Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Avrupa ve ABD’nin çıkarları farklı’

Yayınlanma

Türkçeye de çevrilen ‘NATO’nun Gizli Orduları’ kitabı ile tanınan İsviçreli yazar Daniele Ganser, Batı Avrupa ülkelerinde özellikle de Almanca konuşulan ülkelerde geniş kesimlerin katılımıyla düzenlenen etkinliklerde konuşmacı olarak yer alıyor. ABD ve CIA’nın örtülü operasyonların konusunda araştırmaları olan önde gelen Batılı entelektüellerden birisi. ETH Zürih, Güvenlik Araştırmaları Merkezi’nde kıdemli araştırmacı olan Ganser, ayrıca, St. Gallen Üniversitesi’nde Tarih ve Enerji Sistemlerinin Geleceği derslerine giriyor.

ABD-Çin rekabetinin mevcut uluslararası gündemi belirlediği bugünlerde, yeni Soğuk Savaş tartışmalarını ve Avrupa’nın rolünü araştırmacı yazar Daniele Ganser ile konuştuk.

‘ABD, Çinlileri ve Rusları birbirine bağlayarak taktik hata yaptı’

ABD NATO’yu Arktik Denizinden Güney Çin denizi ve Pasifik’e kadar küresel siyasetinin daha uyumlu bir parçası haline getirmeye çalışıyor. Sizce yeni bir Soğuk Savaş kapıda mı?

Amerika’nın mevzisini korumaya çalıştığını ama her geçen gün daha da zorlandığını düşünüyorum. Çünkü Çinliler şu anda ekonomik olarak ABD kadar güçlüler ve Rusya da en büyük ülke olarak her zaman önemli bir güç. Rusya’da 11 tane saat dilimi var ve ben bir İsviçreli olarak Rusya’dayken bu ülkenin ne kadar büyük bir ülke olduğunu düşünüyorum, dünyanın en büyük ülkesi… Ve bence Amerika, Çinlileri ve Rusları birbirine bağladığı için şu anda çok büyük bir meydan okumayla karşı karşıya kaldı. Bu aslında taktiksel bir hata ve Ukrayna Savaşı’nda gerçekleşti. Ruslar ve Çinliler Soğuk Savaş döneminde her zaman birbirine çok yakın değillerdi, her zaman beraber hareket ettiklerini düşünmek yanlış olur, durum böyle değil. Ancak şu anda bir tarafında NATO ve karşısında da BRICS ülkeleri olarak gördüğüm yeni bir çatışma var.

‘Avrupa için en iyisi, Moskova ve Berlin arasında barış olmasıdır’

Avrupa yeni bir Soğuk Savaş’ın cephesi olmaya hazır mı? ABD ve AB menfaatleri ne ölçüde örtüşüyor? Avrupa neden ABD paradigmasını aşamıyor dış politikasında? Stratejik Özerklik AB için bir hayal mi?

Bu çok önemli bir soru. Ben aslında Avrupa ve ABD’nin farklı çıkarları olduğu kanaatindeyim. Genellikle Avrupa’nın veya Avrupa Birliği’nin çıkarlarının ABD’nin çıkarlarıyla aynı olduğu sanılıyor. Ama her şeyden önce Avrupa’nın ve Avrupa Birliği’nin aynı şey olmadığını bilmek gerekiyor. Örneğin İsviçre AB’de değil ancak pekala Avrupa’da yer alıyor. Rusya AB’de değil ama Urallara kadar uzanıyor, yani Avrupa’nın bir parçası. Türkiye’nin de bir parçası Avrupa’da diğeri ise Asya’da, bu demek oluyor ki bir ülkenin iki kıtada da olabileceği Türkiye üzerinden iyi kavranabilir. Benim söylemek istediğim şey de, aslında Avrupa için en iyisi, Moskova ve Berlin arasında barış olmasıdır. Çünkü o zaman Almanlar Rusya’dan ucuz doğalgaz ve ucuz petrol ithal edebilirler. Almanlar da çok çalışkanlar ve sanayileri iyi, ancak yakında iyi bir sanayileri ‘vardı’ dememiz gerekebilir. Eğer Berlin-Moskova ilişkileri barışçıl olursa Almanya gelişir. Almanya Avrupa’nın ekonomik olarak öncüsü, bu sayede Almanya gelişirse Avrupa da gelişir.

Bu noktada Amerikalıların başka çıkarları olduğunu anlamalıyız. George Friedman açıkça diyor ki, “bizim için en iyisi Rusların ve Almanların çatışmasıdır.” Eğer çatışırlarsa, her ikisi de güç kaybedecektir. Aynı taktiği İran ve Irak için de yaptıklarını söylüyor. İki ülke birbiriyle çatıştı ve sonuç olarak ikisi de güç kaybetti. Yine George Friedman İngilizlerin tüm Hindistan’la savaşmadığını, önce Hindistan’daki krallıkları birbirine karşı kışkırttıklarını söylüyor. Ve fark ettiğim şey şu ki Avrupalılar, Amerikalıların Avrupa’daki çatışmaları kışkırttıklarını anlamıyorlar. Şu anda Ukrayna’daki çatışma bir yandan Rusya-Ukrayna arasında yaşansa da bir yandan da Amerikalılar Ukrayna’yı yani Zelenski’yi desteklediklerinden tüm Avrupa Birliğini de bu çatışmaya sürüklüyorlar. Ve şimdi birdenbire Almanya Rusya’ya karşı düşmanca bir tavır sergiliyor ve artık Rusya’dan petrol ve doğalgaz ithal etmiyor, eğer Seymour Hersh haklıysa muhtemelen Amerikalılar tarafından Kuzey Akım boru hatları havaya uçuruldu. Ancak Rusya’dan petrol ve gaz ithal etmemenin Almanya’nın çıkarına olmadığı açıktır, bu durum ABD’nin çıkarınadır.

Bu nedenle sorunuzun çok önemli olduğunu düşünüyorum, Avrupa’nın çıkarları nelerdir? Bazı alanlarda ABD ile ortak çıkarlarımız var ancak genel olarak Avrupa kendisini ABD’nin baskınlığından kurtarmayı başaramadı. Bir ülke Amerika’ya “sizinle aynı çıkarlara sahip değiliz” deme cesaretinde bulunabildi, bu da Fransa’ydı. Cumhurbaşkanı Sarkozy Çin’e gittiğinde şöyle düşündü, “Amerikalılar Çin’e karşı, örneğin Tayvan Adası için, bir savaş başlatmak isterlerse, ABD ile birlikte Tayvan’ı Çin’e karşı savunmak Fransa’nın çıkarına mıdır?’’ Bu soru çok önemli bir sorudur. Bu sorunun üzerine Fransızlar açıkça bunu çıkarlarına olmadığını ve Tayvan-Çin ilişkilerinin barışçıl olmasının çıkarlarına olacağını söylediler. Bu da bir Avrupa ülkesinin ABD ile aynı çıkarlara sahip olmadığını gösteren bir örnektir. Ben Türkiye’yi de çok ilginç buluyorum, çünkü Türkiye NATO üyesi olmasına rağmen diğer Avrupa ülkelerinin aksine Rusya’ya karşı yürütülen bu ekonomik savaşa katılmayacağını söyledi. Özetle sorunuz çok önemliydi ve benim cevabım da şu, Avrupa ve ABD aynı çıkarlara sahip değildir.

‘Almanya Rusya’ya karşı savaş rotasına girerek kendisini zayıflatıyor’

Almanya Soğuk Savaş’ın en zorlu cephelerinden biriydi. Bugün aynı coğrafya yeniden bir kutuplaşmanın merkezine dönüştü. Tarih bu yönüyle tekerrür mü ediyor?

Almanya şu anda tabiri caizse maalesef Rusya’ya karşı yeniden bir savaş rotasına girmiş bulunuyor. Ukrayna’ya Leopard Tankları tedarik ediyor, bu elbette İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in Barbarossa Harekatı’nda tanklarla Moskova’ya veya Moskova’nın yakınlarına gitmesiyle ve sonra Stalingrad’da kaybettiği dönemle aynı değil. Şu anki durum İkinci Dünya Savaşı’ndaki kadar kötü değil, ancak Şansölye Gerhard Schröder döneminden çok daha kötü. Gerhard Schröder şansölyeyken, Rusya’yla dostluğu açıkça pekiştirdi, Rusya’dan doğalgaz ithal etti ve Almanlara açıkça “Rusya’dan aldığımız doğalgaz kadar ucuzunu başka hiçbir yerden alamayız” dedi. Rusya ile ekonomik ilişkilerimizin iyi olması bizim çıkarımıza, kendi çıkarımıza. Bunu yapabilmek için de kendimizi ABD’den kurtarmalıyız. Schröder yerine Angela Merkel gelince Rusya’yla çok kısa sürede gerginlikler başladı ve şimdi Olaf Scholz döneminde gerçekten doğrudan çatışmalar yaşıyoruz. Scholz, Amerikan Başkanı Joe Biden ile birlikte doğrudan Vladimir Putin’le karşı karşıya geliyor ve ben bunu gerçekten akıllıca bulmuyorum, hiç akıllıca bulmuyorum, bence bu büyük bir stratejik hata. Fikir şu: “Rusya’dan artık petrol ya da gaz almayacağız ve Rus ekonomisi çökecek, çünkü artık gelirleri yok ve bu sayede Putin devrilecek”. Fikir bu, ve bu Alman medyasında da yer alıyor ancak bu tamamen akılsızca bir düşünce. Çünkü Gazprom ve Rosneft için tek satış pazarı Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri değil. Yalnızca Çin ve Hindistan’ın her birinin 1,4 milyar nüfusu var, 2,8 milyar insan ediyor, Brezilya’nın 200.000 milyonluk nüfusunu da eklersek 3 milyar nüfustan bahsediyoruz. İşte bu Rusların BRICS oluşumu; Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika. Putin’in petrolünü ve gazını satabileceği yeterince pazar var ancak Almanya’nın şu anda yaptığı şey aslında kendi kendini zayıflatmak ve karşılığında hiçbir şey elde etmemek.

CIA’nın gizli operasyonları: 12 Eylül darbesi, Musaddık’ın devrilmesi, Kuzey Akım sabotajı…

Yakın zamanda Kuzey Akım sabotajı tarihe geçti ve çok tartışıldı. Tayvan konusunda da benzer provokasyonlar veya üstü örtülü operasyonları öngörenler var. Siz ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yürüttüğü örtülü operasyonlar üzerine çok yazdınız. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gizli operasyonların uluslararası siyasette önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Örneğin CIA 1980 yılında Türkiye’deki hükümeti devirdi ve o zamanki amaç (Jimmy Carter hala ABD Başkanı’ydı) Türkiye’yi NATO’da tutmaktı. Yine CIA 1953’de İran’da Musaddık hükümetini devirdi, çünkü Musaddık petrolü millileştirmek istiyordu ancak İngilizler ve Amerikalılar bunu istemiyordu, yani  mesele kapitalist mülkiyetti. Yine CIA 1973’te Şili’de Allende’nin devrilmesine yardım etti, bu da demek oluyor ki gizli savaş kanıtlanabilecek tarihsel bir gerçekliktir. Ayrıca yine CIA, Küba’da mafya ile birlik olarak Fidel Castro’yu öldürmeye çalıştı, evet başarılı olamadı. Ancak CIA’de suikastlar için ayrıca bir departman vardı. Şimdi günümüze gelelim, daha önce de söylediğim gibi, Amerikalılar Rus doğalgazının Almanya’ya gelmesini istemiyorlar. Çünkü o zaman Ruslar döviz elde edecek ve Almanlar da ucuz enerjiye sahip olacak, bu sayede ikisi de güçlenecek. Şubat 2022’de Amerikan Başkanı Joe Biden “Kuzey Akım 2’nin devreye girmesini istemiyoruz” demişti. Kısaca açıklamak gerekirse Kuzey Akım 1, iki hattan oluşan ve halihazırda on yıldır çalışan bir boru hattı. Gerçekten de on yıldır Rusya’dan Almanya’ya ucuz doğalgaz akıtıyor. Almanlar ve Ruslar daha sonra Kuzey Akım 2’yi inşa etmeye karar verdiler. Bu da iki boru hattı daha demek oluyor, böylece Rusya’dan Almanya’ya doğrudan Baltık Denizi’nden geçen toplam dört boru hattı olmuş olacak. Ancak bunun üzerine Amerikalılar baskı uygulamaya başladılar, Almanya’daki Amerikan Büyükelçisi “bunu istemiyoruz, durdurun” dedi ve parlamenterlere, boru hattını inşa eden şirketlere mektuplar yazarak tehdit ettiler, bu büyük bir yaygara kopardı. Ama tüm bunlara rağmen Ruslar yine de boru hattını inşa ettiler. Sonrasında ise boru hattı tamamlanmış vaziyette beklemesine rağmen Olaf Scholz’un ABD’de Joe Biden’ı ziyaretinde Biden, “Kuzey Akım-2 faaliyete geçmeyecek” dedi. Elbette Amerikalıların Almanlara enerji tedariklerini nasıl yapacaklarını söyleme hakkına sahip olduklarını düşünmeleri çılgınca.

Eğer Almanlar ABD’ye “Kanada’dan petrol kumu alamazsınız” deselerdi, Amerikalılar “buna biz karar veririz, evinize gidin” derlerdi. Ancak Almanlar o kadar itaatkar ki, Olaf Scholz hiçbir şey diyemedi. Sonrasında bir gazeteci “Sayın Başkan, bunu nasıl önlemek istiyorsunuz?” diye sordu, ki bu belgelidir Youtube’da bulabilirsiniz. Bunun üstüne Amerikan Başkanı Joe Biden, “bizim araçlarımız ve yollarımız var, bunu durduracağız” dedi. Bu Şubat 2022’de yaşandı ve ardından 24 Şubat’ta Rusya, Ukrayna’yı işgal etti. Bu arada bence yasadışı, başka bir ülkeyi işgal edemezsiniz ama bunun kışkırtılmamış olduğunu düşünmüyorum. Bunun provoke edilmediği söyleniyor ancak Amerikalılar bundan önce 2014 yılında Ukrayna’da bir darbe yaptılar. NATO’yu genişlettiler, provokasyon buydu.

Kuzey Akım’a geri dönelim. Sonrasında 26 Eylül’de Kuzey Akım boru hattı gerçekten havaya uçtu, Seymour Hersh “bu bir ABD operasyonuydu” dedi ve bu aslında her şeyi gerginleştiriyor, çünkü tabii ki NATO’da birlikteyiz, ABD de NATO’da. Seymour Hersh, Norveç’in de bu terör saldırısına karıştığını ve bunun bir terör saldırısı olduğunu, Almanya’nın NATO’da olduğunu ve Danimarka’nın NATO’da olduğunu, yani aslında NATO içinde hiçbir saldırı olmaması gerektiğini, dolayısıyla NATO üyeleri arasında askeri eylemler olmaması gerektiğini söyledi. NATO içinde de darbe olmamalı, yani ABD Türkiye’deki hükümeti devirmeye çalışmamalı, çünkü hepsi NATO üyesi. Aslında üstü kapalı fikir bu, ancak NATO’da gerçekten aşırı gerginlikler yaşadığımız izlenimine sahibim, çünkü artık şahsen Amerikalıların Kuzey Akım’ı havaya uçurduğuna inanıyorum

Eğer şimdi Çin ve Tayvan’dan bahsedersek, bu gerginlikler daha da artacaktır çünkü eğer Amerikalılar şimdi NATO’nun Tayvan’ın yanında ve Çin’e karşı durması gerektiğini söylerse, eğer bir noktada tabiri caizse orada bir olay olursa, o zaman Fransızlar kesinlikle “bu bizim çıkarımıza değil” diyecektir. Türklerin de “bu bizim çıkarımıza değil” diyeceğini düşünüyorum, aslında o zaman ABD emperyalizmi maiyetini yitirdiği bir noktada. ABD Başkanı Nixon bir keresinde şöyle demişti: “NATO işe yarayan tek örgüt, tek uluslararası örgüt. Bunun nedeni askeri bir örgüt olması, yani hiyerarşik olması ve ikinci olarak da komutanın Amerikalılarda olması.” Ve bu gerçekten de doğrudur. NATO 1949 yılında kurulmuştur ve en yüksek komutan olan Müttefik Yüksek Komutanı her zaman Amerikalı bir general olmuştur. Hiçbir zaman bir Türk olmadı, hiçbir zaman bir İspanyol olmadı, hiçbir zaman bir Fransız olmadı, hiçbir zaman bir Alman olmadı. Avrupalılar Genel Sekreteri belirliyor, o artık Jens Stoltenberg, bir Norveçli ancak en güçlüsü o değil. En güçlü kişi her zaman bir Amerikalı general olan Müttefik Yüksek Komutanı’dır. Sonuç olarak NATO’yu bir kriz içinde görüyorum, çünkü bence Kuzey Akım’ı ABD havaya uçurdu. Özellikle Almanya’da bu eleştirilmeli ama Almanlar, Alman topraklarında 38 bin ABD askeri olduğunu söylemeye bile cesaret edemiyor.

Tayvan’daki insanlar ‘ikinci Ukrayna olmak istemiyoruz’ diye düşünüyor

Çin’in ittifaksızlık, küresel güvenlik inisiyatifi gibi diyalog temelli önerileri var? Sizce bu teklifler retorik mi? Ve Batı’da neden bu öneriler tartışmaya değer görülmüyor?

Ne yazık ki Çin’e tepeden bakıldığını düşünüyorum. Avrupa’da ve özellikle ABD’de hala böyle olumsuz bir tutum var. ABD’de “Çin kötüdür” diyen pek çok gazete makalesi yayınlanıyor ya da “Çin kötüdür” diyen pek çok TV yapımı var. Ben bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Bence tamamen yanlış, çünkü Çin birkaç bin yıl öncesine dayanan gelişmiş bir kültür. Çin, Komünist Partinin iktidara geldiği 1949 yılında ilan edilmiştir. Bugün komünist partinin 90 milyon üyesi var ve bu sayı Almanya’nın nüfusundan daha fazla. Ancak Çin sadece Komünist Parti değildir, Çin aynı zamanda Konfüçyüs’ün tüm mirasıdır, Çin’in altında yatan tüm tarih çok yönlüdür. Bence İran’daki gibi bir durum söz konusu, İran da büyük bir kültüre sahip bir ülke, çok fazla kültüre sahip başka birçok ülke var, ancak Avrupalıların ve Amerikalıların “İran ve tüm İranlılar kötüdür. Çin ve tüm Çinliler kötüdür” demesi mantıklı değil. Bu sadece çok yüzeysel bir analizdir ve temelde de yanlıştır. Kesin olan şu ki Çinliler farklıdır, İranlılar da farklıdır ve İsviçrelilerin de farklı olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak sırf farklı oldukları için birinin kötü olduğunu varsayamazsınız

Bence Çinlilerin şu anda Ukrayna savaşıyla ilgili olarak sundukları, okuduğum ve kamuya açık olan teklif makul bir teklif. Bu, “Evet, Çinliler bir teklifte bulunuyor, Ukrayna Çin toprağı olacak ve herkes geri çekilecek” diyebileceğiniz bir şey değil. Bu kötü bir teklif olurdu, ne kadar kötü bir teklif demek zorunda kalırdınız ama tabii ki Çinlilerin yüksek devlet becerisini görmezden gelmiş olurdunuz. Çinliler çok gerçekçi bir teklifte bulundular, Rusya ile iyi bir ilişkileri var ve Ukrayna’daki hassasiyetleri de biliyorlar. Ne yazık ki Çinlilerin hor görüldüğünü düşünüyorum. Ayrıca taktiksel olarak da yanlış olduğunu düşünüyorum. Çin’de olan her şeyi onaylamak zorunda olduğunuzu düşünmüyorum, evet kesinlikle sorunlar var. Özellikle de ben, bir İsviçreli olarak, İsviçre’de doğrudan demokrasi var, yani Gotthard’a yeni bir tünel inşa edilip edilmemesini ya da savaş uçağı alıp almamamızı ya da kadınlar için emeklilik yaşının 65 olup olmamasını oylayabiliyoruz. Ben buna alışığım, İsviçre’de işler böyle yürüyor, biz böyle oy veriyoruz. Çin’de böyle bir şey yok. Önemli konularda halk tarafından doğrudan oylama yapılmıyor ama bu Almanya’da da yok. Bu pek çok ülkede yok. Kendi ulusal bakış açınızdan “evet, sizde bu yok, o halde kötüsünüz” demek tamamen yanlış olur. Ama benim asıl dileğim, ki bu 21. yüzyılda çok önemli, “Çinliler farklı, ama biz onlarla barış içinde bir arada yaşayabiliriz” diyen Amerikalıların olması ve “Amerikalılar farklı, ama biz onlarla barış içinde bir arada yaşayabiliriz” diyen Çinlilerin olması, çünkü bu mümkün.

Avrupalılar da önemli bir köprü kurabilir ve birbirinizi öldürmemeye çalışın diyebilirler. Bu mümkün. Ancak ne yazık ki şu anda duyduğum retorik gerçekten şu şekilde: silah endüstrisini artırmak, çatışmayı artırmak. Ve bu aslında tehlikeli bir gelişme. Belki de giderek daha fazla insan açıkça konuşacak ve ABD ile Çin arasında barış istediğimizi söyleyecek. Umarım öyle olur, çünkü “şimdi bu iki dev arasında bir savaşa ihtiyacımız var” diyen çok fazla kişi var. Ancak bunun ABD ile Suriye arasındaki bir savaştan farklı bir savaş olduğunu söylemek isterim. Çünkü Çin nükleer bir güç, Çin’in küresel hedefleri var ve Çin’in 1,4 milyar nüfusu var. Kısacası, Çin ile ciddiyetle konuşmak için pek çok neden var. Küçümseyici şekilde “sen küçüksün, sen zayıfsın, sen kötüsün, sen aptalsın” diye değil, daha ziyade “sen de insanlığın bir parçasısın” diyerek konuşmak lazım. Çin’in son 40 yılda kaydettiği ilerlemeye saygı duyuyoruz. Çin 1980’den 2020’ye kadar inanılmaz bir ilerleme kaydetti ve çok sayıda insanı yoksulluktan kurtardı. Yoksulluğu azaltmak bir dünya hedefidir. Çinliler bunu kendi ülkelerinde uyguladılar. Özellikle teknik alanlarda Çin birçok alanda lider konumdadır. Dolayısıyla Çin ile barış aramak için pek çok neden var. Ayrıca, bahsettiğiniz Tayvan ile olan bu önemli meselenin, ateşe benzin dökmeye devam etmezsek barışçıl bir şekilde çözülebileceğine inanıyorum. Hatta Çinlilerin, Amerikalıların Ukrayna’yı tekrar tekrar NATO’ya çekmek istediklerini gördüklerini hissediyorum. Ve şimdi Ukrayna’daki insanlara ne oldu? Çok daha büyük bir güç olan Rusya ile çatışmaya girdiler ve binlerce kişi öldü. Bence Tayvan’daki insanlar da bunu görüyor ve “ikinci Ukrayna olmak istemiyoruz” diye düşünüyorlar.

ORTADOĞU

Lübnanlı Bakan Harici’ye konuştu: ‘HTŞ’den beklentimiz iç meselelerimize karışmaması’

Yayınlanma

Lübnan Enformasyon Bakanı Ziad Makary Harici’ye konuştu: “HTŞ’den istediğimiz şey, Lübnan’ın iç meselelerine ya da işlerine karışmamasıdır.”

İki aylık yoğun ve yıkıcı bir çatışmanın ardından İsrail ve Lübnan arasında ateşkes gerçekleşti. Lübnan hükümeti, haftalar süren müzakereler sonucunda bir ateşkes anlaşmasına varmıştı. 60 gün içinde ateşkesin uygulanması öngörüldü. Anlaşmaya göre, İsrail birlikleri, belirlenen bölgelerden geri çekilecek, Lübnan Ordusu İsrail’in boşalttığı bölgelere konuşlanacak ve güvenliği sağlayacak. Bölgedeki mayınlar, patlamamış mühimmatlar ve altyapıdaki yıkımlar nedeniyle geniş çaplı bir yeniden inşa çalışması yapılacak. Birleşmiş Milletler UNIFIL güçleri, 1701 sayılı BM kararına uygun olarak güney Lübnan’da varlığını sürdürecek.

Ancak İsrail, ateşkesi şu ana kadar 100’den fazla kez ihlal etti ve bu durum Lübnan tarafından kabul edilemez olarak değerlendiriliyor. Lübnan Enformasyon Bakanı Ziad Makary, Lübnan’daki son duruma ilişkin Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘İsrail ateşkesi 100’den fazla kez ihlal etti’

Lübnan’daki son durumla başlamak istiyorum. Geçici bir ateşkes olmasına rağmen İsrail vaat edilenleri uygulamıyor. Bize son durum hakkında bilgi verebilir misiniz?

Bildiğiniz gibi, yaklaşık iki ay süren ölümcül bir savaş yaşadık. Hükümet olarak haftalarca ateşkes için müzakere ettik ve sonunda Amerikalıların yardımıyla bir ateşkes anlaşmasına vardık ve bu ateşkesi duyurudan 60 gün sonra uygulamaya koymayı kabul ettik. Bu arada bir askeri plan var: Lübnan Ordusu, İsrail’in geri çekileceği bölgelere konuşlanmaya başlayacak. Yapılacak çok iş var. Ordu bu görevi üstlenecek çünkü birçok mayın, patlamamış mühimmat, yıkım, kapalı yollar, yerinden edilmiş insanlar ve İsrail ile Lübnan arasında hassas bir askeri durum var. İsrail bu ateşkesi 100’den fazla kez ihlal etti ve bu, elbette, kabul edilemez. Lübnan ateşkese saygı duyuyor ve ateşkesin açıklandığı sırada kurulan komiteye güveniyoruz. Amerikalılardan, Fransızlardan, Lübnanlılardan, UNIFIL’den ve İsraillilerden bahsediyorum. İlk toplantıları bu hafta pazartesi günü yapıldı ve umuyoruz ki bu ateşkes en kısa sürede ciddi bir şekilde uygulanır çünkü İsrail’in neden olduğu yıkımın ardından yeniden inşa etmemiz gereken çok şey var.

Eğer İsrail ateşkesi tamamen iptal eder ve kısa bir süre önce olduğu gibi Lübnan’a saldırmaya devam ederse, Lübnan’ın mevcut tutumu ne olacak? Hizbullah’ın Suriye’den geri çekilip daha fazla birliğin Lübnan’a geri dönmesi sürece nasıl etki edecek? Lübnan ordusu saldırıların tekrarlanması karşısında ne yapacak?

Bu ateşkesin bozulacağını düşünmüyorum. Her gün olaylar yaşayacağız, ancak bunun ciddi bir ateşkes olacağına inanıyorum. Sanırım yaklaşık 40 gün içinde tüm Lübnan topraklarından tam bir çekilme gerçekleşecek. Lübnan Ordusu kuvvetlerini konuşlandıracak ve 1701 sayılı kararı gerektiği gibi, güney Lübnan dahil, uygulayacağız. Elbette, bu özellikle de güney Lübnan için geçerli çünkü 1701 sayılı karar, güney Lübnan’da silahların yasak olduğunu belirtiyor ve yalnızca Lübnan Ordusu ile UNIFIL’in silah taşımasına izin veriyor.

‘Lübnan’ın egemenliğine ve çeşitliliğine saygı duyan bir Suriye’ye ihtiyacımız var’

Beşar Esad’ın devrilmesi ve Rusya’ya iltica etmesiyle Suriye’deki denklem tamamen değişti. Şam’ı ele eçiren Heyet Tahrir el Şam (HTŞ), Suriye için geçiş dönemi hazırlamaya çalışan geçici bir hükümetle çalışıyor. Lübnan’ın Suriye’deki mevcut konjonktüre ilişkin tutumu ne olacak?

Şu ana kadar HTŞ ile herhangi bir ilişkimiz yok. Söylemek istediğim şu: Suriye halkı, Suriye’yi kimin yöneteceğine kendisi karar vermelidir. Lübnan olarak bizim istediğimiz, Suriye’nin gelecekteki hükümetiyle iyi ilişkilere sahip olmak çünkü birçok çıkarımız var. Orada fanatik bir hükümete ihtiyacımız yok. Lübnan’ın egemenliğine ve çeşitliliğine saygı duyan bir komşuya ihtiyacımız var. Bu, bizim ihtiyacımız olan tek şey. Komşu ülkeler olarak ilişkilerimizi sürdürmek için gerekli ilişkileri korumak adına elimizden gelen her şeyi yapacağız. Ekonomi, ticaret, sosyal, siyasi ve hatta çözülmesi gereken sınır sorunları gibi birçok alanda çıkarlarımız var. Milyonlarca Suriyeli mülteci var ve kim yönetirse yönetsin, bu sorunların çözülmesi gerekiyor. Biz Suriye’nin iç işlerine karışmamalıyız ve aynı şekilde onların da bizim iç işlerimize karışmasına izin vermeyeceğiz. Umarız gelecekteki Suriye hükümetiyle onurlu ve verimli bir işbirliği sağlamak için çalışacağız.

‘HTŞ’den istediğimiz, iç işlerimize karışmaması’

HTŞ, Birleşmiş Milletler’in terör örgütleri listesinde yer alıyor ve birkaç ülke bu grubu terörist olarak tanımladı. Ancak yakın gelecekte durum değişebilir. Türkiye, diplomatik ilişkilerini sürdürmek için büyükelçiliğine bir maslahatgüzar atadı. Peki Lübnan’ın HTŞ’ye yaklaşımı ne? Lübnan HTŞ’yi bir terör grubu olarak görüyor mu yoksa Suriye seçimlere doğru giderken yaklaşım değişiyor mu?

Terör gruplarını tanımlayan bir sistemimiz yok. Zaten belirtmiştim, Suriye’nin gelecekteki hükümetinin hedeflerini değerlendireceğiz. HTŞ’den istediğimiz şey, Lübnan’ın iç meselelerine ya da işlerine karışmamasıdır. Şu ana kadar söylediğim gibi, Suriye’nin geleceğinin nasıl şekilleneceğini öngöremeyen tek ülke biz değiliz. Sistem teorik olarak devam etmeli. Mevcut durumla ilgilenmeye devam ediyoruz—örneğin Lübnan’daki Suriye büyükelçiliği, sınırlar ve diğer konular. Yeni devletin, yeni yönetimin ve yeni hükümetin ortaya çıkmasını bekliyoruz ve o zaman yolumuza devam edeceğiz. Şu anda yaşananlardan dolayı (büyükelçilik) aktif değil. Bekleyeceğiz, ancak ortaya çıkacak herhangi bir hükümetle iyi ilişkiler kurmayı umuyoruz çünkü bu iki ülkenin de çıkarına olacaktır.

Esad’ın ayrılmasından sonra İsrail, Golan Tepeleri’nde daha fazla ilerledi. İsrail’in bölgedeki konumu ne? Uzmanlar İsrail’in Suriye’deki varlığının geçici olmayabileceğini düşünüyor. Lübnan, İsrail’in Suriye’de alan kazanmasını nasıl değerlendiriyor?

Lübnan için önemli olan İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesidir. Sizin de belirttiğiniz gibi, İsrail yalnızca Golan Tepeleri’nde veya güney Suriye’de değil, Suriye’nin ordusunu, hava ve deniz kuvvetlerini, her şeyini yok etti. Bu durum Suriye’yi zor bir konuma sokuyor. Yeni Suriye hükümetinin nasıl bir orduya ya da güvenlik gücüne sahip olacağını veya İsrail ile nasıl bir ilişki kuracaklarını bilmiyoruz. Şu anda her şey belirsiz. Tüm bunların üzerinden sadece beş ya da altı gün geçti ve işlerin nasıl şekilleneceğini görmek için zamana ihtiyacımız var.

‘Yeni cumhurbaşkanı 9 Ocak’ta seçilecek’

Lübnan’ın İsrail’in saldırıları sırasında zayıf kalmasının en önemli nedenlerinden biri de iç siyaset. Beyrut limanı patlamasıyla sarsılan Lübnan, halen ekonomik zorluklarla boğuşuyor. Bunun yanında ülke, iki yılı aşkın süredir halen cumhurbaşkanını seçemedi. Mevcut durum biraz da bu sorunun sonucu mu?

Lübnan’daki sistem, bu tür süreçleri kolaylaştırmak için tasarlanmış bir sistem değil. Karmaşık bir sistemimiz var; parlamento, din, siyasi gruplar ve daha fazlası işin içine giriyor, bu da bir cumhurbaşkanı seçimini zorlaştırıyor. Cumhurbaşkanı seçmek kolay değil çünkü yasalarımız seçim sürecini geciktiriyor, özellikle de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde. Ancak 9 Ocak’ta bir oturumumuz var ve yakında bir cumhurbaşkanımız olmasını umuyoruz.

Bir ülkeyi cumhurbaşkanı olmadan yönetemeyiz. Evet, idare edebiliriz; ülke devam eder, ölmez, yok olmaz, ortadan kaybolmaz. Ama aynı zamanda refah da getirmez. Ülkemizi geliştiremeyiz, inşa edemeyiz ve genç Lübnanlıların isteklerini yansıtan yeni, modern bir yönetim kuramayız. Onlar ki çok hırslı ve özgürlüğün korunduğu, güzel Lübnan kültürü ve Lübnan’ın takdire şayan imajı ile modern bir ülke yaratmak istiyorlar.

Cumhurbaşkanına, yeni bir hükümete, Suriye ile yenilenen ilişkilere ve İsrail ile bir ateşkese sahip olmayı umuyoruz. Uzun vadede, şahsen Lübnan’ın geleceği hakkında bir miktar iyimserim. Elbette bu durumun ciddi bir etkisi var. Geçici bir hükümet olarak büyük kararlar alamayız, yeni yetenekleri işe alamayız ya da yasaları geçiremeyiz. Sistem, cumhurbaşkanı olmadan işleyemez. En yetenekli gençlerimizi kaybediyoruz; Lübnan’ı terk ediyorlar ve bu, bizim çıkarımıza değil.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’

Yayınlanma

Trump hükümetinin en etkili isimlerinden, eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve NATO eski Genel Sekreter Yardımcısı Guy B. Roberts Harici’ye konuştu: “Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum. Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.”

Önceki Başkan Donald Trump döneminde ABD’nin Nükleer, Kimyasal ve Biyolojik Savunma Programları’ndan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yürüten Guy B. Roberts, ayrıca NATO’nun kitle imha silahları politikasından sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı ve Nükleer Politika Planlama Direktörlüğü görevlerini de yürüttü.

Guy B. Roberts, ikinci Trump döneminde izlenmesi beklenen iç ve dış politikalara ilişkin Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘Öncelik göç ve vergi politikası olacak’

Donald Trump’ın önceki kabinesinde Savunma Bakan Yardımcısı olarak yakın çalıştığınızı biliyorum. Onun politikalarını önceden nasıl yürüttüğünü biliyorsunuz ve ocak ayından itibaren nasıl devam edeceğini öngörebilirsiniz. Şu anki birincil beklentiniz nedir?

Aslında bu oldukça heyecan verici çünkü Başkan Trump’ın, seçim vaatlerinin hepsini yerine getirme konusunda kararlı olduğunu açıkça ifade ettiğini düşünüyorum. Muhtemelen ilk odaklanacağı konu, ABD’ye yasa dışı göç ve bunun yanı sıra vergi yapısını yeniden düzenleyerek orta sınıf Amerikalılar için vergi indirimlerini maksimize etmek olacak. Uluslararası alanda ise müttefikler ve ortaklara daha fazlasını yapmaları için baskı uygulamasını ve savunma harcamaları için taahhüt ettikleri, GSYİH’lerinin %2’si veya daha fazlasını harcama sözlerini yerine getirmelerini bekliyorum. Bu, ilk yönetiminde de kilit bir unsurdu ve ben de NATO karargahında onunla birlikteydim. Orada müttefiklerimizin bu konuda adım atması gerektiği üzerine uzun uzun konuştuk. Ekibini kurduktan sonra bu konuların öncelikli olarak ele alınacağını düşünüyorum. Tabii ki ABD sistemi gereği bunun gerçekleşmesi yaklaşık altı ay sürecektir.

‘Trump’ın Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum’

Ukrayna hakkında konuşalım. Trump, Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitirme sözü verdi. Ekibi bugün bile bu iddiayı tekrarlıyor. Son aylarda savaş Ukrayna için olumsuz bir seyir izlerken, Trump Ukrayna’ya barış getirebilir mi? Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bir ateşkesi veya barış anlaşmasını kabul eder mi sizce?

Bu gerçek bir mesele. Trump’ın iddia ettiği gibi bu sorunu 24 saat içinde çözmesinin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu çok daha karmaşık bir durum. Ancak, Başkan Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum. Bunu yapacağını öngörebiliyorum; Putin üzerinde bir ateşkesi kabul etmesi ve bu sorunun çözümüne yönelik adımlar atması için baskı yapacaktır. Ukrayna, toprak vermek konusunda hevesli olmayabilir, ancak yeni silah sistemlerinin devreye girmesi gibi mevcut durumu göz önünde bulundurduğumuzda, Rusların Ukrayna’ya attığı son orta menzilli balistik füzeler ve Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesine saldırıları, tarafların birbirine taviz verdiği bir tür müzakere için zemin hazırlayabilir. Bu müzakereler başlangıçta en azından bir ateşkes karşılığında bir şeylerden feragat etmeyi içerebilir. Barışın ise 24 saatten çok daha uzun süreceğine inanıyorum.

Görev süresinin sonlarına yaklaşan Başkan Biden, Trump için işleri zorlaştırabilecek bazı önemli hamlelerde bulundu. Örneğin, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı ABD yapımı uzun menzilli füzeler kullanmasına izin veren bir yasa tasarısını imzaladı. İkincisi, Rusya’nın uluslararası para transferleri ve enerji ticareti için kritik öneme sahip olan Gazprombank’a yaptırımlar uyguladı. Birkaç diğer banka da yaptırım listesine alındı. Biden, görevinden ayrılmadan hemen önce ne yapmaya çalışıyor? Trump’ın eline bazı “bombalar” mı bırakıyor?

Bunun kesinlikle aklının bir köşesinde olduğunu düşünüyorum. Müzakereler için başarılı bir zemin hazırlıyor, Trump’a bu krediyi vermek istese de istemese de. Yönetimi muhtemelen bunu inkâr edecektir. Ancak, Biden’ın şimdi yetkilendirdiği uzun menzilli ateş gücü, onayladığı askeri teçhizat artışları ve diğer müttefiklere aynı şeyi yapmaları için verdiği cesaretin, başarılı bir ateşkes müzakeresine ulaşmada yardımcı olduğunu ve yardımcı olacağını düşünüyorum.

Trump’ın yaklaşan ikinci dönem başkanlığı hakkında konuşalım, Avrupa liderleri gerçekten hevesli değildi ve bazıları Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönecek olmasından mutlu değil. Yeni bir Trump dönemi için Avrupa’dan nasıl bir yeniden yapılanma bekliyorsunuz?

Bir ittifak perspektifinden bakıldığında, Genel Sekreter Rutte, selefi Genel Sekreter Jens Stoltenberg gibi, müttefiklerin daha fazlasını yapması gerektiği konusunda çok hevesli bir destekçi ve kampanyacı oldu. Genel olarak daha fazlasını yaptıklarını düşünüyorum. Örneğin, şimdi 21’den fazla ülkenin askeri harcamalarının GSYİH’nin %2’sini karşıladığını ve diğer ülkelerin de bu hedefe doğru ilerlediğini söyleyebilirim. Yeni müttefikler, Finlandiya ve İsveç gibi ülkeler, savunma ve eğitim harcamalarında çok sağlam bir tutum sergilediler; hatta nüfusun olası bir savaş durumunda belirli faaliyetlerde bulunması için kılavuzlar hazırlamaya kadar gittiler. Bu, bence, caydırıcılık değeri taşıyor. İttifakın gönderdiği mesaj şu: Biz bir ittifakız ve herhangi birimize saldırırsanız, hepimize karşı koymak zorunda kalırsınız.

Benzer şekilde, Hint-Pasifik bölgesinde Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yanı sıra Vietnam gibi bölgedeki ortaklarla bir koalisyon oluşturma çabalarını gördük. Kısa süre önce onlara bazı eğitim jetleri sattık ve diğer ülkelere de satışlar gerçekleştirdik. Trump yönetimi muhtemelen ittifak oluşturma konusuna daha az, savunma açısından kendi kendine destek sağlayan birebir ilişkilere daha fazla odaklanacaktır. Bu, Trump ve Biden yönetimleri arasında göreceğimiz değişimlerden biri olabilir.

‘Çin’e karşı caydırıcılık için ortaklık stratejisi’

Trump’ın kurumsal diplomasi yerine kişisel diplomasi tercih edeceğini mi söylüyorsunuz?

Evet, bence Biden yönetiminin koalisyon oluşturma konusuna odaklandığını görebiliyoruz. Örneğin, Beş Göz, NATO ittifakını taklit etmeye çalışan Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü (SETO) gibi 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarındaki benzer bir girişimi andırıyor. Birçok nedenden dolayı SETO işe yaramadı ve dağıldı. Ancak şimdi, Çin’in saldırgan davranışları, Güney Çin Denizi ve diğer bölgelerdeki iddiaları, Tayvan’a karşı saldırgan tutumu ve uluslararası adalet divanının deniz hukuku konusundaki görüşlerini kabul etmeyi reddetmesi, Filipinler ile olan düşmanca ilişkileri ve sınır adaları gibi konular, bu bölgeyi potansiyel bir sıcak nokta haline getiriyor. Çin’in bu şekilde hareket etmeye devam etmesini engellemenin ve caydırmanın tek yolunun bu ilişkileri inşa etmek olduğunun farkında. Bunu yapma konusunda çok fazla istek göreceğimizi düşünüyorum.

Kişisel diplomasi ve kişisel ilişkiler hakkında konuşacak olursak, Trump ve Xi Jinping, Trump ve Macron, Trump ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında potansiyel ilişkileri nasıl tanımlarsınız?

Bu çok önemli bir konu ve Trump Yönetimi’nin tam olarak nasıl ilerleyeceğinden emin değilim. Ancak, Başkan Trump’ın ulusal liderlerle kişisel ilişkilere çok değer verdiğine inanıyorum. Bu yüzden büyük ortaklıklar kurmak yerine birebir ilişkiler kurma konusunda daha rahat ve bu konuda daha istekli olduğunu düşünüyorum.

Trump’ın, stratejik istikrarı sağlamak için önemli gördüğü Güneydoğu Asya, ittifak ortaklıkları, Akdeniz veya başka bir bölgede, çeşitli devlet başkanları ve başbakanlarla birebir görüşmeler yapacağı bir yaklaşımı çok daha fazla göreceğimizi düşünüyorum. Biden Yönetimi’nden daha proaktif bir şekilde kişisel ilişkiler kurmasını bekleyebiliriz.

Trump ve Erdoğan’dan, ABD ile Türkiye arasındaki işbirliği ve zorluklardan bahsedelim. Özellikle Türkiye için önemli bir konu olan PYD meselesi üzerinden: ABD, bir terör grubunu başka bir terör grubunu kullanarak yenmeye çalışıyor. Özellikle Türkiye bir NATO müttefiki olmasına rağmen, ABD hala Ankara’nın PYD konusundaki endişelerini göz ardı ediyor. Bu, Türkiye’nin bir numaralı meselesi. Diğer yandan F-35 meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye yeniden F-35 programına katılabilir mi? Son olarak, Türkiye’nin Orta Doğu’da, özellikle Filistin’de barışı sağlamada ve İsrail ile savaşı sona erdirmede kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini düşünüyor musunuz?

Bana tüm günü alabilecek bir soru sordunuz. Türkiye ile olan ilişkilere ve liderliğine baktığımızda, Türkiye’nin bölgedeki barış ve istikrarı sağlamak için kritik bir ortak olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda çok fazla karmaşa var. Önemli bir mesele, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile uzun vadede görülen ilişkilerinin güçlenmesi, bu da NATO’nun Ukrayna’ya yönelik Rus saldırganlığı ve İran’ın Rusya’ya insansız hava araçları ve füzeler sağlayarak destek vermesi konusundaki pozisyonuyla tutarlı değil.

Aynı zamanda, şu anda Türkiye içinde önemli siyasi kargaşalar var, bunu benden daha iyi biliyorsunuz. Çözülmemiş konulardan biri, bölgede çeşitli savaşlar sonucunda yerinden edilmiş iki milyon insanla ne yapılacağıdır. Sanırım Başkan Trump, Erdoğan ile bir araya gelerek Suriye sorununu çözmeyi görüşmekten çok ilgilenecektir. Trump, ABD güçlerinin Orta Doğu’nun o bölgesinden çekilmesine olanak tanıyacak bir çıkış stratejisi arıyor gibi görünüyor. Kampanya sırasında bu tür bölgeleri, ABD’nin askeri olarak küresel ölçekte yer aldığı “Sonsuz Savaşlar” olarak nitelendirmişti.

Hamas, Hizbullah ve diğer terörist gruplara gelince, bunlar büyük zorluklar. Abraham Anlaşmaları’nın, tüm bölgenin benimseyeceği bir yaklaşım olacağını umuyordum. Bu da yine Trump’ın ilk döneminde İsrail, BAE, Sudan ve sanırım Fas gibi ülkeleri içeren bir girişimiydi. Bu ülkeler, ekonomik, bilimsel ve mühendislik alanlarında işbirliği yapmak ve bölgede terörist faaliyetlerden ve geçmişte yaşanan nefretin izlerinden arınmış bir barış ve güvenlik ortamını sürdürmek ve yaratmak için bir barış anlaşması imzaladılar. Hatta bu sürece katılmayı düşünen Suudi Arabistan gibi bir ülke bile gördüm; ancak şimdi bu süreç, Hamas’ın İsrail’e saldırısı ve İsrail’in buna verdiği yanıt nedeniyle tamamen durdu. Pek çok kişi İsrail’in tepkisinin olanlara kıyasla oldukça aşırı olduğunu düşünüyor.

Bu gerçekten çok ilginç. Daha önce Ankara’da sizi röportaj için ağırlamıştım, hatırlarsanız. Bir saatlik bir röportajdı ve bu konuyu tartışmıştık. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum; belki izleyicilerimiz o bölümü tekrar izleyebilir. Ancak yine, Batı söylemleri her şeyi 7 Ekim’de Hamas saldırısıyla başlamış gibi tekrarlıyor. Kimse 1948’den beri neler olduğunu konuşmuyor. Tamam, moderatör ve sunucuyum ama bu tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Gerçekten anlamıyorum. ABD hükümeti Abraham Anlaşmaları ile bölgede barışı sağlamayı ve herkesin barış içinde bir dönem için bir araya gelmesini istiyorsa, Filistin’in BM kararlarına göre özgürlüğe sahip olma gereğini kabul etmesi lazım. 1948’den beri devam eden bu baskılar altında Filistin’e bu özgürlük verilmedi. İki devletli çözüm hâlâ beklemede. 7 Ekim’de kaç kişi yaralandı veya öldü? Tam sayıyı bilmiyorum. Ancak uluslararası kuruluşların raporlarına göre şu anda Gazze’de, Batı Şeria da dahil olmak üzere yaklaşık 100.000 kişi öldü. Batı Şeria hâlâ çok sayıda yerleşime tanık oluyor. Yerleşim yerleri ne anlama geliyor? İnsanların topraklarını ve evlerini almak, barışın var olamayacağı bir durum yaratmak anlamına geliyor. ABD, Orta Doğu’ya barış getirmek için iki devletli çözümü uygulaması için İsrail’e neden baskı yapmıyor?

Bu gerçekten çok iyi bir soru ve ele alınması gerekiyor. Zorluk şu ki, ben 1948’e değil, 1917’ye ve bugünkü ortamı yaratan Balfour Deklarasyonu’na geri dönerdim. Bu deklarasyon bir Yahudi yurdunu garanti etti. Sorun şu ki, Hamas, Filistin Yönetimi ve diğerlerinin, İsrail’i yok etmeyi amaçladıklarını belirten tüzükleri var. Bu birincil hedef olduğunda, barış anlaşması müzakere etmek için masaya oturmak çok zor. Bunun ötesine geçip bölgedeki tüm aktörler İsrail’in var olma hakkını kabul etseydi, şahsen inanıyorum ki bahsettiğiniz tüm sorunlar müzakere konusu olabilirdi. İsraillilerin, topraklarına yüzlerce roketin ateşlenmeyeceği ve sürekli terör saldırıları olmayacağı garantisine sahip olmak için oldukça fazla taviz vereceğini düşünüyorum.

İsrail’in meşru bir devlet olarak tanınması ve var olma hakkının kabul edilmesi müzakerelerin kapısını açacaktır. Bence diğer her şey müzakere konusu olabilir ve İsrailliler çok şeyden vazgeçebilir. Ama bu noktada, insan hakları ihlallerinde bulunan gruplar olduğunda—ve açıkça her iki tarafın da savaş hukuku veya insani ihlaller işlediğini söylemekten çekinmiyorum—insanların nefretle dolduğu bir ortam oluşuyor. Sonuç olarak, bu tutum bir sonraki nesle aktarılıyor ve 10 yıl içinde başka bir intifada ya da benzeri bir durumla karşılaşıyoruz; insanlar birbirlerinin boğazına sarılıyor. Burada oturup “Bir çözüm bulabiliriz” demek kesinlikle doğru—bir çözüm bulabiliriz. Ama kimsenin oturup “Tamam, iyi bir anlaşma yapalım” demeye istekli olduğu görünmüyor. Ve bu da gerçekleşiyor gibi görünmüyor. Keşke gerçekleşseydi.

Bence Trump yönetimi, Başkan Trump’ın kişisel müdahalesiyle, herkesin masaya gelmesini teşvik etmek için belirttiğiniz şeylerin bir kısmını müzakere etmek için büyük bir fırsata sahip. Daha önce de insanları masaya getirdik. Geçmişte, Orta Doğu’da kitle imha silahları veya silah kontrolüyle ilgili anlaşmalar yapmaya çalıştık. Harika fikirler bulduk—hepsi orada duruyor. Bunları uygulamak için sadece siyasi irade gerekiyor. Maalesef, bunu yapacak siyasi irade yok. Bu yüzden, sadece denemeye devam etmeli ve bölgedeki liderler arasında, insanların ve kendi çıkarları için oturup kalıcı bir barış tasarlamanın en iyisi olduğuna dair bir fikir birliği oluşturmaya çalışmalıyız. Ama bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda, 40 yıldır bu konuyu inceledikten sonra söylemeliyim ki, 10 yıl içinde başka bir şiddet döngüsüyle karşılaşma olasılığımız var. Bu, o bölgedeki durumun gerçeği.

Fakat Uluslararası Ceza Mahkemesi  gerçeği var; İsrail Başbakanı Netanyahu için savaş suçları nedeniyle bir tutuklama emri çıkardığını duyurdu. Bu gerçek—on binlerce insandan bahsediyoruz. Hep 50.000 kişi deriz, ama bu sayı neredeyse 100.000 kişi, ve bu gerçekten delilik. Eğer bölgede savaş istemiyorsanız, asıl mesele şu: Kiminle savaştasınız? İran’la mı, Lübnan’la mı, Hizbullah’la mı? Müslüman Kardeşler’i sevmiyorsunuz, vs., ama bunların hepsi özgür bir Filistin devleti sorunuyla bağlantılı. Bu şekilde çözüm olmuyor, olmayacak da. Bu tartışmaya derinlemesine girmek istemiyorum çünkü bunun bir sonu yok.

Son beş dakikamızda Trump’ın dış politikasına geri dönmek istiyorum. İlk döneminde İsrail yanlısı bir tutum sergiledi ve elçiliği Kudüs’e taşıdı. Ancak daha sonra Netanyahu ile olumsuz anlar da yaşadı. 2024 kampanyası için ise bu kez daha fazla İsrail desteğini kazanmış durumda. Bu durum İran ve genel olarak Orta Doğu politikalarını nasıl etkileyecek?

Evet, kesinlikle. Şu anda bölgede en önemli oyuncu aslında İran, çünkü uluslararası terörizmin bir numaralı destekçisi olarak tanınıyor. Bu, Körfez İşbirliği Konseyi tarafından da tanınmıştır. Hamas ve Hizbullah’ı destekliyorlar; her ikisi de uluslararası terör örgütleri olarak tanımlanıyor. İran’dan İsrail’e roketlerin ateşlenmesiyle, buna karşılık olarak İsrail’in yanıt vermesiyle şiddet sarmalı devam ediyor. Bu durdurulmalı ve barış içinde bir arada yaşama yolları bulunmalı. Ancak bildiğimiz gibi, İran’ın retoriği “İsrail’e ölüm, Amerika’ya ölüm” şeklinde. Bu tür bir tutum barış müzakerelerini uygun hale getirmiyor. “Çözüm bu ve herkes bunu kabul edecek” diyebileceğim bir cevap vermeyi isterdim. Ancak dediğiniz gibi, Orta Doğu’daki sorunlar ve zorluklar hakkında saatlerce konuşabiliriz.
Örneğin, Lübnan’da olan biteni izliyorum ve aslında 1982’ye geri dönüyorum. O dönem Lübnan’daydım. Çeşitli gruplar arasında barışı sağlama girişimimiz oldu. Ardından İsrailliler Beyrut’a saldırarak kuşatma durumu yarattı, bağlantıları kesti. Bu, adeta bir deja vu gibi hissettiriyor. Şiddet döngüsünü nasıl durdurabiliriz? Gerçekten bunu çözmek benim kapasitemin ötesinde. Bu meseleyle uzun zamandır ilgileniyorum ve her çözüm bulduğumuzda, bu çözümler hızla görmezden gelindi. Sonrasında nefret baskın hale geldi. Bu yüzden sadece denemeye devam etmeliyiz ve umarım bir gün o noktaya ulaşırız.

‘Tayvan en büyük anlaşmazlık noktası’

Peki, umut edelim. Son sorum Çin ile ilişkiler hakkında. Trump’ın kabinesinde Çin’e karşı oldukça sert bir tutum sergileyen isimler var. Trump, Çin’e %60 vergi koymayı vaat etti, bu oldukça büyük bir endişe kaynağı. İkinci Trump döneminde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl ilerleyeceğini düşünüyorsunuz?

Bence Çin, ABD için birincil uluslararası sorun olacak. Çin’in uzun vadeli stratejisi çok net ve Başkan Xi, Çin’in 2049 yılına kadar dünyanın hegemonu olma arzusunu açıkça belirtti. Bu doğrultuda açıklamalar yaptılar ve bunu gizlemiyorlar. Birçok ülkeyle ilişkiler kurmak için krediler ve çeşitli ekonomik teşvikler yoluyla çok agresif bir politika izliyorlar. Güney Çin Denizi’ndeki iddialarda bulundular, bu oldukça istikrarsızlaştırıcı. Bu iddialar, uluslararası deniz hukuku ile uyumlu değil. Bölgede birçok ülkeyi deniz toprak iddiaları konusunda taciz etmeye çalıştılar. Bu durum, Vietnam gibi ülkelerin ABD ile güçlü ilişkiler kurmasına yol açtı. Savunma Bakan Yardımcısı olarak yaptığım son gezilerden birinde Hanoi’ye gittim ve Vietnamlıların ABD ile özellikle savunma sektörü konusunda çalışmaya çok istekli olduklarını gördüm. Bölgedeki diğer ülkeler de Çin’in müdahaleci ve zorlayıcı tutumu nedeniyle aynı şekilde hissediyor.

Çin ayrıca Panama Kanalı, Süveyş Kanalı bölgesi, Malakka Boğazı ve diğer stratejik geçiş noktalarında liman tesisleri edinerek güçlü bir küresel ağ kurdu. Düşmanca bir ortamda dünya ekonomisini boğma potansiyeline sahip olabilecek çok güçlü bir varlık oluşturmuş durumdalar. Bu tür şeylerin gerçekleştiğini görüyoruz ve Amerika Birleşik Devletleri içinde, Çin’in ulusal güvenlik ve dünya çapındaki kolektif güvenlik ilişkisi üzerinde olumsuz bir etkisi olan faaliyetlerini tanıyoruz. Bu konularda Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum.

Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Çin liderliğinin çeşitli açıklamaları, Tayvan’ı tamamen Çin siyasi yapısına entegre etme konusunda güçlü bir baskının devam edeceğini gösteriyor. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Yerli halklar, sömürgecilik ve emperyalizme karşı ayakta’

Yayınlanma

Venezuela’da ve beş asırdan uzun bir süre önce İspanyol imparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika’nın büyük bölümünde ekim ayı, atalarının “Abya Yala” olarak adlandırdığı Amerika kıtasının yerli köklerini andığı tarih.

Ancak, Kristof Kolomb’un gelişinden 500 yıl sonra bugün bile İspanya, yerli halkların ve kültürlerinin soykırımını ve bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasını tanımamaya devam ediyor.

Günümüzde imparatorluk bir başka hegemonik güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve bir başka sömürgecilik türü olan, daha ziyade bir kâbus gibi görünen “Amerikan Rüyası” kültürü tarafından temsil edilmektedir, ancak yerli halklara ve Venezuela’yı oluşturan Afro-azınlık halklara yönelik tehdit aynı olmaya devam ediyor.

Ve bu emperyal ve sömürgeci tehdit karşısında Venezuela ve diğer Abya Yala ülkeleri mücadele ediyor, direniyor ve savaşı kazanıyor.

Venezuela’da 2002 yılından bu yana her 12 Ekim’de anılan Yerli Direniş Günü çerçevesinde Venezuela Yerli Halklar Bakanı Clara Vidal ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Vidal, aslen Venezuela’nın doğusundaki Sucre eyaletinde yaşayan Kariña yerli halkından ve 2022’den bu yana Yerli Halklar Bakanı olarak görev yapıyor.

Venezuela Yerli Direniş Gününü neden kutluyor?

Bugün bu trajik tarihin önemi üzerine düşünürken, İspanya bugün “Hispanik Günü” adını verdikleri ulusal bir bayramı neşeyle, uçaklarla vs. anıyor. Yani İspanya 90 milyon yerli halkın ölümünü kutluyor, insanlık tarihinin en büyük soykırımını kutluyorlar.

Fakat Venezuela’da bizler, bugüne kadar bir ufuk ve bizi bekleyen muzaffer bir gelecek için savaşan yerli halkların direnişinin başlangıcının 532. yılını anıyoruz.

Bugünün yansıması şudur ki ne İspanyol monarşisi ne de çökmekte olan ABD imparatorluğu, hiçbir şey ve hiç kimse bizi yenemeyecektir, zira 200 yıl önce onları bu topraklardan kovduk, zira artık sömürgecilik ya da emperyalizm istemiyoruz, egemen, hür ve bağımsız olmak istiyoruz.

Bugün Venezuela’daki yerli halkların referansları nelerdir? Ve bunun önemi nedir?

Bugün komutan Hugo Chávez’in, kurtarıcı Simón Bolívar’ın, Büyük Şefler Şefi Cacique Guaicaipuro’nun, yerli halkların direnişinin liderinin topraklarında olduğumuzu söylememe izin verin, zira 532 yıl önce topraklarımız işgal edildi ve neredeyse 90 milyon yerli kardeşimiz bir Avrupa İmparatorluğu tarafından yok edildi.

Tam olarak, yaşadıklarımıza ve atalarımızın yaşadıklarına göre, hür, egemen ve bağımsız bir ülke olduğumuzu, tarihimiz boyunca hiçbir imparatorluğun bizi kontrol etmesine, bize hükmetmesine izin vermeyeceğimizi söyleyebiliriz ve bu nedenle her zaman hatırlamamız gereken temel tarihi referanslarımız arasında:

Yerli Cacique Guaicaipuro’nun, ağabeyimizin mücadelesi, ardından kurtarıcı Simón Bolívar’dan kurtuluşumuz için verilen mücadele ve daha yakın bir zamanda, 4 Şubat 1992’deki “Şimdilik ‘ten sonra 1999’da başkanlığımızı üstlenen ebedi komutanımız Hugo Rafael Chávez Frías’ın özgürlüğümüzü, egemenliğimizi, bugün ve ulusal geleceğimiz için bağımsızlığımızı kurtarması yer alıyor.

Bolivarcı Devrim, yerli halklara nasıl bir rol verdi?

Bolivarcı Devrim bize en önemli şeyi, yani yerli halkların haklarının güvence altına alınmasını sağladı. Devrimin gelişi, yerli halklarımızın her birinin 1999 Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Anayasasında özel bir maddeye sahip olması için mücadele etti ve bunu sağladı. Yerli halkların haklarının tanınması ve bu haklara saygı gösterilmesine yönelik devrimci sürecimizin büyük takdiri işte burada başlıyor. Buna ek olarak, bize kamu politikaları olarak verdiği binlerce araç: Guaicaipuro Misyonu, Yerli Halklar için Halk Gücü Bakanlığı, ki bu uluslararası düzeyde benzersiz bir deneyim. Venezuela özellikle yerli halklar için bir kuruma sahip olma konusunda öncüdür, diğer ülkelerde de bakanlıklar var, örneğin Brezilya’da, ama yolu biz açtık.

Buna ek olarak, yasa koyucularımız var, belediye meclislerinde meclis üyelerimiz var, yerli olan ulusal milletvekillerimiz var. Ulusal, bölgesel ve yerel yasama organlarında sesimizi duyurabiliyoruz.

ABD’nin Latin Amerika’daki varlığı

Latin Amerika’daki diğer müdahaleci kurumların yanı sıra CIA, DEA veya NATO gibi emperyalizm kurumlarının varlığı, işlevlerinin aşırılığına göre değerlendirilmeli. ABD bir ülke olarak değil, her bir ulusun iç politikasına müdahale eden bir örgüt olarak hareket ediyor.

Birleşik Devletler, ulusların her birinin politikalarına müdahale etmekte, yani halkların egemenliğini ihlal ediyor. Ve en önemlisi de her bir halkın kültürüne ve kendine has özelliklerine saygı duymuyor.

Kesinlikle, sömürgecilikten bahsettiğimizde, emperyalizmden farklı olarak, yerli halkların kültürlerini küçümseyerek, onlara hükmetmek, kontrol etmek ve kültürlerini empoze etmekle alakalı. Şimdi, emperyalizmden bahsettiğimizde, bu, her bir halkın ve ulusun siyasi, sosyal, kültürel, askeri; her açıdan mutlak bir kontrol.

ABD ve Avrupa buradan faşizme, neo-faşizme ve benzer ifadelere denk düşüyor. Venezuela yerli halklar: Topraklarımızdaki ve uluslarımızdaki emperyal varlığa hayır deyin!

Latin Amerika’daki neo-faşist hükümetlerdeki emperyalizm yerli halklara saldırıyor

Yerli halklar cesur halklardır, aşırı sağcı, neo-faşist hükümetlerin olduğu ülkelerde yerli halklar tamamen kriminalize edilmiş ya da tamamen unutulmuş, kendi topraklarında kendi kültürlerini yaşamaları engellenmiştir. Bugün Venezuela’dan size yerli halkların yalnız olmadığını söyleyebilir ve onları hakları için mücadeleye devam etmeye teşvik edebiliriz. Sağcı ve neo-faşist hükümetler yerli halkları asla ama asla sevmeyecekler, çünkü tarihimizi silmek istiyorlar.

Bu hükümetler hiçbir zaman yerli halkların haklarını korumayacaklardır. Venezuela solu, Bolivarcı sosyalizm, başta yerli halklar ve topluluklar olmak üzere tüm bu kesimlerin ve kadim yerli halkların taleplerinin temel bir parçası olmuştur, zira biz aynı halkız, ezilen halklarız. Bu nedenle Abya Yala’nın yerli halklarına, zaferi elde edene kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyoruz. Venezuelalı kimliğimizi, haklarımızı ve yerli kültürümüzü geri kazanmanın mümkün olduğunun kanıtıdır.

Dünyada emperyalizm ve soykırımcı sömürgecilik: Gazze’de soykırım

Dünyayı, uluslararası toplumu, ulusal ve uluslararası kamuoyunu Gazze’de yaşananlar üzerine düşünmeye çağırıyoruz. Nasıl ki bugün Gazze’de Filistin halkına karşı bir soykırım yaşanıyorsa, 500 yıldan fazla bir süre önce yaşadıklarımızı da hatırlıyoruz. Tıpkı bugün Filistin halkının başına gelenler gibi, dün atalarımızın başına gelenler de bizim atalarımızın başına gelmişti, zira biz bugün hayattayız. Bugün dayanışmamızı ilan ediyor ve Filistin halkına da kazanacaklarını söylüyoruz, zira nefret karşısında, emperyalizm karşısında, sömürgecilik karşısında sevgi ve adalet her zaman kazanacaktır. Dolayısıyla bugünün yansıması, mücadeleye devam etmemizdir; çünkü zafer, kurtuluşları için mücadele eden insanlara aittir.

Bu tarihi insanlık tarihindeki en büyük soykırımın başlangıcı olarak hatırlayacağız ki bir daha asla insanlara karşı kolunu ve nefretini kaldırabilecek, insanın insana köleliğini dayatabilecek bir imparatorluk olmasın, aksine Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nden anayasal başkanımız Nicolás Maduro ile birlikte önerdiğimiz gibi barış ve umut olsun.

Venezuela’nın diğer yerli halklara verdiği mesaj nedir?

Güneydeki kardeş halklara, Bolivya, Peru, Ekvator, Şili, Arjantin, Uruguay ve ayrıca büyük Brezilya’ya, çünkü Brezilya’da da bizim gibi Portekiz tarafından işgal edilen yerli halklar, yerli kardeşlerimiz var; Bugün hepinize diyoruz ki, bu halkın zamanıdır, birleşeceğiz, bir ağlar ağı oluşturacağız. Bu çökmekte olan imparatorluğun ya da ortaya çıkabilecek herhangi bir başkasının bizi bir daha asla yenememesi için gerekli olan tarihsel ittifakı oluşturacağız.

Bugün internetle, yapay zekayla bizi ezmeye çalıştılar ama biz burada yerli halkların atalarından gelen insan zekasıyla kazanamayacaklarını söylüyoruz. İşte biz savaşıyoruz. Kimsenin kuşkusu olmasın, zira Komutan Chavez’in dediği gibi burada bir vatan var. Bugün tüm atalarımız bir arada, emperyalizme ve sömürgeciliğe yeter demek için birleşti. Zafer halkın olacak! Çok yaşa halk! Yaşasın yerli halklar! Yaşasın barış ve yaşasın özgürlük!

Son olarak, Venezuela’daki yerli halklar ve Afro-azınlık halkların birliğinin önemi nedir?

Bu önemli günde Venezuela’, Latin Amerika’nın geri kalan yerli halklarına mücadelesini ve direnişini gösteriyor. Bugün, Abya Yala’daki büyük soykırımdan 532 yıl sonra, işte buradayız, Afro-azınlık halklarının yanında bulunan yerli halklar, genel olarak yerli halklar, direnmeye devam eden kadın ve erkeklerden oluşan Venezuela’ halkı. Bugün güçlü bir sesle, sevgi dolu bir sesle ve sevinç dolu bir sesle direnişe devam ettiğimizi söyleyebiliriz.

Yerli halklarımızın haklarının iadesi için yorulmak bilmeden mücadele etmeye devam ediyoruz. Ve bugün Venezuela’da 54’ten fazla yerli halkımız var, bu da direndiğimiz ve direnmeye ve kazanmaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.

Afro-azınlık halklar da hayatta kalmak ve haklarını savunmak için bir savaş verdiler. Ve burada yerli direniş gününe sahip çıkıyoruz, ama aynı zamanda emperyal hırsın nesnesi olan ve onları zorla buraya getiren, ama bugün tam da bizi devrim yapan eli yürümeye yönlendiren Afro-azınlık halkların atalarının tarihi için de savaşıyoruz.

Şimdi yeni bir tarih yazıyoruz, zira İspanyol imparatorluğu gelmeden önce buradaydık, zira yerli halklar bu topraklardaydı, çünkü köleleştirilmiş olarak gelen kadın ve erkeklerin şimdi yeni bir ufku var, tam da tarihi, kökenlerimizi unutmak değil ama kaderimizin kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kesin olarak kurtarmak, zihinlerimizden özgürleşmek ve direnen ve direnmeye devam eden bir halk olduğumuzu bilme vizyonuyla yeni nesillere doğru ilerlemek olduğunu da biliyoruz çünkü bizi kimse keşfetmedi. Biz zaten vardık.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English