısa vadede gerilimin azalabileceğine dair umutları artırmıştır.

Bununla birlikte, iki ülke arasındaki müzakere süreci karmaşık ve zorlu bir yoldur. Bu nedenle her ne kadar umut verici sinyaller alınsa da, her türlü gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir. Ancak şu an için tarafların müzakereleri sürdürmeye hazır olduklarını göstermeleri, ABD’nin İran’ın kırmızı çizgileri olan nükleer endüstrinin tamamen kapatılması ve füze sanayisinin gündeme getirilmesini görüşme dışı tuttuğu anlamına gelir. Buna karşılık İran da nükleer silah üretmeyeceğine dair daha ciddi güvence ve taahhütler vermeye hazır görünmekte ve muhtemelen uranyum zenginleştirme seviyesini Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nda (JCPOA) üzerinde anlaşılmış düzeye geri getirmeye hazırdır.

Şimdiden umut edilebilir ki, eğer beklenmedik gelişmeler yaşanmazsa, İran’a uygulanan yaptırımların hafifletilmesi, dondurulmuş İran varlıklarının serbest bırakılması ya da İran’dan petrol alımı yapan ülkelere baskı uygulanmaması gibi başlıklar da önümüzdeki haftalarda müzakere edilecek konular arasında yer alacaktır.

Görünüşe göre önümüzdeki cumartesiler İran ve Ortadoğu için kader belirleyici günler olacak; haftanın sonu, haftanın kendisinden daha ilgi çekici hale gelecek.

Riskler

Cumartesi akşamından itibaren oluşan olumlu havaya rağmen, bu müzakereler hâlâ önemli risklerle karşı karşıyadır. Bu sürecin en büyük sorunu, İsrail’in açık muhalefetidir. İsrail, doğal olarak bu görüşmeleri İran’a yönelik “nihai darbe” stratejisiyle çelişkili görmektedir ve bu süreci sabote etmek için hiçbir girişimden kaçınmayacaktır. Bu sabotajlar; İran’ın nükleer ve füze faaliyetlerine dair yeni casusluk belgelerinin ifşa edilmesi, dünyanın farklı bölgelerinde sabotaj eylemlerinin gerçekleştirilmesi, İran’a yönelik provokatif eylemler (örneğin, İranlı yetkililere yönelik suikastler) gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Washington’daki Siyonist lobinin çabaları da İsrail’in elindeki diğer bir önemli koz olup, Amerikalı müzakerecilerin zihnini bulandırma konusunda etkili bir araçtır—ki bu, İran’ın sahip olmadığı bir avantajdır.

Bu müzakerelerin en önemli risklerinden bir diğeri de bizzat Donald Trump’ın kendisidir. Trump, kendini yüceltmeye büyük bir eğilim duyan bir figürdür ve Amerikan seçmeninin gözünde kendisini bir “kahraman” gibi göstermeye çalışmak, siyasi faaliyetlerinin temelini oluşturur. Bu nedenle de diğer taraflara yönelik küçümseyici ve aşağılayıcı bir dil kullanmaktan çekinmez. Onun bu ruhsal ve psikolojik yapısı, Amerika’nın kendisine yönelik buyurgan ve küçümseyici tutumlarına karşı aşırı hassasiyeti olan İran için her an her şeyin sona ermesi anlamına gelebilir. Her ne kadar İran’ın müzakerelerin “dolaylı” biçimde yürütülmesindeki ısrarı rasyonel görünmese de, bu tavır aslında İran’ın Amerikan tarafının kibri, sadakatsizliği ve geçmişteki ihanetlerinden kaynaklanan derin travmalarını yansıtmaktadır. Belki de İsrail’den sonra, Trump temsilcileri ile İranlılar arasındaki müzakerelerin başarısızlığa uğraması açısından en büyük risk, bizzat Trump’ın geveze dili ve kibirli karakteridir.

Bir diğer sorun ise, İran iç siyasetindeki denklem değişimlerinin müzakereleri etkileme ihtimalidir. Eğer bu görüşmelerden önemli kazanımlar elde edilirse, doğal olarak Pezeşkiyan hükümetinin siyasi ağırlığı artacaktır. Bu durum da, içerideki siyasi rakiplerini daha fazla harekete geçirecektir. Her ne kadar Pezeşkiyan hükümeti, Ruhani hükümetinin aksine, kamuoyunu oyalayan reklam şovlarından ve “hayal satma” diyebileceğimiz hamlelerden uzak durmakta ve başmüzakereci Abbas Arakçi de selefi Cevad Zarif’in aksine daha temkinli bir duruş sergilemekteyse de, tüm bu ihtiyatlı tutuma rağmen, iç siyasette hükümeti başarısız göstermeye yönelik sabotaj riski her zaman vardır.

Geçtiğimiz hafta İran’ın eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin özel kalem müdürü Mahmud Vaezi, bir röportajında şu ifadeyi kullanmıştı: “Garip bir şekilde, bu 40 yıl boyunca ne zaman çeşitli ülkelerle bir açılım yapmak istesek, ya ülke içinde ya da dışında bir olumsuz olay yaşandı.”

Bu tür olaylar, şu anki müzakereler için de tekrar yaşanabilecek tecrübeler olabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English