Görüş
Ayakları yere sağlam basan ekonomi

Türkiye, on ay gibi kısa bir zaman zarfında iki önemli seçimden de şüpheye mahal bırakmayacak biçimde, demokrasi sınavından geçerek çıktı. İlk seçimden çıkan sonuç; (ekonomiden dış politikaya güvenlik ve küresel meselelere dair ortak bir güç bildirgesinin ortaya konulduğu) netlik beklentisi olurken; ikincisinden çıkansa ekonomik zorluklar ve depremin gecikmiş etkileriydi…
Yerel seçimlerde iktidar bloğu partilerin önemli düzeyde oy kaybederek, ana muhalefet partisi CHP’nin 1977’den bu yana ilk kez oyunu bu denli artırmasının arkasındaki belirleyici güç, hali hazırda ilgili partiler tarafından araştırılıyor. Ancak ağırlıklı nedenin yukarıda belirttiğim üzere ekonomi olduğu söylenebilir. Adıyaman gibi 6 Şubat depreminden etkilenen illerimizde halkın büyük çoğunluğunun konteynerlerde yaşamını sürdürüyor olması tepki oylarına neden olmuşken, büyükşehirler dışındaki küçük ilçelerimizin çoğunda oy sayısının emekli sayısının bile altında kalmasıysa genel ekonomiye dair bir protestodur.
Büyükşehirlerimizde iktidar partisinin 2019’daki oylarının çok altına inmesinin arkasındaki ekonomi dinamiği sadece emekli maaşları olmayıp, ücretliler açısından da yaşam koşullarının artan enflasyon nedeniyle giderek altından kalkılamaz hale gelmiş olmasıdır.
Seçim sonuçları kısmını fazla uzatmadan şu konuları sıralamak isterim. Genel seçimde uygulanan en popülist seçim ekonomisi unsuru EYT olup, 2022 yılında toplam emekli sayısı 13 milyon 933 bin kişiyken Ocak 2024’te bu sayı 16 milyon 98 bin kişiye yükselerek, aktif/pasif oranını 1,64’e düşürdüğü gibi seçmenin de yaklaşık yüzde 26’sını oluşturmuştur. Çoğu göç veren il ve ilçelerde seçimlerde seçmenin yüzde 20’den fazlasını emekli oluşturmuştur. (En düşük emekli maaşı 10k olup, asgari maaşın yaklaşık üçte ikisi kadardır. Bu oran 2003’te asgari maaşın 1,5 katıydı)
Asgari maaş zamları son yıllarda özel kesim temsilcileri tarafında önemli bir tartışma konusu olmuş ancak diğer taraftan hem son açıklanan açlık sınırına yakınsamış hem de büyükşehirlerdeki tek odalı dairelerin bile kirasını karşılayamaz hale gelmiştir. Üstelik toplumun genelinin özel sektörde bu orana yakınsayan maaşları aldığı bilinmektedir.
Seçim belirsizliği geride kaldı; artık yeni şeyler söylemek lazım!
31 Mart’tan önce kendine elverişli zemin bulan spekülatörler devreye girmiş; döviz kuru üzerinde TCMB’nin rijit faiz artışına karşın belirli bir momentum oluşturmayı başarmıştı. Ancak seçimin hemen ardından gerek Sn. Cumhurbaşkanı gerekse de Sn. Yılmaz ve Şimşek’in art arda verdikleri OVP’da kararlılık mesajları şimdiden kur tarafında piyasayı yatıştırmış gözüküyor. Diğer taraftan Goldman Sachs, Deutsche Bank ve Wells Fargo gibi yabancı yatırım kurumlarından gelen piyasa, dış basından gelen seçim yorumlarının genel olarak olumlu olduğu söylenebilir.
Aslında Haziran 2023’ten itibaren Ortodoks ekonomi politikalara geçişle beraber, daha önce Türkiye ekonomisine mesafeli yaklaşan pek çok yabancı ekonomist hatta spekülatörün dahi görüşlerini pozitife evirdiğine şahit olmuştuk. Örneğin daha önce Türkiye ekonomisine dair olumsuz görüşleriyle tanınan İngiliz ekonomist ve Bluebay Varlık Yönetimi Gelişen Piyasalar Kıdemli Stratejisti Timothy Ash, Harici’de gazeteci Esra Karahindiba’ya verdiği röportaj, bu bağlamda dikkat çekicidir.
Fakat tüm bu olumlu görüşlere karşın son haftalarda tahvil ve hisse gibi Türk lirası varlıklardan bir çıkış olduğu gözlemleniyordu. Bunun da belirleyicisinin yerel seçimin yaratmış olduğu belirsizlik olduğu söylenebilir. Yerel seçimin doğrudan ekonomiye bir etkisinin olmayacağının bilinmesine karşılık, Türk lirası varlıklarına bu tavrın alınmasındaki dip dalga esasında ekonomi politikalarında son yıllarda sıklıkla değişikliğe gidilmiş olmasıydı.
Ancak seçimin atlatılması ve ekonomik programın kararlılıkla devam ettirilmesi halinde bu anlayış giderek etkisini yitirecektir diye düşünüyorum.
Bütçenin giderler tarafında yapılacak bir şey var mı?
Seçim öncesinde ortaya çıkan spekülasyonlar daha ziyade döviz kuru ve servet vergisi gibi ekstra yükümlülükler üzerinden şekillenmişti. Diğer taraftan bütçenin giderler kısmı çok fazla konuşulmamıştı. Bu konudaki ilk söylemin de seçimin hemen ertesinde Ekonomi Bakanı Sn. Şimşek’ten geldiğini gördük.
Dolayısıyla söylenecek yeni mevzuların başında; bütçenin gider tarafı olduğu düşünülüyor. Ancak lüks araba ya da temsil gideri olarak ifade edilen bu tarz harcamaların tutarının ne yazık ki amiyane tabiriyle devede kulak kaldığını, vatandaşa belki bir miktar moral sağlamanın dışında ekonomiye önemli bir katkısı olabileceğini düşünmem. Zira burada EYT başta olmak üzere seçim harcamaları (yönetilen yönlendirilen fiyatlar da dahil) ve 2024 yılı bütçesinden sosyal yardım ve desteklere 497 milyar lira kaynak ayrılması gibi noktalar mevcuttur. Özetle her ne kadar enflasyonun etkisiyle vergi gelirleri artış kaydetmiş olsa da diğer taraftan deprem başta olmak üzere seçimlerin de desteklediği artan harcamalarla oluşmuş bir dengesizlik…
Gelirler tarafındaysa çözüm yeni vergi midir?
Servet üzerinden konulacağı düşünülen ilave vergilere gelince; vergi tahsilatının yüzde 65’lik kısmı harcamalar üzerinden tahsil edilen dolaylı vergilere dayalı. Ayrıca servet üzerinden tahsil edilen vergilerin toplam içindeki payı ise sadece yüzde 3 civarında. Bu aralar, kira mükelleflerinden vergi tahsil edilmesine yönelik bir çalışma var ancak yüzdesel olarak bakıldığında ve son yıllarda yurtdışına konut yatırımının artış kaydettiği düşünüldüğünde önemli bir katkısı olacağını düşünmem.
Özetle maliye tarafında zaten deprem gibi zaruri harcamalarla bozulmuş olan dengenin mevcut vergi sistemiyle onarılması bir hayli zor gözüküyor. Ya da araba markalarının değişimiyle…
Dolayısıyla bu bağlamda söylenecek asıl yeni söz; vergi sisteminin yapısal bir dönüşümden geçmesiyle mümkün olabilir.
Mevcut ekonomik programda hali hazırda en işlevsel kısım TCMB’nin yürüttüğü para politikasıdır. Burada amaç, paranın fiyatı olan faizi yükselterek, parasal aktarım mekanizmasıyla bir tür sıkılaşma yaratmaktır. Bunlar mevduat, kredi, döviz kuru, varlık fiyatları ve beklenti olarak sıralanabilir.
Türk ekonomi tarihi incelendiğinde en sıklıkla görülen anomalinin kur üzerinden şekillendiği ve belki Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi hiperenflasyon yaşanmadığı ancak kontrollü dönemlerde bir gecede yapılan devalüasyonlar, günümüzde ise sert bir biçimde yukarı çıkan kurla milli paranın değer kaybına uğradığı görülmektedir. Dolayısıyla ülkemizde kur kırılganlığı yüksek ve büyük oranda beklentiye dayalı şekillenmektedir.
Nitekim Haziran 2023’ten önce makro ve mikro ihtiyati programlar eşliğinde KKM enstrümanıyla kontrol edilen döviz kurunun, ardından yoğun bir sıkı politikaya geçilmesine karşın önemli ölçüde değer kaybederek, amaç enflasyonla mücadele edilmesi olmasına karşın, geçişkenlik göstererek fiyat artışlarına katkı sağladığı da görülmektedir.
Diğer taraftan BDDK haftalık verilerine göre 29 Mart haftası toplam TL mevduat 8,7 trilyon lira seviyesindeyken, KKM + yabancı para mevduat toplamının 9 trilyon liradan fazla olması gerçek dolarizasyonun yüzde 50’nin üzerinde olduğunu göstermektedir.( IMF yüzde 30’un üzerindeki bir dolarizasyonun çok yüksek olduğunu ifade etmektedir. )
Diğer parasal aktarım mekanizmaları yoluyla amaç büyük ölçüde iç talebin baskılanarak, ekonominin soğutulması olup, bu kısımda da dikkat edilmesi gereken tarafın PPK metinlerinde de ifade edildiği üzere tasarrufların reel anlamda değerlenmiş Türk lirasına gidiyor oluşudur. Aksi halde enflasyonda durgunluk nedeniyle oluşacak fiyat artışındaki azalış hızı, döviz kurunun enflasyona geçişkenliği nedeniyle sekteye uğrayarak, stagflasyona neden olabilir.
Kur kırılganlığın asli nedeni zaman içerisinde kronikleşmiş hale gelen cari açıktır. Turizm gelirlerindeki artışa karşılık, yıllar içerisinde yüksek seyreden dış ticaret açığının nedeniyse ithal bağımlılığıdır.
Yıllar içerisinde rekorlar kırarak, büyük bir hacme ulaşan ihracata karşılık; ithal girdi bağımlılığı özellikle enerji ve emek yoğun sektörlerde kendini önemli düzeyde göstermektedir.
Neoliberal büyüme bakışı daha fazla kırılganlık ve eşitsizlikle büyüme yarattı!
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Dünya Bankası’nın gelişen ülkelere dikte ettiği program daha fazla büyümeydi… Ancak zaman içerisinde Çin hariç dünyanın diğer gelişen bölgelerinde görüldü ki küreselleşme, bu ülkelerde iki önemli sonuç ortaya çıkardı: İlki dünyada ücretlerin ve döviz kurunun üzerinde yaratılan baskı, ikincisiyse dünyadaki özellikle 1990’lı yılların başından itibaren hızı artarak büyüyen likidite genişlemesi ve sermaye hareketlerinin, özellikle bu ülkelere sağladığı kısa vadeli yabancı kaynakların oluşturduğu kırılganlık oldu. Dolayısıyla üretimden çok finans sektörü aracılığıyla büyüme gelişen ekonomilerde adaletsiz gelir dağılımının da yolunu açmış oldu.
Günümüzde teknolojik dönüşüm, kırsaldan kente imalat yapmak üzere kurulan emek yoğun sektörlerin refah yaratacağı inancını yıkmaktadır. Bunun yerine eğitimli, yüksek vasıflı ve teknolojik becerileri olan kişiler, hizmet sektörlerinde kendilerine bir alan açabilmekte, eğitim konusunda vasıflı olmayanlarınsa gelirden aldıkları pay düşüş kaydetmektedir.
Teknoloji ilerliyor, tedarik zincirleri değişiyor ve siyasi gerilimler ticaret kalıplarını yeniden şekillendiriyor. ABD’de Trump’ın seçilmesi, Rusya-Ukrayna Savaşı ve Çin rekabetinden sarsılan Avrupa ekonomilerine ilave ticaret tarifeleriyle büyük bir gelir kaybı yaşatabilir. Gelişen ülkeler tarafındaysa sanayileşmenin bir zamanlar sağladığı mucizevi büyümeyi hâlâ sağlayıp sağlayamayacağına dair şüpheler artıyor. Dünya nüfusunun yüzde 85’ini (6,8 milyar insan) barındıran gelişmekte olan ülkeler için bunun sonuçları derindir.
Türkiye kısa vadede enflasyonu düşürmek için ilk etapta portföy akımlarını çekmeyi önceleyecektir.
Mevcut programın kararlılıkla devamı Türkiye’nin kredi notlarının artırılması, CDS risk priminin düşmesi gibi olumlu değerlendirmeleri beraberinde getirecektir ancak yabancı sermayenin gelebilmesi sadece ülkemizdeki sıkılaşmanın dozuna değil, diğer taraftan küresel koşullara da büyük ölçüde bağlıdır.
Küresel finansman koşullarına bakılacak olursa; dikkatler başat merkez bankası Fed ve ECB’nin gevşeme adımlarına çevrilmektedir. Fed’in Haziran sonu itibariyle en az iki en fazla üç faiz indirimine gitmesi şu anda kuvvetli bir beklenti dahilindedir. ECB’nin ise son alınan enflasyon oranlarına ve oluşan ekonomik durgunluk neticesinde daha erken bir faiz indirimine gitmesi olasılık dahilinde bulunmaktadır. Tüm bu koşullar rijit bir biçimde faizi yükseltip, kur istikrarını sağlamış Türk lirası varlıklara yönelimi beraberinde getirebilir ancak geçmişte olduğu gibi bu akımın hacimli olması için yurtdışı swap kanallarının açılması gerekebilir. Bu durum borsa ve Türk lirası varlıklarda yabancı payını arttıracağından, durgunluk açısından elzem olmakla birlikte, kırılganlıklarımızı da baki bırakmaktadır.
Diğer taraftan dünyada soğuk para dediğimiz doğrudan yabancı sermayenin gelişiyse hem siyasi faktörlere hem de artık teknolojik dönüşüme bağlıdır. Günümüzde Orta Doğu’daki sermayenin bile artık markalar (futbol kulüpleri, formula yarışları…) ve teknoloji ya da yeşil dönüşüm bağlamında değerlendirildiği bir fauna mevcuttur.
Dolayısıyla ekonomide zorlu geçecek önemli bir sürece girmiş bulunmaktayız ancak faturanın hangi kesime çıkacağı henüz belli değil.
Son aylarda rekor seviyede artan iç tüketim talebini düşürmek, uygulanan enflasyonla mücadele politikasının birincil amaçlarından olup, kredi kartı gibi ödeme sistemlerinin daha da sınırlandırılması ve asgari maaş artışlarının da ikiden bire indirilmesi gibi bir takım önlemler, aynı zamanda sabit gelirli kesimin var olan geçim yükünü daha da artıracaktır.
Ancak iç tüketim talebindeki artışın ana nedeninin de enflasyon beklentisi olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla acı reçetenin faturasının sadece bir kesime çıkarılması hakkaniyetli olmayacak bilakis toplumun tüm paydaşlarının bu beklentiyi rasyonele döndürmek açısından kendi sorumluluğunu yerine getirmesi sosyoekonomik dengenin tesis edilmesinde bir başarı hikayesi oluşturacaktır.
Enflasyonu düşürmek aslında bir amaç değil zorunluluk olup, ülkemizi küresel zeminde üst noktalarda rekabet edebilir hale getirmek adına amaç edinmemiz gereken bütüncül alanlar; hukuk, vergi ve ekonomi tarafındaki yapısal dönüşümlerdir. Aksi halde şimdilerde olduğu gibi güçlü ama ekonomik açıdan kaygan bir zeminde konumlanmaya devam edebiliriz.
Görüş
Küresel savaş ekonomisinin aleni beyanı: Lahey’deki NATO Zirvesi Sonuç Bildirgesi

Arnavutluk, Belçika, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Yunanistan, İzlanda, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Karadağ, Kuzey Makedonya, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve İsveç… Kuzey Atlantik İttifakının (NATO) üye ülkelerini tek tek yazmamın sebebi, her birinin Lahey’deki NATO Zirvesi kapsamında varılan mutabakatla ciddi bir malî yük altına girecek olmaları. Hemen hatırlatmakta fayda var; coğrafî olarak NATO’nun açılımı Kuzey Atlantik’i kapsar gibi görünse de, Japonya, Avustralya, Güney Kore ve Yeni Zelanda’yı da içeren bir grup Asyalı müttefik ülke de bu ittifakın toplantılarında hazır ve nazır bulunur. Ancak bu sefer Japonya Başbakanı Şigeru İşiba’nın toplantıya katılmaması dikkat çekti. Yeni Zelanda Başbakanı Christopher Luxon ise Lahey’deki zirveye katıldı. Gerçi bu ülkeler NATO’nun bu kararından malî açıdan etkilenmeyecek, ancak Pasifik Havzası’nda yaşanan gerilimler sebebiyle zaten savunma harcamalarını artırıyorlar. O bölgede ABD’nin doğal müttefikleri ve Washington için en az Avrupalı müttefikler kadar önemliler.
BİR YANDA EKONOMİK DURGUNLUK
ÖTE YANDA YAPISAL SORUNLAR VARKEN…
Gelelim zirveden çıkan sonuçlara ve bunun Avrupa’da yaratacağı dönüşüme… NATO zirvesinin sonuç bildirgesi, yeni bir silahlanma seferberliğinin ve ‘hızlandırılmış’ bir soğuk savaşın habercisi. Aslına bakarsanız, bu ilk adım değil, Avrupa Birliği (AB) bu zirvenin öncesinde ilk adımı atmıştı. ABD’nin baskıları ve ‘kendi savunmanız için pamuk eller cebe’ uyarısının ardından AB Komisyonu’nda alınan kararla, ‘Hazırlık 2023’ planı yürürlüğe girmişti. Beş yılı kapsayan bu planın Avrupa halklarına maliyeti 800 milyar Euro olacak. Gerek ABD yönetimi gerek NATO bürokrasisi bu karardan dolayı pek memnun. Avrupa’daki savaş kışkırtıcıları da… Aynı şeyi gerek AB üyesi ülkelerin bazıları ve geniş halk kesimleri için söylemek ise pek mümkün değil. Her ne kadar, AB’nin şahinleri bu plan sayesinde AB ekonomilerinin artan savunma harcamalarının etkisiyle durgunluktan çıkacağını iddia etseler de… Zira pandemiye kadar Avrupa ekonomileri sermaye birikimleri ve sanayi altyapılarıyla durumu idare etmeye çalıştılar, ancak sonrasında yapısal sorunları sebebiyle bu rekabette geride kaldılar ve toparlanmaları hiç de kolay görünmüyor.
Şu bir gerçek ki, ‘Hazırlık 2023’ zaten ciddi bir sorun olan kamu borçlanma oranlarını artırarak finanse edilecek. Yani kısa vadede ekonomide bir hareket yaratsa bile ileride büyük bir maliye politikası sorunu olarak başa bela olacak. Üstelik Ukrayna-Rusya savaşından bu yana hammadde ve enerji tedariki her zamankinden daha pahalı ve sadece Rusya ile olan ticari ilişkilerin bitmiş olması bile ödedikleri çok ciddi bir bedel! Ancak, savaş ekonomisinde direteceklerini ve olası savaşlara sebep olacaklarını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.
REARM EUROPE PLANI VE SAFE:
SÖZDE TEK TABANCA AB DENEMESİ…
AB Komisyon Mart 2025’te ‘Avrupa Savunması için Beyaz Bülten-Hazırlık 2030′ ve ‘ReArm Europe Planı/Hazırlığı 2030’u hazırlamıştı. Bu; AB üyesi devletlere, savunma yeteneklerinde bir yatırım artışını teşvik etmek için finansal kaldıraçlar sağlayan iddialı bir savunma paketi… ‘İstikrar ve Büyüme Paktı’nın savunma amaçlı aktivasyonu; Avrupa Güvenlik Eylemi (SAFE) kredisiyle birlikte ‘ReArm Europe Planı/Hazırlığı 2030’un omurgasını oluşturuyor ve üye devletlerin Avrupa savunmasına yaptıkları yatırımları önemli ölçüde ve hızla artırmalarını sağlamayı hedefliyor. Tabii bunun kârlı bir iş olduğunu da anlatmak gerekiyor. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in demeci bunun bariz bir örneği: “Avrupa öne çıkmaya hazır. Savunmaya yatırım yapmalı, yeteneklerimizi güçlendirmeli ve güvenliğe proaktif bir yaklaşım benimsemeliyiz. Kararlı bir şekilde harekete geçiyoruz, artan savunma harcamaları ve Avrupa savunma sanayii yeteneklerine önemli yatırımlarla ‘Hazırlık 2030’ için bir yol haritası sunuyoruz. Daha fazla Avrupa ürünü satın almalıyız. Çünkü bu, Avrupa savunma teknolojik ve sanayi tabanını güçlendirmek anlamına geliyor. Bu, inovasyonu teşvik etmek anlamına geliyor. Ve bu, savunma ekipmanları için AB çapında bir pazar yaratmak anlamına geliyor.” Tabii bu konuşmada artık eskiyen altyapıyı yenilemek, yeni ekonomi sektörlerinde atılım yapmak, görece düşen yaşam standartlarına yükseltmek için 800 milyar Euro yatırımı yapılabilse, Avrupa halklarının neler kazanabileceğine ilişkin tek bir şey yok!
GSYH’NİN YÜZDE 5’İ CİDDİ BİR YÜK
Ancak NATO zirvesiyle birlikte artık ciddi bir mesele daha var. Müttefikler, Washington Antlaşması’nın 3. Maddesi uyarınca ulusal ve kolektif yükümlülüklerini yerine getirmek için 2035 yılına kadar yıllık GSYH’lerinin yüzde 5’ini temel savunma gereksinimlerine ve savunma ve güvenlikle ilgili harcamalara yatırmayı taahhüt ediyor. Bu harcamaların, caydırma ve savunma, kriz önleme ve yönetimi ve işbirlikçi güvenlik olmak üzere, üç temel görev doğrultusunda, caydırma ve savunma için gereken kuvvetlere, yeteneklere, kaynaklara, altyapıya, savaş hazırlığına ve dayanıklılığa sahip olmak için yapılacağı belirtiliyor belgede. Gerekçe de pek dokunaklı: “Birine yapılan saldırı, herkese yapılmış bir saldırıdır. 1 milyar vatandaşımızı koruma, ittifakı savunma ve özgürlüğümüzü ve demokrasimizi koruma kararlılığımızda birleşmiş ve kararlı olmaya devam ediyoruz”.
2029 REVİZYON YILI OLACAK
Sonuç bildirgesine göre, bu yüzde 5’lik taahhüt iki temel savunma yatırımı kategorisinden oluşuyor. Müttefikler, 2035 yılına kadar NATO savunma harcamalarının kabul edilen tanımına göre yıllık GSYH’lerinin en az yüzde 3.5’ini temel savunma gereksinimlerine ve ‘NATO Yetenek Hedefleri’ne ulaşmaya ayıracak. Bu hedefe ulaşmak için güvenilir, kademeli yıllık planlar sunacak. Kalan yüzde 1.5’e gelince… Savunma altyapısını korumak, sivil hazırlık ve dayanıklılığı sağlamak, buluşçu ve yenilikçi bir girişim iklimi oluşturmak ve savunma sanayiini güçlendirmek için kullanılacak. Biraz daha netleştirmekte fayda var: En büyük pay, yani yüzde 3.5; tanklar, jetler, insansız hava araçları, tonlarca yeni topçu mühimmatı ve tabii ki askerler gibi ‘temel savunma harcamaları’ için kullanılacak. Geriye kalan yüzde 1.5’lik kısım ise ‘savunma ve güvenlikle ilgili yatırımlar’a harcanacak. Başka bir deyişle; askeri operasyonları desteklemek ve güçlendirmek için tasarlanan köprüler, yollar ve limanlar, depolama, siber güvenlik ve enerji boru hatlarının korunması gibi sivil ve bilişim altyapısı için… Ancak uzmanlar bütçenin bu bölümünün muğlak ve ulusal yorumlara fazlaca açık olduğunu ileri sürüyor.
1.4 TRİLYON DOLARDAN
2.6 TRİLYON DOLARA…
Bu plan kapsamındaki harcamaların yörüngesi ve dengesi, stratejik ortam ve güncellenen ‘Yetenek Hedefleri’ ışığında 2029’da gözden geçirilecek. Müttefiklerin bu hedefe ulaşması için yıllık asgari harcamalarını, bugünkü GSYH üzerinden yaklaşık 1.2 trilyon dolar artırmaları gerekiyor. NATO verilerine göre 2024’te NATO üyelerinin toplam savunma harcamaları 1.4 trilyon dolar seviyesinde. Bu tutarın yüzde 66.6’sını tek başına ABD karşılıyor. 2035 yılında tüm üyeler hedefi tutturursa toplam savunma harcamaları bugünkü milli gelir üzerinden 2.6 trilyon dolara çıkacak. 1.4 trilyon dolarla aslan payı ABD’nin olmaya devam edecek, ancak toplam harcamalardaki payı görece azalacak.
Tabii ki sonuç bildirgesinde bu noktaya gelinmesinin bahanesi olan Ukrayna da unutulmamış. ‘Müttefikler savunma harcamalarını hesaplarken, Ukrayna’nın savunmasına ve savunma sanayine doğrudan katkıda bulunacaklardır’ ifadesi olmadan olmazdı! Volodimir Zelenskiy’e moral vermeden olmazdı!
UKRAYNA BAHANESİYLE SAVAŞ
EKONOMİSİNİ YAYGINLAŞTIRMAK
Ukrayna’nın NATO’ya olası üyeliği Rusya için önemli bir konu ve savaşı başlatmasının sebeplerinden biri. Rusya, NATO’nun sınırlarına doğru böyle bir genişlemeyi ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak görüyor. Brüksel bürokratları ise NATO perspektifinde şahin politikaları sürdürmeye kararlı… Ancak NATO ittifakındaki bölünmeler Rus işgalinden bu yana görünür hale geldi: Estonya gibi üyeler Ukrayna’nın katılmasını ve daha fazla askeri destek sağlanmasını isterken, Macaristan gibi bazı ülkeler Moskova’ya körü körüne düşmanlık gütmüyor. İspanya da özellikle malî yükün artacak olmasından son derece rahatsız ve büyük olasılıkla mutabakatta yer alan yükümlülükleri yerine getirmeyecek. Bu yaklaşımı tercih edecek başka ülkeler de olacak gibi… Kaldı ki, bu hedefleri yerine getirmeyen ülkelere bir yaptırım uygulamak da pek mümkün görünmüyor. Büyük olasılıkla pazarlıklar yapılacak ve bazı ülkelere istisnalar tanınacak.
Her NATO üyesi ülkenin savunmaya harcadığı miktarın GSYH’ye oranını artırmak sıkıntılı bir mesele… 2023’te, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşı ikinci yılına girerken, NATO liderleri, 2024’e kadar ulusal savunma bütçelerine yapılan harcamaları, önceki yüzde 1.5 eşiğinden en az yüzde 2’ye çıkarmayı kabul etmişlerdi. Ancak, tüm üyeler bunu yapmadı ve sadece 22 üye ülke bu hedefi yakalayabildi. Belçika, Kanada, Hırvatistan, İtalya, Lüksemburg, Karadağ, Portekiz, Slovenya ve İspanya 2024’te bu hedefe ulaşamayan üyeler arasında yer alıyor. Üye ülkelerin savunma harcamalarının GSYH’ye oranının ortalaması yüzde 2.2. En düşük oranlar yüzde 1.3 ile Belçika ve yüzde 1.28 ile İspanya’nın… Yüksek oranlara sahip ülkeler de yüzde 4.12 ile Polonya, yüzde 3.37 ile ABD ve yüzde 3.43 ile Estonya… Polonya ve Estonya ile diğer iki Baltık ülkesinin bu yüksek oranlarının sebebi hem Rusya ile sınırdaş olmaları hem de yüksek dozlu Rusya nefreti!
ALMANYA VE BİRLEŞİK KRALLIK
HEVESLİ OLMASINA HEVESLİ DE…
Almanya da bu konuda pek istekli… Alman hükûmeti bu hedefe 2029 yılına kadar ulaşmak için bir bütçe anlaşmasını destekledi. 2025 yılında savunmaya yaklaşık 62.4 milyar Euro harcanacak ve bu miktar 2029 yılında 152.8 milyar Euro’ya yükselecek; bu miktar kısmen kamu borçlanması ve özel fonlarla finanse edilecek. Alman Şönsölyesi Friedrich Merz, bu kararın ABD baskısıyla alınmadığını söylemeden edememiş ve “Bunu ABD’ye ve başkanına bir iyilik olsun diye yapmıyoruz. Bunu kendi görüş ve inancımızla yapıyoruz, çünkü Rusya tüm Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğini ve özgürlüğünü aktif ve saldırgan bir şekilde tehlikeye atıyor” demişti. Ekonomik sorunlarla çok ciddi bir yüzleşme içinde olan Alman halkını ikna etmek için başka ne diyebilirdi ki!
Ukrayna’daki savaştan bu yana Rusya nefretinin ayyuka çıktığı, belki daha doğrusu ‘hortlatıldığı’ Birleşik Krallık da bunlardan biri… Londra, ülkeyi ‘savaşa hazır’ hale getirme planını açıklamıştı. ‘Stratejik Savunma İncelemesi’ (Strategic Defence Review-SDR), nükleer savaş başlıklarına yeni yatırımlar, yeni denizaltı filosu ve yeni mühimmat üretim tesislerini içeriyor. Birleşik Krallık şimdiye kadar savunma harcamalarını şu anki oran olan yüzde 2.3’ten 2027’ye kadar yüzde 2.5’e çıkarma kararı aldı. Ancak 2029’da, yani bir sonraki seçimlerden sonra, yeni parlamentoda bu oranın yüzde 3’e çıkarılması da hedefler arasında. ‘Adanın şahinleri’ fırsat bulurlarsa bu oranı daha da artırma niyetindeler. Fark ettiğiniz üzere, tüm coşkulu açıklamalarına karşın hâlâ yüzde 5’in bayağı bir gerisinde kalacak gibi Birleşik Krallık!
İSPANYA’DAN İSTENEN, SAVUNMA
HARCAMALARINI YÜZDE 290 ARTIRMASI
Coşkulu destekçiler için karşılanması zor bir yük bu oran. Şimdi en isteksiz üyeden yola çıkarak ek yükü tarif edeyim. Mevcut savunma bütçesine göre oransal olarak harcamasını en fazla artırması gereken ülke yüzde 290 ile İspanya. Ancak, İspanya taahhüdü ‘mantıksız’ olarak nitelendirmişti. Başbakan Pedro Sánchez, bir mektupla belirli bir harcama hedefine bağlı kalmayacaklarını belirtti. Bu nedenle, zirvede yapılan görüşmelerden sonra, İspanya’ya yüzde 5 hedefine bağlanmama esnekliği tanındı. Bu durumda, İspanya için yüzde 5’lik hedef geçerli olmayacak.
Sıkıntılı ülkeler arasında Belçika ve Slovenya da var. Belçika Dışişleri Bakanı Maxime Prévot, “Diplomatlarımızın haftalardır esneklik mekanizmaları oluşturmak için çok çalıştıklarını temin edebilirim” dedi. Brüksel’in harcamaları şu anda yüzde 1.3 seviyesinde. Slovakya da yeni hedefe ne zaman ulaşılacağına karar verme hakkını saklı tuttuğunu açıkladı.
Bir veri öngörüsü de Türkiye için: NATO’nun tahminî verilerine göre 2024’te Türkiye’nin savunma harcamalarının milli gelire oranı yüzde 2.1 seviyesinde. NATO’nun yüzde 5’lik hedefine ulaşmak için harcamaların bugünkü değerler üzerinden yaklaşık 32 milyar dolar artırılması gerekiyor. Türkiye için bu kararın uzun vadeli etkisini hep birlikte göreceğiz. Bir not düşelim; Türkiye ile Rusya’nın ilişkileri halen çok güçlü ve mesele Ankara açısından 32 milyar dolarlık ek yükten ziyade, iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanacak gerilimlerin siyasî ve ekonomik sonuçları olacak.
SAVUNMA SANAYİLERİNDEKİ KAPASİTE
VE KABİLİYET YETERSİZLİĞİNİN PANİĞİ Mİ?
Konu para olunca, Donald Trump’ın gözü bir şey görmüyor. Avrupalı NATO üyelerini çok sert eleştiriyor ve zorluyor. Washington, ittifakın ABD fonlarına aşırı derecede bağımlı olduğunu ileri sürüyor ve aslına bakarsanız aritmetik açıdan da haklı görünüyor. İşte bu sebeple, diğer ülkelerin harcamalarını GSYH’nin yüzde 5’ine çıkarmasını talep ediyor. Zira Ukrayna-Rusya savaşı gösterdi ki, NATO’nun bütçesi yeterli değil, daha doğrusu ABD dahil bu ülkeler gerek savunma sanayii kapasitesi gerekse yetenekleri açısından oldukça köhnemiş. Ne Avrupalı üyelerin ne de ABD’nin bazı silahların üretiminde kapasite sorunu yaşadığı bu savaşla ortaya çıktı. En barizi de top mermisi üretiminde yaşanan sorunlar oldu. Yine o anlı şanlı Leopard ve Abrams tanklarının sahada yaşattığı hayal kırıklıklarını unutmamak lazım. Bir de Rusya’nın hipersonik silahları var ki, işte bu NATO’nun kabusu… Ariyeşnik’in bir kezlik kullanımı bile, Brüksel’i şoke etmeye yetmişti.
ŞİRKETLERİN İŞTAHINI
KABARTACAK BİR PASTA
Mayıs ayında, ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Matthew Whitaker, “Bizim rakamımız yüzde 5. Müttefiklerimizden savunmalarına yatırım yapmalarını istiyoruz, bunu ciddiye alıyorlar” derken, aslında bu sıkıntıdan dem vuruyordu. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin üye devletlerden 2032’ye kadar savunma bütçeleri için GSYH’lerinin yüzde 5’i oranında yeni bir hedef belirlemelerini isteyeceği de zaten herkesin malûmuydu. Rutte, üye ülkeleri silah ve savunma sistemleri üretimlerini artırmaya çağırırken, 12 Haziran’daki açıklamasında, “ABD’de, Avrupa’nın her yerinde ve Kanada’da harika endüstriyel şirketlerimiz var, ancak hızlı üretim yapmıyorlar. Bu yüzden daha fazla vardiyaya, daha fazla üretim hattına ihtiyacımız var” diye konuşması boşuna değildi. Hedefin topyekûn bir silahlanma ve savaş ekonomisi seferberliği olduğunu anlatmak istiyor Rutte, sadece bunu açıkça böyle ifade etmiyor. Aynı zamanda bazı sanayi kollarının iştahını kabartacak bir pastayı da tarif etmiş oluyor.
PASTA VARSA ‘İRADE’ DE VAR!
Tabii ki savunma sanayii temsilcilerinin böylesi bir zirvede başrol olmasa da ikinci rolleri kapması çok doğaldı ve öyle de oldu. ‘NATO Savunma Sanayii Forumu Zirvesi’, ittifak genelinde ve dışında savunma bakanlarını, sanayi liderlerini ve uzmanları bir araya getirerek, Transatlantik savunma sanayii işbirliğini güçlendirmek, üretim kapasitesini artırmak, inovasyonu desteklemek ve havacılık-uzay sektörünün potansiyelinden yararlanmak için pratik çözümler belirledi. Katılımcılar, NATO’nun ‘Transatlantik ekonomisinin ve toplumunun refahı, güvenliği ve dayanıklılığı’ için ‘Endüstriyel Kapasite Genişletme Taahhüdü’nü destekleme konusundaki ortak taahhütlerini yansıtan bir irade beyanı sundular. NATO ayrıca, NATO’nun toplu talep, kapasiteyi artırma ve endüstriyle etkileşimi güçlendirme taahhüdünü özetleyen ‘Güncellenmiş Savunma Üretimi Eylem Planı’nın ilk kamuya açık versiyonunu yayımladı. Şimdi herkes pay kapmak için yeni bir yarışa girişecek. Aslan payını ABD, Kanada ve Avrupa’nın büyükleri, yani Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık şirketleri kapacak bu kesin. Tabii diğer ülkelerin şirketlerine de sus payı verilecektir.
ASYA-PASİFİK’TE SAVAŞMAK İÇİN DE
ÇOK PARA LAZIM SONUÇTA!
Eğer ki Batı merkezli kapitalist sistemin başta Çin olmak üzere gelişen ekonomiler karşısında, kısa vadede rekabet gücü azalıyorsa, o zaman soft power yetmiyor. Tüm bu ‘pamuk eller cebe’nin bir sebebi de bu. Çünkü Rusya bir ‘düşman’ ise onlar için asıl bela aslında bu diğerleri… Neredeler? Hemen hemen çoğu Asya-Pasifiik’te ve geleceğin savaş alanı da orası olacak. ABD’nin silahlanma bütçesinin önemli bir kısmını da bu strateji çerçevesinde belirlemesi lazım.
Londra merkezli Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’ne göre, Trump yönetiminin 2026 malî yılı bütçe teklifi savunma harcamalarında önemli bir artış sağlayacak ve ihtiyari temel bütçe potansiyel olarak yüzde 13.4 oranında artarak 1.01 trilyon dolara ulaşacak.
Bu artış, Savunma Bakanlığı’nın maliyet azaltma çabalarına rağmen gerçekleşti. Dikkat çeken bir ABD savunma politikası, Trump’ın 20 Mayıs’ta sistemi geliştirme planlarını duyurmasıyla, bir iç füze savunma kalkanı olan ‘Altın Kubbe’. Bu politika, füzeleri tespit etmek ve engellemek için yeni uzay ve kara tabanlı yetenekler dahil olmak üzere yatırım için bir dizi alanı kapsıyor.
BATININ EN RİSKLİ RUS RULETİ
2026 malî yılı bütçesinin bir diğer yararlanıcısı da projeleri zamanında ve bütçe dahilinde teslim etmekte zorluk çeken askeri gemi inşa sektörü… Ve tabii ki hava gücü de var. ‘F-47 Next Generation Air Dominance’ (NGDA) platformunun finansmanına yönelik çalışmalar sürüyor. Hedef, Trump’ın başkanlık dönemi sonlanmadan bu projeyi tamamlamak. Bunu desteklemek için yasa tasarısı, mevcut yetenekleri ek uçaklar edinerek ve mevcut uçakları modernize ederek artırmak için ek 7.2 milyar dolar öneriyor. Özellikle gemi filosunun Asya-Pasifik ve Arktik’te hegemonyayı artırmak için kullanılacağını tahmin etmek güç değil.
Yakın gelecekte silahların rolü her zamankinden fazla olacak gibi görünüyor. Evet söz konusu küresel ekonomiyse para konuşur, ama anlaşılan o ki rakiplerinin parası ve teknolojik gücü varsa, bu kez silahlar da konuşur. Silahı güçlü olanın kasayı boşaltacağı günler o kadar da uzak görünmüyor. Ancak trilyon dolarlık bir uzman sorusu var: Çin ve Rusya’nın askerî-sınaî kompleksi neredeyse NATO ülkelerine göre yüksek teknolojili silahları yarı yarıya maliyetle üretebilirken ve bunu planlı programlı yaparken, kim bu işten kazançlı çıkar?
Görüş
Kazananı Olmayan Kontrol Edilebilir Bir Çatışma

13-24 Haziran tarihleri arasında İsrail ile İran arasında eşi benzeri görülmemiş bir çapraz saldırı savaşı yaşandı. Bu süreçte, İsrail’e destek veren ABD doğrudan devreye girdi, İran’ın üç büyük nükleer tesisine uzun menzilli bombalama gerçekleştirdi ve İran’dan sembolik bir misilleme geldi. Sonuç olarak, ABD’nin doğrudan arabuluculuğunda, üç taraf da “zafer ilan ederek” çatışma ateşkese dönüştü. ABD ve İsrail’in İran’a ortak kıskacıyla başlayan ve 12 gün sonra hızlıca sona eren bu çatışma; kazananı olmayan, sınırlı ama bilinçli bir çatışmaydı. Gösteri niteliğinde unsurlar barındırıyordu, temel çelişkileri çözmeden sonlandı, bu da savaşın her an yeniden alevlenme riskini taşıyor.
Bu çatışmada kazanan olmadı. İsrail, İran ve ABD farklı düzeylerde farklı bedeller ödedi ve bu uzun vadeli sonuçlar doğuracak. Elbette kaybedenler vardı: savaşın ortasında kalan İsrail ve İran halkı; İran, İsrail ve ABD arasında daima eksik olan uzlaşma isteği ve stratejik güven; hem hakem hem oyuncu gibi davranan ABD’nin siyasi itibarı.
İsrail, güçlü uzun menzilli saldırı kapasitesi ve istihbarat ağına dayanarak “önleyici saldırı” ve sınır ötesinde düşmanı karşılama askeri geleneğini sürdürdü. “Yükselen Aslan Operasyonu” kod adıyla, İran’ın bazı nükleer tesislerine, devlet kurumlarına, füze ve hava kuvvetleri üslerine nokta saldırılar gerçekleştirdi. Ajanların desteğiyle 20’den fazla üst düzey İranlı askeri lider ve 10’dan fazla nükleer bilim insanı fiziksel olarak ortadan kaldırıldı.
Nüfus, toprak ve kaynak açısından bir “cüce ülke” olan İsrail’in, bu üç alanda da kendisinin en az on katı güçlü bir Orta Doğu ülkesi olan İran’a açıkça meydan okuması; güçlü ulusal iradesini, olgun askeri stratejisini ve üstün hava hakimiyetini gösterdi. Özellikle İsrail hava kuvvetlerinin Tahran semalarında iki saat boyunca gösterişli biçimde operasyon yapması, havada yakıt ikmali gerçekleştirmesi; İsrail istihbaratının İran’daki derin sızması, bilgi toplaması, yerel unsurları devşirmesi ve sürpriz saldırılar düzenlemesi, modern açık ve örtülü savaşın bir arada işlendiği bir efsane yazdı.
Ancak yine de İsrail kaybeden oldu. Ahlaki ve uluslararası kamuoyu açısından, İsrail her zamanki gibi BM Şartı ve uluslararası hukuku açıkça çiğnedi; İran’ın nükleer silah peşinde olduğu ve tehdit oluşturduğu bahanesiyle, ülkenin egemenliğini, hava sahasını ve toprak bütünlüğünü ihlal etti. Ayrıca, İsrail ile İran arasında yer alan Arap ülkelerinin hava sahasını kendi savaş uçaklarının geçiş yolu gibi kullandı, bu da bu masum komşuların egemenliğini, hava sahasını ve onurunu ihlal etti.
İsrail’in ilan etmeden savaş başlatıp İran’a saldırması, askeri liderlerini doğrudan “kellesini alarak” öldürmesi, nükleer bilim insanlarını öldürmeye devam etmesi; klasik bir devlet terörü eylemidir. Hukuki süreç olmadan başka ülkelerin asker ve sivillerinin hayatını sonlandırmak, modern uygarlık, hukuk devleti ve insani değerleri çiğner; İsrail’in uluslararası imajını daha da bozarak itici hâle getirir.
İsrail’in İran’a ani saldırısı, “Samimi Taahhüt-3” adıyla şiddetli bir misillemeyi tetikledi. İran, 12 gün içinde İsrail topraklarına 22 kez uzun menzilli hava saldırısı düzenledi; en az 534 orta menzilli füze ve çok sayıda İHA gönderildi. İran, füzelerle İsrail hava sahasına nüfuz etmeyi başardı.
ABD’nin savunma desteğine rağmen, İsrail’in çok katmanlı ve uzun menzilli önleme sistemlerinden oluşan sözde “demir duvarı” büyük ölçüde delindi. Tel Aviv, Hayfa, Berşeva ve Eilat gibi büyük şehirler ilk kez savaş düzeyinde bombalandı; bazı kilit kurumlar, enerji tesisleri ve ekonomik merkezler ya yok edildi ya da ciddi hasar gördü. Yarım yüzyıldan fazladır ilk kez, İsrail halkı gökten “cehennem ateşi” yağdığını gördü ve eşi benzeri görülmemiş bir paniğe kapıldı.
İsrail’in saldırısı güçlü, savunması zayıftı. Bu sadece bir taktik hata değil; stratejik ve psikolojik bir başarısızlıktı. İsrail’in yenilmez askeri gücü efsanesi, iki yıl içinde ikinci kez çöktü. 7 Ekim 2023’te, Hamas’ın beklenmedik saldırısıyla İsrail’in güvenlik hattı yıkıldı, ordu hazırlıksız yakalandı, sivil halk ağır kayıplar verdi. Bu sefer, özenle plan yapıp, hazırlıklarını tamamlayıp saldırıyı başarıyla gerçekleştirse bile; dünyanın en gelişmiş savunma sistemiyle korunan dar hava sahası, Hamas’tan çok daha güçlü İran tarafından bir intikam “füze yağmuruyla” delik deşik edildi. Bu yalnızca 12 gün süren çatışmanın, İsrail halkı ve siyaseti üzerindeki derin siyasi, toplumsal ve psikolojik etkilerini izlemeye devam edeceğiz.
İran da kazanan olmadı. Her ne kadar İran bu çatışmanın mağduru olarak uluslararası sempati kazanmış, askeri caydırıcılık anlamında İsrail’le başa baş mücadele etmiş ve Arap dünyasının yarım yüzyıldır başaramadığı şekilde İsrail’in iç bölgelerine kapsamlı saldırı gerçekleştirmiş olsa da; bölgesel süper güç olmayı hedefleyen, Orta Doğu “Şii Hilali”nin doğal lideri, “Direniş Ekseni”nin omurgası ve ABD ile İsrail’e karşı yıllardır direnen İran; savaşın başında çok ağır ve utanç verici bir darbe yedi. İsrail’in ana şehirlerine uzaktan etkili saldırılar düzenleyebilse de, kendi hava sahasını, kilit tesislerini, askeri liderlerini ve nükleer bilim insanlarını yerinde koruyamadı. Yetkililer kadınların kıyafet yönetmeliğine uymasıyla meşgulken, binlerce İsrailli casusun sızmasını fark edemedi.
Uzun süreli örtülü savaşlar ve neredeyse hiç zafer kazanılamayan casusluk faaliyetlerinden, 2024’te Reisi’nin uçağının gizemli düşüşüne, ardından bu defa devletsiz bir savunmaya, korumasız bir güvenliğe; düşman uçaklarının elini kolunu sallayarak girip çıkmasına, casus ve hainlerin ardı ardına çıkmasına ve keyfince hareket etmesine kadar, İran efsanelerde Yahudi savaşçı kral tarafından pusuya düşürülüp başı kesilen Filistinli dev Golyat’a benziyor: büyük ama etkisiz, iri ama güçlü değil.
İsrail’in yıldırım saldırısı karşısında İran’ın önemli isimleri can güvenliğini koruyamıyor, kritik tesisler bombalanmaya açık, başkent Tahran boşalıyor, savunma sistemi delik deşik oluyor, özellikle hava savunma kapasitesi ve güvenlik sistemi zayıflığı şaşkınlık yaratıyor.
Bu, 1988’deki İran-Irak Savaşı’nın sona ermesinden bu yana 37 yıldır İran’ın ilk kez büyük çaplı, sürekli bir dış hava saldırısına uğramasıdır. İki neslin barış ve güvenlik hafızası böylece sona erdi ve ülke şimdi nükleer sızıntı ve kirlilik riskiyle karşı karşıya.
İran-Irak Savaşı sırasında İran neredeyse tamamen yalnız kalmıştı. Ancak şimdi İsrail ve ABD’nin ortak saldırısı karşısında bile İran hâlâ “gururlu yalnızlık” içinde.
Çevresindeki Arap ve İslam ülkeleri sadece seyirci konumunda. “Direniş Ekseni” sadece Yemenli Husiler aracılığıyla sözlü destek veriyor. Batılı hükümetler İsrail’e ambargo koymadı, tedariki kesmedi. Almanya Başbakanı Merz, “pis işi herkes adına yaptığı” için İsrail’e açıkça teşekkür etti. NATO zirvesi İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısından tek kelimeyle bile bahsetmedi; aksine İran’ı Rusya’ya askeri ekipman sağlamakla suçladı…
İran eşi benzeri görülmemiş hava saldırılarına ve bombalamalara maruz kaldı: 600’den fazla ölü, yaklaşık 5000 yaralı, büyük emekle kurulan nükleer tesisler genel olarak zarar gördü.
Ancak İran’ın ulusal ve etnik onurunun tekrar tekrar zedelenmesi sadece İsrail ve ABD’nin askeri ve teknolojik üstünlüğünden kaynaklanmıyor. Daha çok İran hükümetinin oyunlaştırılmış, gösteri amaçlı hatta pazarlıkçı askeri karşılıkları ve diplomatik pazarlıkları yüzünden.
Bu tür bir etkileşim mekanizması, savaşan taraflar arasında yeni bir “zararı sınırlama” paradigması doğurdu; ama aynı zamanda İran halkının 40 yıldır rejim uğruna yaptığı büyük fedakârlıkları anlamsız kıldı.
ABD, “Gece Yarısı Çekici” operasyonu kapsamında stratejik bombardıman uçaklarını kullanarak İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırısının ardından durumu toparladı; ama öncesinde İran hükümetine bilgi vererek önlem alma veya zararı azaltma fırsatı tanıdı.
İran, ABD’nin Katar’daki üssüne misilleme yaparken bile önceden haber verdi; böylece meşru bir intikam eylemi, halkı kandıran bir askeri-diplomatik tiyatroya dönüştü ve Trump’tan aleni teşekkür aldı.
Tabii ki, devletler arası jeopolitik mücadeleyi bir “zararı azaltma oyunu”na çevirmek yeni değil; 2021’de ABD’nin İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Süleymani’yi Irak’ta öldürmesi ve İran’ın sembolik yanıtıyla başlamıştı. 2024 Nisan ve Ekim aylarında İran ile İsrail arasındaki iki sembolik karşılıklı saldırıyla devam etti—özellikle İran’ın her seferinde önceden dolaylı bildirim yapması, saldırıyı geciktirmesi ve İsrail’i daha fazla kışkırtmamaya çalışması dikkat çekiyor.
Devlet meseleleri, savaş ve barış, düşmanlık ve dostluk; ciddi ve ağır meselelerdir, halkın güvenliği ve duygularıyla ilgilidir.
İran’ın sürekli lanetlediği “büyük ve küçük şeytan”larla savaş ortamında flört etmesi, gizlice anlaşmalar yapması, dış dünyaya İran halkının İslam devrimini ihraç uğruna birkaç kuşaktır ödediği bedelin boşuna olduğunu düşündürüyor.
İran’ın bu kadar çok İsrail ajanı yakalaması belki de şu gerçeğe işaret ediyor: bu ülkenin rejimi, sistemi ve gidişatı günbegün merkezkaç hâle geliyor; yani devlet ile rejim birbirinden ayrılıyor olabilir.
ABD de kazanmadı. Trump, İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak “zamanında müdahale ettiğini” ve zafer kazandığını iddia etti. Bazı Kongre üyeleri onu Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterdi. Ancak ABD, küçük kazandı ama büyük kaybetti; az elde etti ama çok yitirdi.
Süper güç sıfatıyla ABD, beş turluk nükleer müzakereleri kılıf yaparak stratejik kandırmacayla İsrail’in İran’a ani saldırısını destekledi. İki hafta içinde saldırı kararı vereceğini duyurduktan sonra, İran’ın zayıf anını yakalayıp operasyon gerçekleştirdi.
Siyasi dürüstlüğü, ulusal etik anlayışı ve uluslararası itibarı tamamen çöktü.
Tarihte nükleer bomba kullanan tek ülke ve yüz binlerce sivilin ölümüne yol açan, aynı zamanda Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) kurucularından biri olan ABD, İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak bu anlaşmayı ilk bozan ülke oldu.
Savaş karşıtı olduğunu sıkça dile getiren Trump, ilk başkanlık döneminin başında Suriye hükümet hedeflerini bombaladı, görevden ayrılmadan önce Basra Körfezi’nde İran’la askeri gerilimi tırmandırdı. İkinci döneminin henüz yarısına gelmeden, stratejik bombardıman uçakları ve zemin delici bombalarla İran nükleer tesislerini vurdu…
Böyle güven vermeyen bir başkan yönetimindeyken, ABD’nin ne itibarı ne de erdeminden söz edilebilir.
Amerika Birleşik Devletleri, İran’ın üç büyük nükleer tesisini yok ettiğini iddia etti. Ancak hem ABD hem de İsrail’in istihbarat kurumları bunu yalanladı; yalnızca İran’ın nükleer kapasitesini yeniden kazanmasını birkaç ay ya da yıl geciktirdiğini değerlendirdiler.
İsrail ile iş birliği yaparak İran’a ortak saldırı düzenleyen ABD, verdiği sözleri tutmayarak İran’ın stratejik şüphe ve huzursuzluğunu artırdı ve onu stratejik tereddüdü terk ederek gerçekten nükleer silahlanma yoluyla kendini koruma yoluna itmiş olabilir.
Bu çatışma, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Ortadoğu Savaşı”nın bir aşama savaşıdır ve aynı zamanda donanım ve taktik seviyesi en yüksek devlet aktörleri arasındaki bir karşılaşmadır.
İslami gruplar, İran ve ABD, çatışmanın tamamen kontrolden çıkmasını istemediğinden ve herkes önceden hedef ve sınır belirlediğinden, çatışma yüksek şiddetli ama kontrol edilebilir bir seyir izledi.
Elbette, ateşkes savaşın tamamen bittiği anlamına gelmez, çünkü üç taraf da hedeflerine tam anlamıyla ulaşamamıştır.
İsrail, İran’ın nükleer yeteneklerini ve uzun menzilli füze sistemlerini tamamen yok etmeyi ve en iyisi İran’da iç karışıklık hatta rejim değişikliği çıkartmayı, böylece İran’ın düşmanca politikalarına kökten son vermeyi hedefliyor.
Bu nedenle İran’ın nükleer altyapısına, stratejik silahlarına, askeri liderlerine ve bilimsel araştırma kadrolarına yönelik saldırı ve imha işlemlerine odaklandı; aynı zamanda halkta savaş paniği yaratarak memnuniyetsizlik oluşturmak ve renkli devrim başlatmak istedi. Ancak bu hedeflerin gerçekleşmesi sınırlı oldu.
ABD, İsrail ile iş birliği içinde İran’ın nükleer programını ortadan kaldırmak ve İran’ı bölgesel yayılmacı politikasından vazgeçmeye zorlayan yeni bir anlaşma imzalamaya itmek istedi. Ancak aynı zamanda başka bir savaş bataklığına saplanmaktan da korktu.
Bu nedenle önce İsrail savaş makinesine destek uçağı ve lojistik sağlayıcı olarak eşlik etti, ardından İsrail İran hava sahasında kontrol sağladığında kendisi sahaya indi, derinlemesine saldırı ve nükleer tesislerin nokta imhasını gerçekleştirdi ve İran’ın yanlış değerlendirme yapmaması için önceden bilgi verdi.
İran, eşit nükleer haklar elde etmeye çalıştı, bölgesel büyük güç statüsünü vurgulamak ve “Direniş Ekseni” bayrağını yükseltmek istedi.
Aynı zamanda aşırı kan kaybından ve özellikle ABD ile savaşa girmekten kaçınmaya çalıştı.
Bu nedenle İsrail’e denk bir şekilde karşılık verip ABD’ye sembolik bir misillemede bulunduktan sonra, savaşın büyümesini önlemek için aktif olarak ateşkes aradı ve kabul etti, böylece iç istikrar ve rejimin meşruiyeti tehlikeye girmemiş oldu.
Şu anda İsrail’in askeri faaliyet yarıçapı iki katına çıkmış durumda; Doğu Akdeniz’den İran platosuna kadar genişledi.
Ancak nüfusun azlığı, dar bir coğrafyada yer alması ve kaynaklarının kıt olması uzun süreli bir yıpratma savaşına uygun değil ve ABD ile koordinasyon gerektiriyor, bu da stratejik sınırlamalar getiriyor.
ABD, Orta Doğu’daki angajmanını stratejik olarak azaltmaya devam ediyor ve bu bölgedeki denetimini en düşük maliyetle sürdürmek istiyor.
Bu nedenle hem İsrail gibi sıkı bir müttefike güvenmek zorunda, hem de Orta Doğu’daki büyük etnik güçler arasındaki genel dengeyi bozmamak istiyor. Bu sebeple İran’la kendi lehine bir uzlaşma arıyor.
“Arap Baharı” sonrası yaşanan yayılma ve ABD’nin sert yaptırımları sonrasında İran yönetimi ve halkı zor şartlarda ayakta durmaya çalıştı.
Bu kez İsrail ve ABD’nin ortak saldırısı sonucu İran ağır askeri kayıplar verdi, diplomatik olarak izole oldu ve pasif konuma düştü.
Dolayısıyla İran’ın dış meselelerde sürtüşmeye enerjisi kalmadı ve barışa bir an önce dönüp yeniden yapılanma sürecine girmek istiyor—bu sürece hükümetin askeri, siyasi ve diplomatik itibarını yeniden inşa etmek, ordu ve halkın moralini toparlamak ve ülkeyi ikinci bir Libya veya Irak’a dönüştürmemek de dâhildir.
Ateşkes, İran ile İsrail arasındaki tarihsel kin ve güncel güç mücadelesinin yalnızca bir halkasıdır.
Temel ve yapısal çelişkiler çözülmediği için İran ile bu iki taraf arasındaki gerilim ve çatışma her an “eski yaranın yeniden açılması” gibi nüksedebilir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na

İran-İsrail çatışmasının/savaşının muhtemelen birinci raundu sona erdi. Karşılıklı hava akınları ve füze salvoları şeklinde geçen bu raundun adı Orta Doğu’nun yakın tarihine On iki Gün Savaşı olarak geçecektir. Geçmişte Altı Gün Savaşı yaşanmış; 5 Haziran 1967 tarihinde İsrail önce Mısır’a sonraki günlerde de Suriye ve Ürdün’e saldırarak altı günde üç Arap devletini çok ağır bir yenilgiye uğratıp topraklarını dört katına çıkarmıştı.
İsrail bu üç devlet ile daha önce 1948 yılında bağımsızlık ilanının hemen ardından savaşmış ve bunlardan Mısır ve Suriye’yi ciddi bir yenilgiye uğratırken Ürdün’e yenilmiş ve büyük ölçüde İngiliz subaylarının eğittiği ve onların komutasında savaşan Ürdün kuvvetleri bugünkü Batı Şeria ve Doğu Kudüs bölgelerini ‘işgal’ etmişlerdi. Arap komşularına 1967 yılının haziran ayında saldıran İsrail 1948 savaşında yendiği bu iki devleti tekrardan çok ağır bir yenilgiye uğratırken Mısır’ın Sina yarımadasını ve Suriye’nin Golan bölgesini işgal etmiş; Ürdün’ü yenerek Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgelerini topraklarına katmış ve böylece kendi yüzölçümünü kabaca dörde katlamıştı. Ve bütün bunları altı günde yapmayı başardığı için de bu çatışmalar Altı Gün Savaşı olarak tarihe geçmişti.
Bu yenilgi savaşan Arap devletleri ve genel olarak Arap ülkeleri açısından çok ağır ve onur kırıcı olmasının yanında efsanevi Mısır lideri Nasır’ın da sonunu getirmiş ve üç yıl sonra (1970) ani bir kalp krizi sonucu ölmesinin ardından sadece Mısır’da değil bütün Arap dünyasında Pan-Arabizm ideolojisinin de sonunu getirmişti. Arap devletlerinden Mısır ve Suriye bu yenilgiye 1973 yılında belki de ilk defa senkronize ve iyi planlanmış bir saldırı (Yom Kipur Savaşı, 7 Ekim 1973) ile karşılık verdiklerinde ilk günde İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği bütün topraklarını geri almayı başarmışlar; ancak Amerika’nın büyük askeri nakliye uçaklarıyla doğrudan cepheye yaptığı tarihin en kapsamlı silah ve mühimmat sevkiyatı sayesinde İsrail savaşın gidişatını geri çevirmeyi başarmış ve başladığı noktada bitirmeyi sağlamıştı. Sovyetler Birliği’nin Arap ülkelerine aynı şekilde sevkiyat yapması özellikle Mısır’ın Sina yarımadasında kuşatma altına giren üçüncü ordusunu imha olmaktan kurtarmış; ancak ilk günlerde elde edilen askeri başarıları tekrardan kazanmaları mümkün olamamıştı.
İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA
HERHANGİ BİR DEVLET İLE SAVAŞMADI
Yom Kipur Savaşı Arap-İsrail mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Savaştan hemen önce Mısır lideri Enver Sedat’ın başlattığı Sovyetler Birliği’nden hızlıca uzaklaşarak ABD ile yakınlaşma siyaseti Kahire açısından sonuç vermiş ve Amerika’nın arabuluculuğu ile başlayan barış süreci (Camp David) sayesinde Mısır 1967 savaşında kaybettiği ve 1973 savaşının ilk günlerinde geri aldığı; ancak savaşın İsrail lehine dönmesiyle tekrardan kaybettiği topraklarına büyük ölçüde kavuşmuştu. Fakat İsrail’in Orta Doğu’da var olma hakkını tanımakla başlayan bu süreç iki ülke arasında büyükelçilikler atanması ve Camp David Antlaşmalarının imzasına kadar gidince özellikle Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerin başını çektiği Arap ülkelerinin girişimleriyle Mısır Arap Ligi’nden atılacaktı.
Sonraki yıllar İsrail ile sonuna kadar mücadele etmekten yana olan Arap devletleri ve Filistinliler açısından hiç de olumlu olmadı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika’nın liderliğinde ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni İsrail açısından bütün fırsat pencerelerini sonuna kadar açtı. Sonunda İsrail ile uzlaşmaya karşı çıkan Irak ve Libya yönetimleri devrildi ve yöneticileri (Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi) öldürüldüler. Bu halkaya bizim de yanlış politikalarımızla istikrarsızlaştırılan Suriye eklendi (2011-2024). Bu arada 1990’ların başlarında başlatılan Oslo Barış Süreci ise İsrail’deki aşırılıkçı partiler ve siyasi elit tarafından baltalandı.
Bu dönemde İsrail bir yandan Filistinlilere ve Güney Lübnan’da Hizbullah’a dönüşecek olan gruplara yıllarca kan kustururken Irak’ta ortaya çıkan istikrarsızlık ve halkın tepkileri İran’ın bu ülkede ve Suriye’de muazzam bir derinlik kazanmasına yardımcı oldu. Direniş Ekseni diye anılan güçlerin ortaya çıkma süreci böylece başladı. Hamas, Hizbullah, Haşdi Şabi ve Yemen Ensarullah hareketleri bu dönemde başladı veya gelişti. Suriye devleti ise İran’dan Hizbullah’a ve hatta Hamas’a uzanan Direniş Ekseni arasında bir köprü vazifesi görür gibiydi.
İsrail’in 13 Haziran İran saldırısını 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın düzenlediği saldırılara karşılık olarak başlattığı önce Hamas’a karşılık Gazze’de yürüttüğü ve dünya uzman kamuoyunun büyük çoğunlukla ‘soykırım’ olarak değerlendirdiği savaşlar silsilesinin devamı olarak görmek yerinde olur. Hizbullah’a karşı yeterince başarılı olamayan İsrail’in belki de önünü açan en önemli gelişme Suriye’de yönetimin 2024 yılının aralık ayında hiç beklenmedik şekilde düşmesi ve eski Başkan Beşar Esat’ın Moskova’ya kaçması oldu.
İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA İLK DEFA
BİR DEVLET AKTÖRÜ İLE SAVAŞA TUTUŞTU
İsrail’in 13 Haziran tarihinde İran’a karşı başlattığı hava harekậtı 1973 yılında Mısır ve Suriye’ye karşı yaptığı üç haftalık savaştan bu yana bir devlet aktörüyle ilk çatışmasıdır. Üstelik bu, tam bir savaş da sayılmaz; çünkü kara sınırları itibariyle birbirlerine yaklaşık iki bin kilometre uzaklıkta bulunan bu devletlerin kara ve deniz kuvvetleri çatışmalara katılmamış ve özel kuvvetleri birbirlerine karşı operasyon yapmamışlardır.
İsrail’in İran’a hava saldırıları aynı zamanda İran içerisinde oluşturduğu muhalif/casus unsurlar ve onların suikast operasyonları ile eş zamanlı başlatılmış ve Tahran’ın sivil/askeri üst düzey yöneticileri öldürülmüşlerdir ki, bu açıdan İsrail’in saldırısı tam anlamıyla bir baskın etkisi yaratmış olsa gerektir. Ancak bunun abartılmaması gerektiği de ortadadır. Nitekim İran yönetimi saatler içerisinde yeni tayinleri yaparken aynı günün akşamı İsrail’e ilk füze saldırılarına da başlamıştır. İran’ın giderek artan bir dozda yürüttüğü füze saldırılarını Batılı hiçbir hava savunma sistemi tam olarak durduramamış; Demir Kubbe adıyla bilinen ve efsaneleştirilen hava savunma sistemi büyük ölçüde etkisiz kalmış; buna karşılık İsrail hava kuvvetlerinin hava saldırıları ancak sınırlı bir etki yaratmış; ABD’nin savaşa sınırlı olarak dahil olması İran’ın füze fırlatma kapasitesine fazla zarar verememiş ve sonuçta taraflar – muhtemelen İsrail – ateşkes istemiş veya ateşkese razı olmuşlardır.
ON İKİ GÜN SAVAŞI’NIN SONUÇLARI
Bu çatışmalarda İran’ın İsrail topraklarını yoğun bir füze ateşine tabi tutması olağanüstü bir başarıdır; çünkü kurulduğu 1948 yılından bu yana İsrail yerleşim alanları hiçbir devlet tarafından kapsamlı bir şekilde bombalanamamıştı. Bağımsızlık ilanının hemen ardından başlayan 1948-49 savaşında İsrail üç Arap devletine (Mısır, Suriye, Ürdün) karşı savaşmış; buna karşılık Altı Gün Savaş’ında bu üç devlete aniden saldırarak üçünü birden feci bir yenilgiye uğratmış; 1973 Savaşı’nda ise kendisi baskına uğramış ama hiçbirinde toprakları, yerleşim yerleri savaştığı ülkelerin hava kuvvetleri tarafından doğru dürüst hava akınlarına uğramamıştı.
Oysa bu savaşların son ikisinde – ilkinde hava kuvvetleri pek yaygın kullanılmamıştı – İsrail, Mısır, Suriye ve Ürdün’ün başta başkentleri olmak üzere önemli merkezlerini yoğun hava bombardımanı altına almıştı. İran ile çatışmalarda da hava kuvvetleri açısından İsrail’in üstünlüğü açık olmakla birlikte İran’ın füzeler konusundaki tartışmasız üstünlüğü İsrail topraklarının her karışını hedef haline getirdi. Bunun kısa ve orta vadede İsrail halkı üzerinde yaratacağı etki ciddiye alınmalıdır. Büyük bir çoğunluğunun çifte pasaport sahibi olduğu İsrail vatandaşları için hükümetin çatışmalar sırasında güvenlik gerekçesiyle ülkeyi terk etmelerine izin vermemesi bu tezi güçlendiriyor.
Çatışmaların ardından ilk soru bu ateşkesin kalıcı olup olmayacağıyla ilgilidir. İsrail bugüne kadar devletlerle giriştiği savaşların ardından imzalanan ateşkes süreçlerine büyük ölçüde uymuş olmakla birlikte Hamas ve benzeri aktörlere – Hizbullah kısmen istisna- karşı aynı şekilde davranmamıştır. İran gibi bir devlet aktörüne karşı tavrının ne olacağı önemli bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Öte yandan ateşkes kalıcı olsa bile İsrail ve Amerika’nın rejim değiştirme fikrinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur.
İran’ın dünya kamuoyunda ciddi bir sempati kazandığı İsrail’in ise Gazze soykırımın ardından saldırganlığını sürdüren ülke görüntüsü vermesinin somut olarak mücadele alanına nasıl yansıyacağını şu anda tahmin etmek pek kolay olmasa gerektir. Trump’ın İsrail için yapabileceklerinin sınırları olduğunun açıkça görüldüğü bu dönemde İsrail’in çok kutupluluğu bir veri kabul ederek dış politikasını ve güvenlik politikalarını değiştirmesi pek güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkmıyor.
Bu durumda İran’ın Rusya’dan hava savunma sistemleri ve Çin’den gelişmiş savaş uçakları alarak eksiklerini tamamlamaya çalışacağına, buna karşılık İsrail’in ise her zaman olduğu gibi Amerikan silah sanayinin geliştirdiği bütün sistemlerle bir sonraki raunda hazırlanacağına kesin gözüyle bakılabilir. İran’ın güçlü bir caydırıcılık oluşturarak İsrail ve Amerika’yı bundan vaz geçirmesi de ihtimaller arasında sayılabilir. Türkiye’nin bu savaştan çıkarması gereken pek çok ders olduğuna şüphe yok. Başta İsrail’in önünü tamamen açan Suriye politikalarının ne kadar yanlış olduğunu anlaması ve ona göre hareket etmesi Ankara açısından önemli olsa gerektir. Türkiye’nin çıkaracağı dersler konusu bu yazının konusu olmayıp başka değerlendirmelerde ele alınacağı için şimdilik bu kadar…
Prof. Dr. Hasan Ünal
Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş2 hafta önce
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?
-
Ortadoğu1 hafta önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Söyleşi2 hafta önce
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı
-
Dünya Basını2 hafta önce
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?
-
Avrupa2 hafta önce
Yeni MI6 şefinin dedesi, “Kasap” olarak bilinen Nazi casusu çıktı
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran-İsrail savaşı ve Orta Asya
-
Görüş1 hafta önce
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na