Görüş
Husiler’in Savaşı: “Altıncı Orta Doğu Savaşı” ve Filistin Anlatısı

Yerel saatle 20 Mart gecesi saat 23.00’te, benim bindiğim Yemen Havayolları IY647 sefer sayılı uçak, yağmur altında Ürdün’ün başkenti Amman’daki Kraliçe Aliya Uluslararası Havalimanı’ndan havalandı. Aynı zamanda Ürdün’ün batısındaki İsrail yeniden hava saldırısı alarmı verdi. İddiaya göre Yemenli Husiler İsrail’in en büyük kenti Tel Aviv’e füze fırlattı ve bu füze başarıyla engellendi. Yaklaşık iki saat sonra, neredeyse iki yüz yolcu taşıyan IY647 sefer sayılı Boeing yolcu uçağı, ışıl ışıl parlayan Yemen’in başkenti Sana üzerinden alçaktan süzülerek güvenli şekilde iniş yaptı. Ev sahibi bizi uzun şehir yollarından geçirerek taşıdı ve sonunda Şaba Oteli’ne yerleştirdi. Ramazan ayı neredeyse yarılanmıştı, bu gizemli ve savaş cephesinde yer alan Arap ülkesinin başkenti, günün en hareketli, en gürültülü anını yaşıyordu. Hiçbir savaş emaresi yoktu, ya da denebilir ki gece karanlığı savaşın dumanını ve yıkımını örtmüştü. Genel olarak bakıldığında, Sana’daki altyapı fazlasıyla eskiydi, bana 25 yıl önce uzun süre kaldığım Filistin’in Gazze Şeridi’ni hatırlattı.
21’i sabaha karşı, Husiler bir gün önce İsrail’e “Filistin-2” tipi hipersonik füze fırlattıklarını ve Tel Aviv’in güneyindeki İsrail askeri hedefini “başarıyla vurduklarını” ilan ettiler. “Terlikliler ordusu” olarak alay edilen Husiler’in hipersonik füze üretebiliyor olması, gerçekten teknolojik gelişimin ne kadar hızlı ve yaygınlaştığını insana düşündürüyor. Eskiden yalnızca birkaç büyük gücün sahip olduğu bu tür saldırı ve savunma silahlarının artık tekel olmaktan çıktığı izlenimini veriyor ve insanda “vaktiyle sarayda uçan kırlangıçlar, artık sıradan insanların evine konuyor” hissi uyandırıyor.
Husilerin internet fenomeni sözcüsü Yahya Saree, bunun 24 saat içinde Yemen topraklarından İsrail topraklarına yapılan ikinci füze saldırısı olduğunu vurguladı. Gözlemciler, bunun aynı zamanda İsrail’in Gazze’ye hava saldırılarını yeniden başlatması ve yerel kara harekâtı yapmasının ardından, Husilerin İsrail topraklarına yönelik son dönemdeki ilk saldırısı olduğuna dikkat çekti. İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri harekâtı şu ana kadar yaklaşık bin Filistinlinin ölümüne yol açtı.
Husiler İsrail topraklarına saldırmadan önce, kısa süre önce ABD’nin Kızıldeniz’deki donanmasıyla çatışmaya girmişti. Bunun sebebi hâlâ İsrail-Filistin çatışmasıydı. Bu ayın 7’sinde, Husiler İsrail’i uyardı: Eğer dört gün içinde Gazze Şeridi’ne yönelik insani yardım kısıtlamalarını kaldırmazsa, Kızıldeniz bölgesinden giriş-çıkış yapan İsrail’e ait gemilere saldırılara yeniden başlayacaklardı. O sırada, İsrail ile Filistin İslami Direniş Örgütü Hamas arasındaki ikinci tur ateşkes müzakereleri çıkmaza girmişti. 10’unda, Husilerin verdiği dört günlük “son uyarı” süresi henüz dolmadan, İsrail hükümeti ön alarak Gazze Şeridi’ne elektrik tedarikini kesti ve böylece Hamas’a baskı yapmaya çalıştı. Bunun üzerine, Husiler Kızıldeniz’deki gemilere yönelik saldırılarını yeniden başlattı.
Husiler’in Hamas’a arka çıkması, Filistin halkı için öne atılması, doğal olarak İsrail’i koşulsuz kayıran ve koruyan Amerika’yı öfkelendirdi. 15’inden 19’una kadar, ABD Başkanı Trump’ın emriyle Kızıldeniz’deki “Truman” uçak gemisi filosu, Husilere yönelik son dönemin en büyük çaplı hava saldırısını gerçekleştirdi; özellikle radar, hava savunma, füze ve İHA sistemlerini hedef aldı. Hava saldırısı Sana, Kızıldeniz kıyısındaki Hudeyde kenti ve Husilerin “ana karargâhı” olan batı sınırındaki Saada vilayetini kapsıyordu. Husiler de buna karşılık olarak, füze ve İHA’larla ABD donanmasına ait deniz hedeflerine saldırdı.
Bu süreçte İsrail, Gazze Şeridi’ne yönelik büyük çaplı kara ve hava saldırılarına hızla yeniden başladı, Gazze’nin kuzey-güney ulaşımını kesebilen “Netzarim Koridoru”nu yeniden kontrol altına aldı. Amerikan ve İsrail medyasına göre, İsrail Gazze’deki savaşı yeniden başlatmadan önce ABD’yi bilgilendirmiş ve Trump yönetiminden açık destek almıştı. İsrail Başbakanı Netanyahu, bu saldırının “sadece bir başlangıç” olduğunu ifade etti. Gazze’deki savaşın yeniden başlamasıyla birlikte, daha önce İsrail koalisyon hükümetinden ayrılmış olan aşırı sağcı partiler yeniden hükümete katıldıklarını açıkladı. Bu nedenle, analizciler Netanyahu’nun sarsılan koalisyon hükümetini kurtarmak amacıyla rehinelerin güvenliğini hiçe sayarak, ikinci aşama müzakereleri bilerek sabote ettiğini, savaş çıkararak eski koalisyon ortaklarını geri kazanmayı ve böylece kendi siyasi hayatını uzatmayı, kabinenin çökmesinden sonra “Aksa Tufanı” baskını nedeniyle İsrail’in uğradığı büyük kayıplardan ötürü siyasi ve hukuki sorumluluk almaktan kaçınmayı hedeflediğini değerlendiriyorlar.
Trump tekrar iktidara gelmeden önce, Hamas ve Lübnan Hizbullahı’nın ağır darbeler almasıyla, özellikle Şam rejiminin beklenmedik şekilde el değiştirmesi sonrasında, Doğu Akdeniz’deki jeopolitik yapı önemli değişiklikler gösterdi. Bir yılı aşkın süredir devam eden “Altıncı Orta Doğu Savaşı” sanki sona eriyormuş gibi görünüyordu. İsrail-Filistin tarafları, Amerika, Arap dünyası ve hatta uluslararası toplumun odak noktası, çok boyutlu şekilde Gazze’nin yeniden inşasına kaymıştı. Husiler de bir dönem Kızıldeniz bölgesindeki İsrail hedeflerine yönelik saldırılarına ara verdi. Ancak, Gazze’de ikinci tur ateşkes müzakerelerinin başarısız olması ve yeni çatışmaların patlak vermesi, “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın sadece bir duraklama dönemine girdiğini, aslında henüz tamamen sona ermediğini, şu anda ana savaş alanı ve temel rakibin değiştiği yeni bir aşamaya girdiğini gösteriyor.
İsrail açısından bakıldığında, İsrail ordusunun bir yılı aşkın süredir tüm gücüyle yürüttüğü güney seferi sonucunda Hamas büyük ölçüde çökertildi; ardından iki aylık yoğun kuzey harekâtı ile Hizbullah’a ağır darbeler indirildi ve beklenmedik şekilde Beşar Esad rejimi çöktü, “Şii Hilali”nin kuzeybatı kanadı tamamen düştü. Üçüncü aşamadaki kilit hedef, Gazze’de Hamas’ın varlığını kökten ortadan kaldırmak ve Amerika’nın eliyle Hamas’a güçlü destek veren Husiler ile İran’ı ağır şekilde vurmak.
Hamas’ın bakış açısından, lider kadrosunun büyük kısmı ve ana savaş gücünü kaybetmiş, Filistin halkı da büyük bedeller ödemiş olsa da, Hamas yönetim temelini ve mücadele meşruiyetini yitirmemiştir. Hâlâ Gazze’nin yeri doldurulamaz etkin yöneticisidir. Birinci aşamadaki ateşkesten sonra Hamas, binlerce polis ve güvenlik görevlisini sokaklara çıkararak düzeni sağladı, bu da gücünün hâlâ var olduğunu, kolay kolay sahneden çekilmeyeceğini ve “meşru direniş” ile “Filistin davası” bayraklarını yüksek tutarak Gazze’yi savunmaya ve yeni dönemde Gazze’nin siyasi, güvenlik ve ekonomik yeniden inşasına katılmaya istekli olduğunu gösterdi.
Amerika açısından, Trump İsrail’in savaş arabasına uzun süre bağlanmak istemiyor. Ancak ulusal çıkarlar, kişisel dostluklar ve dini inançlar nedeniyle, Netanyahu hükümeti ile İsrail’i korumak ve kollamak zorunda kalıyor. Bu yüzden Trump, Filistinlilere ve Arap dünyasına baskı yapmak için “Gazze’yi boşaltma” planını devreye soktu, Husilere karşı ağır darbeler indirerek İsrail üzerindeki baskıyı hafifletti ve İran’a açık şekilde uyarı ve tehditlerde bulunarak—ki bu ülke sözde “büyük destekçi” olarak görülüyor—nihai olarak İsrail-Filistin savaşını durdurmak, Orta Doğu’da tansiyonu düşürmek ve Amerika’nın bölgeye olan yoğun ilgisini azaltmak istiyor.
İran açısından bakıldığında, bir yılı aşkın süren “Altıncı Orta Doğu Savaşı” yalnızca İsrail ile iki kez doğrudan çatışmaya neden olmadı, aynı zamanda ülkeyi neredeyse tam ölçekli bir savaşa sürükledi. Bununla birlikte, “Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan jeopolitik çift yapı da derin yaralar aldı. İran, tarihi bir siyasi ve diplomatik yenilgi yaşadı; son kırk yılı aşkın süredir yaptığı tüm yatırımlar ve “Arap Baharı” sonrasındaki nüfuz alanı, neredeyse bir gecede kayboldu. Bu da İran’ın mevcut politikalarının meşruiyetini ve rejimin meşruluğunu tehlikeye atabilir. Son aylarda İran hâlâ sert bir diplomatik duruş sergilemekte, başta Filistin’e destek vermek ve İsrail ile Amerika’ya uyarılarda bulunmak temel söylem olarak öne çıkmakta. Bu ise, tersine İsrail ve Amerika’yı iş birliği yaparak Gazze savaşı çevresinde fırsatı değerlendirmeye ve “Şii Hilali” ile “Direniş Ekseni”ni tamamen ezmeye teşvik etmektedir.
Husiler açısından bakıldığında, ilk hedefleri İran tarzı bir rejim kurmak olduğundan, İran’ın dış politika ve siyasal söylemini ödünç almaları ve sürdürmeleri kaçınılmazdı. Bu da, Filistin bayrağını yükseltmeleri ve Filistin anlatısı çerçevesinde hareket etmeleri gerektiği anlamına geliyor; böylece Şii milis olmaktan kaynaklanan doğuştan gelen dezavantajlarını aşmaya çalışıyorlar. Ancak Husiler, İran’ın sahip olmadığı bir söylem özgüvenine sahipler. Çünkü Filistinliler de, Husiler dahil Yemenliler de aynı kökten gelen Araplardır. Husi hareketi başladığından beri uzun süre sadece hayatta kalmaya çalıştı ve başka meselelerle ilgilenemedi. 2014’te iç savaşın patlak vermesiyle güç kazanmaya başlayan Husiler, uzun süre boyunca Suudi Arabistan ve “İslam Onlusu” tarafından desteklenen uluslararası meşruiyete sahip Yemen hükümetiyle iktidar mücadelesine odaklandılar ve bu yüzden İsrail-Filistin çatışmalarına karşılık verecek ne zamanı ne niyeti oldu.
Ancak artık Husiler, ülkenin üçte birini, nüfusun üçte ikisini ve Kızıldeniz kıyısının üçte ikisini kontrol ederken; başkent Sana ve Hudeyde gibi büyük kentlere sahipken; Suudi Arabistan ve BAE’yi derinlemesine vurabilecek seyir füzeleri ve İHA’lar geliştirirken, liderlerinin vizyonu belirgin şekilde genişledi. Hayalleri büyüdü, jeopolitik iştahları eskisiyle kıyaslanamayacak kadar arttı. Bu nedenle 2023 Ekim’inde Hamas’ın “Aksa Tufanı” saldırısını başlatmasının ardından, Husiler zamanlamayı iyi ayarlayarak askeri eylemlere girişti, resmen “Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”ne katıldı ve Doğu Akdeniz savaş cephesi dışında, Kızıldeniz’de yeni bir savaş alanı açarak “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın büyük güney cephesini oluşturdu.
Belirli bir bakış açısından bakıldığında, “iktidar silahın namlusundan çıkar” anlayışına sıkı sıkıya inanan Husiler, savaşçı yeteneklerine olan güvenleriyle, kabilelerle dolu, halkı sade ama sert olan ve çölün enginliğine sahip anayurtları Yemen’i ikinci bir Afganistan olarak görmektedir. Onlara göre, ABD ne olursa olsun yüz binlerce asker gönderip bir çıkarma harekâtı başlatmaya cesaret edemez; sadece uzun menzilli hava saldırılarına bel bağlayabilir. Oysa bu tür hava saldırıları, Husilerin varlığını tehdit etmediği gibi, tersine bir tür “reklam etkisi” yaratarak, onları küresel kamuoyunda pan-İslamizm ve pan-Arap milliyetçiliğinin yeni kalesi olarak tanıtmaktadır. Bu durum, Husilerin siyasi meşruiyetini, mücadelelerinin haklılığına dair algıyı ve devletin birleşik bir yönetim altına alınmasının gerekliliğini pekiştirmektedir.
Her ne kadar Husiler, Filistin davasına desteklerini, Filistin halkının çektiği acılara duydukları ilgiyi ve Filistin anlatısını kendi idealleri ve intikam hedefleriyle doğrudan ilişkilendirmekte kamuoyu önünde pek açık davranmasalar da, şu sonuç çıkarılabilir: Böylesine büyük çaplı, hatta kendilerini ateşe atabilecek eylemlerde bulunmaları, İsrail ve ABD öncülüğündeki Batılı müttefiklerle karşı karşıya gelmeyi göze almaları, aslında uluslararası toplumu—özellikle de Arap Birliği’ni—Yemen’deki fiili iktidarlarını tanımaya zorlamak içindir. Hedefleri, Yemen’in siyasi yeniden yapılanma sürecinde liderlik rollerinin kabul edilmesi ve sürgündeki hükümete verilen desteğin son bulmasıdır. Dünyanın, Husilerin tek başına yönettiği yeni bir rejimi kabul etmese bile, en azından onların başrolde olduğu bir koalisyon hükümetini desteklemesi gerektiğini düşünmektedirler. Bu şekilde, on yılı aşkın süredir devam eden Yemen iç savaşı ve Kızıldeniz bölgesindeki istikrarsızlık sona erebilir.
Bu açıdan bakıldığında, Gazze’deki savaş ve barış sadece Filistin ile İsrail arasındaki bir mesele değildir; tüm Orta Doğu’nun ve hatta dünya siyasetinin bir parçasıdır. Bu zincirleme düğümü çözmek elbette kolay değildir; ancak en azından Gazze’de bir ateşkes sağlanması, bölgedeki ülkelerin ve siyasi güçlerin kullanabilecekleri bahaneleri ve kozları ortadan kaldırabilir, böylece Orta Doğu’daki liderlerin dikkatlerini kalkınma, işbirliği ve refah gibi daha büyük konulara yöneltmeleri mümkün olabilir.
Öte yandan, Husilerin hâkimiyetinde olan kadim Yemen—bir zamanların “mutlu diyarı”—bugün dünyanın en yoksul ve en geri kalmış ülkelerinden biridir. Husiler, yüzlerce kilometre ötede yaşayan Filistinlileri kurtarmak adına, füze, insansız hava aracı ve çeşitli askeri teçhizat geliştirmeye büyük bütçeler ayırırken, kendi halklarının yoksulluk sınırının altında yaşamayı sürdürmesine razı olmuşlardır. Oysa, ulusal sorumluluk taşıyan hiçbir liderin böyle bir öncelik sıralaması yapmaması gerekir. Fakat devrimci partiler ve devrimciler için, ulusal çapta iktidarı ele geçirmek ve birleşik bir hükümet kurmak, belki de en acil siyasi istek ve görevdir. Husi hareketi ve liderleri de bu büyük iktidar cazibesinden kendilerini kurtarabilmiş değildir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Kanada: Bir başbakan, bir başkan ve yedi hafta

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Trump’ın Seçim Hediyesi
Manchester United’ın Lyon’la iki hafta önce oynadığı Avrupa Ligi maçını izlediniz mi bilmiyorum… Hayatımda izlediğim en eğlenceli, aynı zamanda da en imkânsız maçtı herhalde. Kronometre 113. dakikayı gösterirken, United taraftarının yüzünde büyük bir çaresizlik okunuyordu. Ancak sonraki yedi dakikada United üç gol atacak ve imkânsızı başaracaktı.
Benzer bir çaresizlik, Justin Trudeau’nun başbakanlığının son aylarında, Liberal seçmen ve yöneticiler için de geçerliydi. Gençliği ve dış görünüşüyle küresel bir popülerlik kazanan Trudeau, uzun süren Muhafazakâr iktidarın yarattığı yorgunluk, babasından miras kalan soyadı ve biraz da, rakiplerinin beceriksizliği sayesinde üç federal seçim kazanabilmişti. Ancak başında bulunduğu Liberal Parti, 2023 yılı ortalarından itibaren hızla kan kaybetmeye başladı. Trudeau, Ocak 2025’te başbakanlığı bırakacağını açıkladığında, Kanada’nın en köklü partisi olan Liberaller ile ana rakibi Muhafazakâr Parti arasındaki fark %25’e çıkmıştı. Bu noktada, kimsenin Muhafazakârların bir sonraki seçimi kazanacağına dair bir şüphesi yoktu. Hayat pahalılığı, artan suç oranları ve Liberal göç politikalarına karşı yürütülen sert kampanyalar, Muhafazakârları anketlerde %45’lere fırlatmıştı. 2020’den bu yana parti liderliğini yürüten, rakipleri tarafından bir “saldırı köpeği” ya da “haşere” olarak nitelenen ve birçok konuda Trumpvari bir tavır takınan Pierre Poilievre için tek yapılacak şey, başbakanlığa hazırlanmaktı.
Ta ki Mark Carney siyasete girene kadar…
Liberal kanattaki çaresizlik ve Muhafazakârların erken zafer coşkusu, Mark Carney’nin siyasete girişiyle birlikte hızla değişmeye başladı. Kariyerine yatırım bankası Goldman Sachs’ta başlayan Carney, daha sonra sırasıyla Kanada ve İngiltere Merkez Bankalarının başkanlığını yaptı. Günlük parti siyasetini pek bilmeyen (seçim kampanyasında bu oldukça belirgindi), teknokrat kimliğiyle tanınan Carney, önce anketlerdeki %25’lik farkı kapattı, sonra da liderliği ele geçirdi. Seçim sonuçlarına göre; buna göre, Liberaller geçerli oyların yüzde 43,5’ini alarak seçimlerde çoğunluğu sağladı. Ancak mevcut oy oranıyla Kanada Federal Parlamentosu’ndaki 343 sandalyeden 168’ini kazanan Carney’nin partisi, tek başına iktidar olmak için gereken 172 milletvekilli sınırını aşamadı, azınlık hükümeti kuracaklar.
Manchester United, yedi dakikada üç gol atarak imkânsızı başarmıştı. Carney de benzer şekilde, yaklaşık yedi haftada dibe vurmuş Liberalleri nasıl oldu da zafere taşıdı? Bu sorunun en basit cevabı: Trump.
Trump’ın Gölgesi: Beklenmedik Bir Zaferin Anatomisi
Elbette seçimi kazandıran tek faktör Trump değil. Ancak şüphesiz en belirleyici etken oydu.
ABD ve Kanada, iki ayrı egemen devlet olmalarına rağmen, ABD siyasetinin ve özellikle ABD Başkanı’nın ne düşündüğü ve ne söylediği, Kanada için son derece önemlidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Kanada’nın – Arktik Bölgesi de dahil olmak üzere – savunma sorumluluğunu üstlenirken, Kanada da Amerikan imparatorluğunun en sadık müttefiki haline geldi. 1960’ların ortasından itibaren otomotiv sektörüyle başlayan ve giderek derinleşen ekonomik entegrasyon, bu jeopolitik ittifakı daha da güçlendirdi. 1980 ve 1990’lardaki serbest ticaret anlaşmaları, dünyanın en uzun “korumasız” sınırını daha da geçirgen hale getirirken, iki ülkeyi birbirine bağlayan kritik tedarik zincirleri iyice sıkılaştı. Bu süreçte Kanada giderek ABD pazarına bağımlı hale geldi. Örneğin, geçen yıl Kanada’nın ihracatının %75,9’u ABD’ye yapıldı. Kanada’nın yaklasik on katı büyüklüğündeki Amerikan ekonomisi için durum farklı: Kanada, ABD’nin önemli bir petrol ve doğal gaz tedarikçisi olsa da, ABD kendi kaynaklarına sahip ve bu kaynakların kullanımını giderek artırıyor. Dolayısıyla bir bağımlılıktan söz etmek mümkün değil. Enerji dışındaki sektörlerde de benzer bir tablo geçerli.
Böyle bir bağlamda, ikinci kez başkanlık koltuğuna oturan Trump, göreve geldiği ilk günden itibaren Kanada’ya yüklenmeye başladı.
Kullandığı dilin ve taleplerinin ardında tam olarak ne olduğunu kestirmek güç. Trump bu… Şimdiye kadar gördüğümüz kadarıyla uluslararası siyasete bir Kapalıçarşı esnafı gibi yaklaşıyor: pazarlığa yukarıdan başlıyor, sonra orta bir yerde el sıkışmak istiyor gibi. Ama bunun bir taktik mi yoksa sistematik bir politika mı olduğunu zaman gösterecek.
Trump’ın Beyaz Saray’daki ilk yüz gününde yaptığı açıklamalar ve uyguladığı politikalar, iki ülke arasındaki ilişkilerde ciddi gerilimlere neden oldu. Eski başbakan Trudeau’ya “Vali Trudeau” diyen Trump, Kanada’nın ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini defalarca dile getirdi ve bu fikri bir ekonomik baskı aracı olarak kullandı (ve kullanmaya devam ediyor). Ayrıca istikrarlı olmasa da, Kanada’ya karşı ağır gümrük tarifeleri uygulayarak ticaret savaşını kızıştırdı. Trump’ın bu söylem ve politikalarının ardındaki temel iddia ise şu: Kanada, on yıllardır ABD’den haksız şekilde faydalanıyor. Elbette bu oldukça tartışmalı bir iddia. Üstelik dayandığı veriler de, en kibar ifadeyle, sorunlu.
Trump’ın tüm bu hamleleri, Kanada’da genelde pek güçlü olmayan milliyetçi damarı harekete geçirdi. Anketlere göre bu süreçte birçok Kanadalı’nın ABD algısı değişmeye başladı. Öyle ki, yakın zamanda yapılan bir ankete göre, Kanada genelinde nüfusun %24’ü ABD’yi “hasım” ya da “hasmane” olarak görüyor. Bu oran Liberaller arasında %31. Küresel hegemonya mücadelesinin diğer aktörü Çin’i hasım olarak görenlerin oranı ise sadece %15! Bu, Kanada siyasetini yakından izleyenler için oldukça dikkat çekici bir dönüşüm.
Trump’ın Kanada konusundaki tutumunun bir tür “trollük” olduğunu düşünuyor olabilirsiniz. Nitekim birçok kişi böyle düşünüyor. Ancak 26 Nisan’da yayımlanan Time dergisi röportajında bu konuda ciddi olduğunu yeniden vurguladı. Kanada’da seçimlerin sürdüğü pazartesi günü (Kanada’da oy verme işlemi birkaç gün sürer), Trump, kendi sosyal medya platformu Truth Social’da Kanadalıların kendisine oy vermesi gerektiğini ima eden bir paylaşım yaptı.
Kanada siyasetine doğrudan bir müdahale anlamına gelen bu hareket karşısında en sert tepki Muhafazakâr lider Poilievre’den geldi. Ama bu, Poilievre için yeterli olmayacakti.
Sorun şu: Muhafazakâr Parti ve lideri, bir süredir Trump ve MAGA (Make America Great Again) hareketiyle yakından ilişkilendiriliyor. Trump’ın “America First” (Önce Amerika) sloganını Poilievre seçim kampanyasında “Canada First” (Önce Kanada) şeklinde kullandı. Göçmenlikten LGBTQ haklarına, sol ya da liberal bir tavir takinan üniversitelerin fonlarının kesilmesinden ’woke’ kamu çalışanlarının işten çıkarılması tehditlerine kadar birçok konuda Poilievre ve tayfasının Trump’ı örnek aldığı asikar. Petrol zengini Alberta’nın promiyeri Danielle Smith’in MAGA çevresiyle süren flörtü de Muhafazakarlar’ın Trump’çı imajının silinmesine yardımcı olmadı (Alberta, Quebec gibi ilginç bir konu ama bu konuyu şimdilik başka bir yazıya saklayalım).
Sonuç: Uzun zamandır görülmeyen bir durum yaşandı — tam 95 yıl sonra iki ana parti diğer tüm partileri adeta ezdi ve Liberaller azınlık hükümeti kurma hakkını kazandı. Muhafazakârlar, oylarını yaklaşık 2 milyon artırmalarına ve bazı bölgelerde önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen, on yıl aradan sonra yine hükümeti kuramayacaklar.
Seçim sonuçlarının açıklandığı salı günü Başbakan Carney, ABD’yi tehdit olarak gördüklerini yineledi ve “Kanada’nın ABD ile eski ilişkisi artık sona erdi” dedi. Ben, bu iddianın gerçeklik kazanması için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Ama önümüzdeki yılların ne getireceğini kimse bilemez.
Carney’nin zaferi, belki United’ın uzatmalardaki mucizesi kadar dramatik değildi ama en az onun kadar beklenmedikti. Bu beklenmedik dönüşte, en az kendi çabası kadar, güney sınırının ötesinden gelen sert rüzgârların da payı vardı. Trump’ın soylemi ve temsil ettiği çizgi, Kanada siyasetinde tahmin edilenden çok daha güçlü bir karşılık buldu. Şimdi ise asıl soru şu: Amerikan siyasi rüzgârlarının giderek sertleştiği bir dünyada, Kanada kendi rotasını ne kadar koruyabilecek veya kendine yeni bir rota çizebilecek mi?
Görüş
Hindistan-Pakistan gerilimi: Geleneksel ve sınırlı bir askerî güç gösterisi oyunu

7 Mayıs’ta, dünya Trump yönetiminin başlattığı ticaret savaşına odaklanmışken, Güney Asya yarımadasında Hindistan ve Pakistan arasında kısa ama şiddetli bir askeri çatışma patlak verdi. O gün, Pakistan ordusu beş Hindistan savaş uçağını düşürdüğünü, çok sayıda Hint kontrol noktasını yok ettiğini ve çeşitli Hint karakollarını vurduğunu duyurdu. Hindistan da en az üç savaş uçağının Hindistan kontrolündeki Keşmir’de “düştüğünü” doğruladı.
8 Mayıs’ta Pakistan ordusu, İsrail yapımı 25 “Harpy” insansız hava aracını daha düşürdüğünü ve Hindistan’ı çatışmayı daha da “tırmandırmakla” suçladığını açıkladı. Pakistan Bilgi Bakanlığı, Keşmir’deki fiili Hindistan-Pakistan kontrol hattı yakınında yaklaşık 50 Hint askerinin öldüğünü bildirdi. Aynı gün Hindistan, Pakistan’ı, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pencap bölgesine drone ve füze saldırıları yapmakla suçladı. Buna karşılık, Hindistan ordusu misilleme saldırıları düzenleyerek bazı hedefleri yok etti.
Pakistan Dışişleri Bakanı Dar, Keşmir’de çatışma çıktıktan sonra iki ülkenin ulusal güvenlik danışmanlarının temas kurduğunu doğruladı. 8 Mayıs akşamı Hindistan Dışişleri Sekreteri Vijay Gokhale, “Sindoor Operasyonu”nun özel askeri hedefleri değil, yalnızca Pakistan’daki terörist tesisleri ve Hindistan’a yönelik sınır ötesi terör saldırılarıyla açıkça bağlantılı yerleri vurduğunu, Hindistan’ın durumu tırmandırma niyeti olmadığını vurguladı. Bir başka olumlu işaret ise Hindistan’ın daha önce kapattığı Çenab Nehri üzerindeki iki hidroelektrik santralinin üç kapısının yeniden açılması ve böylece Pakistan’a su temininin sağlanmasıydı.
Gözlemciler, iki taraf askeri mücadeleyi tamamen durdurmamış olsa da çatışma şiddetinin belirgin biçimde azaldığını ve Hindistan’dan sürekli yumuşama sinyalleri geldiğini kaydetti. Bu nedenle, iki nükleer güç arasındaki bu yerel çatışmanın zamanla sona ermesi ve dördüncü bir Hindistan-Pakistan savaşına dönüşmemesi bekleniyor. Analistler, Hindistan ile Pakistan arasındaki geleneksel sorunun hâlâ çözülmediğine, Hindistan tarafından başlatılan bu askeri güç gösterisinin iç politikaya hizmet etmenin ötesinde, yalnızca Güney Asya’daki gerilimi artırdığına ve iyi komşuluk ilişkilerine ya da Hindistan’ın süper güç olma hayaline katkı sunmadığına dikkat çekiyor.
Hindistan-Pakistan arasında yeniden patlak veren büyük çatışma, adeta “hafif bir esintiden çıkan fırtına” oldu. Bir anlamda Hindistan durumu abartarak, bir terör saldırısını iki Güney Asya gücü arasında son yarım yüzyılın en büyük hava çatışmasına dönüştürdü.
22 Nisan’da, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Üç silahlı saldırgan sivillere ateş açarak 26 kişinin ölümüne neden oldu. Hindistan hükümeti hiçbir kapsamlı soruşturma yürütmeden bu saldırının “Pakistan destekli terörizm” olduğunu ilan etti ve sert misillemeler yapılacağını duyurdu. Sonrasında Hindistan, Pakistanlı diplomatları sınır dışı etti, ikili ticaret anlaşmasını iptal etti ve hatta tarım ile içme suyu alanında Pakistan’a su tedarikini tamamen kesti. Hindistan’ın bu basit ve saldırgan adımları, terör saldırısının sorumluluğunu tartışmasız şekilde Pakistan’a yüklemeyi ve kamuoyu savaşında üstünlük kurmayı hedefliyordu.
29 Nisan’da Hindistan Başbakanı Modi, Pakistan’ın suçlamaları reddetmesi ve uluslararası tarafsız bir soruşturma çağrılarını göz ardı ederek, Hint ordusuna terör saldırısına karşı sert tepki verme yetkisi verdi. Orduya her türlü askeri müdahaleyi yöntem, hedef ve zaman açısından özgürce seçme hakkı tanındı. Hindistan’ın bu saldırgan tavrına karşı Pakistan da geri adım atmayarak hazırlıklarını artırdı ve nükleer silah kullanma tehdidinde bulundu.
7 Mayıs sabahı erken saatlerde, Hindistan ordusu “Sindoor Operasyonu” adı verilen sınır çatışmasının ilk saldırısını başlattı ve Pakistan’daki çeşitli hedeflere hava saldırısı düzenledi. Hindistan Basın Bürosu, dokuz Pakistan hedefinin vurulduğunu doğruladı. Pakistan’ın Dawn gazetesi, Pakistan kontrolündeki Keşmir’in başkenti Muzaffarabad ve Pencap’taki Bahawalpur dahil beş kente hava saldırısı düzenlendiğini, bazı şehirlerde elektrik kesintileri yaşandığını bildirdi. Pakistan askeri istihbaratı, birçok bölgenin Hindistan’dan gelen füze saldırılarına maruz kaldığını ve hava kuvvetlerinin savaş durumuna geçtiğini açıkladı. Ardından, Pakistan devlet televizyonu, askeri kaynaklara dayandırarak Pakistan’ın misillemeye başladığını ve Hint sınır kamplarına, karakollarına ve hava üslerine füze saldırısı düzenlediğini, beş Hint savaş uçağını düşürdüğünü bildirdi. 8 Mayıs sabahına kadar Pakistan tarafında 31 ölü ve 57 yaralı raporlandı.
Amerikan medyasına göre, her iki taraf da kendi hava sahasında eşi benzeri görülmemiş bir hava çatışmasına girdi, toplamda 125 savaş uçağı kullanıldı, çatışma menzili 165 kilometreyi aştı. Pakistan’ın düşürdüğü uçaklar arasında üç Fransız yapımı Rafale, bir Rus yapımı MiG-29, bir Su-30MKI ve bir Heron insansız hava aracı yer aldı.
Rafale, Hindistan Hava Kuvvetleri’nin en gelişmiş ana savaş uçağıdır ve yaklaşık 3,5 nesil seviyesindedir. Bazı askeri gözlemciler, uçakları düşüren Pakistan uçaklarının yüksek olasılıkla PL-15E hava-hava füzesi taşıyan JF-17 savaş uçakları ve LY-80 hava savunma sistemleri olduğunu belirtti. Pakistan Hava Kuvvetleri şu anda 150’den fazla JF-17 savaş uçağına sahiptir, PL-15E’nin azami menzili 145 kilometredir. Bu askeri çatışmanın sonucu, genel güç dengesi açısından dezavantajlı durumda olan Pakistan’ın yüksek performanslı hava savaşlarıyla Hindistan üzerinde moral üstünlüğü sağladığını göstermektedir.
Her iki taraf da şiddetli çatışmalara girmiş olsa da ve Hindistan herhangi bir avantaj elde edememiş, hatta kayıplar yaşamış olsa da, bu Hindistan tarafından başlatılan yerel çatışma, yine Hindistan’ın ilk olarak geri adım atmasıyla bir dönüm noktasına ulaşmış gibi görünüyor.
Birincisi, hava saldırılarını başlatan Hindistan Hava Kuvvetleri, Pakistan topraklarına girmeye cesaret edemedi, Pakistan ise hava kuvvetlerine Hindistan hava sahasına girmemesi talimatını verdi ve bu konuda ölçülü davrandı.
İkincisi, Hindistan “Sindoor Operasyonu”na dair bilgileri Rusya, Birleşik Krallık, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve ABD ile paylaşarak hem müttefik arayışına girdiğini gösterdi hem de arabuluculuk ve krizi yumuşatarak sonlandırma niyetinde olduğunu ima etti.
Üçüncüsü, birçok savaş uçağının düşürülmesine rağmen Hindistan, ilk “göz kırpan” ve yumuşama sinyali veren taraf oldu; diğer ülkelere yaptığı bilgilendirmelerde mevcut durumu “tırmandırma niyetinde olmadığını” vurguladı ve ancak Pakistan durumu tırmandırırsa kesin karşılık vermeye hazır olduğunu belirtti.
Hindistan-Pakistan arasında aniden patlak veren bu çatışma, zaten kaotik olan dünyaya yeni bir kaygı dalgası ekledi ve geçici olarak kamuoyunun dikkatini ABD’nin gümrük vergisi savaşı, Kızıldeniz krizi, İsrail-Filistin çatışması, İran nükleer meselesi, Rusya-Ukrayna savaşı gibi sıcak gelişmelerden uzaklaştırdı. Çin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve diğer ülkeler ile uluslararası kuruluşlar, her iki tarafa da itidal çağrısı yaparak çatışmanın büyümemesi ve tırmanmaması gerektiğini belirttiler. İran ve Türkiye aktif biçimde arabuluculuk yaparken, genelde Hindistan’ı destekleyen ABD hükümeti bu kez belirsiz bir tutum takındı; Başkan Trump, iki tarafın da bu krizi kendi başlarına düzgün şekilde çözeceğine inandığını ifade etti.
Bu çatışmanın büyük olasılıkla zirve noktasını geçtiği ve düşük yoğunluklu çatışmalara, hatta askerî olmayan yöntemlerle rekabete evrileceği öngörülüyor. Ancak, Hindistan’ın bu durumu abartarak büyük çaplı çatışmayı tetiklemesi, gözlemciler tarafından sorgulanmayı ve analiz edilmeyi hak ediyor.
Birincisi, Pahalgam’daki terör saldırısının kurgulanmış olma ihtimali dikkat çekiyor. Saldırıdan sonra Hindistan medyası, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de faaliyet gösteren Müslüman “Lashkar-e-Taiba” örgütünün uzantısı olan “Direniş Cephesi”nin sorumluluğu üstlendiğini iddia etti. Hindistan güvenlik birimleri, birçok saldırganın Pakistan’dan geldiğini belirtti. Ancak birkaç gün sonra “Direniş Cephesi” bu saldırıyla bağlantısı olmadığını resmi olarak duyurdu ve daha önceki “sorumluluğu üstlenme” mesajının, Hindistan siber istihbarat birimleri tarafından “hacklenerek uydurulduğunu” açıkladı. Pakistan yetkilileri, bunun Hindistan istihbaratının bir başka “sahte operasyonu” olduğunu, Pakistan’ın uluslararası itibarını zedelemeyi ve Hindistan’da Hindu temelli radikal siyasi ajandaya hizmet etmeyi amaçladığını ifade etti.
1 Mayıs’ta, sosyal medya platformu Telegram’da, saldırının Hindistan güvenlik birimleri tarafından planlandığı ve Pakistan’a suç atıldığına dair bir sızıntı yayımlandı. Kaynağın, Hindistan İstihbarat Teşkilatı Başkanı Korgeneral Rana olduğu bildirildi. Ardından, Rana gizemli bir şekilde görevden alındı.
İkincisi, Hindistan’ın ortak bir soruşturma teklifini reddetmesi makul değil. Pahalgam saldırısından sonra Pakistan Başbakanı Şahbaz, olayla ilgili güvenilir, şeffaf ve tarafsız uluslararası bir soruşturma yapılması çağrısında bulundu. Ancak Hindistan, bu çağrıyı kesin bir dille reddetti ve hızla ardı ardına misilleme adımları attı, suçlamaları tek taraflı olarak Pakistan’a yöneltti. Analistlere göre, bu anormal davranışlar Hindistan’ın gerçeği bulanıklaştırmak ve askerî müdahaleye alan açmak istediğini gösteriyor.
Üçüncüsü, mevcut durumda Pakistan’ın gerilimi tırmandırmasından bir çıkarı yok. Güney Asya uzmanlarına göre, Pakistan’da siyasi istikrar bu yıl itibariyle adım adım sağlanmakta, ekonomik zorluklar ise devam etmekte ve güvenlik durumu köklü biçimde iyileşmiş değil. Hindistan’a karşı büyük ölçekli bir askerî çatışma başlatmak, ciddi belirsizlikler doğurur. Bu nedenle Pakistan savunma pozisyonunu koruyor ve Hindistan’a saldırı başlatması olası görülmüyor.
Dördüncüsü, Hindistan’ın Pakistan’a karşı sert tutumunun iç politikada krizleri örtme amacı taşıdığı söylenebilir. Analistler, Modi’nin uzun süredir Hindu milliyetçiliğini teşvik ettiğini, Müslüman azınlığı baskı altına aldığını ve kendi siyasi meşruiyetini bu ideolojiye dayandırdığını belirtiyor. Bu durum, Hindistan’ın bu ideolojiye bağımlılığını artırmış ve karşılıklı bir simbiyotik ilişki doğurmuştur. Pakistan ve Müslüman kökenli terör saldırıları ve bunlara verilen sert tepkiler, Modi hükümetinin milliyetçi ve dini anlatısını güçlendirmektedir.
Beşinci olarak, Hindistan bu fırsatı kullanarak Keşmir bölgesinin “Hindulaştırılması” sürecini daha da ileri taşıdı. Modi’nin 2019’daki yeniden seçilmesinin ardından, Hindistan hükümeti Hindistan kontrolündeki Keşmir üzerindeki merkeziyetçi kontrolü ve “Hindulaştırma” sürecini güçlendirdi; bölgenin özel özerk statüsünü kaldırdı, yasama meclisini feshetti, yıllardır sahip olduğu özerk eyalet statüsünü sona erdirerek doğrudan merkezden yönetilen bir bölgeye dönüştürdü. Bu durum, yerel Müslüman nüfusun etnik ve dini aidiyet duygusunu daha da bastırdı, Keşmir sorununun çözüm perspektifini karmaşıklaştırdı ve radikal, aşırılıkçı hatta terör eğilimli yapıların yükselmesini tetikledi. Modi hükümeti, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de G20 bakanlar toplantısı düzenleyerek Keşmir’in ilhakını uluslararası topluma meşru gösterme çabasına dahi girdi.
Keşmir’in statüsü konusunda Hindistan ve Pakistan’ın tutumu tamamen zıttır. Hindistan, Keşmir’in kendi ayrılmaz parçası olduğunu savunurken, Pakistan Birleşmiş Milletler kararlarına dayanarak Keşmir halkının referandum yoluyla kaderini belirlemesi gerektiğini vurgular. Bu tutum farklılığı, her iki tarafın kamuoyu oluşturma biçiminde bazı ince farklar yaratmakta ve Hindistan kontrolündeki Keşmir’de neden sürekli terör saldırıları yaşandığını da açıklamaktadır. Modi hükümetinin altı yıl önce Keşmir’i zorla “Hindulaştırması”, mevcut çelişkileri derinleştirmiştir. Hindistan, Pakistan’ın sunduğu toprak anlaşmazlığı müzakere tekliflerini sürekli reddetmekte, bunun yerine önce terörizmi çözmesini şart koşmaktadır. Bu şekilde Hindistan, hem ikili ilişkilerin iyileştirilmesi için tek taraflı bir gündem belirlemekte hem de Pakistan’a ilgisiz terör saldırılarının sorumluluğunu yükleyerek Keşmir sorununun barışçıl çözümünü çıkmaza sokmaktadır.
Hindistan-Pakistan arasındaki bu son çatışma, iki tarafın nükleer güç olması, karmaşık jeopolitik ilişkiler ve kırılgan iç siyaset nedeniyle dördüncü büyük ölçekli bir savaşa dönüşmeyecektir. Bunun yerine, daha önce defalarca sahnelenmiş olan tanıdık anlatı mantığı ve olay örgüsünün tekrarını gördük. Ancak bu olay sayesinde gözlemciler, Modi hükümeti yönetiminde Hindistan’ın ekonomik kalkınmada ciddi ilerleme kaydettiğini açıkça görebiliyor. Hindistan’ın genel ulusal gücü ve jeopolitik ağırlığı Pakistan’ı çoktan aşmıştır. Üstelik Çin, ABD, Rusya, AB ve hatta Japonya gibi aktörlerin hepsi, jeopolitik rekabet içinde Hindistan’ı kendi yanlarına çekmeye çalışmaktadır. Bu da Modi hükümetinin üstünlük duygusunu eşi benzeri görülmemiş düzeye çıkarmış ve “Hindistan Rüyası” ile büyük güç olma hedefinde kendinden geçmesine, hatta gerçeklikten kopmasına yol açmıştır.
Güçlenen Hindistan, sadece Pakistan’a karşı “sert olmakta doğal” hale gelmekle kalmamış, Çin ile ilişkilerinde de sert ve saldırgan bir çizgi izlemeye başlamıştır. Hindistan, Çin’in kendisini Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dahil etmesini takdir etmek yerine, bu örgüt içinde ve BRICS içinde sürekli Çin’in önünü kesmekte, G20 üzerinden Keşmir konusunu gündeme getirmekte, hatta Küresel Güney ülkeleri liderliğini açıkça kapma yarışına girmektedir; bu durum Hindistan’ı adeta II. Dünya Savaşı sonrası bağlantısızlar hareketinin ilk yıllarına geri götürmektedir.
Gerçekte ise Hindistan hâlâ Güney Asya’nın büyük ülkesi, bölgesel bir güçtür. Körü körüne güven, kibir ve kendine hayranlıkla gerçek gücünün ötesinde bir büyük güç statüsünü hedeflemesi, büyük ihtimalle zarardan başka bir şey getirmeyecektir. Pakistan’la nadir görülen bir çatışmayı pervasızca başlatması ve hava savaşında yaşadığı aşağılayıcı mağlubiyet, umarız Modi hükümetini kendi hayali büyük güç rüyasından uyandırır; daha gerçekçi bir dış politika ve stratejiye dönmesini sağlar ve Hindistan’ın gerçek gücü ve konumuna uygun bir rekabet stratejisi ve hedefi geliştirmesine vesile olur.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”

Bu defa farklı bir 9 Mayıs yazısı olacak. Daha doğrusu, uzun bir tanıtımın ardından iki şiir çevirisi.
Şiirler, Tatar-Sovyet şairi, Sovyetler Birliği kahramanı Musa Celil’e ait.
Esas olarak iki nedenle yapıyorum bunu. İlki, bizde hâlâ pek yaygın olan “esir Türkler” demagojilerindeki sahtekarlığı gösterdiği için. Orenburg’da fakir bir Tatar ailesinden çıkıp bolşevik devrimcisi olan, esir düştüğü faşist toplama kampında Sovyet propagandası yaptığı ve (bizim Nazi işbirlikçilerinin takdirleri ve teşvikleriyle kurulan) faşist Tatar lejyonunu dağıtmak üzere örgütlendiği için idam edilen bir devrimci bu.
İkincisi, Musa Celil’in hikayesi, Sovyetler Birliği’nde milli meselenin nasıl çözüldüğünü de gösteriyor: her halkın eşitliği, milli kültürlerin geliştirilmesi, kurucu devrimci enerjinin bütün halklara yaygınlaştırılması.
Musa Celil bir Tatar. Şiirlerinin neredeyse tamamı da Tatarca. 1906’da Orenburg oblastinin Mustafino köyünde doğmuş. 11 yaşında yazdığı piyesin Orenburg şehir tiyatrosunda sahneye konduğu söylenir. İş savaş sırasında şehir iki defa Beyaz Ordu tarafından ele geçirilmiş ve özellikle Tatarlara karşı pogromlar düzenlenmiş. Musa bunların tanığı. 1920’de komünist gençlik örgütüne (VLKSM, Komsomol) katılmış. 1922’de Kazan’a gelmiş ve yerel Tatar gazete ve dergilerinde yazmaya başlamış. 1926’da Rusya Komünist Partisi (bolşevik) üyesi. 1927’de Moskova Devlet Üniversitesi etnografya fakültesi edebiyat bölümü öğrencisi. Aynı yıl VLKSM MK Tatar-Başkır bürosu sekreteri. Bu sırada en çok Tatarca çocuk dergilerinde çalışmış, yayın yönetmenliği yapmış. 1931’de üniversiteyi bitirmiş. Kommunist (yerel değil, birlik gazetesi) sanat-edebiyat bölümü yöneticisi. 1934’te Moskova konservatuarında Tatar opera stüdyosunun edebiyat yöneticisi. Çok sayıda operanın librettosunu Tatarcaya çevirmiş. 1936’da evlenmiş. 1939’da Tataristan özerk Sovyet sosyalist cumhuriyeti yazarlar birliği sorumlu sekreteri. 1942 şubat sonunda ikinci hücum ordusu gazetesi muhabiri olarak cepheye gönderilmiş. 26 Haziran’da esir düştü.
Tutsaklığı boyunca en az 115 şiir yazdığını notlarından biliyoruz; ama bunların sadece 94’ü savaştan sonraya kalmış. Geri kalanları, Moabit zindanlarında yok olmuş.
Kalan, iki defter. Bunlar “Moabit defterleri” diye bilinir. Birinci defter Arap harfleriyle yazılmış şiirler. Defterin son sayfasında şöyle yazıyor: “… Eğer bu kitap eline geçerse şiirleri itinayla güzelce bir temiz bir deftere geçir, sakla ve savaştan sonra Kazan’a haber et. Tatar halkının ölen şairinin şiirleridir, diye ortaya çıkar. Benim vasiyetim budur.” Defterde, kendisiyle birlikte yeraltında çalışan ve nazilerin Tatar lejyonunu dağıtmayı amaç edinen “siyasi suçluların” isimlerini de not etmiş, şöyle yazıyor: “Bunlar Tatar lejyonunu dağıtmak, Sovyet propagandası yapmak ve grubun kaçmasını organize etmekle suçlanmaktadırlar.” İkinci defteri ise Latin harfleriyle yazmış.
Birinci defter, Celil’in idamından sonra Tatar yoldaşlarından biriyle birlikte Fransa’da toplama kampına gitmiş, orada bir Fransız partizan tarafından kurtarılmış, 1946’da gene bir Tatar savaş esiri tarafından Kazan’a getirilmiş. İkinci defter, Celil’in Moabit’teki Belçikalı bir arkadaşı tarafından kurtarılmış; 1947’de Sovyetler Birliği’nin Brüksel konsolosluğuna teslim edilmiş.
Musa Celil, 20 Ağustos 1944’te Berlin’de, Plötzensee hapishanesinde, aralarında kendisi gibi ünlü Tatar bolşeviklerinden Abdullah Aliş’in de olduğu 12 kişiyle birlikte, giyotinle başı kesilerek idam edildi.
1956’da Lenin nişanı verildi ve Sovyetler Birliği kahramanı ilan edildi.
* * *
Affet, vatan!
Affet beni, bencileyin eratı,
Senin en küçük parçanı.
Affet, kızgın kavgada
Asker ölümüyle ölmedim.
Kim cüret edebilir sana
Şöyle demeye: Haindir Musa!
Kim sitem edebilir bana?
Volhov’dur tanığım, kaçmadım,
Canım tasasına kapılmadım.
Ölüme mahkûm kuşatma
Titrerken bombalar altında,
Yoldaşlarımın kanını, canını
Gördüm ama benzim atmadı.
Ve ne de gözyaşı… Bilirdim:
Yollar kesilmiş. İşitirdim:
Merhametsiz ölüm saymakta
Kalan saniyelerimi hayatta.
Mucize beklemedim… kurtuluş da.
Ölümü çağırdım: “İndir kılıcı!”
Yalvardım: “Amansız esaretten kurtar!”
Yakardım: “Bir an evvel, gel!”
Ben değil miydim, hayat arkadaşıma
Yazan şu satırları: “Tasalanma.
Kanımın son damlası da aksa
Andıma leke koymayacak.”
Kanlı savaşa giderken, ben
Değil miydim şiirle and içen:
“Ölüm, yüzümde tebessümle
Gelecek son nefesimde.”
Yazacağım: içimdeki ateşli ölümü
Senin, canan, aşkın söndürdü;
Vatanımı ve seni sevdiğimi
Kanımla yazacağım toprağa.
Kucaklarsam ölümü vatan uğruna
İçim huzur dolu olacağını da.
Can suyu olacak bu and
Sesini yitirmiş yüreğime.
Kader alay ediyor benimle:
Ölüm teğetti, geçip gitti.
O son an — kurşun gelmedi!
Tabancam bana ihanet etti…
Akrep iğnesiyle kendini sokar,
Kartal kendini kayalara çarpar.
Madem ki bir kartaldım ben de,
Kartal gibi olmalıydı ölümüm de.
Kartaldım ben, inan bana vatan:
Kartal tutkusuydu içimde yanan!
Kanatlarımı katladım artık, hazırım
Bir taşla düşmeye ölüm uçurumuna.
Elden ne gelir?
Yarenim tabancam reddetti
Son sözü söylemeyi.
Düşman zincirledi
Yarı ölü bileklerimi.
Toz ve toprak gizledi
Kalan kanlı izlerimi…
… Dikenli telden yükselen şafaktır.
Yaşıyorum, ve şiir hayattadır:
Kartalın yaralı yüreğinden
Nefret alevleri fışkırmaktadır.
Yükselecek şafak, telin üstünde,
Dostlar sancağı kaldırır gibi!
Esir ruhumun kanlı nefreti
Kükrüyor! Tek bir ümidim vardır:
Ağustos olacak. Karanlığında gecenin
Düşmana nefretim ve vatana sevgim
Esaretten benimle birlikte çıkacak.
Tek bir ümidim vardır benim,
Yüreğim tek bir şey için çarpar:
Saflarınızda katılmaktır kavgaya.
Yoldaşlar, yer açın ona da!
* * *
İnanma
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Yoruldu, geri çekildi, düştü…” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, inanıyorlarsa bana.
Andımdır, sancağa kanımla yazılan:
Çağırır, kuvvet verir bana, ileriye taşır.
Hakkım mıdır yorulup geri kalmak?
Hakkım mıdır düşüp de kalkmamak?
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Haindir! Vatana hıyanet etti!” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, seviyorlarsa beni.
Kaptım tüfeğimi, koştum savaşmaya,
Senin için ve vatanım için kavgaya.
Sana hıyanet mi? Hem de vatanıma?
Öyleyse ne kalır ki hayatımdan ardıma?
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Can verdi. Musa ölüler arasında.” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, seviyorlarsa seni.
Toprak soğuk teni örtse de —
Örter mi hiç ateşten yüreği;
Ölsen de, yenerek ölünce
Ölüm denir mi hiç öylesine?
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?
-
Görüş2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Rusya6 gün önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Dünya Basını2 hafta önce
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek
-
Görüş6 gün önce
Kim kazandı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı
-
Ortadoğu2 hafta önce
Netanyahu: Beşar Esad yardımımızla düştü