AMERİKA
ABD’de ‘göçmen dostları’ ile ‘göçmen düşmanları’nın ortak sektörü: Özel göçmen hapishaneleri
Yayınlanma
ABD’nin Teksas eyaletinde Vali Greg Abbott ile federal mahkemeler ve Joe Biden yönetimi arasında patlak veren göçmen krizi, bir kez daha gözleri ülkenin güney sınırına çevirdi.
ABD’de hem federal düzeyde, hem de eyalet bazında hapishane sistemi kâr amacı güden özel kuruluşların büyük ‘yatırımlarına’ sahne oluyor. Hapishane sisteminin en önemli parçalarından biri de göçmenlerin tutulduğu özel gözaltı merkezleri.
Başkan Joe Biden, iktidardaki 100. gününde Georgia’da yaptığı bir mitingde, bir grup protestocu kendisinden özel göçmen gözaltı merkezlerinin kapatılmasını istediğinde, onlara katıldığını söylemiş ve ‘özel hapishanelerin ve özel gözaltı merkezlerinin olmaması gerektiğini’ vurgulayarak hepsini kapatmak için çalıştıklarını ilan etmişti.
Buna rağmen, iktidardaki üçüncü yılını tamamlayan Biden, göçmen gözaltı merkezlerinin idaresinde hâlâ büyük oranda kâr amacı güden kuruluşlara dayanıyor. Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU) tarafından yapılan bir analize göre, gözaltında tutulan kişilerin göçmenlerin yaklaşık %90’ı özel şirketler tarafından işletilen tesislerde bulunuyor.
Syracuse Üniversitesinde federal göçmenlik verilerini toplayan ve analiz eden bir araştırma kurumu olan Transactional Records Access Clearinghouse’a (TRAC) göre, Biden’ın Ocak 2021’de göreve gelmesinden bu yana, göçmenlik gözetiminde tutulanların sayısı iki kattan fazla arttı: 22 Ocak 2021’de 14.195’ten 3 Aralık 2023’te 36.755’e.
Biden’ın başkanlık emri göçmen merkezlerine işlemiyor
Bu rakamlar, 2019’da Trump yönetimi altında kaydedilen en yüksek göçmen gözaltı rakamlarından (55.000) daha az olsa da, gidişat, COVID-19 salgını sırasında yavaşladıktan sonra, Biden döneminde göç oranlarındaki artışı ve yönetimin sığınma davaları devam ederken daha fazla göçmeni gözaltında tuttuğunu gösteriyor.
Biden görevdeki ilk haftasında, Adalet Bakanlığına, özel olarak işletilen gözaltı tesisleriyle sözleşmeleri yenilememesi talimatını veren bir başkanlık emri yayınlamıştı. Adalet Bakanlığı sözcüsü Dena Iverson, bakanlığın emri uygulamak için çalışmaya devam ettiğini söyledi ve Hapishaneler Bürosu ve ABD Polis Teşkilatının bir düzineden fazla özel sektöre ait sağlayıcıyla sözleşmeleri feshettiğini belirtmişti.
Yine de bu emir, federal gözaltında kâr amacı gütmeyen şirketlerin kullanımında bir azalmaya yol açmış olsa da, özellikle göçmen gözaltı ‘sektörü’ için geçerli olmadı ve Göçmenlik ve Gümrük Muhafazanın (ICE) kâr amacı güden şirketlere büyük ölçüde dayanmaya devam etmesine izin verdi.
Göçmenlik sisteminin kâr amacı güden gözaltı merkezleri ile bağı onlarca yıl öncesine gidiyor. ICE, olası sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan insanları tutmak için gözaltı merkezleri şebekesini kurarken, federal hükümetse tersine, kendi tesisini inşa etmek yerine bunu özel şirketlere yaptırıyor.
Ödüllü gazeteci ve The Marshall Project’in kurucu genel yayın yönetmeni Bill Keller, 2022’de The Guardian’a verdiği demeçte, özel olarak işletilen ve kâr amacı güden hapishaneler fikrini ilk ortaya atan kişinin Ronald Reagan olduğunu hatırlatıyor. Keller, hapishane sahiplerine, ‘otel sahipleriyle aynı şekilde’, mevcut doluluk yoluyla ödeme yapıldığından, mahkumları serbest bırakmaya hazırlamak için hiçbir motivasyonlarının olmadığına dikkat çekiyordu.
‘Esneklik’ nedeniyle hem Cumhuriyetçiler hem Demokratlar özel hapishane sisteminden yana
Time’a konuşan ICE İcra ve Kaldırma Operasyonlarından sorumlu genel müdür yardımcısı Corey A. Price’a göre, mevcut finansman ve ihtiyaç duyulan yataklar yıldan yıla değiştiğinden, göçmen konutlarının lojistiği karmaşık. Özel şirketlerle sözleşme yapmak, Kongre daha fazla fon tahsis ettiğinde ICE’nin hızlı bir şekilde yeni gözaltı yatakları getirmesine izin veriyor.
ICE ile sözleşme imzalayan ve göçmen gözaltı merkezleri şebekesinin en önemli unsurlarından biri olan CoreCivic şirketinin halkla ilişkiler direktörü Ryan Gustin, şirketin ‘Amerika’nın göçmenlik sisteminde değerli ancak sınırlı bir rol oynadığını, bunu yaklaşık 40 yıldır her yönetim için, hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi, yaptıklarını’ söylüyor.
Gustin, federal hükümet kurumlarının, şirketlerin sağlayabileceği ‘esneklik’ nedeniyle genellikle CoreCivic ile çalışmayı tercih ettiğini, bunun da ihtiyaçların ve önceliklerin yıldan yıla önemli ölçüde değişebildiği bir sektörde ‘özellikle önemli olduğunu’ belirtiyor.
CoreCivic ve GEO Group’un kirli geçmişi
İlk kez 1983 yılında Amerika Islah Şirketi (CCA) adıyla sözleşme imzalayarak dünyanın ilk özel hapishanesini inşa eden CoreCivic’in gelirinin yüzde 25’i ICE ile yapılan sözleşmelerden geliyor.
Tüm göçmen tutukluların üçte ikisinden fazlası CoreCivic ve GEO Group gibi özel hapishane şirketleri tarafından hapsediliyor ve ABD’deki en büyük 10 göçmen gözaltı merkezinden 9’u özel olarak işletiliyor.
Anlaşmaların büyüklüğü ise şaşırtıcı: 2014 yılında federal hükümet, CoreCivic’e Dilley, Teksas’ta bir aile gözaltı merkezi işletmek için dört yıllığına 1 milyar dolarlık bir sözleşme verdi. Yaz başında yaklaşık 2.000 kişiyi ‘ağırlayan’ şirket, 2.400 kişilik kapasitesine rağmen sözleşme gereği tam ödeme almıştı.
Trump’ın göçmen çocukları ailelerinden ayırma kararının yol açtığı krizin zirvesinde, şirketin hisse senedi fiyatı iki haftadan kısa bir süre içinde yüzde 14 artmıştı.
CoreCivic’in mahpus plantasyonlarından ‘süzülen’ tecrübesi
CCA’nın kurucuları T. Don Hutto and Thomas Beasley. Mother Jones’taki uzun bir araştırmaya göre Beasley, Tennessee Cumhuriyetçi Partinin lideriydi. İlk kez 80’li yıllarda özel hapishane açma fikrini Cumhuriyetçilerle konuşmuştu ama bunun için cezaevlerine bilen birisine ihtiyaç duyuyordu.
Hutto, 1967’de Rosharon, Teksas’taki Ramsey plantasyonunun müdürü olduğunda hapishaneleri yönetme kariyerine başlamıştı. Ramsey, Manhattan büyüklüğündeydi ve pamuk tarlalarında çalışan 1.500 mahkum vardı.
Tıpkı Güney’deki diğer hapishane sistemleri gibi, Teksas’taki cezaevi ağı da doğrudan kölelik ile büyümüştü. İç Savaş’tan sonra, pamuk ve şeker yetiştiricileri çalışmaya zorlayabilecekleri kölelerinden ‘yoksun’ kalmışlardı. Ama bir avantajları vardı: Anayasanın 13. Maddesi köleliği kaldırıyor ama kapıdan kovulan köleliğin bacadan girmesine izin veren bir boşluk bırakıyordu. Kölelik ‘gönüllü ya da gönülsüz’ kaldırılmıştı, ama ‘bir suçun cezası dışında’…
Dolayısıyla ‘kölesizliğe alışamayan’ Güneyli toprak ve mülk sahipleri, mahkumlarını özel çiftliklerde, kereste kamplarında ve kömür madenlerinde çalışmak ve demiryolu raylarının döşenmesine yardımcı olmak için kiralayabilirdi.
Eyalet sonunda şirketlerin ve yetiştiricilerin ucuz mahkum emeğinden kazandıkları kolay parayı tatlı buldu ve bu yüzden 1899 ile 1918 arasında 13 plantasyon satın alıp aracıları ortadan kaldırarak onları hapishaneye dönüştürdü.
Kölelik derken, hakiki kölelikten bahsediyoruz: Teksas’ta, 1941 yılına dek hapishanelerinde kırbaç cezası yasak değildi ve mahkumlar de öncelikle ‘yeterince üretken’ olmadıkları için kırbaçlanıyordu. Arkansas’ta kırbaç cezası ancak 1968’de ortadan kaldırıldı. Mahkûmlar, ‘tembellik’ veya tarlalarda çalışma kotalarını karşılamadıkları için rutin olarak hücre hapsine alınıyordu.
Teksas hapishaneleri ayrıca özel himayeye sahip bazı mahkumlara, diğer mahkumları yöneten ve cezalandıran kişiler (Nazi toplama kamplarında bunlara ‘Kapo’ denirdi) olarak hareket etme yetkisi verdi. Bu mahkum gardiyanlar, hapishaneleri acımasız bir güçle yönetti; öyle ki, bir eyalet müfettişi, gardiyanların ve Amerikan Kapoların mahkumları ‘yumruklar, balta sapları, coplar, kurşunlu lastik hortum, at dizginleri, silah dipçikleri, siyah krikolar ve beyzbol sopaları’ ile dövdüğünü tespit etmişti.
Eyalet, Kapoları kullanarak aksi takdirde gardiyanların maaşlarına harcanacak paradan tasarruf ediyordu. 1974 tarihli bir devlet raporu, bu uygulamaların 1970’lere kadar devam ettiğini ortaya koydu.
1965’te Arkansas’ın hapishane çiftlikleri eyalet hazinesine 250.000 dolar koyuyordu. Bir eyalet polis soruşturmasının özetinde, “Bu kârları elde etmek için mahkumlar, özellikle hasat zamanında, tarlalarda şafaktan alacakaranlığa kadar acımasızca sürüldü,” yazıyordu.
ABD’de kölelik sürüyor: Mahkûmların zorla çalıştırılması her yerde
CoreCivic’in kurucusu, vahşi eğilimlerini ‘sektöre’ aktardı
İşte Hutto, bir hapishaneyi nasıl yöneteceğini böyle öğrenmişti. 1971’de Arkansas hapishane sistemini yönetmeye başlayan Hutto, mahkumları ‘küçük ödüller’ karşılığında yarıştırmaya başlamıştı. Ağustos 1972’de yüzlerce kişi, mahkumların yarışmasını izlemek için bilet satın almıştı.
Siyah ve beyaz çizgili üniformalar giyen mahkumlar vahşi atlara bindiriliyordu. Bir mahkum ata binmeye çalışırken karnına tekme yedi ve sedyeyle taşınmak zorunda kaldı.
‘Eğlencede’ mahkumlar, yağlanmış bir domuzun üzerine atlıyor ve 10 dolar kazanmak için onu yakalamaya çalışıyordu.
Bir makaleye göre, kalabalığın favorisi, mahkumların öfkeli bir boğanın boynuzları arasına bağlanmış 75 dolar içeren bir tütün kesesini almaya çalıştıkları ‘Hard Money’ adlı bir oyundu. Eğlenceyi bir muhabire anlatan Hutto, “Buradaki amacımız, her mahkûmu sorumluluklarını yerine getirecek daha donanımlı bir topluma geri döndürmek ve bu, bu yönde bir başlangıç olabilir,” diyordu.
Hutto, Arkansas hapishane sistemini ihya eden çiftçilik operasyonunu da yenilemiş ve onu ‘verimsiz, marjinal bir operasyondan son derece verimli mekanize bir operasyona’ dönüştürmüştü. Artık besin ürünlerinin yerine pamuk, pirinç ve soya fasulyesi gibi yüksek gelir getiren mahsuller yetiştiriliyordu. Hutto’nun Arkansas’taki ilk yılında, çiftlik operasyonları yaklaşık 1,7 milyon dolar gelir getirmişti.
Ceza sistemi de değişti
Habere göre, Cummins ve Arkansas’ın diğer hapishane çiftliğindeki üst düzey pozisyonların neredeyse yarısı, mahkumları çalışmaya zorlamak için ‘kendi yöntemlerine’ sahip olan Teksaslılar tarafından dolduruldu.
Arkansas’taki hapishane koşullarıyla ilgili federal bir duruşmada mahkumlar, birinin pamuk kotasını dolduramamasının ‘Texas TV’ adlı bir cezanın gerekçesi olduğunu ifade ediyordu. Bu cezada bir mahkum, alnını duvara dayayarak ve elleri arkada durmaya zorlanırdı. Orada altı saate kadar, genellikle yiyeceksiz, bazen çıplak olarak bırakılırdı.
Bir mahkum, “Sabahları sizi kaldırıyorlar ve size şerbetli iki parça ekmek veriyorlar ve bütün gün pamuk toplamanızı söylüyorlar ve yeterince toplamadığınızda sizi o duvara yapıştırıyorlar, böylece akşam yemeği ya da temiz kıyafet alamıyorsunuz. Sonra ertesi sabah, aynı şey. Hiçbir işe yaramadığında nasıl iyi bir tavır sergileyeceksin?” diye soruyordu.
Bütün bunlar, Shane Bauer’in 2018 tarihli American Prison: A Reporter’s Undercover Journey Into the Business of Punishment [Amerikan Hapishanesi: Bir Muhabirin Ceza İşine Gizli Yolculuğu] isimli kitabında ayrıntılarıyla anlatılıyor. Bauer, tebdil-i kıyafet bir şekilde CoreCivic tarafından işletilen hapishanelerde çalışarak bu kitap yazmıştı.
Özel şirketlere kölelik suçlaması
Elbette hapishane ve göçmen merkezlerinin işletmelerinin özel şirketlere verilmesi, güvenlik ve personel endişelerini beraberinde getiriyor. Kâr amacıyla hareket eden şirketler, maliyetleri azaltmak için personel sayısını azaltma gibi adımlar atıyorlar.
Biden’ın 2021’deki başkanlık emrinden aylar sonra, Pennsylvania, Philipsburg’da özel olarak işletilen bir hapishane, Federal Cezaevleri Bürosu’nun sözleşmesini yenilememesi üzerine kapatılmıştı. Fakat bir yıl içinde hapishane, Moshannon Vadisi İşlem Merkezi adlı yeni bir isim altında ve ICE ile göçmen gözaltıları için yeni bir sözleşme kapsamında yeniden açıldı.
ICE’ye göre, 6 Aralık’ta Frankline Okpu adlı Kamerunlu bir adam Moshannon Vadisi gözaltı merkezinde öldü.
Yakın zamanda Brezilya’dan sığınma talebinde bulunan Kesley Vial, geçen hafta New Mexico’daki bir gözaltı merkezinde intihar ederek öldü. Yerel savunucular ve sivil haklar avukatları, intihar nedeniyle, ‘ICE ve gözaltı merkezini işleten özel şirket CoreCivic’in koşullarını ve muamelesini’ suçladı.
Georgia’daki ayrı bir CoreCivic gözaltı tesisine geçen hafta, şirketin insanları hücre hapsi de dahil olmak üzere ceza tehdidiyle çalışmaya zorlayarak federal kölelik karşıtı yasaları ihlal ettiği iddiasıyla dava açıldı. CoreCivic yaptığı açıklamada iddiaları yalanladı.
CoreCivic’in göçmen gözaltı sözleşmeleri söz konusu olduğunda ‘en büyük rakibi’ Geo Group, California’daki bir gözaltı merkezindeki personelin, tesisteki bir işçi grevini destekledikleri için ceza olarak dört kişiyi hücre hapsine koyduğu iddialarıyla karşı karşıya.
GeoGroup da iddiaları reddetti. İddia, eyalet senatosunun California’yı gözaltı merkezlerinde hücre hapsinin kullanımını kısıtlayan ilk eyalet yapacak bir yasa tasarısı sunmasından hemen önce geldi.
Özel gözaltı merkezlerini işleten şirketlerin Cumhuriyetçi sevgisi
‘Göçmen istilasına’ neden olduğu iddia edilen Biden yönetiminin, göçmenlerin kapatılması için dayandığı özel şirketlerin Cumhuriyetçilerle olan ilişkisi ise ‘sektörün’ ironilerinden biri.
2022 yılında Jacobin’de yer alan bir makaleye göre, federal ve eyaletler düzeyindeki özel hapishane işletmelerinin en büyük ikisi, CoreCivic ile GEO Group, 2020-2022 arasında Cumhuriyetçi Valiler Birliği’ne 1,7 milyon doların üzerinde para verdi.
Örneğin özel hapishane bağışlarının büyük bir kısmı, GEO Group’un bulunduğu ve eyalet ihalelerinin verildiği Florida’daki Cumhuriyetçilere akıyor. Sektör, Florida Cumhuriyetçi Parti komitelerine 1 milyon dolardan fazla ve Florida Valisi Ron DeSantis’e 269.000 dolar bağış yapmıştı.
Yakın zamanda Cumhuriyetçi adaylık yarışından çekilen DeSantis, Donald Trump’a destek çağrısı yapmıştı. Son göçmen krizinin odağındaki Vali Abbott da özel hapishane endüstrisinin en önemli bağış sahiplerinden. Tennessee Valisi Bill Lee ve Arkansas Valisi Asa Hutchinson da özel hapishane sektörünün bağışlarından faydalanıyor.
Ülkenin en büyük hapishane işletmecilerinden biri olan GEO Group, 2017’de Trump’ın yemin töreni kutlamalarını desteklemek için 250.000 dolar bağışlamıştı. CoreCivic de aynı törenin hazırlıkları için 250.000 dolar vermişti.
Küresel sermaye göçmen kamplarına yatırım yapıyor
Fakat işler burada kalmıyor. Dünyanın en büyük finansal yatırım şirketleri arasında yer alan Fidelity, BlackRock, State Street ve Vanguard gibi devler de büyük özel hapishane yatırımcıları. BlackRock, %15,38 hisseyle CoreCivic’in en büyük yatırımcısı. State Street’in hem CoreCivic’te hem de GEO Group’ta hisseleri var.
BlackRock, özel hapishaneleri içeren ESG (çevresel, sosyal ve kurumsal yönetişim) fonları da satıyor. The Intercept’te yer alan bir araştırmaya göre, BlackRock’ın ‘sosyal sorumluluk’ fonlarından biri olan iShares ESG Screened S&P Small-Cap ETF’si (borsa yatırım fonu) CoreCivic’i içeriyor. DWS Group’un Xtrackers S&P SmallCap 600 ESG’sinden hisse satın alan yatırımcılar da CoreCivic’ten bir miktar satın alıyor.
CoreCivic’in, George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinin ardından, ‘proaktif’ olarak ‘ırksal eşitlik denetimi’ yürüten ilk şirket olduğunu duyurarak bunun sonuçlarını açıklaması da göçmen hapsetme sektörünün nasıl işlediğine ilişkin küçük bir örnek olarak tarihe geçmişti.
Şirketin DEI (çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık) raporuna göre CoreCivic, beyaz olmayan hapishane gardiyanları, yönetim kurulundaki çeşitlilik ve çeşitli gardiyan rütbelerinin yanı sıra siyahların öncülüğünde kurulan bir ticaret grubuyla ortaklığını öne çıkarıyor.
CoreCivic, kendi ESG raporunda, Newsweek/Statista tarafından Amerika’nın ‘en sorumlu şirketlerinden biri ‘olduğunu iddia eden 2021 ödülünü hatırlatıyor. Newsweek/Statista ESG sıralaması, kısmen hapishane şirketinin ‘iyi amaçlara’ olan bağlılığına ve yönetim kurulundaki kadın ve ırksal azınlıkların sayısına dayanarak CoreCivic’e yüksek bir sosyal derecelendirme veriyor.
Sınır hattında ‘büyük veri işleme’ Palantir’de
ICE ile birlikte iş yapan önemli isimlerden biri de, ilk Trump döneminde eski başkanın en büyük destekçilerinden, eski PayPal CEO’su ve Cumhuriyetçi Peter Thiel.
Thiel’in kurduğu gizemli veri madenciliği şirketi Palantir, ICE’nin ‘pis işlerini’ yaptığı gerekçesiyle eleştiriliyordu. 2020 yılında, Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu (WEF) esnasında CNBC’ye bir mülakat veren Palantir CEO’su Alex Karp, şirketinin ABD’deki ‘belgesiz insanları bulduğunu’ söylemişti.
Palantir, yıllar boyunca, ICE’nin göçmenleri sınır dışı etme operasyonlardaki rolünü inkar etmişti. Şirket, ICE’nin yanı sıra Pentagon, Adalet Bakanlığı ve İç Güvenlik Bakanlığı ile de çalışıyor ve yüklü sözleşmeler elde ediyor.
İlginizi Çekebilir
-
Elon Musk’tan X-TikTok karşılaştırması: ‘Mütekabiliyet olmalı’
-
Rusya kamuoyu, Trump’ın ‘savaşı bitirme’ vaadine karşı şüpheli
-
Steve Bannon: Ukrayna’nın Trump’ın Vietnam’ı olma riski var
-
Trump ilk 100 günde Çin’i ziyaret edecek mi?
-
Almanya ekseninde Trump paniği ve AB’yi ‘bağımsız kılma’ planı
-
Polonya, Trump ile alışverişe hazırlanıyor
AMERİKA
Elon Musk’tan X-TikTok karşılaştırması: ‘Mütekabiliyet olmalı’
Yayınlanma
11 saat önce20/01/2025
Yazar
Harici.com.trElon Musk, ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın TikTok’un ABD’de yasaklanmasını ertelemeye hazırlanmasının ardından, Pekin’in hassas olduğu konularda kendisinden nadir görülen bir eleştiriyle, ABD-Çin teknoloji ilişkilerindeki “mütekabiliyet eksikliğine” itiraz etti.
Elektrikli otomobil şirketi Tesla’nın ana pazarı ve üretim merkezi olan Çin’de uzun süredir yetkililerle yakın ilişkiler kurmaya çalışan Musk, Pekin’le ilgili açıklamalarında yıllardır dikkatli davranıyor.
Fakat pazar günü Trump’ın Çinli teknoloji grubu ByteDance’ın, ABD yasaları uyarınca yasaklanan ve kısa süreliğine çevrimdışı kalmasına neden olan TikTok’tan ayrılması için verilen süreyi “büyük olasılıkla” uzatacağını söylemesinin ardından “bir şeylerin değişmesi gerektiğini” söyledi.
Musk, TikTok uygulamasının ifade özgürlüğü gerekçesiyle yasaklanmasına karşı çıkarken, “TikTok’un Amerika’da faaliyet göstermesine izin verilirken X’in Çin’de faaliyet göstermesine izin verilmediği mevcut durumun dengesiz olduğunu” söyledi.
Musk’ın yorumları sorulan Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü yaptığı açıklamada, Pekin’in yasalarına uyan her şirketi memnuniyetle karşıladığını ve yurtdışındaki Çinli grupların yerel kurallara uymakla yükümlü olduğunu söyledi.
Trump’ın ABD’de yeniden hizmet vermeye başlayan TikTok’u bir ABD-Çin ortak girişimine itme önerisine yanıt veren Mao, Çinli grupların operasyonlar ve anlaşmalar konusunda “bağımsız karar vermeleri” gerektiğini söyledi.
Tesla üçüncü çeyrekte satışlarının neredeyse dörtte birini Çin’den elde etti ve Şanghay’daki fabrikasından üçüncü ülkelere daha da fazla araç ihraç etti.
Financial Times’a (FT) göre bazı analistler Pekin’in, Çin’den yapılan ithalata uygulanan gümrük vergilerini arttırma sözü veren Trump’a karşı potansiyel bir aracı olarak Musk’a umut bağladığına inanıyor.
Musk pazar günü ayrıca Trump’ın yemin töreninde Başkan Xi Jinping’i temsil edecek olan Çin Başkan Yardımcısı Han Zheng ile de bir araya geldi.
Çin devlet haber ajansı Xinhua’nın haberine göre Han, Musk ile görüştü ve Tesla dahil ABD’li şirketleri fırsatları değerlendirmek ve “Çin’in kalkınmasının meyvelerini paylaşmak üzere” ağırladı.
AMERİKA
Steve Bannon: Ukrayna’nın Trump’ın Vietnam’ı olma riski var
Yayınlanma
12 saat önce20/01/2025
Yazar
Harici.com.trDonald Trump’ın eski baş stratejisti Steve Bannon, POLITICO’ya verdiği geniş kapsamlı bir mülakatta, yeni başkanın Ukrayna’dan “net bir kopuş” yapamama tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve tıpkı Richard Nixon’ın Vietnam’dan çekilme girişimlerinde olduğu gibi savaşın daha da derinlerine çekilebileceği uyarısında bulundu.
Bannon, ABD’nin Kiev’e yaptığı askeri yardımın sona erdirilmesini savunuyor ama eski patronunun, Amerikan savunma sanayii, Avrupalılar ve hatta Bannon’ın artık yanlış yönlendirildiğini savunduğu kendi arkadaşlarından oluşan beklenmedik bir ittifak tarafından kurulan tuzağa düşmesinden korkuyor.
Bunlar arasında Trump’ın Ukrayna ve Rusya özel temsilcisi olarak seçtiği emekli ABD’li general Keith Kellogg da var.
Bannon, “Eğer dikkatli olmazsak, bu Trump’ın Vietnam’ına dönüşecek. Richard Nixon’ın başına gelen de buydu. Sonunda savaşı sahiplendi ve savaş Lyndon Johnson’ın değil onun savaşı olarak tarihe geçti,” dedi.
Kellogg, üç yıldır süren savaşı sona erdirecek herhangi bir anlaşmanın, Rusya’nın tekrar savaş başlatmayacağından emin olmak için Ukrayna için sağlam güvenlik garantileri içermesi gerektiğini savunuyor.
Yine Kellogg düzgün bir anlaşmaya varılması için Moskova’ya baskı yapmak üzere ABD askeri yardımının sürdürülmesinden söz ediyor.
Kellogg ile dostluğuna rağmen Bannon, bu tür bir gecikmenin ABD’nin kazanılamayacağına ve Amerika’nın ulusal çıkarlarına uygun olmadığına inandığı bir savaşın daha da derinlerine çekilmesi riskini artıracağını düşünüyor.
POLITICO’ya göre Bannon perde arkasında, Trump’ın bugün yapacağı başkanlık konuşmasında savaşı hızla sona erdireceğini ilan etmesi için hararetli bir lobi faaliyeti yürütüyor.
Bannon günlük radyo programında ve podcast’inde bu açıklamanın ilk günden yapılması için kampanya yürütüyor. Eski danışman, “Pazartesi günü bir şey olması, bir duyuru yapılması için şu anda çıldırıyorum. Çünkü Kellogg bunun 100 gün süreceğini söylerken, eski dış politika uzmanları altı ay diyor,” dedi.
Trump’ın Ukrayna lideri Volodimir Zelenskiy’e, “Şehirde yeni bir şerif var ve bir anlaşma yapacağız ve bunu hızlı bir şekilde yapacağız,” demesi gerektiğini savunuyor.
Bannon’a göre Zelenskiy, Trump’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu, Hamas ile rehineler karşılığında ateşkes anlaşmasını kabul etmeye nasıl zorladığını da not etmeli.
Avrupa-ABD ilişkileri hakkında da konuşan Bannon, Avrupa’nın Trump’ın ikinci döneminin “ne kadar önemli olacağını takdir ettiğini düşünmediğini” söyledi.
Avrupalılar ve transatlantik ittifak hakkında sert konuşan Bannon, “NATO’ya bakarsanız, savaşmaya hazır Avrupalılardan oluşan iki muharip tümeni bir araya getirebileceğini sanmıyorum,” diyerek NATO’nun bir ittifak olmaktan ziyade bir Amerikan himayesine dönüştüğünden şikayet etti.
Bannon, Avrupa’nın erken emeklilik ve tam sağlık hizmetlerini “bedel ödemeden aldığını” çünkü “kendi savunmaları için ödeme yapmadığını” ileri sürdü.
Bannon aynı zamanda Rusya lideri Vladimir Putin’in de hayranı olmadığını vurguladı. Eski danışman, “Putin kötü bir adam. Hem de çok kötü bir adam. KGB de kötü adamlar. Ama Rusya’nın Avrupa üzerindeki etkisi konusunda endişelenerek geceleri uykularım kaçmıyor,” dedi.
Rusya’nın ordularının “Kiev’e bile ulaşamadığını,” “Harkov’u bile alamadığını” savunan Bannon, Avrupalıların da Rusya’yı gerçek bir tehdit olarak görmediklerini ileri sürerek, “Görselerdi oyuna çok daha fazla para ve asker sokarlardı,” diye devam etti.
Bannon 2025 yılını Franklin D. Roosevelt’in ilk seçildiği ve New Deal’ı başlattığı 1932 yılına benzetti.
“Bizim [seçim] koalisyonumuz 2016’dakinden çok daha büyük, çok daha geniş, çok daha derin” diyen Bannon, ‘idari devletin yapısökümü’ de dahil olmak üzere daha fazlasının yapılabileceğini söyledi.
Trump’ın Grönland’ı satın alma planına da destek veren Bannon, eski bir deniz harp subayı olarak Amerikan anavatanının hem Rusya hem de Çin’e karşı güvende olmasını sağlamak için Kuzey Kutbunu çok önemli gördüğünü söyledi.
Bannon, “Trump Grönland’ı işgal etmeyecek. Buna gerek yok. Bağımsızlık için oy kullanacaklar ve sonra da ABD’ye katılmak için oy kullanacaklar,” dedi.
Aynı şekilde Panama Kanalının kontrolünü ele geçirmenin de Amerikan savunması için önemli olduğunu ileri süren eski danışman, “Panama’daki insanlar oradaki elitler tarafından kazıklandı. Temelde anlaşmalar yapıyorlar. Bu açık bir sır. ÇKP [Çin Komünist Partisi] ile anlaşmalar yaptılar. Satın alındılar ve paraları ödendi ve kanalı onlara devrettiler. Bu iş bitiyor,” iddiasında bulundu.
Çok sayıda Avrupalı liderin kendilerini Winston Churchill gibi gördüğünü savunan Johnson, özellikle “savaş suçlusu” olarak nitelendirdiği eski İngiliz Muhafazakâr lider Boris Johnson’a dikkat çekti.
Ukrayna savaşının Avrupa’nın son birkaç yıldaki en önemli başarısızlığı olduğuna işaret eden Bannon, “Bunun nedeni de Boris Johnson ve [Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel] Macron gibi kendi savunmaları için ödeme yapmayan fantezicilere sahip olmamız. Büyük adam olmak istiyorlar. Hepsi başkalarının parasıyla ve başkalarının hayatıyla Winston Churchill olmak istiyor,” ifadelerini kullandı.
Bannon’un şu anda Trump üzerinde ne kadar etkili olduğu bilinmiyor. İkili, Bannon’ın gazeteci Michael Wolff’un kitabında yayınlanan yorumlarında Trump’ın ailesini eleştirmesi, başkanın zekasıyla alay etmesi ve Beyaz Saray’ın işleyişini eleştirmesinin ardından anlaşmazlığa düştü. Trump Bannon’ı reddetti ve onu “aklını kaçırmakla” suçladı.
Fakat ikili bir yıldan kısa bir süre sonra aralarını düzeltti ve Trump Bannon’ı “en iyi öğrencilerimden biri” olarak nitelendirdi ve onunla çalışmayı “sevdiğini” söyledi.
Öte yandan yakın zamanda Elon Musk ile kavgaya tutuşan Bannon, teknoloji milyarderinin meziyetlerini de kabul etmek zorunda kaldı.
Musk’ın “rastgele bir unsur” olabileceğinden şikayet ederken, seçimlerde Trump’a verdiği para ve desteğin önemli olduğunu söyledi ve Musk’ın Avrupa üzerinde büyük bir etkisi olacağını öngördü.
Bannon, “Avrupa’nın ona hazır olduğunu sanmıyorum. Elinde iki taktik nükleer silah var: sınırsız para ve sosyal medya platformu. Önemli olan şeyleri yönlendirebilir ve diğer herkesi ezebilir,” diye ekledi.
Bannon’a göre Musk, ABD’de olduğu gibi tam anlamıyla devreye girerse, Avrupa kıtasında onun saldırısına dayanabilecek merkez sağ ya da merkez sol bir hükümet bulunmuyor.
AMERİKA
ABD, tarihinde hangi toprakları satın aldı?
Yayınlanma
14 saat önce20/01/2025
Yazar
Harici.com.trABD Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçi üyeler, Donald Trump’ın 20 Ocak’ta Danimarka ile Grönland’ı satın almak amacıyla müzakerelere başlamasına olanak tanıyacak bir yasa tasarısı hazırladı.
Dolarla ödeme yaparak toprak kazanmak, Amerikalılar için alışılmış bir durum. Zaten ülkenin topraklarının neredeyse yarısını bu şekilde elde ettiler.
Danimarka Adaları
Amerikalılar Grönland’ı satın alma fikrini ilk kez düşünmüyor. 1867’de bu fikri ABD Dışişleri Bakanı William Henry Seward desteklemişti. Ancak o zamanlar bu fikir, vatandaşlar arasında pek anlaşma bulamadı. 1910’da Amerikan hükümeti bu fikre geri döndü. ABD’nin Danimarka Büyükelçisi Maurice Francis Egan, Danimarka’nın Grönland’ı ABD’ye vermesi ve karşılığında Filipinler’in güneyindeki Mindanao adasını almasını öneren karmaşık bir plan sundu. Danimarka, bu adayı yarım yüzyıl önce Avusturya-Prusya-Danimarka Savaşı’nda kaybettiği topraklarla değiştirmeyi umuyordu. Bu topraklar, Güney Jutland ya da Almanca adıyla Schleswig’di. Fakat bu plan hiçbir zaman hayata geçirilmedi ve Danimarka, Jutland’ı 1920’de I. Dünya Savaşı’nın sonunda geri aldı.
ABD, bir sonraki Danimarka topraklarına yönelik girişiminde karmaşık planlara başvurmadı ve sadece Virgin Adaları için 25 milyon dolar teklif etti. Bu miktar, o dönemde Danimarka’nın yıllık bütçesinin neredeyse yarısına denk geliyordu. 1916’da yapılan referandumda, Danimarka anakarasında yaşayanların yüzde 64,2’si bölgenin satılması yönünde oy kullandı. Adalarda yaşayanlar ise neredeyse tamamen ABD’ye katılmayı destekledi. 17 Ocak 1917’de ABD, anlaşmayı tamamladı. Ancak adalılar, Amerikan pasaportu alabilmek için 10 yıl beklemek zorunda kaldı.
Fakat Amerikalılar Grönland’ın peşini bırakmadı. 1946’da Başkan Harry Truman, Danimarka’ya Grönland için 100 milyon dolar teklif etti ve buna ek olarak Alaska’daki petrol yataklarının bir kısmını vaat etti. Son olarak, 1967’de Lyndon Johnson döneminde Dışişleri Bakanlığı, Danimarka’ya Grönland ve İzlanda’yı satıp satmayacaklarını sordu. Ancak Amerikalılar her iki durumda da ret cevabı aldı.
Şimdi ise anlaşma yapmak için daha çok Danimarka’dan ziyade Grönland’ın kendisiyle pazarlık yapmak gerekiyor. 1979’da Danimarka parlamentosu (Folketing), adaya geniş bir özerklik tanıdı. Öyle ki, 10 yıl sonra Grönland, fok avlama hakkını savunarak Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan (AET, AB’nin öncülü) ayrıldı, ancak Danimarka birliğe üye kaldı. 2009’da bölge daha da geniş bir özerklik elde etti. Artık Danimarka, adanın sadece dış politikasından ve savunmasından sorumlu. Tabii, bütçesinin yarısını da sübvanse ediyor.
Donald Trump’ın son açıklamalarının ardından Danimarka Kralı Frederik, Grönland’ı vermeyeceğini, hatta krallığın armasını değiştirerek bunu ima etti. Eskiden kalkanın dörtte birinde Grönland (beyaz ayı), Faroe Adaları (koç) ve Danimarka, Norveç ve İsveç’i temsil eden üç taç sembolü bulunuyordu.
Grönland’ın özerk hükümetinin başbakanı Mute Egede, adanın satılık olmadığını, hem ABD’den hem de Danimarka’dan bağımsızlığını önemsediğini belirtti. Egede, 2025’teki parlamento seçimlerinin ardından Grönland’ın Danimarka Krallığı’ndan ayrılması için “önemli adımlar” atmayı planlıyor. Neyse ki, Danimarka yasaları bunu mümkün kılıyor.
Fransız Plantasyonları
Amerika, topraklarını yerli Kızılderililerden neredeyse bedavaya satın almaya başladı. Örneğin, 1626’da Yeni Hollanda Valisi Peter Minuit, sahip olduğu Manhattan adası için mücevher, giysi ve bıçaklardan oluşan 60 gulden değerinde eşyalar ödedi. Şimdi ise bu eşyaların toplamıyla orada bir metrekare bile satın alınamaz.
Beyazlar, topraklarını Kızılderililere kıyasla çok daha pahalıya sattılar, ancak bazen onlar da ucuza kapatmayı başardılar. En büyük toprak anlaşması, 1803’te ABD’nin Fransızlar’dan Louisiana’yı satın almasıyla gerçekleşti. Başkan Thomas Jefferson, o dönemde Mississippi Nehri üzerindeki ticaret yolu için stratejik öneme sahip New Orleans limanını ve civarındaki bazı toprakları 10 milyon dolara satın almak istiyordu. Ancak Napolyon, Amerikalıları şaşırtarak tüm koloniyi 15 milyon dolara, yani hektarı 7 sentten satmayı teklif etti.
Bu, 2,1 milyon kilometrekarelik bir alan demekti; o dönemdeki ABD’nin iki katı büyüklüğündeydi. Şu anda bu topraklar üzerinde Iowa, Arkansas, Louisiana, Missouri ve Nebraska eyaletleri ile Wyoming, Kansas, Colorado, Minnesota, Montana, Oklahoma, Kuzey ve Güney Dakota’nın bir kısmı bulunuyor. Napolyon’un bu cömert teklifinin nedeni basitti: Gelecekteki imparator, denizaşırı topraklarını İngiltere’den koruyacak askeri güce sahip olmadığını biliyordu.
İspanyol Kıyısı
Benzer bir durum, İspanyollar için de geçerliydi. İspanya, Versailles Barış Antlaşması ile yeniden kontrolüne giren Florida’yı koruyamayacağını anlamıştı. 31. paralel boyunca uzanan Amerikan ve İspanyol toprakları arasında net bir sınır yoktu, bu nedenle ABD ordusu düzenli olarak yabancı topraklara giriyordu. Örneğin, Prospect Bluff kalesine yerleşen kaçak köleleri bastırmak ya da orada yaşayan Seminole kabilelerini kontrol altına almak için.
Sonuç olarak, 22 Şubat 1819’da Adams-Onís Antlaşması imzalandı. Buna göre İspanya, Florida üzerindeki toprak iddialarından vazgeçerken, ABD de İspanyol Teksas’ı üzerindeki iddialarından feragat etti. İspanya herhangi bir parasal tazminat almadı, ancak ABD, Florida mücadelesi sırasında İspanyol hükümetine yönelik tüm tazminat taleplerini kendi üstlendi. Üç yıl boyunca özel bir komisyon şikayetleri topladı ve nihayetinde yaklaşık 5,5 milyon dolar tazminat ödedi.
Meksika Çayırları
İspanya, Teksas’ın kaderi konusunda boşuna endişelenmişti: Kısa süre sonra bu bölgeyi, 1821’de bağımsızlığını kazanan Meksika ile birlikte kaybetti. 1836’da Teksas, Meksika’dan bağımsızlığını ilan etti, silahlı mücadeleyle bunu korudu ve 10 yıl sonra ABD’ye katılarak 28. eyalet oldu. Tüm bunlar, 1846-1848 yılları arasında Meksika-Amerika Savaşı’na yol açtı ve savaşı Meksika kaybetti.
Barış antlaşmasının şartlarına göre Meksika, 1,3 milyon kilometrekarelik toprağını ABD’ye devretti ve Teksas’ın kaybını resmen kabul etti. Meksika’nın yüzölçümü yaklaşık yüzde 40 azaldı. Şu anda bu eski Meksika toprakları üzerinde Kaliforniya, New Mexico, Arizona, Nevada, Utah, Colorado ve Wyoming’in bir kısmı bulunuyor. ABD, bu topraklar için 15 milyon dolar tazminat ödedi ve İspanyollar’la yapılan anlaşmada olduğu gibi, Meksika hükümetine yönelik tüm tazminat taleplerini üstlendi; bu da ek 3,25 milyon dolar demekti.
1854’te Meksika, Güney Kaliforniya’yı ABD’ye sattı. Şu anda bu topraklar Arizona ve New Mexico eyaletlerinin bir parçası. Bu satışta, ABD’nin Meksika Büyükelçisi James Gadsden’in payı büyüktü. Gadsden, diplomatik görevinden önce Güney Carolina Demiryolu Şirketi’nin başkanı olarak çalışmış ve Atlantik Okyanusu’ndan Pasifik’e uzanan bir demiryolu hattı inşa edilmesi için lobi yapmıştı. Gadsden, Meksika Devlet Başkanı Santa Anna’yı 120 bin kilometrekarelik bir alanı 10 milyon dolara satmaya ikna etti.
Ancak bu anlaşma, Meksika halkı arasında hoşnutsuzluğa neden oldu ve ertesi yıl Santa Anna devrildi. Yeni demiryolu projesi ise sekteye uğradı. Önce sektör bir krize girdi, ardından ABD’de İç Savaş başladı. Sonuç olarak, Gadsden’in satın aldığı topraklarda ilk transkıtasal demiryolu rayları ancak 1878’de döşenebildi.
Rus Vadileri
Yüzyılın başlarında Rusya da Amerika’da toprak satın alıyordu. Modern Kaliforniya’nın bulunduğu bölgede Ruslar, Fort Ross kalesini inşa etti ve Kızılderililer’den mücevher, giysi, balta gibi sıradan ve ucuz eşyalarla ödeme yaptı. Ancak o dönemde Kaliforniya’da Amerikan yönetimi yoktu. Bu topraklar önce İspanya’nın kontrolündeydi, ardından bağımsız Meksika’nın bir parçası oldu ve 1848’de ABD tarafından satın alındı ama bu sefer Rus yerleşimi olmadan.
Fort Ross, yarı devlet kolonyal ticaret şirketi olan Rus-Amerikan Şirketi tarafından kuruldu. Şirketin sermayesi tamamen Rusya’ya aitti ve adındaki “Amerikan” ifadesi, faaliyet gösterdiği kıtaya atıfta bulunuyordu. Şirket, Alaska’daki Rus yerleşimlerini desteklemek için Kaliforniya’da tarım yapıyor, gemi inşa ediyor ve kürk ticareti yapıyordu. Ancak yıllar geçtikçe işler kötüye gitti. 1841’de Fort Ross ve diğer varlıklar, İsviçre kökenli Meksikalı girişimci John Sutter’a satıldı. Yedi yıl sonra Kaliforniya’da ilk altın bulundu ve “altına hücum” dönemi başladı.
Fort Ross, sadece 42 bin 857 rubleye satıldı. Bu parayla o dönemde Moskova’nın merkezinde güzel bir konak alınabiliyordu. Bir iddiaya göre Sutter, ödemeyi tam yapmadı: Üçte birini nakit olarak ödedi, bir kısmını buğdayla yüksek fiyattan ödedi ve bir kısmını da hiç ödemedi. Bir başka iddiaya göre ise “altına hücum” başladıktan sonra Rusya’ya olan tüm borçlar kapatıldı. 2014’te Devlet Duması üyesi Mihail Degtyarev, Rusya Dışişleri Bakanlığı’na anlaşma şartlarının yerine getirilmemesi nedeniyle satışı iptal etme ve Amerikan topraklarını Rusya’ya geri kazandırma önerisinde bulundu.
Rus Kuzeyi
Alaska’yı, ünlü bir şarkıda iddia edildiği gibi Katerina değil, 1867’de II. Aleksandr sattı. Bunun birkaç nedeni vardı. İlk olarak, Rusya ekonomik bir krizle karşı karşıyaydı. Rothschildler’den alınan kredinin faizini ödemek için paraya ihtiyaç vardı. İkinci olarak, çar, denizaşırı toprakların yeterince korunmadığını ve bu nedenle kolayca ele geçirilebileceğini düşünüyordu. O dönemde Alaska’da altın bulunmuştu ve bölge maceraperestlerle doluydu. Rus yetkililerin onları kontrol etme imkanı yoktu.
Toprak, o dönemde dostane ilişkiler içinde olan ABD’ye 7,2 milyon dolara satıldı. Bu miktar, Rothschildler’den alınan kredinin yüzde 10’undan azdı ve hektar başına 5 sentten daha ucuzdu. Bu uygunsuz fiyata rağmen ABD, satın alma konusunda pek istekli değildi. Ruslar, Amerikalı politikacıları ikna etmek ve hatta rüşvet vermek zorunda kaldı. Rus Büyükelçisi Eduard Stoeckl, rüşvet için 144 bin dolar harcadı ve buna rağmen Alaska’nın satın alınması kararı ABD Senatosu’nda sadece bir oy farkla kabul edildi. Anlaşmaya karşı çıkanlar, yeni toprakları “Seward’ın buzdolabı” (Grönland’ı satın almak isteyen Dışişleri Bakanı Seward’ın adıyla) olarak adlandırdı ve hükümeti boşa para harcamakla suçladı. Ancak “altına hücum”, ABD’nin tüm masraflarını fazlasıyla karşıladı.
Alaska için ödenen paranın Rusya’ya hiç ulaşmadığına dair bir efsane var. Söylentiye göre para İngiltere’ye transfer edildi, altın külçeleri satın alındı ve “Orkney” adlı gemiyle St. Petersburg’a gönderildi. Fakat gemi yolda battı ve yükü sigortalayan şirket sadece kısmi tazminat ödeyerek iflas etti. Gerçekte ise Devlet Arşivi belgeleri, Amerikan parasıyla Kursk-Kiev, Ryazan-Kozlov ve Moskova-Ryazan demiryolları için ekipman satın alındığını gösteriyor.
Filipin Ormanları
1896’da Filipinler halkı, İspanyol yönetimine karşı ayaklandı. Bağımsızlık mücadelesinde bir müttefik arıyorlardı ve bu müttefik ABD olabilirdi. Amerikalılar destek sözü verdi ve iki yıl sonra İspanya’ya savaş ilan etti. Savaş, Aralık 1898’de Paris Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla hızlıca sona erdi. Antlaşmaya göre ABD, Porto Riko ve Guam adalarını (ABD’ye dahil olmayan ancak yönetimi altında olan bölgeler) aldı. Ayrıca Küba ve Filipinler üzerinde kontrol sahibi oldu.
Fakat Filipinler ile ilgili durum pek de hoş değildi. Savaşın bitmesine birkaç ay kala Filipinler bağımsızlığını ilan etti, ancak ABD bunu tanımadı. Bunun yerine Amerikalılar, Paris Antlaşması’na bu adaları İspanya’dan 20 milyon dolara satın aldıklarını yazdı. Adalılar, bağımsızlık yerine yeni bir sahip buldukları için öfkelendi. Filipinler Devlet Başkanı Emilio Aguinaldo, yeni bir savaştan açıkça bahsetti ve kısa süre sonra savaş başladı.
Çatışmaların fitilini, 4 Şubat 1899 gecesi bir Filipinlinin ölümü ateşledi. Muhtemelen, İngilizce bilmediği için bir ABD askeri üssüne yanlışlıkla girdi ve nöbetçi tarafından vuruldu. Amerikan ordusu, Filipinli milisleri hızla yenilgiye uğrattı, ancak ülkede gerilla savaşı başladı. Resmi olarak savaş, 1902’de esir alınan Aguinaldo’nun Amerikan yönetimini tanımasıyla sona erdi, ancak gerilla saldırıları 10 yıl daha devam etti. Savaş, ABD’ye 600 milyon dolara mal oldu, yani İspanya’ya ödenen miktarın 30 katı. Filipinliler ise 1935’te ABD’den özerklik, 1946’da ise tam bağımsızlık kazanarak mücadelelerini sonlandırdı.
Elon Musk’tan X-TikTok karşılaştırması: ‘Mütekabiliyet olmalı’
Türkiye’nin ekonomik durumu Suriye’nin yeniden inşasını kaldırabilir mi?
Rusya kamuoyu, Trump’ın ‘savaşı bitirme’ vaadine karşı şüpheli
Steve Bannon: Ukrayna’nın Trump’ın Vietnam’ı olma riski var
Trump ilk 100 günde Çin’i ziyaret edecek mi?
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA1 hafta önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Rus basınından değerlendirme: Trump’ın Grönland’a neden ihtiyacı var?