Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1

Yayınlanma

Rusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1

Bu uzun yazı, Rusya ekonomisinde özellikle 2022 sonrası yaşanan dönüşümü, mevcut sorunları ele alıyor ve geleceğe yönelik bazı tahminleri içeriyor. Bu karmaşık konuda bütün eksiksiz bir tablo sunmak mümkün değil; ancak gene de okur, az çok belirgin bir fikir edinecektir.

Ancak yazının ciddi bir eksiği var: son derece önemli üç başlığı kapsamı dışında tutuyor.

İlki, savunma sanayisinin sivil sanayiye ve genel olarak ekonomiye etkisidir. Anlaşılabilir nedenlerle istatistiklerde bu kalemler görünmüyor ve mevcut durum daha karamsar yansıyor. Bu özellikle incelenmesi gereken konuyu ele almak için sanırım birkaç yıl daha geçmesi gerekecek. Ancak mevcut durumun Sovyet savunma sanayisinin itici rolünü hatırlattığını belirtmek gerek.

İkinci olarak, bu yazı son iki yıldır artan deprivatizasyon (özelleştirmelerin geri alınması; millileştirme) meselesini de kapsamı dışında tutuyor. Bu mesele, hemen hepsi servetini özelleştirmeler döneminde yapılan yolsuzluklarla ele geçirmiş olan büyük burjuvazinin kafasının üstünde sallanan kılıç olması itibariyle bir siyasi tehdit olmaktan başka gerçekten de şimdi artık trilyon rublelerle ölçülen servetlerin hazineye geri dönmesine yol açtı, dolayısıyla ciddi bir iktisadi etkisi var. Bu görünmeyen etki de hesaba katıldığında istatistiklerdeki kasvet biraz daha hafifleyebilir.

Üçüncü olarak, yazı her ne kadar alabildiğine kalın çizgilerle Kremlin önderliği etrafında kitle konsolidasyonunun sağlanması açısından sosyal politikaların önemine dikkat çekmiş olsa da hem bunun iktisadi anlamını, hem de siyasi zor ve kararlılığı çerçevesi dışında bırakıyor. Ancak bu durum, siyasetle daha yakından ilgili olduğu ölçüde, yazıda da değineceğim gibi, yeni tip bonapartizm üzerine kavramsal-teorik bir çalışmayı gerektiriyor.

Enflasyon üzerinde etkili olan faktörler

TsMAKP (Makroekonomik Analiz ve Kısa Vadeli Tahmin Merkezi) hesaplamalarına göre 2023’te (pazar-dışı olanlar hariç) orta ve büyük çaplı işletmelerde maliyetin yüzde 1,9’unu faiz ödemeleri, 3,4’ünü kiralar ve 17,1’ini ücret ödemeleri oluşturuyordu. Çarpan etkisiyle birlikte hesaplandığında şu ortaya çıktı: 2024’te faizlerin fiyat artışlarına etkisi en az 4,5-5,5 puan olduğu halde ücret ödemeleri en çok 3,5-4,5 puan etki etmişti.

Bütün merkez bankaları gibi Rusya MB da faizleri gerçekte “talep enflasyonunu” baskılamak için kullanılıyor. Bu da ücretlerin düşürülmesinin kibar adı. Oysa Glazyev’in 19 Aralık’ta Bilimler Akademisi’ndeki tebliğinde işaret ettiği son araştırmalar, politika faizindeki her 1 puanlık artışın talep enflasyonunu 0,2 puan düşürürken maliyet enflasyonunu 0,24 puan yükselttiğini gösteriyor. Başka deyişle, 2022 öncesine dönmek mümkün olsaydı bile bu para-kredi siyasetinin net etkisi enflasyonun artması yönünde olacaktı.

Bu durum iki temel noktayı gösteriyor. Birincisi, faiz oranları yatırımı sınırladığı ölçüde maliyet ve dolayısıyla fiyat artışlarına neden oluyor, dolayısıyla faizler enflasyona doğrudan etki ediyor ve bu etki, ücret artışlarının yarattığı etkiden çok daha fazla. İkinci nokta ise ilk önermenin tersten ifadesi: ücret artışları maliyet artışına sanıldığından çok daha az etki ediyor; üstelik alım gücünün artmasıyla birlikte kâr oranı korunsa bile sınai genişlemeye yol açıyor.

MB politika faizini esasen enflasyonla ilişkilendiriyor. Neoliberal  dogmatizme göre faiz oranları enflasyon üzerinde etki eder. Oysa Grafik 1, bu ikisi arasında daha önce değil nedensellik herhangi bir korelasyon olsun var idiyse bile bunun son derece dönemsel ve varlığının da spekülatif olduğunu, dahası en azından 2023 başından beri faiz artışının belirgin bir şekilde enflasyonu durdurucu etki göstermediğini ortaya koyuyor.

Grafik 1. Politika faizi ve enflasyon

Glazyev’in Bilimler Akademisi’ndeki son sunumuna bakılırsa TÜFE artışının yüzde 60’ı taşımacılık ve enerji alanındaki maliyet enflasyonundan kaynaklanıyor. 2022-2024 arasında nakliye fiyatları yüzde 20, enerji fiyatları yüzde 12 arttı. Bu durum esas itibariyle nüfusun en yoksul kesimleri için hissedilir enflasyonu artırıyor. Özellikle Gazprombank’a getirilen yaptırımlarla birlikte dolar kurundaki ani fırlayış enflasyonu tetikliyor (birazdan buna geri döneceğim).

Enflasyona etki eden bir başka faktör ise MB’nın yarattığı kısır döngü: enflasyonu düşürmek adına faiz oranları arttıkça kredi faizi masrafları doğrudan emtia fiyatlarına yansıyor. Ve bu enflasyon, her zaman ve her yerde olduğu gibi, en yoksulların tüketici sepetinin fiyatını artırarak (başta emeklilerin) reel gelirinde düşüşe neden oluyor. Bunlar kritik sorunlar, ne var ki en kritik sorun, sermaye verimliliğinin faiz oranlarının altında kalması. Bu nedenle daha kolay kredi bulan şirketler taze parayı üretime değil mevduat faizine yatıracaktır. Mevduat faizi ve devlet tahvili getirilerinin yüksekliği, kreditöre tam da bu amaçla borçlanma eğilimini güçlendiriyor. Kredi faizlerindeki tırmanışla birlikte kredi borçlanmalarının özel sektörün elindeki bir dizi şirkette iflasları tetiklemesi de olası; ancak böyle bir furya ortaya çıkarsa devletin el koyması veya kayyım ataması yoluyla durdurulması beklenebilir.

MB para-kredi siyasetinin yarattığı zincirleme iflaslar riski

Faizlerin bütün sektörlere yıkıcı bir darbe vurduğu da “sorunlu” şirketlerin cirolarının ülke içinde üretilen toplam ciroya oranında da ortaya çıkıyor. TsMAKP hesaplamalarına göre 2023’te faiz ödemelerinde güçlük çeken (1<ICR<1.5) şirketlerin cirosunun toplam ciroya oranı yüzde 4,5, bu ödemeleri yapmakta zorlanacak durumda olan şirketlerin (ICR<1) cirosunun toplam ciroya oranı ise yüzde 7,8’di. 2024’te bu oranlar sırasıyla yüzde 14,5 ve 15,5’e yükseldi. Eğer faizle birlikte kira ödemelerinden doğan güçlükler de katılırsa, 2024’te toplam yurt içi cironun yüzde 11,7’sini üreten şirketler faiz ve kira ödemelerinde güçlük çekiyor, yüzde 25,6’sı ise vade geciktirebilir.

Sektörlere göre dağılım daha kritik bir tablo ortaya koyuyor. Örneğin  2024 itibariyle (kira ödemeleri de hesaba katıldığında) ödeme zorluğu çeken posta ve kurye hizmetleri sunan şirketlerin cirosunun sektörün toplam cirosuna oranı yüzde 60, yüzde 15 ise ödeme vadelerini geciktirebilir gibi görünüyor. Onu telekomünikasyon şirketleri takip ediyor, ancak risk çok yüksek: ödeme güçlüğü çekenlerin oranı yüzde 22, vade geciktirme ihtimali olanların oranı ise yüzde 47. Havacılık ve uzay faaliyetleri için bu oranlar sırasıyla yüzde 48 ve 12; tren, gemi ve uçak inşaatı alanında yüzde 33’e 27, boru hatlarında 8’e 45. Petrol ve doğalgaz şirketleri için yüzde 6 ve yüzde 42. İnşaat ve mühendislik şirketlerinde oranlar görece düşük (yüzde 13 ve 20), ancak sektörün özellikle konut üretiminin kitle konsolidasyonuna etkisi bakımından önemine dikkat çekmek gerek.

Eğer sadece faiz ve kira ödemeleri değil, en genelde iflas hattındaki şirketler dikkate alınırsa TsMAKP hesaplamaları bütün ekonomi açısından daha kasvetli bir tablo ortaya koyuyor. Ciroları toplamı reel sektörün toplam cirosunun yüzde 5,8’ini oluşturan şirketler 2023’te iflas tehlikesi yaşıyordu; 2023-2024 arasında politika faizi 1,6 kat artarken bu orana yüzde 6,7 daha eklendi ve toplam yüzde 12,5’i buldu. Faiz artışları bu hızla devam ederse önümüzdeki yıl bu orana yüzde 6,4 daha eklenerek 18,9’a yükselecek. İflas hattındaki şirketlerin sayısının toplam şirket sayısına oranı da 2023’te yüzde 4,7’ydi; buna bu yıl 4,2 daha eklendi ve gelecek yıl faiz artışı aynı hızla devam ederse 3,3 daha eklenerek toplam 12,2’ye yükselecek.

GÖRÜŞ

Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu

Yayınlanma

Yazar

Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.

PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?

Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.

Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.

Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.

Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.

Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.

Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.

Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.

TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’

Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.

İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.

PKK SORUNU VARDIR

Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.

PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Lübnan’da yeni dönem

Yayınlanma

Yazar

Lübnan Parlamentosu Joseph Aoun’u yeni cumhurbaşkanı olarak seçti. Lübnan eski cumhurbaşkanı Michel Aoun’un görev süresinin Ekim 2022’de sona ermesinden bu yana parlamentoda hiçbir isim üzerinde anlaşma sağlanamamıştı. Bu ilk değil, önceki cumhurbaşkanı Michel Aoun’un seçilmesi de iki yıldan fazla sürmüştü.

Joseph Aoun geçmişte Özgür Yurtsever Partisi’nden eski cumhurbaşkanı Michel Aoun ve damadı Dışişleri eski Bakanı Cibran Bassil ile ittifak yapan ancak daha sonra bağımsız bir siyasi figür haline gelen bir ordu komutanı. Adaylığı, Lübnan’ın en etkili Hristiyan politikacıları olan Cibran Bassil ve Semir Caca tarafından başlangıçta reddedilmiş olsa da, her iki isim de sonunda istemeyerek de olsa Joseph Aoun’u destekledi. Özellikle Caca, kendisi cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Lübnan’da Ulusal Anlaşmaya göre cumhurbaşkanının Maruni Hristiyan olması gerekiyor.

Seçim Sürecindeki Siyasi Ortam

Bu seçim, Lübnan’ın karmaşık ve çoğu zaman çelişkili siyasi ortamını yansıtıyor. Yeni cumhurbaşkanının ABD’ye yakın bir figür olması ve Washington ile derin bir koordinasyon içinde bulunması, zafer yolunu şekillendiren önemli etkenlerden biri oldu. Aoun’un Suudi Arabistan’a yaptığı ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın kardeşi Savunma Bakanı ile görüştüğü son ziyaret de konumunu güçlendirdi. Bölünmüş durumdaki Sünni partiler de büyük ölçüde Suudi Arabistan’ın tercihlerine uyarak Joseph Aoun’un adaylığını destekledi.

ABD, Fransa, Katar ve Suudi Arabistan gibi uluslararası aktörler, seçim sürecinde önemli bir rol oynadı. Bu dış müdahale, Lübnan’ın içişlerinde bağımsızlık mücadelesi verme konusundaki uzun süredir devam eden zorluklarını bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak ironik bir şekilde, İran’ın Lübnan’daki nüfuzuna tepki olarak kendilerini “Hizbullah karşıtı” olarak tanımlayan partiler, bu dış müdahaleyi Hizbullah’a karşı bir zafer olarak kutladı ve kendi retoriklerine ters düştü.

Hizbullah ve müttefiki Emel Hareketi’nin desteklediği Maruni Marada Hareketi’nin lideri olan Süleyman Franjieh daha geniş bir uzlaşı sağlamak adına adaylıktan Joseph Aoun lehine çekildiğini açıkladı. Seçimden bir gün önce Franjieh’nin yaptığı bu açıklama sonrasında Joseph Aoun’un seçilmesine kesin gözle bakılmaya başlandı.

Hizbullah’ın Direnci ve Stratejik Vizyonu

Sürekli olarak siyasi saldırılara ve ihanetlere maruz kalmasına rağmen Hizbullah, Lübnan’da önemli bir güç olmaya devam ediyor. Hizbullah, olumsuz koşullara uyum sağlama ve karmaşık siyasi manevralar yapma yeteneğini defalarca kanıtladı.

Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım’ın yakın zamanda vurguladığı gibi, Hizbullah’ın yaklaşımı yalnızca askeri direnişe dayanmıyor; durumun gerekliliklerine göre şekillenen daha geniş bir stratejik vizyon içeriyor. Hizbullah, Orta Doğu’daki değişen güç dengelerini anlamakta ve Lübnan’ın çıkarlarını korumak için buna uygun hareket ediyor.

Lübnan’ın Geleceği İçin Önemli Sorular

Yeni cumhurbaşkanı Joseph Aoun, seçilmesinde etkili olan ABD, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin etkisiyle hareket ederek ülkedeki mevcut bölünmeleri derinleştirecek politikalar mı izleyecek yoksa Lübnan’ın egemenliğini ve iç istikrarını mı öncelik olarak değerlendirecek?

Mayıs 2022’de yapılan genel seçimlerden bu yana yeni bir hükümet kurulamadı ve hala seçim öncesi görevde olan başbakan ve kabine geçici olarak yönetimde. Aoun, Lübnan’ın parçalanmış siyasi yapısında bir başbakan seçip bir hükümet kurmak zorunda. Bu süreç, siyasi gruplar kilit bakanlıkları ele geçirmeye çalışırken yine gecikmelere neden olabilir ve mevcut geçici hükümetin görev süresini uzatabilir.

Lübnan Ordusu’nda Joseph Aoun’dan sonra Genelkurmay Başkanlığına kimin gelecegi kritik bir karar. Bu karar, Lübnan’ın iç güvenliği ve Batı ile Hizbullah arasında kurulacak hassas dengenin geleceği açısından büyük etkiler yaratacak. Özellikle İsrail ile yapılan 60 günlük ateşkesin bitimine günler kala Lübnan Ordusu’nun Litani Nehrinin güneyinde UNIFIL askerleri ile güvenliği sağlayabilmesi konusunda endişeler artarken, ordunun başına gelecek yeni isim kritik önem taşıyor. Yine Ulusal Anlaşmaya göre Genelkurmay Başkanı’nın Maruni Hristiyan olması gerekiyor.

Joseph Aoun Neden Şimdi Seçilebildi?

İki yıldır seçilemeyen Aoun neden şimdi seçimi kazandı? Bunun en önemli nedeni Lübnan’da Hizbullah’ın zayıflaması, Esad rejiminin düşmesi ve direniş ekseninin genel olarak güç kaybetmesidir. İkinci nedeni ise, güneyde, Bekaa Vadisi’nde ve özellikle Beyrut’ta yakın zamanda yaşanan savaş nedeniyle büyük yıkıma uğrayan bölgelerin yeniden inşası için uluslararası fon ve desteğe duyulan ihtiyaçtır.

Hizbullah’ın adayı olan Süleyman Franjieh ya da diğer adaylardan biri cumhurbaşkanı seçilseydi, uluslararası destek ve fonların gelmesi pek olası değildi. Riyad ve Washington’un bu durumu bir baskı aracı olarak gördüğü açık. Uluslararası toplumun üzerinde uzlaştığı bir cumhurbaşkanı seçilmeden bu desteğin sağlanması pek olası görünmüyordu. Bunun ötesinde, Esad’ın düşüşüyle birlikte Lübnan’ın içten içe çöküş yaşayan, kurumları iflas etmiş, dünyadan izole bir ülke haline gelmesinin, bölgedeki yöneticiler için bir tehdit oluşturduğu açıkça görülüyor.

Lübnan’ın yeni cumhurbaşkanı, derin bir şekilde bölünmüş siyasi ortamda ve yoğun dış müdahale altında göreve geliyor. Bu seçim, ülkenin liderlik dinamiklerinde bir değişimi temsil etse de, hükümetin kurulması, iç ve dış çıkarlar arasındaki dengeyi sağlama ve iç istikrarı koruma gibi zorluklar hala büyük önem taşıyor. Lübnan’ın geleceği, liderlerinin hizipçiliği aşarak ülkenin egemenliğini ve birliğini önceliklendirme becerisine bağlı olacak.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

‘Yeni Suriye’ zorluklar arasında ulusal yeniden yapılanmaya başlıyor

Yayınlanma

Yazar

2025’in ilk günlerinde, Suriye geçici hükümetinin Dışişleri Bakanı Esad Şibani, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı’nın daveti üzerine Riyad’a ulaştı ve ilk diplomatik ziyaretini gerçekleştirdi. Bu ziyaret, geçen hafta Suudi heyetinin Şam’a yaptığı ziyaretin karşılığı niteliğinde olup, dünyaya ‘Yeni Suriye’nin savaş ve karanlık dönemini geride bırakarak ulusal yeniden yapılanmanın yeni bir dönüm noktasına girdiğini gösteriyor.

13 yıl önce Suriye krizi başladığında, Suudi Arabistan, Arap Ligi’ne liderlik ederek Batılı ülkelerle işbirliği içinde Esad rejimini devirmeye ve “Şii Hilali” olarak bilinen stratejik tehdidi ortadan kaldırmaya çalıştı. Ancak bu çaba, IŞİD’in yükselerek uluslararası toplum için bir numaralı tehdit haline gelmesi ve Rusya’nın Şii Hilali ile birlikte Esad rejimini başarıyla koruması nedeniyle başarısız oldu. Suudi-Suriye ilişkileri tarihindeki en düşük noktaya ulaştı ve ancak 2023’te Suudi Arabistan ve İran’ın mezhep çatışmalarını sona erdirip ilişkilerini normalleştirmesiyle toparlanmaya başladı. Ancak bu ilişkiler tam anlamıyla normalleşmeden Esad rejimi hızla çöktü.

Uluslararası toplumun, özellikle Şii Hilali ve Direniş Ekseni’nin zayıflaması sonrasında, Suriye’nin yeni hükümetini örtülü bir şekilde tanıdığı bu hassas dönemde, Suriye ve Suudi Arabistan ilişkileri yapısal bir yeniden düzenlenme fırsatı yakaladı. Suudi Arabistan hızla Suriye geçici hükümetinin bir numaralı bölgesel ortağı haline geldi. Bu işbirliği hem mantıklı hem de karşılıklı fayda sağlıyor çünkü ne Suudi Arabistan ne de yeni Suriye rejimi İran’ın doğal müttefiki. ‘Yeni Suriye’nin Suudi Arabistan’a yaklaşması ve potansiyel bir ittifak kurması, Arap dünyasının birliğini güçlendirecek ve İran ile Şii nüfuzunu daha da zayıflatacaktır.

Suriye Dışişleri Bakanı’nın Suudi Arabistan ziyareti, geçici hükümetin yeni bir sayfa açmasının önemli bir adımıdır. Bu ziyaret, savaşı ve çatışmayı sona erdirme, iç uzlaşı ve istikrar arayışı, ulusal yönetimi, toplumu ve ekonomiyi yeniden inşa etme ve uluslararası topluma yeniden katılma arzusunu dış dünyaya ileten pratik bir mesajdır. Aynı zamanda, lider Ahmed Şara’nın (eski adıyla Ebu Muhammed el-Culani) yeni yönetim ve diplomasi vizyonunun bir testi ve tanıtımı niteliğindedir. Bu nedenle dikkat çekici bir önem taşımaktadır.

Geçen hafta Suudi devlet televizyonu Al Arabiya, Şara ile yarım saatlik bir röportaj yayınladı. Eskiden askeri kıyafetlerle görülen bu tartışmalı figür, takım elbise giymiş, zarif bir şekilde konuşmuş ve akıcı, standart Arapça ile kendinden emin bir şekilde performans sergilemiştir. Yönetim fikirleri ve stratejik planları izleyicileri etkiledi, ancak belirgin sakalı onun El Kaide geçmişini hatırlatmaya devam etti.

Şara, İdlib’deki yönetim deneyimini gözden geçirerek Esad’ı devirmek için yalnızca askeri güce değil, aynı zamanda sivil güçlerin seferber edilmesine de dayanılması gerektiğini vurguladı. Yıkımı ve kayıpları en aza indirme çabalarının yanı sıra, eski rejimle, hatta Esad’ın kendisiyle temas kurarak iktidarın sorunsuz bir şekilde devredilmesine odaklanıldığını belirtti. Şara, “İdlib deneyimi”nin tüm Suriye’deki karmaşık durum için tam anlamıyla uygun olmayabileceğini kabul etmekle birlikte, geçici hükümetin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde çeşitli grupları birleştirmeye ve farklı etnik grupların çıkarlarını gözeterek düzeni yeniden sağlamaya istekli olduğunu ifade etti. Anayasa reformu veya yeni bir anayasa temelinde ulusal birlik hükümeti kurulması ve nüfus sayımı sonrasında genel seçimlerin yapılması hedefleniyor.

Şara, Suriye’ye müdahil olan farklı güçlerin farkında olarak, Suriye’nin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi temelinde tüm taraflarla karşılıklı saygıya dayalı ikili ilişkiler geliştirilmesi gerektiğini vurguladı. Bu bağlamda Suriye’nin Rusya ile olan tarihsel bağlarına saygı gösterileceğini belirtti. Ayrıca ABD’ye, Suriye’nin ekonomik zorluklarını hafifletmek için “Sezar Yasası” yaptırımlarını kaldırma çağrısında bulundu ve Türkiye’nin kuzeydeki toprak kontrolüne ilişkin meseleleri çözmeyi hedefledi. Ancak Golan Tepeleri, İsrail ile ilişkiler ve terörizmle tamamen bağları koparma gibi daha hassas konuları pas geçti. Bunun yerine İran’ın Suriye üzerindeki uzun vadeli etkisini sona erdirmenin öncelikli bir hedef olduğunu açıkça belirtti.

Şara, Suriye nüfusunun %80’ini oluşturan Sünni Müslümanları temsil eden bir figür olarak, Suudi Arabistan ve Körfez Arap ülkelerinin rolünü öne çıkardı. Suriye’nin güvenliği ve istikrarının Körfez’in refahı ile yakından ilişkili olduğunu ifade etti ve Körfez ülkelerinin Suriye’nin yeniden inşasında önemli bir rol oynamasını ve yeniden yapılanma faydalarından pay almasını umduğunu dile getirdi. Şara, Suudi Arabistan’ın “2030 Vizyonu”nu kapsamlı bir şekilde incelediğini ve ekonomik çeşitlilik çabalarına hayranlık duyduğunu belirtti. Suudi Arabistan’ın büyük Suriye yeniden yapılanma projelerine katılmasını ve altyapı yatırımlarına liderlik etmesini memnuniyetle karşıladığını ekledi.

Bu ziyaret, Yeni Suriye’nin Arap dünyasının bir parçası olacağını ve Sünni liderliğin geleneksel ana akımında yer alacağını gösteriyor. Aynı zamanda Körfez ülkelerinden destek arayarak Suriye’nin hızla istikrar kazanmasını ve yeniden inşa sürecinin başlamasını hedefliyor.

Suriye geçici hükümeti, savaşın harap ettiği tüm ülkelerdeki yeni hükümetlerin karşılaştığı üç büyük yeniden inşa göreviyle karşı karşıya: güvenlik, siyasi ve ekonomik yeniden yapılanma. “Yeni Suriye” için güvenlik yeniden yapılanması açıkça en acil önceliktir. Bu, gerçek ve kapsamlı bir ateşkesin sağlanması, tüm silahlı grupların ulusal silahlı kuvvetlere entegre edilmesi, silahlı ayrılıkların sona erdirilmesi, tam barış ve güvenliğin yeniden sağlanması ve insan, mal ve özellikle insani yardım malzemelerinin serbest dolaşımının güvence altına alınmasını içerir.

Siyasi yeniden yapılanma ise güvenlik yeniden yapılanmasının başarısına bağlı olan, daha uzun vadeli ve temel bir görevdir. Bu süreç, BM Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde siyasi diyalogların yürütülmesini, geniş temsili olan bir koalisyon hükümetinin kurulmasını ve hukuki uzmanların rehberliğinde, kapsamlı istişareler ve halkın görüşlerinin alınmasıyla yeni bir anayasa hazırlanmasını veya mevcut anayasanın revize edilmesini kapsar. Ardından, yeni anayasa ve güvenilir, güncellenmiş bir nüfus sayımı temelinde ulusal seçimler düzenlenecek ve bu da yasama, yürütme ve yargı organlarının bir araya getirilmesini sağlayacaktır. Bu adımın tamamlanması üç ila beş yıl sürecektir.

Siyasi yeniden yapılanma, çeşitli grupların siyasi taleplerinin, ulusal ve etnik kimliklerinin uzlaşma ve uyum içinde olup olmayacağını sınayacak kırılgan ve hassas bir geçiş aşamasıdır. Ayrıca, geçici hükümetin, Suriye’yi yarım yüzyıldan fazla bir süre yöneten Arap milliyetçiliği ve Baas Partisi ideolojisinin “çifte mirasını” nasıl yöneteceğini test edecektir. Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından, yeni hükümetin ulusal savunma kuvvetlerini aceleyle dağıtıp Baas Partisi’ni tasfiye etmesi sonucu ülkenin kaosa sürüklendiği trajedinin tekrarlanması önlenmelidir. Bu geçiş aşaması dikkatle yönetilmezse, Yeni Suriye, Irak, Libya ve Yemen’in on yıl süren iç savaşlarına benzer bir duruma düşebilir ve bu, “Suriye Savaşı 3.0” olarak adlandırılabilecek “küçük bir dünya savaşı”na dönüşebilir. Bu da Yeni Suriye’nin inşa edilmesi ve şekillendirilmesi için tarihi fırsatları yok edebilir ve en az bir nesli tekrar kan ve çatışmaya sürükleyebilir. Bu aşamada, Suriye halkının açlık ve yoksulluktan kurtulması ve barış içinde yaşayıp çalışabilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu, yalnızca geçici hükümetin liderliği ve bilgelik kapasitesine değil, aynı zamanda uluslararası toplumun cömert yardımı ve kararlı desteğine bağlı olacaktır.

Ekonomik yeniden yapılanma, Yeni Suriye için yalnızca acil bir görev değil, aynı zamanda güvenlik ve siyasi yeniden yapılanmanın ardından gelen uzun, zorlu bir süreçtir. Bir bakıma bu, Suriye’nin güvenliği ve siyasi istikrarının uzun vadeli teminatıdır. Geçtiğimiz dört yıl içinde Esad rejimi ekonomiyi, halkın geçimini ve ordunun moralini istikrara kavuşturmayı başarsaydı, muhalefet güçleri onlarca yıllık yönetimi sadece 12 gün içinde deviremezdi. Ekonomik ve sosyal sorunların temelden çözülmemesi, Esad hükümetini, Arap Baharı’nın patlak vermesinden 13 yıl sonra Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki güçlü liderlerin çöküşünün ardından beşinci “domino taşı” haline getirdi. Bu durum, Esad rejiminin bu ülkelerin acı verici derslerinden yeterince yararlanamadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Suriye geçici hükümeti, dağılmış ve kriz içinde bir ülke devralmış, ancak aynı zamanda ‘Yeni Suriye’ için yeni bir dönem başlatmıştır. Suriye’nin nihayetinde bağımsız, özgür, demokratik, kapsayıcı, istikrarlı, gelişen ve tam egemenliğe ve toprak bütünlüğüne sahip bir ülke olarak yeniden inşa edilip edilemeyeceği, zamanla belli olacaktır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English