Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

“Batı güdümlü uluslararası sistemin son nefesi…”

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Japonya’daki Osaka Jogakuin Üniversitesi’nde İnsan Hakları ve Barış Çalışmaları Profesörü Saul J Takahashi tarafından kaleme alındı. İsrail’in Gazze’deki suçlarına Batılı hükümetlerin yaklaşımından yola çıkarak “kuralla dayalı düzeni” sorgulayan Takahashi’ye göre bu düzenin sonuna yaklaşıldı:

***

Gazze, Batı liderliğindeki dünya düzeninin mezarı olacak

Batı, İsrail’in Gazze’deki zulmünü destekleyerek güvenilirliğinden geriye kalanları da yok etti ve liderlik ettiğini iddia ettiği ‘kurallara dayalı’ dünya düzenini geri dönüşü olmayan bir noktaya getirdi.

Saul J Takahashi

Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Güney Afrika’nın İsrail’in Soykırım Sözleşmesini ihlal ettiği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanında açtığı dava tarihe geçecek. Ya haydut bir devletin uluslararası hukuku tekrar tekrar ve uzun süredir ihlalinden nihayet sorumlu tutulmasına yönelik ilk adım olarak hatırlanacak; ya da işlevsiz, Batı güdümlü uluslararası sistemin son nefesi olarak.

Zira Batılı hükümetlerin (ve bir bütün olarak Batılı siyasi elitin) ikiyüzlülüğü; liderlik ettiklerini iddia ettikleri sözde “kurallara dayalı dünya düzenini” nihayet geri dönüşü olmayan bir noktaya getirdi. İsrail’in Gazze’deki soykırım saldırısına Batı’nın verdiği tam destek, Batı’nın insan hakları ve uluslararası hukuk konusundaki çifte standardını gözler önüne serdi. Bunun geri dönüşü yok ve Batı’nın tek suçu kendi kibri.

İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar, akıllı telefona erişimi olan herkes için gün ışığı gibi ortada. Sosyal medya, bombalanan hastane ve okulların, yıkılan binaların altından çocuklarının cansız bedenlerini çıkaran babaların, bebeklerinin cansız nedenleri başında ağlayan annelerin görüntüleriyle dolup taşıyor. Buna rağmen Batılı hükümetlerin tepkisi- sınırsız askeri ve siyasi desteğin yanı sıra- İsrail’e yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak yaftalamak ve Filistin halkıyla dayanışmaya yönelik her türlü ifadeyi yasaklamaya çalışmak oldu.

Bu baskıya rağmen on binlerce insan her gün sokaklara dökülerek İsrail zulmünden ve Batı’nın suç ortaklığından duydukları tiksintiyi haykırıyor. Güvenilirliklerini bir nebze olsun geri kazanmak isteyen Batılı hükümetler (ABD de dahil olmak üzere) son zamanlarda İsrail saldırılarını az da olsa eleştirmeye başladılar. Ancak bu çok kısıtlı ve çok geç. Batı’nın güvenilirliği geri dönülmez bir şekilde sarsıldı.

Elbette Batı’nın ikiyüzlülüğü yeni değil. Batılı hükümetlere göre dünya Rusya’nın saldırganlığı karşısında ayağa kalkmalı ama İsrail’in vahşeti ve uluslararası normları çiğnemesi karşısında gayet mutlu olmalı. Rus işgal güçlerine molotof kokteyli atan Ukraynalılar kahraman ve özgürlük savaşçılarıyken, İsrail apartheid’ına karşı konuşmaya cesaret eden Filistinliler (ve diğerleri) terörist. Ukrayna’dan gelen beyaz tenli mültecilere kucak açılırken Orta Doğu, Asya ve Afrika’daki (çoğunun arkasında Batı’nın olduğu) çatışmalardan kaçan siyah ve kahverengi tenli mülteciler Akdeniz’in dibini boylayabilir. Batı’nın tutumu gerçekten de şuydu: kurallar senin için var benim için değil.

Batı’nın Çin’e karşı tutumu da aynı samimiyetsizliği sergiliyor. Çin, tepeden tırnağa silahlı Amerikan ve müttefiklerinin askeri üsleri tarafından adeta kuşatılmış durumda. Yine de suçlu olan Çin… Ne? Somut bir ihlal gösteremeyen Batılı hükümetler ve medya, Çin’i yalnızca “artan iddialılığı”, yani Batı hegemonik düzenine boğun eğmemek ve kendisine verilen yeri bilmemekle suçlayabiliyor.

Uluslararası adalet saçmalık haline geldi. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) etkin bir şekilde işliyor olsaydı İsrailli liderler biz konuşurken bile yargılanıyor olurlardı ve Güney Afrika’nın UAD’ye başvurmasına gerek kalmazdı. Ancak mevcut haliyle UCM, Rusya’nın Ukrayna’yı işgale başlamasının üzerinden bir hafta geçmeden soruşturma başlattığını duyurduğu 2022 yılına kadar sadece Afrikalıları suçladı. UCM bir yıldan kısa bir süre içinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in suçlandıkları da dahil iddianameler yayınladı. Buna karşılık, UCM’nin Filistin’deki durumla ilgili bir soruşturma başlatması altı yıldan fazla sürdü ve yıllar sonra bile henüz anlamlı bir adım atılmadı. İsrail Gazze halkına yönelik şiddet eylemlerini sürdürürken UCM’nin İngiliz Başsavcısı Karim Han İsrail’i ziyaret ederek Hamas’ın işlediği suçların yargılanması gerektiğini vurgularken İsrail’in işlediği suçlar konusunda yumuşak davrandı. Pek çok sivil toplum örgütünün Han’ın görevden alınması çağrısında bulunmasına şaşmamak gerek.

Elbette Batı’nın ikiyüzlülüğü yeni bir şey değil. Başından beri uluslararası hukuk normları sadece sözde “uygar” -beyaz olarak okuyun- halklara uygulanmak üzere tasarlandı. Vahşiler sayılmazdı ve güçlü Batılı devletler onlara istediklerini yapabilirlerdi ve yaptılar da. Yerliler kesinlikle toprağa ya da doğal kaynaklara “sahip” değildi ve sömürgeci güçler bunları diledikleri gibi çalmakta ve sömürmekte özgürdü. Siyonizm de bu tür ırkçı tutumlar üzerine kuruldu- bu tutumlar bugün de İsrail politikalarının merkezinde yer alıyor.

Bu çifte standartlar, tüm halkların kendi siyasi sistemlerini seçme ve kendi doğal kaynaklarını kontrol etme temel hakkı olan kendi kaderini tayin hakkı konusunda açıkça görülüyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD Başkanı Woodrow Wilson, kendi kaderini tayin hakkının yeni dünya düzeninin yol gösterici ilkesi olmasında ısrar etti- ama elbette sadece Avrupalılar için. Filistinliler ve diğer Arap halkları sömürgeciliğin canlı ve hayatta olduğunu zor yoldan öğrendiler: “Henüz kendi ayakları üzerinde duramayan halklar” için sömürge yönetimini meşrulaştıran Milletler Cemiyeti Mandalarına tabi tutuldular. Birleşmiş Milletler Şartı da esasen Cemiyet Mandaları ile benzer çizgide Vesayet hükümleri içeriyordu.

Asya ve Afrika’daki bağımsızlık savaşları buna bir son verdi. Yeni bağımsızlığını kazanan ülkeler, kendi kaderini tayin hakkının herkes için bir hak haline getirilmesini başarıyla talep ettiler. 1966’da kabul edilen iki uluslararası insan hakları sözleşmesinin her ikisi de ortak 1. Maddelerinde tüm halkların kendi kaderini tayin etme hakkını şart koşarak, diğer herhangi bir insan hakkının yalnızca siyasi ve ekonomik kendi kaderini tayin hakkıyla anlamlı olabileceğini açıkça ortaya koyuyor.

Kendi kaderini tayin hakkına ilişkin tartışma, Batılı hükümetleri hayal kırıklığına uğratacak şekilde daha da ileri gitti. BM Genel Kurulu, sömürge yönetimine karşı silahlı mücadelenin (Filistin halkınınki de dahil) meşru olduğunu defalarca ifade etti. Savaş hukukuna ilişkin 1977 Cenevre Sözleşmeleri Ek Protokolü de sömürgeci ve ırkçı rejimlere karşı mücadelenin geçerli olduğunu belirtiyordu. Uluslararası hukuk kesinlikle doğru yönde gelişti.

Yine de uluslararası hukuku uygulayacak sistemler zayıf kalıyor. Bu durum, ABD ve İsrail’de gördüğümüz gibi güçlü ülkelerin ceza almadan hareket etmesine ve himayecilerine kalkan olmasına olanak tanıyor. UAD İsrail’in şiddeti durdurması için geçici bir karar çıkarsa ve yıllar sonra İsrail’i soykırımdan suçlu bulsa bile herhangi bir yaptırım olmadan İsrail bu kararları görmezden gelebilir (ve muhtemelen gelecektir). Bu kesinlikle mevcut dünya düzeninin sonu olacak, çünkü adalet olduğu yanılsaması bile çökecek.

Uluslararası hukukun uygulanması BM Güvenlik Konseyi’nin elinde, ancak 1945’te kazanan tarafta yer alan beş ülkenin veto hakkına sahip olduğu bu organ, görevini yerine getirmekten aciz olduğunu defalarca kanıtladı. Genel Kurul herhangi bir yaptırım gücünden yoksun. BM, UCM ve diğer pek çok uluslararası örgütün finansmanı sürekli olarak yetersiz kalıyor, yani büyük ölçüde devletlerin gönüllü katkılarına dayanıyor. Bu da onları zengin ve güçlülerin, başka bir deyişle zengin Batılı ülkelerin etkisine aşırı derecede açık hale getiriyor.

Daha temel düzeyde, bu uluslararası kurumlar temsili değil. Sivil toplum örgütleri tartışmaların çoğuna katkıda bulunabilse de karar alma sürecinde sadece hükümetler söz sahibi- Gazze örneğinde gördüğümüz gibi, sözde demokrasilerin hükümetlerinin kendi halklarının iradesini bile temsil etmediği gerçeğine rağmen.

İsrail saldırganlığı ve sömürgeciliği sona ermeli ve Filistin’de insan haklarını ihlal edenlerden -soykırıma ortak olan Batılı liderler dahil- hesap sorulmalı. Ancak, burada durmamalıyız. Uluslararası kurumlarda devrimci bir reform talep etmeliyiz. Bunların gerçekten demokratik ve eşitlikçi hale getirilmesi gerekiyor. Çoğunlukla zengin ve güçlü çıkarların cebinde olan hükümetler değil, sivil toplum örgütleri ve diğer demokratik temsil biçimleri aracılığıyla halkın sesini yansıtmalılar.

Herkes için adalet ve eşit haklar sağlayacak bir dünya düzeni yaratmak kolay olmayacak. Hükümetler ve uluslararası kuruluşlar üzerinde değişim için baskı oluşturmak suretiyle küresel vatandaşların sürekli çabalaması gerekecek. Ancak bu, “bir daha asla”nın gerçeğe dönüşmesini sağlamanın tek yolu.

DÜNYA BASINI

“İsrail siyaseti o kadar sağa kaydı ki Netanyahu nispeten ılımlı görülüyor”

Yayınlanma

Yazar

Ahmed Maher tarafından kaleme alınan ve Majalla’da yayımlanan bu makale, İsrail siyasetinin sağa kayışını ve merkez-solun neredeyse yok oluşunu derinlemesine inceliyor. Makale, Ben Gvir ve Smotrich gibi aşırıcıların Overton Penceresi’ni sağa iterek Netanyahu’yu ılımlı gibi gösterdiğini, İsrail kamuoyunun ise giderek daha militarize olduğunu vurguluyor. Filistin devletine verilen destekteki dramatik düşüşe ve Netanyahu’nun sert politikalarına artan desteğe dikkat çeken yazı, İsrail’in geleceğine dair distopik bir tablo çiziyor.

***

Tek boynuzlu atlardan distopiklere: İsrail merkezinin yok oluşu

Ben Gvir ve Smotrich gibi aşırılık yanlıları Overton penceresini* o kadar sağa itti ki Netanyahu nispeten ılımlı görünüyor.

Ahmed Maher

Gazze savaşının üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen İsrail kamuoyu, mevcut hükümetin Filistinlilere, Lübnan’a ve can çekişen iki devletli çözüme yönelik aşırı ve sert politikalarından o kadar etkilendi ki mevcut sağcı politikacıların pozisyonları giderek daha merkezci görünmeye ve ortalama İsrail vatandaşından daha fazla destek almaya başladı.

Bu eğilim, geçen ay yapılan ve Başbakan Binyamin Netanyahu ve sağcı Likud partisinin diğer partilere karşı avantaj elde ettiğini gösteren son seçim anketlerine de yansımış durumda. İsrail’in merkezi yok.

Netanyahu, 120 koltuklu İsrail Knesset’inde 64 üyeden oluşan bir koalisyon kurarak Aralık 2022’de iktidara geldi; bu koalisyonun çoğunluğunu 32 koltuğu olan Likud partisi ve 14 koltuğu olan Dini Siyonistler oluşturuyordu. Netanyahu’nun 7 Ekim 2023 sonrası aylardır düşüşte olan popülaritesi, Gazze savaşının başlangıcından bu yana ilk kez yükselmeye başladı.

En azından mayıs ayından bu yana peş peşe yapılan anketler bu oranın istikrarlı bir şekilde yükseldiğini gösteriyor. İsrail’in şu anda tarihindeki en uzun süreli savaşın içinde olduğu ve Lübnan’da Hizbullah ile giderek tırmanan çatışmaya ve muhtemelen İran ile doğrudan bir savaşa doğru ilerlediği göz önüne alındığında bu dikkate değer bir geri dönüş.

İsrail saldırdıkça Netanyahu’ya destek artıyor

Netanyahu’nun popülaritesi, İsrail’in kurulduğu 1948’den bu yana en büyük hükümet karşıtı gösterilere yol açan tartışmalı yargı ‘reformlarına’, gözetimi altındaki büyük güvenlik başarısızlıklarına, Hamas’ın esaretinden henüz kurtarılmamış düzinelerce rehineye ve Gazze’nin bazı bölgelerini (en azından şimdilik) yeniden işgal etme ısrarına rağmen artıyor.

Bu nasıl açıklanabilir? Öncelikle, İsrail kamuoyunun aşırı söylemlere doyması, ılımlı muhalefet partilerini daha da kenara itti. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotritch gibi radikal isimler, Filistinlilere yönelik ırkçı politikaların ve suç teşkil eden eylemlerin başlıca savunucuları oldular- hatta birincisi bir terör örgütünü desteklemekten hüküm giydi.

Overton penceresi kaydı

Overton penceresini bu kadar sağa iten böylesi aşırılık yanlıları varken, Netanyahu olarak nispeten ılımlı görünüyor. Ancak bunun tek nedeni sol muhalefetin gölgede kalması değil, İsrail’deki merkezci laik figürler de yaklaşan parlamento seçimlerinde oy toplamak için giderek daha sağcı pozisyonlar benimsiyor.

Uzun süredir merkezde yer alan lider Yair Lapid’i ele alalım. Geçen aralık ayında Knesset’te kendisiyle röportaj yaptığımda, o dönemde iki devletli bir çözüme destek verdiğini ifade etmiş, ancak Gazze’deki savaş ve sonrasında yaşananlar göz önüne alındığında bunun “önemli ölçüde gecikebileceğini” söylemişti.

Birkaç ay sonra İrlanda, Norveç ve İspanya’nın Filistin devletini tek taraflı olarak tanıma kararını eleştirerek bunu “utanç verici” olarak nitelendirdi. Ayrıca BM’nin en üst mahkemesi olan Uluslararası Adalet Divanı’nı (UAD) da İsrail’in Refah’taki askeri saldırısını derhal durdurmasını öngören bir karar aldığı için eleştirdi.

Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı

7 Ekim’den önce Lapid’in en önemli özelliği seçmenleri ‘merkezde’ olduğuna, yani ne sol bloğa ne de sağa meyletmediğine ikna edebilmesiydi. Ancak giderek İsrail’in merkez solu merkez sağa kayarken, gerçek solu da neredeyse tamamen yok oldu.

7 Ekim’de yaşananlar İsrail kamuoyunu militarize etti, politikalarını daha da sağa itti ve ülkenin ahlaki sınırlarını zorladı.

İsrailli Yahudilerin %71’i 2010’da Filistin devleti kurulmasını desteklerken bu destek 2020’de yaklaşık %20’ye düştü, Filistinlilerin eşit haklara sahip olmadığı tek devlet çözümüne veirlen destek ise iki katına çıkarak %42’ye ulaştı. Her iki anket de Ramallah’taki Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi ile Tel Aviv Üniversitesi’ndeki Uluslararası Çatışma Çözümü ve Arabuluculuk Programı tarafından yapıldı.

İsrailliler Netanyahu’yu kişisel olarak sevmeseler de genel olarak onun sağcı güvenlik politikalarını destekliyorlar. Ancak merkezciler de sağ ile neredeyse aynı pozisyonları benimserken (İsrail askerlerinin Gazze’de işledikleri iddia edilen savaş suçları nedeniyle yargılanmaması, Filistin devletinin kurulmaması, Gazze’den yakın zamanda çekilmemesi ve şimdi de Lübnan’da yaklaşmakta olan yakıp yıkma politikası) seçmenlerin şu aşamada Netanyahu’yu gözden çıkarması için çok bir neden yok.

Mevcut siyasi iklimde, işgal altındaki Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olmasını savunan herkes tek boynuzlu at gibi görünüyor. Bu arada, kamuoyundaki tartışmalara egemen distopik radikallerin öngörülebilir gelecekte kararları vereceği tahmin ediliyor.

***

*Overton penceresi, toplumda belirli bir dönemde kabul edilebilir veya tartışılabilir sayılan politik fikirler ve politikaların yelpazesini tanımlayan bir kavramdır. Bu pencere, hangi fikirlerin “meşru” ya da “makul” olarak kabul edildiğini ve dolayısıyla kamuoyunda tartışılabilir olduğunu gösterir. Overton penceresi, zamanla toplumdaki değişen normlar, olaylar veya liderler tarafından kaydırılabilir. Örneğin, bir politika veya fikir başlangıçta radikal ya da kabul edilemez görülürken, zaman içinde pencerede meydana gelen kaymalar sonucu toplum tarafından kabul edilebilir hale gelebilir. Bu kavram, genellikle aşırı uçtaki fikirlerin zamanla nasıl ana akım hale gelebileceğini açıklamak için kullanılır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Hizbullah’la olası topyekûn savaş İsrail ekonomisini nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağını makale İsrail ekonomisinin 7 Ekim’den sonraki durumuna ve Hizbullah’la olası bir topyekûn savaştan nasıl etkileneceğine odaklanıyor. Makaleye göre savaşın etkisiyle sermaye kaçışları, enflasyonun yükselmesi ve inşaat sektörünün daralması, ülke ekonomisini zor durumda bırakıyor. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in savurgan politikaları ve bütçe açığının hızla artması yatırımcıları endişelendirirken, gelecekte daha geniş çaplı bir savaş senaryosu ekonomiyi daha da derin bir krize sürükleyebilir.

***

İsrail ekonomisi Hizbullah’la topyekûn bir savaşın yükünü kaldırabilir mi?

The Economist

Ülke bankaları sermaye kaçışı yaşıyor.

İsrail ekonomisi toparlanma yolunda ilerliyor olmalıydı. Ne de olsa, savaşmak için işlerini terk eden 300 bin işçinin çoğu şimdi ofislere, fabrikalara ve çiftliklere geri döndü. Ancak aksine durum giderek daha da kötüleşiyor. Bloomberg’e göre nisan ve haziran ayları arasında GSYİH büyümesi yıllık bazda sadece %0,7 oldu. Bu rakam ekonomistlerin beklentilerinin yaklaşık 5,2 puan altında. 16 Eylül’de İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, milletvekillerinden bütçe artışını acil olarak onaylamalarını istemek zorunda kaldı. Bu yıl ikinci kez böyle bir talepte bulundu.

Smotrich’in savurganlığı yatırımcıları endişelendiriyor. Çatışmaların daha da şiddetlenmesi ihtimali de öyle. 23 Eylül’de İsrail, Lübnan sınırı üzerinden hava saldırıları başlatarak yerel yetkililere göre 558 kişiyi öldürdü. Bu saldırılar, Hizbullah tarafından kullanılan çağrı cihazları ve telsizlerin patlaması sonucu 39 kişinin ölmesinin ve Lübnanlı milis grubun aylardır İsrail yerleşimlerine roket saldırıları düzenlemesinin ardından geldi.

Ülkeden para çıkışı başlamış durumda. Mayıs ve temmuz ayları arasında İsrail bankalarından yabancı kurumlara para çıkışı geçen yılın aynı dönemine kıyasla iki katına çıkarak 2 milyar dolara ulaştı. Ülkenin ekonomi politikalarını belirleyenler çatışmanın başlangıcından bu yana hiç olmadıkları kadar endişeli.

Her savaş dönemi ekonomisi bıçak sırtındadır: Hükümet bir yandan silahlı kuvvetlerini genellikle bütçe açığı harcamalarıyla finanse ederken, diğer yandan da barış geldiğinde borçlarını temizleyebilecek kadar sağlam kalmasını sağlamalıdır. İsrail için kâbus senaryosu, çatışmaların ülkenin ticari merkezleri olan (Batı) Kudüs ve Tel Aviv’e yayılmasıdır. Ancak çatışmaların sadece ülkenin kuzeyinde sınırlı kaldığı yoğunluğu daha az bir savaş bile, İsrail ekonomisini çöküşün eşiğine getirebilir.

İsrail’in bol keseden harcayan hükümeti de durumu daha da kötüleştiriyor. Mart ayında, silahlı kuvvetler temmuz ayına kadar bir ateşkes umarken, generaller normal bütçelerine ek olarak 60 milyar şekele (16 milyar dolar ya da İsrail GSMH’sinin %3’ü) ve ardından yeni güvenlik durumuyla başa çıkmak için yılda 30 milyar şekellik kalıcı bir artışa ihtiyaç duyacaklarını hesapladılar. O zamandan bu yana çatışmalar devam ettikçe bütçe açığı tahminleri de yükselmeye devam etti. Açığın bu yıl GSYH’nin %8,1’ine ulaşması bekleniyor; bu, savaş öncesi tahmin edilen miktarın neredeyse üç katı. Çatışmaların daha da yayılmasıyla birlikte bu oran muhtemelen daha da büyüyecek.

Bu durum İsrailli politikacılar için ne anlama geliyor? Ocak ayında ülkenin borçları GSMH’nin %62’sine ulaştı, bu oran çoğunlukla zengin ülkelerden oluşan OECD ortalamasının oldukça altında kaldı. Bu nedenle Smotrich’in biraz nefes alanı var. Ama yalnız biraz. Çatışmalar gelecek yıl da devam ederse mali durum daha da kötüleşecek. Tahvil sahipleri daha fazla savaş harcaması için imkân olduğuna dair güvence istiyor, benzer ülkelerle karşılaştırıldığında, İsrail’deki tahvil sahipleri için kabul edilebilir borçlanma düzeyi daha düşük bir sınırda. Derecelendirme kuruluşları da tedirgin olmaya başladı. Fitch ve Moody’s bu yıl zaten bir kez düşürdükleri İsrail’in notunu muhtemelen yeniden düşüreceklerini söylüyor.

Partisi İsrail’in aşırı sağında yer alan bir Batı Şeria yerleşimcisi olan Smotrich sorunu daha da kötüleştiriyor. Kimse onun ordudan maliyetleri düşük tutmasını isteyeceğine inanmıyor. Ayrıca bütçe açığını dizginlemek için diğer harcamaları kısarak ya da vergileri artırarak başka önlemler almayı da reddetti. İsrail’in refah devletine dokunulmadı. Smotrich’in müttefikleri olan ultra-Ortodoks nüfus ve yerleşimciler, erkekleri evde tutmak için daha fazla sübvansiyon ve yardımdan yararlandılar. Smotrich, gelecek yıl 35 milyar dolarlık tasarruf sözü veriyor, ancak bunun büyük kısmının nereden geleceğini henüz açıklamadı.

Daha güçlü bir ekonomik büyüme, sıkıntıları hafifletebilir. Yedek askerler işlerine geri dönmüş ve tüketim savaş öncesi seviyelere dönmüş olsa da İsrail ekonomisi hâlâ savaş öncesine göre daha küçük. Smotrich, toplumun en az verimli kesimlerini desteklerken, sanayiye kaynak ayırmayı ihmal etti. İşgücü piyasası son derece sıkı, işsizlik oranı sadece %2,7. Firmalar boş pozisyonlarını doldurmakta zorlanıyor ve İsrail’in küçük yüksek teknoloji şirketleri baskı altında. Düşünce kuruluşu Startup Nation, savaş nedeniyle bu şirketlerin finansman kaynaklarını kaybettikleri uyarısında bulunuyor.

Yaklaşık 80.000 Filistinli işçiye 7 Ekim’den sonra çalışma izin verilmedi ve bu işçilerin yerine yenileri alınmadı. Sonuç olarak, inşaat sektörü geçen yıla göre %40 daha küçük ve bu da ev yapımını ve onarımını büyük ölçüde engelliyor. Şimdilik en büyük etki enflasyon üzerinde görülüyor; ağustos ayında yıllık %3,6’ya ulaşan enflasyon, yaz boyunca hızlandı. Eğer Hizbullah saldırılarının boyutu artarsa, inşaat işçilerinin eksikliği daha büyük bir sorun haline gelebilir.

Yatırımcılar İsrail’in toparlanma kabiliyetinden emin değil. Şekel dalgalı seyrediyor, İsrail bankaları sermaye kaçışı yaşıyor ve en büyük üç banka tasarruflarını başka ülkelere transfer etmek ya da dolara endekslemek isteyen müşterilerin sayısında ciddi bir artış olduğunu bildiriyor. Enflasyon hedefin üzerinde seyretmesine rağmen, Merkez Bankası toparlanmayı rayından çıkarma korkusuyla ağustos ayındaki para politikası toplantısında önceki politika faizine bağlı kalmayı tercih etti.

Bir de kâbus senaryosu var.  Az sayıda yatırımcı, Hizbullah böyle bir saldırı başlatabilecek kapasitede olsa bile (Batı) Kudüs veya Tel Aviv dahil tüm İsrail’i içine alacak bir savaşa hazırlık yapıyor. Böyle bir senaryoda ekonomik büyüme büyük darbe alır, belki de 7 Ekim sonrasından bile daha ağır. Ordunun giderleri artar. Kaçan yatırımcılar muhtemelen bankaları sarsar ve şekelin değerini düşürür, bu da İsrail Merkez Bankası’nı müdahale etmeye ve rezervlerini kullanmaya zorlar.

Ne olursa olsun, İsrailli ekonomistler durumun daha da kötüleşeceğini kabullenmiş durumda. Genellikle iyimser olan Smotrich bile şimdi yorgun bir hava yayıyor: “İsrail tarihindeki en uzun ve en pahalı savaşın içindeyiz.” Önceki çatışmalar, İsrail için ekonomik felaketle sonuçlanmıştı. Bu sefer de aynı olursa şaşırmayın.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD seçimleri, Ukrayna için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Emekli Yarbay ve ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Konseyi Avrupa İşleri Direktörü Alexander Vindman, Foreign Affairs dergisi için kaleme aldığı makalesinde, yaklaşan ABD başkanlık seçimlerinin Ukrayna’nın Rusya ile savaşının geleceğini ciddi şekilde etkileyebileceği uyarısında bulunuyor.

Vindman, seçim sonuçlarının Ukrayna’nın zafer şansını artırabileceğini ya da kimin göreve geleceğine bağlı olarak ülkeyi tehlikeli bir duruma sokabileceğini vurguluyor.

Vindman, savaşta tutarlı bir stratejinin önemini vurgulayarak başlıyor ve Rusya’nın 2022’deki askeri müdahalesinden bu yana Ukrayna’nın topraklarını başarıyla savunduğunu, ancak kalıcı bir zafer için savunma taktiklerinden fazlasının gerektiğini belirtiyor.

“Taktikler strateji değildir,” diyen Vindman, Ukrayna’nın yıpratma savaşına—yani Rus güçlerini yavaş yavaş tüketmeye—bel bağlamasının savaşı hızlı veya olumlu bir sonuca ulaştırmayacağını ifade ediyor. Bunun yerine, Ukrayna’nın 2025’te yeniden saldırıya geçmesi gerektiğini, ancak bunu başarmak için Batı’dan daha fazla destek alması gerektiğini savunuyor.

Bu desteğin gelip gelmeyeceğini belirleyecek kritik faktör ise Kasım 2024’teki ABD seçimlerinin sonucu. Vindman iki olası senaryo sunuyor: Birincisi, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in başkanlığı kazanması, ikincisi ise eski Başkan Donald Trump’ın yeniden iktidara gelmesi. Harris’in zaferi durumunda, yönetimin Biden politikalarını sürdürerek Ukrayna’ya desteği devam ettireceğini ve hatta artıracağını öngörüyor. Vindman’a göre, “ABD’nin, Rusya’nın yenilgiye uğratılmasını ve Avrupa’ya yönelik daha fazla saldırganlıktan caydırılmasını istemesi,” Washington’un Ukrayna’nın 2025’teki olası bir saldırısını desteklemesini sağlayacak. Bu süreçte, savunma harcamalarını artıran NATO da önemli bir rol oynayacak.

Ukrayna’nın bu desteği elde edebilmesi için ise net bir askeri stratejiye sadık kalması gerektiğini vurgulayan Vindman, “Ukrayna’nın elindeki kaynaklarla küçük ama anlamlı zaferler kazanması gerekecek,” diyor. Batılı müttefiklerine 2025’e kadar başarıya ulaşabilecek bir plan sunmanın önemini belirten Vindman, bu planın toprak kazanımları sağlamayı, Rus güçlerine sürekli kayıplar verdirmeyi ve güçlü bir savunma sürdürmeyi içermesi gerektiğini ifade ediyor.

Öte yandan, Trump’ın zaferinin ABD politikasını köklü şekilde değiştireceği ve ‘Ukrayna için son derece tehlikeli2 olacağı uyarısında bulunan Vindman, Trump’ın Ohio Senatörü J.D. Vance ile muhtemelen izolasyonist bir yönetim yürüteceğini, ABD’nin Ukrayna’ya yönelik askeri ve mali desteğini keseceğini ve Avrupa güvenliğinden uzaklaşacağını belirtiyor.

Bu durumda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in cesaretlenebileceğini, ABD desteği olmadan Kiev’in Avrupalı ortaklarının yeterli yardımı sağlamada zorlanacağını ve Ukrayna’nın sınırlı kaynaklarla uzun süren bir savaşa terk edilebileceğini de ekliyor. En kötü senaryoda, ABD’nin çekilmesi Avrupa’da daha geniş çaplı bir çatışmaya bile yol açabilir.

Vindman, böyle bir ihtimale karşı hazırlık yapılması gerektiğini belirterek, Kiev ve Avrupalı ortaklarının ABD desteğinin artık garanti olmadığı bir geleceğe yönelik planlar yapmaya başlamalarını tavsiye ediyor. “Brüksel ve Kiev’in bugün atacağı adımlar, Trump yönetiminin olası etkisini hafifletebilir,” diyor. Avrupa ülkelerinin, çatışmanın Avrupa’nın diğer bölgelerine yayılmasını engellemek için Ukrayna’ya daha fazla maddi destek vermek zorunda kalabileceğini ve hatta asker göndermeyi düşünmeleri gerekebileceğini öngörüyor.

Her ne kadar Trump yönetimi Ukrayna için zorluklar yaratsa da Vindman, Ukrayna’nın 2025 stratejisinin seçim sonuçlarından bağımsız olarak uygulanması gerektiğini vurguluyor. Önümüzdeki aylarda Ukrayna’ya ‘tut, inşa et ve vur’ stratejisini öneren Vindman, bu stratejinin Rus saldırılarını engellemeyi, askeri kapasiteyi artırmayı ve 2025’te saldırıya hazırlanmayı içerdiğini belirtiyor. Ayrıca, Batı’nın Ukrayna’ya daha gelişmiş silahlar, zırh ve mali destek sağlamasını hızlandırması gerektiğini de vurguluyor. “Yeterli mali destek sağlanırsa, Ukrayna askeri-endüstriyel tabanını savaşa uygun şekilde harekete geçirebilir,” diyor.

Maddi yardımın yanı sıra, Vindman Ukrayna’nın daha fazla askeri seferberlik yapması gerektiğini savunuyor. Ukrayna’nın 300 bin askerlik potansiyeli olduğunu ve bu askerlerin savaşın kaderini değiştirebileceğini öne sürüyor. Ancak, bu askerlerin başarılı olabilmesi için daha iyi askeri eğitime ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor. NATO personelinin yöneteceği kapsamlı bir birleşik silahlı eğitim programının, Ukrayna’nın savaş kabiliyetini artırabileceğini söylüyor.

Batı’nın, özellikle de ABD’nin rolü, Ukrayna’nın başarısında kilit olmaya devam ediyor. Vindman, Biden yönetiminin ve Harris’in ulusal güvenlik ekibinin başkanlığı kazanması halinde Ukrayna’nın 2025 askeri stratejisini desteklemeyi taahhüt etmesi gerektiğini savunuyor. Öte yandan, Ukrayna’nın da askeri kapasitesini artırarak, insan gücünü ve sanayi tabanını harekete geçirerek savaşı kazanma kararlılığını göstermeye devam etmesi gerektiğini belirtiyor.

Trump’ın ikinci döneminin olası etkilerine gelindiğinde Vindman, Ukrayna’nın ciddi şekilde zayıflayabileceğini ifade ediyor. Trump’ın dış politikasının, kişisel çıkarlar ve uzun vadeli sonuçlara dair sınırlı bir anlayışla şekilleneceğini ve ABD’nin desteğini keserek Kiev’i Moskova’ya karşı taviz vermek zorunda bırakabileceğini düşünüyor. Trump’ın ilk başkanlık döneminde Putin’i övmesi ve Ukrayna’yı zayıflatma çabaları, ikinci döneminde ne yapabileceğinin işaretleri olarak görülüyor.

Savaşın bir sonraki aşamasının ve Ukrayna’nın zafer şansının büyük ölçüde ABD seçimlerinin sonucuna bağlı olacağını savunan Vindman, “Ukrayna’nın askerî harekâtının bir sonraki aşamasının Putin’le müzakere masasında güçlü bir pozisyona mı yoksa yıpratıcı bir savaşa mı—hatta tehlikeli bir tırmanışa mı—yol açacağı, nihayetinde Amerikalı seçmenlerin kasım ayındaki tercihine bağlı olabilir,” diyor.

Lavrov: Rusya zaferle çıkacak, Batı başka dilden anlamıyor

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English