Bizi Takip Edin

Görüş

Hindistan’ın Elmas Kolyesi

Avatar photo

Yayınlanma

Geçtiğimiz hafta Hint şirketi Adani Grubu’nun Endonezya’daki Sabang Limanı’nı geliştirmek için Endonezya hükümeti ile görüşmelere başladığı gündeme geldi. Aynı zamanda İsrail’deki Haifa Limanı’nı da geliştiren grup, önemli bir küresel ticaret yolu olan Malakka Boğazı yakınındaki Sabang’da yeni bir konteyner terminali ve transit liman tesisleri kurmayı düşünüyor. Projeye yapılan ilk yatırımın 1 milyar dolara yakın olduğu tahmin ediliyor ancak gerçek yatırım gereksinimleri şirketin limanı geliştirmek için Endonezyalı yetkililerle anlaşmaya varmasının ardından belirlenecek. Stratejik açıdan yaşamsal öneme sahip Sabang Limanı’nın geliştirilmesi, Hindistan’ın Endonezya ile Malezya arasında dar bir su alanı olan ve dünyanın en önemli nakliye yollarından biri olan Malakka Boğazı’na daha kolay erişmesine olanak tanıyacak. Konuya ilişkin yıllar süren tartışmaların ardından bir fizibilite çalışmasının tamamlandığı ve şu anda Endonezya hükümetinden onay beklendiği söyleniyor.

Hint Okyanusu’nda bulunan Malakka Boğazı, petrol zengini Batı Asya ülkeleri ile Doğu Asya arasındaki mal ve kaynak hareketi için yaşamsal bir ticaret yoludur. Küresel mal ticaretinin önemli bir kısmı Boğaz’dan geçiyor ve Çin’in enerji ithalatının büyük kısmı bu rotaya dayanıyor. Hint Okyanusu dünya yüzeyindeki suyun yaklaşık beşte birini oluşturur; üç kıtaya, 28 ülkeye yayılır ve Pasifik ile Atlantik okyanuslarını birbirine bağlayan uluslararası ticaret için önemli bir rota. Sabang Limanı’nın geliştirilmesi Hindistan’ın Hint Okyanusu’nda Çin’e karşı stratejik konumunu güçlendirecek.

İlk olarak 2018 yılında Endonezya Denizcilik İşleri Koordinasyon Bakanı Luhut Pandjaitan, Sabang Limanı’nın nakliye gemileri ve denizaltıları barındırabileceği fikrini öne sürmüştü. Bu da limanın Hindistan’ın stratejik hedeflerini ilerletebileceği yönünde spekülasyonlara yol açmıştı. Ancak birkaç yıldır devam eden müzakereler nedeni ile limanın inşasında ilerleme yavaş oldu. 2018 yılında her iki ülke de Aceh eyaleti ile Andaman ve Nicobar Adaları arasındaki bağlantıyı geliştirmek amacı ile bir görev gücü kurdu. Adani grubu için Endonezya’daki projeler denizcilik operasyonlarının genişletilmesine yardımcı olacak. Grup aynı zamanda Doğu Afrika (Kenya ve Tanzanya), Vietnam ve Akdeniz’de gelişmekte olan limanları da araştırıyor.

Son zamanlarda borsa manipülasyonu ve dolandırıcılık iddiaları ile oldukça tartışmalı ve sansasyonel olan Adani Grubu, Hindistan’ın en büyük liman ve havaalanı işletmecisi ve en büyük özel kömür ithalatçısı. Hakkındaki suçlamalardan önce dünyanın üçüncü en zengin insanı olan holdingin kurucusu Gautam Adani’nin ise aynı zamanda memleketlisi olan Başbakan Narendra Modi’nin yakın arkadaşı olduğu da spekülasyonlar arasında. Hindistan’daki kilit sektörlerdeki geniş işletmeleri ve 23 binden fazla kişiyi istihdam etmesiyle hâlâ dünyanın en güçlü insanlarından biri. Yükselişi çok hızlı olan Adani, Başbakan Modi’nin desteğinden faydalandı ve aralarındaki bağ, Modi’nin Gujarat’ın başbakanı olduğu ve Adani’nin ucuz fiyatlarla arazi aldığı günlere kadar uzanıyor. Ülke genelinde limanlar, havaalanı sözleşmeleri ve kömür madenleri gibi varlıkları satın alan Adani, çok kısa bir süre içinde ülkenin en büyük ve en güçlü iş adamlarından biri haline gelirken adam kayırma iddiaları da gündeme gelmişti. Ancak burada konumuz Adani ya da şirketi değil, Hindistan’ın “Elmas Kolye” stratejisi. Ki Sabang Limanı da zaten Hindistan’ın Çin’e karşı koymaya yönelik Elmas Kolye stratejisi planının kapsamına giriyor.

Jeopolitik bir teori olarak gündeme gelen Çin’in “İnci Dizisi”ne Hindistan’ın yanıtı Elmas Kolye olarak şekilleniyor. Hindistan’ın stratejik deniz üsleri geliştirdiği Madagaskar, Seyşeller, İran, Umman, Endonezya ve Singapur’un yanı sıra yakın savunma ilişkileri kurduğu Mozambik, Mauritius, Maldivler, Vietnam, Myanmar, Güney Kore, Japonya ve Avustralya gibi ülkeler, Çin’in incileri karşısında Hindistan’ın elmasları olarak görülüyor.

Hindistan 2006 yılında Doğu Afrika ülkesi Mozambik’in geniş kıyı şeridinde Hint Donanması’nın periyodik olarak devriye gezmesine olanak tanıyan bir savunma anlaşmasına sahip olmasının ardından 2007 yılında bir diğer Doğu Afrika ülkesi Madagaskar’da kendi deniz ticaret yollarını korumak için “yabancı topraklardaki ilk dinleme istasyonunu” kurdu. Madagaskar’ın kuzeyinde faaliyete geçen askeri dinleme üssünün amacı Hindistan’da bulunan Mumbai ve Kochi’deki benzer tesislerle bağlantı kurarak bölgede faaliyet gösteren yabancı donanmalar hakkında istihbarat toplamak. Hindistan Deniz Kuvvetleri’nin olası deniz manevralarını kolaylaştıran söz konusu tesisin korsanlık ve terörist faaliyetleri denetleme kaygısı olsa da asıl amacı Hint Okyanusu bölgesinde artan Çin etkisine karşı koymak. Yani, Çin’in Sri Lanka’daki Hambantota Limanı incisine Hindistan’ın yanıtı Madagaskar’daki kontrol merkezi elması oldu.

Benzer bir biçimde Hindistan’ın 2015’te Doğu Afrika’nın iki ada ülkesi Seyşeller’in Assumption Adası ile Mauritius’un Agalega Adası’nda geliştirdiği ve kendisine askeri erişim olanağı sağlayan deniz üsleri, Deniz İpek Yolu projesi ile Afrika kıtasındaki varlığını artıran Çin’e karşı stratejik öneme sahip. Seyşeller’de bir dayanak noktası olması Hindistan’a Afrika kıtasında Hindistan Donanması’nın Cibuti ve Kenya’daki Çin varlığına karşı koyabileceği bir operasyon üssü sağlıyor. Artı, Assumption Adası birçok deniz ticaretinin geçtiği Mozambik Kanalı’nın hemen kuzeyinde yer alıyor.

Beraberinde, İran’ın Chabahar Limanı’nı inşa etmek için 2016’da İran ve Afganistan ile bir anlaşma imzalayan Hindistan, Çin’in bölgede elini güçlendiren stratejik Gwadar Limanı incisine Chabahar Limanı elması ile yanıt verdi. Chabahar erişimine sahip olmak Çin’in Karachi ve Gwadar’daki varlığına doğrudan karşı koyuyor. Orta Asya’ya açılan kapısı olan Chabahar projesi ile Hindistan, İran ve Azerbaycan üzerinden Mumbai’yi Moskova’ya bağlayan “Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru”na bağlanacak. Çin ve Pakistan bypass edilerek özelde Afganistan çevresinde nüfuz alanının genişletilmesi genelde bölgedeki güç projeksiyonunun artırılması planlanıyor.

Her ne kadar Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin gölgesinde kalsa da Hindistan’ın İran ve Rusya ile birlikte 2000 yılında başlattığı “Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru Girişimi”, Çin nüfuzunu kıracak ve Pakistan’ı bypass edecek bir potansiyel taşıması bakımından Hindistan için stratejik önemde. 7.200 km uzunluğunda olan Koridor, Hindistan’ın İran üzerinden Orta Asya, Rusya ve Avrupa’ya kadar doğrudan bağlantı kurmasına olanak tanıyan deniz, demir ve karayollarını içeren çoklu bir ağ sistemini ifade ediyor. Hindistan ile Rusya’nın başat rol oynadığı girişim her ne kadar yavaş ilerliyor olsa da Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne bölgede hâlâ potansiyel bir alternatif sunuyor.

Bölgedeki Çin nüfuzuna bir başka karşı eylem adımı olarak Başbakan Modi’nin 2018 yılında Umman, Singapur ve Endonezya ile sağladığı anlaşmalarla Hindistan Çin’in iki önemli incisi olan Afrika’daki Cibuti ve Pakistan’daki Gwadar arasında yer alan Umman’ın Duqm Limanı’na, Malakka Boğazı’ndan Güney Çin Denizi’ne geçişte önemli durak noktası olan Singapur’un Changi deniz üssüne ve Malakka Boğazı’nın girişinde bulunan Endonezya’nın Sabang Limanı’na askeri erişim olanağı elde etti. Hindistan’ın İran limanına bağlantısı aynı zamanda Umman limanına erişimini de güvence altına alıyor ve Arap yarımadasında ayak izine sahip olarak Hindistan, Körfez’den deniz yoluyla yaptığı hidrokarbon ithalatını da güçlendiriyor. Ayrıca Duqm’un benzersiz yanı aynı zamanda dünyanın en önemli geçiş noktalarından biri olan Hürmüz Boğazı’nın yakınında yer alması. Aynı zamanda Hindistan’ın kritik Malakka Boğazı çevresinde Singapur ve Endonezya limanlarına erişimi birbirini destekliyor ve Hindistan’ın Malakka’nın kuzeyinde konumlanan Andaman ve Nikobar takımadalarını 2020’den bu yana askerileştirmesi bu bağlantıları ayrıca güçlendiriyor.

Bununla beraber 2006 yılında ayrıcalıklı ortaklık ve 2016 yılında savunma eylem planını vücuda getirdiği Güney Asya’nın ada ülkesi Maldivler ile bağlarını güçlü tutuyor. Ancak “borç tuzağı diplomasisi” olarak ifade edilen stratejik Çin etkisinin Maldivler’de hissedilmesine karşın 2018’de başa gelen Maldiv hükümetinin “Önce Hindistan” politikasına yeniden sarılması Hindistan’ın karşı denge şansını artırırken geçtiğimiz eylül ayında Hindistan yanlısı olarak görülen Cumhurbaşkanı İbrahim Mohamed Solih’in yerine Çin yanlısı olarak görülen Mohamed Muizzu’nun seçimleri kazanması bu şansı ne ölçüde etkileyecek bunu zaman gösterecek. Bu arada, borç tuzağı diplomasisinin en çok karşılık bulduğu Sri Lanka’daki Çin’in Hambantota incisi karşısında Madagaskar ile karşı önlem geliştirmiş olsa da Modi’nin Haziran 2015 tarihli Bangladeş ziyareti ile Hindistan’ın Chittagong Limanı’na doğrudan erişim sağlaması ise Çin’in inci dizisinden bir Chittagong incisini kopardığı yönünde bir algıya yol açmıştı.

Aslında Hindistan hükümetinin resmi politikası olan “Doğuya Bakış, Doğuya Hareket” politikasının veya genel Hint-Pasifik stratejilerinin gayriresmi bir isimlendirmesi olan Elmas Kolye stratejisinin bir başka kritik bileşeni ise Çin’in yumuşak karnı Viet Nam ile Hindistan’ın artan ilişkileri. Hindistan stratejik olarak Güneydoğu Asya’nın doğu kenarında konumlanan Vietnam’ı Çin’in güney yönünde genişlemesinin önündeki en büyük engel olarak görüyor. Hindistan ile Vietnam arasında 1994 yılında vücut bulan savunma anlaşması 2000 yılında stratejik tehdit algıları ile istihbarat paylaşımını içeren ortak bir işbirliği protokolü ile güçlendirilmişti. Ayrıca 2011 yılında Vietnam ile Güney Çin Denizi’nde petrol arama faaliyetleri gerçekleştirebilmek için ortak petrol arama anlaşması imzalanmıştı.

Vietnam’ın yanı sıra bölgede Güney Kore, Japonya ve Avusturalya ile savunma ilişkilerini geliştiren Hindistan’ın Japonya ile 2017’de başlattığı “Asya-Afrika Büyüme Koridoru” projesi ayrıca önemli. Amacı altyapıyı geliştirmek ve ekonomik büyümeyi hızlandırmak olan ortak girişimin ayrıca Yeni Delhi ile Tokyo’nun etkisini artırırken aynı zamanda Çin’in Afrika’daki nüfuzu ile mücadele etmek gibi kritik bir misyonu var.

Hindistan’ın hem dışarıdan hem de içeriden yaygın eleştirilere karşın yönetimde uzun bir cunta geçmişi ve etkisi görülen Myanmar ile ekonomik ve askeri ilişkilerini artırması da kritik önemde. Soğuk Savaş döneminde Hindistan ile Çin arasında bir anlamda eşit mesafede durmayı başaran Myanmar’ın 1988 yılındaki demokratik ayaklanmaları bastırdıktan sonra öncekinden daha fazla tecride zorlanması ile Çin’in burada askeri ve ekonomik varlığını hızla yoğunlaştırması Hindistan’ın korkularını tetiklemişti. Bölgedeki Çin müdahalesini önlemek ve aynı zamanda kendi kuzeydoğu sınırlarındaki gerilla hareketlerinde Myanmar’ın bir sığınak hâline gelmesini engellemek için Hindistan Myanmar’a olan ilgisini hep yüksek tutuyor. Çin nüfuzunun Myanmar’da genişlemesi Çinlilere deniz güçlerini Hindistan’ın deniz alanlarına yerleştirme ve sonunda Hindistan’ın doğu kanadını doğrudan tehdit etme potansiyeli taşıdığı için Hindistan açısından özel bir kaygı kaynağı. Güney Asya ile Güneydoğu Asya arasında bir kara köprüsü konumunda olan Myanmar Hindistan’ın problemli kuzeydoğusu ile Çin’in güneyini ayıran yaşamsal bir tampon bölge oluşturduğu için çok kritik bir stratejik alan. Örneğin Hint stratejik inanışına göre Çin Myanmar nüfuzunu tamamlarsa ve Myanmar Çin’in (bir çeşit Orta Krallık geleneğinde olduğu gibi) bir vasal devleti hâline gelirse Hindistan’ın kuşatması veya çevrelenmesi tamamlanacak ve üstesinden gelinemeyecek bir güvenlik ikilemini doğuracak. 2000’lerin başlarından bu yana Myanmar’ın Çin’e olan askeri bağımlılığını azaltmak için Hint Donanması’na yaklaşmaya çalışması üzerine Hindistan Myanmar’da Çin nüfuzuna karşı hamle yapmaya veya Çin ile bir tür kısasa kısas oyunu oynamaya başladı.

Çin’in Pakistan üzerinde etkisini artırması ile Gwadar Limanı avantajı ve Orta Asya çevresindeki güçlü nüfuzu karşısında İran kozunu kullanan ve her ne kadar yavaş gidiyor olsa da İran ve Afganistan ile Chabahar Limanı avantajını elde eden Hindistan, Çin’in artan Myanmar nüfuzu karşısında ise Myanmar’ın Sittwe Limanı’nın yeniden inşa edilmesine önemli ölçüde katkı sağladı. Hindistan’ın “Kaladan Çoklu Transit Taşımacılık Projesi”nin bir parçası olan Sittwe Limanı inşası ile elde ettiği altyapı kazanımlarının amacı kargo taşımacılığı için deniz, nehir ve karayolu ulaşım koridoru oluşturmak. Hindistan tarafından finanse edilen ve geçtiğimiz mayıs ayında açılışı yapılan limanın ticari bağlantıyı kolaylaştırması ve Hindistan’ın kuzeydoğu bölgesine bağlantı oluşturmak için alternatif yollar açması ile refah düzeyinde geri kalan sıkıntılı kuzeydoğu bölgesinin ekonomik kalkınmasını artırmaya yardımcı olacağı öngörülüyor.

Myanmar kıyısındaki Andaman Denizi’nin Çin için önemli bir enerji yaşam çizgisi olarak görülmesinin yanında Hindistan’ın da enerji gereksinimini karşılamak için Myanmar’a ihtiyacı var. Bu doğrultuda İran’ın Chabahar Limanı hamlesi ile ilk kez “kendi toprakları dışında” bir liman işleten Hindistan, ASEAN ülkelerine giriş kapısı olarak kendisi için stratejik ve ekonomik açıdan önemli bir ülke olan Myanmar’ın Sittwe Limanı’ndaki faaliyetleri devralması ile Çin’in Hint-Pasifik bölgesindeki Kuşak ve Yol Girişimi’nin dengelenmesi hedefleniyor. Myanmar hem Hindistan hem de Çin için jeo-stratejik önemde ve bu nedenle her ikisi de 2021 yılında Aung San Suu Kyi’nin sivil hükümetinin devrilmesinden bu yana askeri rejim ile bağlarını sürdürdü. İki ülke, ülkedeki politik zulüm ve gözaltılara rağmen Batı’nın yaptırımlarına uymadı.

Hindistan ve Çin arasındaki jeopolitik rekabete konu olan ve Hindistan’ın karşı eylem adımlarının anlatımı olan Elmas Kolye stratejisi yalnız suları kapsamıyor. Moğolistan’ı Hindistan’ın Doğuya Hareket politikasının ayrılmaz bir parçası olarak gören Modi, Çin’in hemen arka bahçesinde bulunan Moğolistan’ı ziyaret eden ilk Hindistan başbakanı. Modi’nin iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasının 60. yıldönümüne denk gelen ve ikili ilişkilerin stratejik ortaklığa yükseltildiği 2015 yılındaki tarihi ziyaretinde kararlaştırılan ve 1,2 milyar dolarlık Hindistan kredisi ile inşa edilecek olan Moğolistan’ın ilk petrol rafinerisinin ilk aşamasının bu yıl sonunda, kalan üç paketin de 2025’e kadar tamamlanacağı söyleniyor. İnşasına 2018’de başlanan petrokimya rafinerisi Moğolistan‘ın yakıt ihtiyaçlarını karşılaması ve Çin ile Rusya bağımlılığını sona erdirmesi bakımından oldukça önemli. Moğolistan, Rusya ile Çin arasında yer alan, denize kıyısı olmayan bir ülke. İki özelliği dikkat çekiyor: İlki, dış politikada bağlantısız yaklaşımı izliyor, ikincisi ise iki otokrasi arasında yer almasına karşın demokratik bir ülke. Daha da önemlisi, bakır, altın, nadir toprak maddeleri ve en önemlisi uranyum yataklarına sahip, maden açısından zengin bir ülke ve büyük bir alanda küçük nüfuslu bir ülke ve bu, çok sayıda boş arazi demek; yani Moğolistan’da kullanılmayan çok büyük miktarda arazi var ve Hindistan’ın tarım uzmanlığından yararlanma arayışında. Ayrıca geçtiğimiz yıl bir Hindistan savunma bakanının bu ülkeye yaptığı ilk ziyarete de tanık olundu. Moğolistan ile stratejik ortaklık her alanda derinleştirilmeye çalışılıyor. Şu anda Moğolistan ile Hindistan arasında direkt uçuşların kurulması için çalışan iki ülke, ticaret ve enerji güvenliği konusunda ikili ilişkileri geliştirmek için doğrudan hava bağlantısı sağlayabileceği bir “hava koridoru” kurma kararı da almıştı. Henüz bu konudaki ilerlemeye ilişkin herhangi bir güncelleme görülmese de koridor, Hindistan’ın 2017 yılında Kabil, Kandahar, Yeni Delhi ve Mumbai arasında kargo uçuşları için Afganistan ile açtığı iki hava koridorunun ardından ikinci bir hava rotası olacak.

Denize kıyısı bulunmayan bir diğer kara ülkesi Afganistan, Hindistan ve Çin çıkarlarının çakıştığı bir başka alan ve her iki ülkenin de Afganistan’ın ulusal kalkınma projeleri için önemli yatırımları söz konusu. Ancak Afganistan’ın kronikleşmiş istikrarsızlığı ve belirsiz geleceği noktasında Hindistan ve Çin’in ortak kaygılar beslemesi ile çıkarların örtüştüğü bir durum söz konusu olsa da iki ülkenin keskin görüş farklılıkları bulunuyor ve Çin’in Pakistan ile yakın ilişkileri ve Pakistan’ın Afganistan üzerindeki geleneksel etkisi düşünüldüğünde Hindistan denklemin diğer tarafını İran ve Afganistan olarak eşitlemeye çalışıyor. Ticaret ve yatırım projeleri için İran’ın Chabahar Limanı ile Afganistan’a doğrudan bağlantı sağlayan Hindistan, Afganistan’ı karayolu, demiryolu ve hava bağlantıları ile enerji boru hatlarının geçtiği bölgesel bir ticaret merkezi olarak öngören “Orta Asya’ya Bağlantı” politikası izliyor. Orta Asya, hidrokarbon rezervleri, nadir toprak mineralleri, uranyum yatakları, hidroelektrik potansiyeli ile potansiyellerle dolu bir yer ve milyonlarca tüketicinin olduğu bir pazar. Hindistan’ın 2012 yılında başlattığı bu politika Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin kara bileşeni olan İpek Yolu Ekonomik Kuşağı projesine yönelik bir karşı eylem stratejisi olarak gelişiyor.

Daha önce değinildiği üzere Hindistan hükümetinin resmi olarak izlediği ve birbiri ile bir biçimde bağlantılı olan ve özünde kendi güç projeksiyonu ile hareket alanı özgürlüğünü sağlamak amacıyla coğrafi konumu ile jeopolitik durumu bağlamında kendi etrafını güvence altına almayı hedefleyen “Doğuya Bakış, Doğuya Hareket, Orta Asya’ya Bağlantı” politikaları başta olmak üzere “Güneye Bakış (Hint Okyanusu), Batıya Bakış (İran, Körfez ülkeleri, İsrail, Suudi Arabistan başta olmak üzere Batı Asya ve Afrika) ve Kuzeye Bakış (Orta Asya ve Şanghay İşbirliği Örgütü)” ismi altında bölgesel politika kombinasyonlarının bir çeşit şemsiye anlatımı olan “Genişletilmiş Komşuluk” konsepti ya da bir anlamda toplu bir biçimde Hint-Pasifik stratejilerini ve hatta Hint Okyanusu’ndaki “ağ güvenlik sağlayıcısı” pozisyonuna temel sağlayan ve “Bölgedeki Herkes için Güvenlik ve Büyüme” anlamına gelen “Sagar” stratejisini içeren adımları ayrıca Elmas Kolye olarak betimleniyor. Ve bu betimlemenin sembolik belirtisi ise Hindistan’ın stratejik üsleri olan Singapur’daki Changi Deniz Üssü, Endonezya’daki Sabang Limanı, Umman’daki Duqm Limanı, Seyşeller’deki Assumption Limanı ve İran’daki Chabahar Limanı ile Hindistan’ın stratejik işbirliği yürüttüğü Moğolistan, Japonya, Vietnam ve Orta Asya üzerinden yansıtılıyor. Teorik bir değerlendirme olan Elmas Kolye anlatımı ilk olarak Hindistan’ın eski Dışişleri Sekreteri Lalit Mansingh tarafından Ağustos 2011’de bir düşünce kuruluşunda Hindistan’ın Bölgesel Stratejik Öncelikleri konulu konuşması sırasında dile getirildi. Amaç, “Çin çevresinde bir çevreleme bloğu oluşturmak”; nihai hedef, “Çin’in İnci Dizisini etkisiz hâle getirmek.”

Ancak Hindistan’ın Elmas Kolyesi, Çin’in İnci Dizisi ile karşılaştırıldığında zayıf görülüyor. Bu inanç eksikliği hiçbir yerde ASEAN bölgesinden daha belirgin değil. ASEAN üyeleri Hindistan’ın çoğu artısını kabul ederken aynı zamanda Hindistan’ın kararlılığından ve Çin’e rakip olma kapasitesinden kuşku duyuyor. Ve bu kuşkuların çoğu Hindistan’ın kötü şöhretli bürokrasisinden ve geçmişteki sözleri yerine getirememesinden kaynaklanıyor. Örneğin, İran’da Hint firmaları ülkenin sıkı yaptırımlar altında olması nedeni ile büyük zorluklar yaşadı. Hint firmalarının ikincil yaptırım riskine girmemesi için sürekli olarak geçici çözümler müzakere ediliyor. Çin aynı zamanda Hindistan’dan daha zengin. Hindistan’ın yetemediği birçok yerde Çin para koyabilir. Şu ana kadar Çin örneğin İnci Dizisi’nin yalnızca Afrika’daki kısmına yaklaşık 60 milyar dolar yatırım yaparken Hindistan’ın en büyük yatırımı ise 8 milyar dolar ile Chabahar Limanı’na oldu. Ancak bir yandan da Hindistan yetemediği boşlukları silah satışları ile doldurmaya çalışıyor. BrahMos füzelerinin ilk alıcısı olan Filipinler’in ardından Hindistan BrahMos füzelerinin ihracatı için aynı zamanda Endonezya, Vietnam ve Rusya’nın da aralarında olduğu 12’den fazla ülke ile görüşmelerde bulunuyor. BrahMos ses hızının yaklaşık üç katı hızda uçan dünyanın en hızlı seyir füzesi. 200 kiloluk savaş başlığı taşıyabiliyor ve karadan, denizden ve havadan fırlatılabiliyor. Silah satışlarının giderek daha belirleyici bir rol oynayacağı şaşırtıcı olmayacaktır. Ki silah satışı nüfuz satışıdır.

Görüş

İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

20 Haziran itibarıyla İsrail ile İran arasındaki karşılıklı hava saldırıları ikinci haftasına girdi ve her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Saldırıların şiddeti artıyor ve kısa vadede bir ateşkes umudu görünmüyor. Dahası, ABD açıkça İsrail’e destek vererek İran’ın füzelerini ve İHA’larını engelledi ve İran’a karşı doğrudan askeri müdahaleye hazırlanıyor. Başkan Trump, yalnızca İran’ı “tam teslim olmaya” zorlamakla kalmadı, aynı zamanda üç uçak gemisi filosunu Orta Doğu’ya göndererek İsrail-İran çatışmasını ikiye bir hâline getirme ihtimalini doğurdu ve Yugoslavya Savaşı benzeri bir senaryo—uzun süreli ve yoğun hava saldırılarıyla düşmanı yenme—ortaya çıkabilir.

Basra Körfezi, dünya petrol rezervlerinin kritik noktasıdır ve İran’ın hedef alınan başlıca noktaları nükleer tesislerdir. Bu durum, küresel petrol ve doğalgaz arzında kesinti riski yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda nükleer sızıntı ve yayılma riski de doğuruyor. Bu çatışma, bölgesel savaşlardan daha endişe verici ve dünya güvenliğini daha fazla etkiliyor. Askerî ve diplomatik ayrıntıların ötesinde, İsrail-İran karşılaşmasının haklılık ve haksızlık boyutlarını büyük tarih perspektifinden değerlendirmek gerekiyor.  Bu, kırk yılı aşkın süredir devam eden düşmanlığın ardından gelen son hesaplaşmayı işaret ediyor; yıllarca süren karşılıklı hakaretler, tehditler ve vekâlet savaşlarının sona erdiği bir nokta. Şimdi her iki ülke de doğrudan, yüksek yoğunluklu bir düelloya giriyor.

Öncelikle, İsrail’in ilk saldırgan taraf olması meşruiyetten ve adaletten yoksundur ve bu nedenle uluslararası kamuoyundan yoğun tepki görmektedir. Birleşmiş Milletler üyesi bir ülkenin, sadece İran’ın nükleer silaha yaklaşabileceği kuşkusuyla diğer bir BM üyesine savaş ilanı olmaksızın saldırması, açıkça uluslararası hukuku ve BM Anayasası’nı ihlal etmektedir. Bu, egemen bir devlete doğrudan saldırı, İran halkının temel insan haklarının çiğnenmesi ve modern hukuk düzenine karşı pervasız bir meydan okumadır.

Bu, İsrail’in başka egemen devletleri ihlal ettiği ilk örnek değildir. 1956’da İngiltere ve Fransa ile Süveyş Krizi’ni başlatmış, 1967’de Mısır, Suriye ve Ürdün’e önleyici saldırılar düzenleyip topraklar işgal etmiştir. 1981’de Irak’ın nükleer tesislerini bombalamış, 2007’de Suriye’deki reaktörü yok etmiştir. 2009–2012 arasında defalarca Sudan’da hedefler vurmuştur. İsrail, küçük toprak ve stratejik kırılganlık gerekçesiyle genellikle ilk saldırıyı yaparak askeri üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. Ancak bu yaklaşım, ülkesini adeta bir askeri devlet hâline getirmiştir.

Kuşkusuz, İsrail bu Arap ülkeleriyle düşmanlık veya ateşkes halindeydi ve bu ülkelerin hükümetleri İsrail’e düşmanlık besliyordu. Bazılarının savaş hazırlığı içinde olduğu da mümkündür. Ancak İsrail, mutlak askeri üstünlüğünü korumak ve kendi güvenliğini sağlamak için önleyici saldırılar düzenlemenin gerekçesi olarak sürekli olarak küçük toprakları, stratejik derinliğinin olmaması ve düşman güçler tarafından kuşatılmış olmasını göstermiştir. Gerçekte, İsrail 1948’deki kuruluşundan bu yana stratejik çıkmazını temelden aşamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri, askeri araçlara aşırı bağımlılığı ve savaşa olan derin bağlılığıdır. Bu durum, İsrail’i fiilen bir devlet kisvesi altında faaliyet gösteren bir askeri güç haline getirmiştir.

Bugün nükleer silaha sahip ve büyük bir üstünlüğü olan İsrail’in, İran’ın “nükleer silah edinme ihtimali” bahanesiyle saldırması, hem mantıksız hem de uluslararası ahlaka aykırıdır.

İsrail-İran çatışması, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın devamıdır. Her ne kadar bu savaş Hamas tarafından başlatılmış olsa da, kökeninde İsrail’in Filistin topraklarını uzun süredir yasa dışı olarak işgal etmesi ve sömürmesi yatmaktadır. İsrail, görünürde Hamas ve müttefiklerini yenmiş olsa da, asıl sorun hâlâ işgal edilen Filistin, Lübnan ve Suriye topraklarının iade edilmemesidir. Uluslararası hukuka göre, işgal altındaki halkların silahlı direniş hakkı, saldırıya uğrayan devletlerin ise meşru müdafaa hakkı vardır. Ortadoğu’daki çatışmaların temel meselesi budur ve İsrail’in yalnızlaşmasının nedeni de budur.

Bununla birlikte, İran da İsrail saldırıları karşısında tamamen masum sayılamaz. İsrail’in Arap topraklarını yasadışı işgali, temelde İsrail ile Arap devletleri arasındaki bir anlaşmazlıktır ve uluslararası kamuoyu büyük ölçüde Arap tarafının yanında yer almış ve İsrail’in işgal uygulamalarını tutarlı bir şekilde kınamıştır. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana İran, İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayı reddetmiş ve ne sınırı olduğu ne de toprak anlaşmazlığı bulunduğu bir ülkeye karşı düşmanca bir tutum sergilemiştir. Dahası, İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve İsrail’e karşı askeri mücadelelerinde Filistin’in sertlik yanlısı fraksiyonlarını sürekli desteklemiş ve böylece İsrail’in ulusal güvenliğine ve bölgesel istikrara ciddi bir tehdit oluşturmuştur.

Son yıllarda İran, uluslararası terörle mücadeleye katılımı ve Obama yönetimiyle yaptığı nükleer anlaşma sayesinde, nüfuz alanının fiili olarak tanınmasını sağladı. Böylece Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan “Şii Hilali”ni başarıyla oluşturdu ve “Tahran–Bağdat–Şam–Beyrut–Sana” eksenini kurdu. İran Devrim Muhafızları ve büyük Şii milis grupları Suriye’ye sızarak çok sayıda askeri üs kurdu ve İsrail’e doğrudan tehdit oluşturmaya başladı. Bu durum, İsrail’in defalarca Suriye’yi bombalamasına neden oldu—Suriye’nin karşılık verme niyeti vardı ama gücü yoktu—ve sonunda onlarca yıldır ülkeyi yöneten Esad rejiminin çökmesine yol açtı.

İran’ın Orta Doğu’daki çatışmalara—özellikle Filistin-İsrail ve Arap-İsrail ihtilaflarına—derinlemesine müdahalesi, uluslararası hukuk ilkelerine değil, pan-İslamcı ideolojiye dayanıyor. Bu ideolojiye göre, Müslüman ülkelerin işgal altındaki İslami toprakları ve ezilen Müslüman kardeşlerini kurtarmak gibi bir görevi vardır. Ancak geleneksel İslam hukuku, modern uluslararası hukukun yerini alamaz. Filistin, Lübnan veya Suriye’ye duyulan sempati de vekâlet savaşlarını başlatmak için bir gerekçe olamaz. Zamanla İran, yalnızca İsrail’in düşmanlarının ana üssü ve destekçisi olmakla kalmadı, aynı zamanda kendine de savaş ve yıkım getirdi. Uluslararası hukuk ve devletlerarası ilişkiler açısından bakıldığında, İran’ın İsrail tarafından saldırıya uğramasını “kendi hataları getirdi” demek pek de yanlış sayılmaz.

Özünde İran hükümeti gerçekten Filistin-İsrail ve Arap-İsrail çatışmalarını çözmek mi istiyor? Eğer öyleyse, İran BM kararlarına uygun olarak taraflar arasında müzakereyle çözümü desteklemeliydi; İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımalıydı, ilişki kurmasa bile. Eğer öyleyse, İran Arap ülkelerinin ortak duruşunu benimsemeli, “toprak karşılığı barış” ilkesini savunmalı ve İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarını geri vermesi koşuluyla egemenliğini tanımalıydı. Ama bunun yerine İran, Arap kolektif iradesini aşan bir hedef izledi, kendisini Arap ülkeleri adına öne attı. İran’ın Orta Doğu politikası, gerçekte Fars milliyetçiliğinin güdümündedir: Arap kayıplarını geri alma iddiası altında, Fars ve Şii kimliğiyle bölgesel siyaset sahnesinde söz hakkı ve etki elde etmeye çalışmaktadır.

Üçüncü husus, İsrail ve İran halklarının günümüzdeki acıları ve tarihî tercihleri. Savaş başladığında önce ve en fazla acı çeken hep halklardır. Ancak bu savaşın belki de en büyük anlamı, her iki ülke halkını uyandırıp hükümet politikalarını değiştirecek kolektif bir irade doğurup doğurmayacağıdır.

İsrail ve İran, farklı düzeylerde de olsa demokratik ülkeler sayılır; en azından yasal olarak, halk egemenliğine dayanan ve güçler ayrılığına sahip sistemlere sahiptir. Elbette aralarında ciddi farklar vardır: İsrail Batı tarzı çok partili bir demokrasidir; İran ise teokratik ve otoriter bir İslam Cumhuriyeti’dir. Ancak sonuçta her iki ülkenin yönetim sistemleri de halk iradesiyle şekillenmiştir. Bugünkü sonuçlara yol açan uzun süreli devlet politikalarının sorumluluğu yalnızca hükümetlere değil, halklara da aittir.

İsrail’in uzun süredir izlediği saldırgan ve yayılmacı politikalar, özellikle Yahudi halkının tarihî travmalarıyla ve güvenlik algısıyla bağlantılıdır. Yüzyıllar süren sürgün, soykırım tehlikesi ve zulüm, Yahudi toplumunun kültürel genetiğine işlemiş ve bu da onları komşu halkların haklarını görmezden gelecek kadar kendi güvenliklerine odaklanmalarına neden olmuştur. Bu, hükümetin işgal ettiği toprakları geri vererek barış sağlama yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşmasını engellemiş, tam tersine aşırı sağın yükselişine zemin hazırlamıştır.

Gazzelilerin milyonlarca kişiyle “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi”nde yaşamasına, 50 binden fazla Filistinlinin bir yılda ölmesine, açlık ve kan içinde yaşamasına rağmen İsrail halkı büyük ölçüde kayıtsızdır. İsrail’in işgal ettiği komşu topraklarla büyümesi, düşmanlıkları kalıcılaştırsa da halk bunu sorgulamak yerine sürdürmeye razıdır. Mevcut aşırı sağcı liderlerin kendi siyasi kariyerini kurtarmak için İran’a savaş açması ve karşılık bulması da halkta sadece korku ve daha sert misilleme isteği doğurmuştur; barış arayışı değil.

İran’da da iktidar düzenli değişse bile saldırgan dış politika değişmemektedir; çünkü halk bunu ya seçmekte ya da sessizce onaylamaktadır. 40 yıl önce İran halkı, yolsuz ve zalim Şah rejimini devirerek İslam Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak bu yeni rejim kısa sürede devrim ihracı uğruna Irak’la sekiz yıllık bir savaşa girdi ve neredeyse bir milyon insanın hayatına mal oldu. Fakat bu acı tarih halkı uyandırmak yerine, onları Fars milliyetçiliği, cihatçı şehitlik ve trajedi romantizmine daha fazla bağladı. İran halkı, hükümetin Arap komşularla ve dış dünyayla sürtüşmeler içinde yürüttüğü çatışmacı politikaları sürdürmesine göz yummaktadır.

Son birkaç on yılda Arap-İsrail ihtilafı köklü bir dönüşüm geçirdi. Süreç, Mısır, Ürdün ve FKÖ’nün İsrail’le barış yapmasıyla başladı; ardından Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkileri normalleştirmesiyle yeni bir evreye ulaştı. Orta Doğu’nun siyasi yelpazesi belirgin şekilde değişti; bölgede siyasetin ana teması artık barış, uzlaşı, iş birliği ve kalkınma yönüne kaydı. Ancak İran halkı hâlâ hükümetinin köhnemiş ve katı politikalarına körü körüne bağlı kalmakta, zorluklara, siyasi baskıya katlanmakta; ekonomik gelişme ve ulusal ilerlemeyi feda ederek “İsrail karşıtlığı” ve “İsrail’in yok edilmesi” sloganlarına sarılmakta; Arap topraklarını geri alma misyonunu kendine görev bilmekte; bu uğurda ABD ve Batı ile uzun soluklu, tüketici bir gerilim sarmalına girmeyi göze almaktadır. Bu gidişat, ülkeyi uçuruma sürüklemekte ve başkenti adeta insanların terk ettiği bir hayalet şehre çevirmektedir.

2500 yıl önce, İran halkının ataları Asya, Afrika ve Avrupa’yı kapsayan ilk büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kurdular. Ahameniş Hanedanı, çokkültürlü ve kapsayıcı bir yönetim anlayışı benimsedi. Bu hanedan, Babil’de 70 yıl köle olarak tutulan Yahudileri cömertçe özgürleştirmişti. Yahudiler, bu kurtuluş karşısında gözyaşları içinde Pers hükümdarı Büyük Kiros’u bir kurtarıcı olarak benimsediler. Yahudi prenses Ester, kimliğini gizleyerek saraya girdi, Kral Serhas’ın (Xerxes) sevgisini kazandı ve yüksek makamlarda bulunan amcası Mordehay ile birlikte düşmanları Amaleklileri yok ederek halkını korudu. Bu tarihî efsaneler, Yahudiler ile İranlılar arasında barış içinde bir arada yaşamanın parlak örneğidir.

Ancak modern çağda, İsrail ile İran neredeyse yarım yüzyıldır birbirine düşman hâline geldi. Bu, büyük bir ironi; iki ülkenin ve halklarının trajedisi; Yahudi ve Pers uygarlık tarihine aykırı bir sapmadır. Bugün sürmekte olan ve giderek şiddetlenen bu dolaylı savaş, sonucu ne olursa olsun kazananı olmayan bir çatışmadır. Dileğimiz; iki ülkenin karar vericileri ve seçmenleri, bu kan ve ateşten ders çıkararak politikalarını gözden geçirir, düşmanlıklarını terk eder ve Arap ülkeleriyle birlikte “toprak karşılığı barış” ilkesine sadık kalır.

Filistin meselesi, iki devletli çözüm temelinde ele alınmalı; Lübnan ve Suriye topraklarının müzakere yoluyla geri alınması hedefiyle İbrahim Anlaşmaları’nın kapsamı genişletilmelidir. Karşılıklı anlayış, kabullenme ve saygı temelinde İsrail ile İran arasındaki uzun süredir süregelen çatışma sona erdirilmeli; Orta Doğu, çatışma ve savaşın sarmalından tamamen kurtarılmalı; dünyada büyük ölçekli şiddeti geride bırakan diğer bölgeler gibi barış ve kalkınma yolunda ilerlemelidir. Böylece kaybedilen zaman telafi edilir, ertelenen kalkınma ve refah yeniden yakalanır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Rusya’nın Ukrayna’nın ardından Avrupa ülkelerini ‘işgal etmeye’ devam edeceği tezi, Avrupa siyasetini şekillendiren ana unsurlardan biri haline geldi. Kıta genelinde yükselen ‘Batı/NATO/AB karşıtı’ güçlere ve ABD’de Donald Trump iktidarının Rusya’yla git gelli barış arayışlarına rağmen, Avrupa’da ‘ana akım siyaset’ savaş hazırlıklarına son sürat devam ediyor. Bu kapsamda, Baltık ülkelerinden yeni bir hamle daha geldi. 

Litvanya, Letonya ve Estonya, ‘Rusya’nın artan tehditleri karşısında sivil halkın güvenliğini sağlamak’ amacıyla kitlesel tahliye planlarını ortaklaşa yürütme kararı aldı. Üç ülkenin içişleri bakanları, 13 Haziranda Vilnius’ta düzenlenen resmi törenle imzaladıkları mutabakatla, sınır ötesi tahliye sürecinde koordinasyonun sağlanmasını, bilgi paylaşımının hızlandırılmasını öngören kapsamlı bir işbirliği başlattı.

Planı “Açık prosedürler ve hızlı bilgi akışı hayati öneme sahip. Bu sayede kriz öncesinde ve esnasında paniğin önüne geçebilir, tedbirleri hızla uygulamaya koyabiliriz” ifadeleriyle tanımlayan Litvanya İçişleri Bakanı Vladislav Kondratovic, özellikle ‘geniş çaplı tahliyelerde’ bu birlikteliğin kritik bir rol oynayacağını savundu. 

Tahliye planında neler var?

Üç ülke, tahliye kapasiteleri, potansiyel tahliye koridorları ve sınır kapılarının durumu gibi bilgileri paylaşacak. Bu bilgiler, halkın güvenli ve hızlı biçimde taşınmasını sağlayacak şekilde kullanılacak. Aynı zamanda engelli, yaşlı, çocuk ve diğer hassas grupların tahliye süreçlerinde özel öncelik alacağı vurgulandı.

Mutabakatın temel hedefi, yayınlanan resmi açıklamada şöyle açıklandı:

“Baltık ülkeleri arasında kitlesel tahliyelere yönelik bölgesel işbirliğini güçlendirmek, ortak tahliye planları hazırlamak ve hızlı bilgi paylaşımıyla ortak zorluklara çözüm bulmak bu mutabakatın ana amacıdır.”

Şu an için imzalanan memorandumun açıklanmış bir bütçesi yok; resmi kaynaklarda herhangi bir harcama miktarı yer almıyor. Öte yandan, geçtiğimiz yıllara baktığımızda örneğin 2024’te Litvanya tek başına kitlesel tahliye altyapısı için yaklaşık 285 milyon euro ayırması bütçenin büyüklüğü konusunda bir fikir verebilir. 

Baltık ülkelerinin attığı bu adım ilk değil, son da olmayacak. Daha önce, halka savaşa hazırlık broşürlerinden, ülkelerdeki mezarlık kapasitesinin hesaplanmasına kadar ciddi savaş hazırlığı planları yapıldı. 

Bunların yanında, geçen ayın sonunda Belçika, Estonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Finlandiya ve İsveç’in içişleri ve sivil savunmadan sorumlu bakanları Brüksel’de bir araya gelerek Avrupa’nın sivil savunma kapasitesinin güçlendirilmesi çağrısında bulunmuştu.

Çağrıda, “sadece askeri değil, iç güvenliğin hazırlıklı olması, istikrarın sağlanması ve çeşitli krizlere karşı direnç geliştirilmesi gerektiği” vurgulanmıştı.

Zapad 2025’in öncesinde

Baltık ülkelerinin bu kararı, Belarus’ta Eylül ayında düzenlenecek olan “Zapad 2025” adlı Rusya-Belarus ortak tatbikatı öncesinde geldi. Moskova ve Minsk’in birlikte düzenlediği bu tatbikatlar, Batı tarafından her seferinde ‘yeni bir saldırının provası’ olarak değerlendiriliyor. 

Bu arada Belarus, tatbikatların ölçeğinin önemli ölçüde küçültüleceğini ve taşınacağını duyurdu. Bu kararın, NATO’yla gerilimi artırmanın önüne geçme amacıyla alındığı iddia edilse de, anlaşılan bu hamle gerilimi düşürmeye yetmiyor.

Sağlık sektörü de savaşa hazırlanıyor

Askeri yapılandırma hamleleri ve geniş çaplı savaşa hazırlık propagandasını, Avrupa’da sağlık sisteminin de ‘Rusya’dan gelen saldırılara’ karşı hazırlıklar takip ediyor.

Litvanya’da kimi hastaneler elektrik ve su kesintilerine karşı önlemler alıp helikopter pistleri inşa ederken, Estonya’da ambulans ekiplerine kurşun geçirmez yelekler ve uydu telefonları sağlıyor. Estonya ayrıca, 

Tahliye planları tartışılırken, Politico’da Doğu Avrupa’nın savaş hazırlıklarına dair dikkat çekici bir haber daha yayınlandı. 

‘Avrupa’nın sınır ülkeleri hastanelerini savaşa hazırlıyor’ başlıklı, Giedre Peseckyte imzalı haber, Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerin sağlık altyapılarını ‘kriz senaryolarına karşı’ seferber ettiğini aktarıyor. 

Peseckyte’nin haberde mikrofon uzattığı isimlerin açıklamaları, Avrupa’da siyaset ve toplumun savaş moduna nasıl hazırlandığı konusunda çarpıcı işaretler barındırıyor:

Estonya Sağlık Kurulu Başkan Yardımcısı Ragnar Vaiknemets: “Burada kötü komşularımız var: Rusya ve Belarus. Bu artık ‘saldıracak mı’ değil, ‘ne zaman saldıracak’ sorusudur.” 

Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk: “Cephe hattındaki ülkeler için hazırlık artık bir tercih değil, zorunluluktur.”

Norveç Sağlık Direktörlüğü’nden Bjørn Guldvog: “Savaş zamanı ihtiyaçlar, normalin üç ila beş katı olabilir.”

Riga’daki Pauls Stradiņš Klinik Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan doktor Rūdolfs Vilde: “Ebeveyn olan doktorların çoğu, çocuklarını ortada bırakıp savaşta çalışmak istemiyor.” 

Letonya Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Agnese Vaļuliene: “En kötüsüne hazırlanmamız gerek. Ama umarız hiç gerçekleşmez.”

Ancak, Rusya’nın ‘olası saldırısıyla’ ilk karşılaşacak ülkeler, askeri ve sağlık alanında oldukça yetersiz.  Estonya, Almanya’ya kıyasla kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısının yarısına sahip. Savaş çıkması durumunda çalışanların ülkede kalıp kalmayacağı ise belirsiz. Litvanya’da yapılan bir ankette, sağlık personelinin yüzde 25’i savaşta kaçacağını belirtmiş; yüzde 33’ü ise kararsız.  

Avrupa’da her 100 bin kişiye ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düşerken, savaş koşullarında bu sayı yeterli değil. Hastanelerin çoğu yalnızca 24-48 saat boyunca yüzde 150 kapasitede çalışabilecek donanıma sahip. Ancak buna rağmen Doğu Avrupa’da birçok hastane, bodrum katlarını ameliyathanelere dönüştürme planı yapıyor. 

Sivil katılım öne çıkıyor 

Savaş hazırlıkları ve tahliye planlarının yanında, Baltık ülkeleri bu yıl çok sayıda tatbikat düzenlemeyi planlıyor. Bu tatbikatların öne çıkan özellikleri ise, yaralı tahliyesi, acil müdahale gibi ‘sivil savunma’ başlıklarının öne çıkması. 

Bütün bu tablonun ortaya çıkardığı gerçek şu: Baltık ülkeleri, Rusya’yla savaşta silahlı kuvvetlerin yeterli olacağına inanmıyor ve bu nedenle halkın da doğrudan cepheye sürüldüğü yeni bir sivil-askeri seferberlik türü inşa ediliyor. Peki böyle bir durumda, Rusya gerçekten bu ülkelere saldırırsa, sivil/asker kayıpları arasındaki ayrım nasıl hesaplanacak? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil. 

Baltık bölgesi, Avrupa’nın doğu sınırı olarak savaşın ilk hedefi olacaklarına inandırılmış durumda. Bu ülkelerin yöneticilerine göre, olası bir Rus saldırısına karşı hazırlık artık yalnızca askerin değil, sivil halkın, doktorun, hemşirenin, itfaiyecinin, hastanenin, kısacası tüm toplumun görevi.

Baltık ülkeleri, ‘Rusya’nın saldırısı’ temelinde soyut bir tehdit senaryosuna göre hareket ediyor. Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Baltık ülkelerine saldıracağı fikri, şu an için bir kehanetten ibaret. Ancak, bölgede artan NATO askeri varlığı, bu senaryoyu ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ haline getirebilir. 

Kaynaklar

https://www.politico.eu/article/baltics-cross-border-evacuation-russia-lithuania-latvia-estonia-ukraine-military-eu/

https://www.politico.eu/article/eastern-europe-baltics-hospitals-wartime-preparation-health-care-russia-ukraine/
https://vrm.lrv.lt/lt/naujienos/baltijos-saliu-vidaus-reikalu-ministrai-stiprina-bendradarbiavima-civilines-saugos-srityje/

https://tvpworld.com/87266026/baltic-states-sign-pact-for-joint-evacuation-strategy

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Okumaya Devam Et

Görüş

Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ziyareti 23 yıl aradan sonra bir ilk oldu. Pazar günü yapılan bu ziyaret konusundapPek çok spekülasyon duyuldu; “Türkiye’ye açık bir mesaj” denildi örneğin. Bir süredir Hindistan’dan Türkiye’ye yönelik çeşitli boykot eylemleri görülüyor. Peki Delhi’nin bir nüfuzu var mı? Dürüst olmak gerekirse çok fazla değil. Ancak bu yazıda konuyu buraya çekmeye niyetim yok. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’e gerçekleşen terör saldırısının ardından mayıs boyunca da devam eden Pakistan ile çatışma sürecinde Ankara’nın İslamabad’a destek veren duruşunda bu kez kartlarını biraz açık oynaması doğal olarak Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yarattı. Türkiye-Hindistan ilişkilerini tartışmaya açtı.

Ancak Hindistan’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik oyunu yalnızca Türkiye’ye karşı bir hoşnutsuzluk siyaseti değil. Güney Kıbrıs ile etkileşim, Hindistan’ın daha büyük Akdeniz puzzle’ının bir parçası. 2023’te Yunanistan (40 yıldır bir Hint başbakanın ilk ziyareti) ve geçen yıl İtalya ziyaretlerinde bulunan Modi bu yıl Fransa’daydı ve Marsilya’da Hindistan konsolosluğunu açtı. Kanada’daki G7 görüşmelerinden önce Güney Kıbrıs’ta bulunan Modi dönüşte de Hırvatistan’a geçti. Bu bir Hindistan başbakanının Hırvatistan’a yaptığı ilk ziyaret ki Güney Kıbrıs ve Hırvatistan IMEC’te potansiyel ortaklar olarak görülüyor.

Güney Kıbrıs ziyareti, Türkiye-Pakistan işbirliğine bir tepki olarak çerçeveleniyor olabilir, ancak çok daha derin. Akdeniz’de önemli görülen Güney Kıbrıs’ın, 2023’te Delhi’deki G20 zirvesinde duyurulan ABD destekli Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru IMEC’in önemli bir bileşeni olması bekleniyor. Hindistan, Güney Kıbrıs ile daha yakın bağları IMEC’e destek olarak görüyor ve İsrail-Güney Kıbrıs enerji çıkarımının potansiyelini dikkate alıyor. Bu, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs (+ ABD) üçlü işbirliğine kadar uzanabilir ve ayrıca Güney Kıbrıs ve İsrail’in IMEC’i destekleyen deniz altı kabloları için elektrik sağlamasına izin verebilir.

Türkiye ve Hindistan ilişkilerinin başlangıcı iyi olsa da ne yazık ki doğası her zaman karmaşık oldu. İlişkilerin ticari, turizm ve kültürel ayakları gelişme gösteriyor. Ancak aynı şey daha önemli olan siyasi ayak için ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hint Müslüman liderlerin -daha sonra Hindistan Ulusal Kongresi tarafından da desteklenen- Hilafet Hareketi ve Hint Müslümanların Milli Mücadele’ye maddi yardımı gibi başlangıç dönemindeki iyi niyetin çoğu Hindistan’ın 1947’deki bölünmesinden sonra ne yazık ki Hindistan’a değil Pakistan’a aktarıldı ve günümüzde bu örnekler yalnızca Delhi ile ilişkileri romantize etme görevi görüyor. Açıkçası 2000’lerin başında Başbakan Bülent Ecevit, Hindistan’a özel bir sempati besleyen ilk ve tek liderdi. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ilişkilerde “sıcak” havanın estiği bir istisnaydı.

Bu istisna dışında Türkiye siyaseti büyük çoğunlukla Pakistan ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde gelişti. Hindistan siyaseti ise Türkiye’yi Pakistan prizmasından gördüğü bir düzlemde. Şurası açık: Yeni Delhi Ankara’nın İslamabad ile yakınlık kurmasından hoşlanmıyor. Özellikle savunma alanında. Bu arada bu ikilem yalnızca Ankara için geçerli değil, hemen her Müslüman ülke aynı ikilemle karşı karşıya. Ancak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Pakistan ile ilişkilerini bir şekilde yumuşattı. Daha da fazla hoşnutsuz olduğu şey, Ankara’nın özellikle Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası platformlarda Keşmir konusunu gündeme getirmesi. Hindistan buna karşılık Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs ile daha yakın bağlar kurdu. Ayrıca, Suudi Arabistan ve BAE ile ortaklıklarını derinleştiriyor. Tüm bunlar Delhi tarafından Ankara’ya yönelik bir “karşı strateji” geliştirme çabası olarak sergileniyor. Yeni Delhi Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için Ankara’ya stratejik olarak karşı koyma planları yapıyor olabilir, ancak yanıbaşında Çin gibi devasa dişli rakibine karşı kendini garantileyebilir ve sürdürülebilir bir düzlem oturtmadan uzak coğrafyalara uzanan strateji planlamalarının başarı ve sürdürülebilirliği gerçekçi değil. Yani bizdeki amiyane tabirle boyundan büyük işlere kalkışmak sözü buraya uygun.

Bu arada, Türkiye’ye yönelik eleştiriler -her zamanki gibi- yüksek sesle dile getirilirken Çin söz konusu olduğunda dikkat çekici bir sessizlik var. Ya da stratejik bir sessizlik demeliydim. Bu çifte standardın ardında daha derin bir jeopolitik ve ekonomik gerçek yatıyor. Hindistan özellikle endüstriyel ekosistemi için Pekin’e fazlasıyla bağımlı. Bağımlılık o kadar derin ki Çin ile -özellikle ticaret kısıtlamalarını içeren- herhangi bir çatışma, Delhi’nin üretim ve elektronik sektörlerinin büyük bir bölümünü felç etme riski taşıyor. Bu ekonomik bağımlılık Hindistan’ın daha güçlü ve vazgeçilmez bir oyuncu olan Çin’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken sembolik olarak karşı karşıya gelmesi daha kolay olan Türkiye’yi neden hedef aldığını açıklıyor. Ki Delhi’nin Pekin konusundaki sessizliği rastlantısal değil, hesaplanmış bir durum; ekonomik kısıtlamalar, stratejik zaaflar ve küresel tedarik zincirlerinin acil gerçekleri dikkate alınarak hesaplanmış bir durum.

Gerçekçi bir bakış açısıyla -romantizm gözlüğünü takmadan- şu açıkça söylenebilir: Ankara, Keşmir ve Pakistan’a yönelik politikasını değiştirmediği sürece, yakın gelecekte ikili ilişkilerin çok fazla iyileşmesi pek olası görünmüyor. Normal koşullarda, ortak kültürel bağlara sahip iki dost ülke arasındaki büyüyen işbirliği pek kaygı yaratmayabilir. Ancak giderek daha görünür hale gelen Ankara ile İslamabad arasındaki yakınlık, Pakistan ile Hindistan arasındaki artan gerginliklerin ortasında şekilleniyor. Türkiye için Pakistan ile ilişki kurmak, Hindistan ile bağların pahasına olmak zorunda değil. Ancak Hindistan ve Pakistan’ın her birinin diğerinin dış ilişkilerini sıfır toplamlı bir rekabetin parçası olarak algıladığını unutmayın. Delhi’nin algısı, Türkiye’nin Pakistan’ı yalnızca diplomatik olarak desteklemekle kalmayıp aynı zamanda bölgesel askeri dengeyi etkileyecek şekilde savunma kapasitesini önemli ölçüde güçlendirdiği yönünde. Ankara’nın mevcut politikası Hindistan’ın mevcut algısını güçlendiriyor.

Burada Hindistan ve Pakistan arasındaki oyunun büyük etkisi var. Oyun şöyle: Pakistan belirli bir Müslüman çoğunluklu ülkeyle ilişkiler kurmada daha aktif olduğunda, Hindistan o ülkenin rakibiyle daha fazla etkileşime giriyor. Burada asıl söz konusu olanlar: Türkiye-Yunanistan ve Azerbaycan-Ermenistan. Pakistan Türkiye ve Azerbaycan’a ne kadar yakınlaşıyorsa, Hindistan da Yunanistan ve Ermenistan’a o kadar yakınlaşıyor. Hindistan için denkleme aynı zamanda Güney Kıbrıs ve İran’ı da dahil edin. İsrail’i de unutmamak gerek. Delhi’deki birçok kişi, örneğin, Hindistan’ın İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail’e hızla ulaşarak yakın savunma ve stratejik ilişkiler aramasını, Ankara’nın Pakistan, Bangladeş ve Maldivler ile olan savunma ilişkilerine bir tepki olarak açıkladı.

Yeni Delhi, Üç Kardeş İttifakı olarak nitelenmeye başlayan Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan’ın Hindistan’a meydan okumak için birlikte çalıştığını düşünüyor ve bu jeopolitik koalisyonun yükselişinden kaygı duyuyor. Son Hindistan-Pakistan çatışmasında İslamabad’a Türkiye’den çok daha sert bir retorikle açık diplomatik desteğini sunan ülkenin Azerbaycan olduğu bilinmeli. Ki Delhi, Ermenistan ordusunu güçlendiriyor ve bu Bakü’yü kızdırıyor. Yeni Delhi, Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan arasında oluşturulan üçlü yarı ittifaka diplomatik olarak karşı koymak için İran ve Ermenistan ile yakın çalışma yoluna gitti. Her iki ülke de bu oluşumdan kaygı duyuyor. Erivan, Bakü ile yıllardır süren bir toprak mücadelesi veriyor. Tahran, İran’da yaşayan milyonlarca Azeri nedeniyle Bakü ile gerginlik yaşıyor ki onların Azerbaycan ile yakın kültürel bağları var ve İran, Bakü’nün bu bağları ayrılıkçı hareketleri desteklemek için kullanacağından korkuyor.

Hindistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Ermenistan ve İran ile yakın bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Gergin ama düşmanca olmayan Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri zaman geçtikçe daha da kötüleşebilir. Modi bloklar oluşturuyor. Türkiye Pakistan’ı Hindistan’a karşı açıkça desteklediğinden Yunanistan’a mesaj göndermek için Güney Kıbrıs’ta. Güney Kıbrıs, Yeni Delhi’nin güvenilir dostu olarak görülüyor. Hindistan, Kıbrıs sorununa bir çözüm olarak BM Kararlarına dayalı Rumların önderliğinde iki bölgeli iki toplumlu bir federasyonu destekliyor. Modi’nin Keşmir konusunda BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelmesi ancak Kıbrıs konusunda BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk yoluyla çözülmesini savunması tuhaf bir ikiyüzlülük.

Türkiye ve Pakistan iyi niyeti besleyen doğasıyla köklü kültürel bağları paylaşmaya devam edecek. Buna karşın Ankara’nın bölgesel anlaşmazlıklarda açık bir “hizalanma” sinyali vermekten kaçınacak şekilde eylemlerini kalibre etmesi gerekiyor. Ki ölümcül bir çatışmada açıkça taraf seçmek kısa vadeli dayanışma sağlayabilir ancak özellikle ticaret, diplomasi ve çok taraflı forumlarda Ankara’nın özlemlerine uzun vadeli zarar verebilir. Yükselen bir ekonomik ve politik güç olarak Hindistan, Asya’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın BRICS gibi platformlara katılımı veya Küresel Güney ile bağları genişletme konusundaki ilgisi, Yeni Delhi ile yapıcı bağlardan yararlanır.

Doğrusu Hindistan Türkiye ile bağlarını güçlendirmeye çalışıyordu. Ve açıkçası depremden sonra iyi niyet göstergesi olarak sunduğu Dost Operasyonu’nun ardından ilişkilerin özellikle siyaseten güçleneceği yönünde büyük bir beklentiye girmişti. Yeni Delhi İslamabad ile son çatışmasındaki Ankara tutumunu, “Hindistan’ın dostluğunu reddetti” olarak algıladı. İnsani yardımın sürekli dile getirilmesi hoş bir davranış değil ayrıca. Ve devletler büyük çoğunlukla rasyonel varlıklardır ve doğal olarak onlardan minnettarlık duygusuyla değil, çıkar güdümlü politika geliştirmeleri beklenir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi bölgesel anlaşmazlıklarda ve duyarlılıklar noktasında “stratejik gizem” belki daha doğru bir yaklaşım tarzı olabilir.

Romantizme gerek yok, özellikle 2019’dan bu yana ikili ilişkiler ciddi düşüşte ve ufukta sürpriz bir sıçrama da olası görünmüyor. Zaten muazzam değildi, diye de düşünenler olabilir tabii.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English