Bizi Takip Edin

Görüş

Çin’in amacı boşluğu doldurmak değil, dengeyi bulmak

Avatar photo

Yayınlanma

ABD birliklerinin çoğunu Irak’tan ve Afganistan’dan çektiğinden beri, Batılı analistler sık sık Ortadoğu’daki sözde “boşluk”tan bahsetmeye başladı.

Xi’nin Suudi Arabistan ziyareti, Çin-Körfez ve Çin-Arap zirveleri, birileri tarafından kesinlikle “boşluğu” doldurmak için büyük bir adım olarak görülecektir.

Ancak Ortadoğu’da zaten böyle bir boşluk yoktu. Oradaki halkların, bölgenin jeopolitiğini şekillendirmeye devam eden kendi tarihleri, kültürleri, dinleri ve çıkarları var.

ABD’nin Körfez çevresindeki ekonomi, siyaset ve güvenlik üzerinde büyük bir etkiye sahip olduğu ve bu etkinin halen devam ettiği doğrudur, ancak gerçekte onu hiçbir zaman tam anlamıyla kontrol etmemiştir. Suudi Arabistan, 1973 petrol krizinden son zamanlarda Rus petrolüne uygulanan tavan fiyatın onaylanmamasına kadar, bölgesel bir güç olduğunu ve küresel etkiye sahip olduğunu defalarca kez kanıtladı. Kesinlikle ABD’ye bağımlı değildir.

Öte yandan Çin de, güvenilir bir ortak olduğunu kanıtladı. ABD ve SSCB’nin Suudi balistik füzelerini satmayı reddetmesinin ardından Çin, 1987’de Suudi cephaneliğindeki “boşluğu” DF-3 ICBM ile doldurdu. Artık modası geçmiş füzelerin ise yakın zamanda Çin DF-21 ile değiştirildiği düşünülüyor.

Hassas çok gizli projelerde işbirliği yapan iki ülke, zaten onlarca yıldır yakın ortaklar. Bu arada, Foreign Policy ‘Riyad’ın Washington’la Tek Eşli Evliliği Bitti’ diyen bir görüş yayınladı. Oradaki evlilik gelenekleri üzerine biraz utanç verici alaycı bir tonla vurgulanan “tek eşli” kelimesi gerçeği değil, Batı’nın kibrini yansıtıyor.

Ortadoğu’da denge arayışı

Bununla birlikte, Çin’in liderleri Ortadoğu’nun sofistike geçmişini tam olarak anlıyor. ABD’nin baskısı altında olan ve talihsiz nükleer anlaşmadan hayal kırıklığına uğrayan İran, nihayet Çin ile daha da yakınlaşmaya çalıştı ve bağları sıkılaştırmak için 25 yıllık bir anlaşma imzaladı. Ancak İran ile Suudi Arabistan arasında, Sasani İran’ına ve Arap İmparatorluğu’na kadar uzanan uzun süreli bir rekabet ve güvensizlik var.

Çin, iki gücün sorunları müdahale etmeden çözmesinden yana. Yalnızca kimse bunun ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyor. Ondan önce dengeyi korumak tek mantıklı yol.

Benzer şekilde Çin, İsrail ile dostluğunu sürdürürken, zirvelerde Filistin’i her zaman desteklemiş ve güvence vermiştir.

Bu, Çin’in İran’a da DF-21 satacağı veya iki ülkeden aynı miktarda petrol alacağı anlamına gelmiyor. Bu, Çin’in aynı zamanda hem Filistin’in hem de İsrail’in toprak talebinden yana olacağı anlamına gelmiyor. Bu imkansız. Ya da Xi yakın zamanda İran’ı ziyaret etmeyecek, ancak bir başbakan yardımcısı ziyaret edecek.

Herkesi mutlu etmek elbette zor bir iştir. Çin’in yaptığı ve yapacağı şey ise önce dinlemek, ardından da başkalarını gücendirmeden Çin’in korumasına veya geliştirmesine yardımcı olabileceği temel çıkarları bulmaktır.

Ayrıca Çin’in ve diğer ülkelerin liderlerinin yüz yüze görüşmesi önemli. Ziyaret sırasında Çin ve Suudi Arabistan’ın iki yılda bir zirve yapması kararlaştırıldı. Böylece liderler işleri yoluna koyabilir, yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırabilir ve vizyonları hakkında tartışabilirler.

Yeni-jeopolitik değil, yeni küreselleşme modeli 

Vizyonlar istendiği gibi gerçekleşmeyebilir, ancak her zaman başkalarının bağlantı kurması için bir platform görevi görür. Suudi Arabistan, Vizyon 2030’u altı yıl önce yayınladı. Bu, o zamanlar bazı gözlemcilere ‘Binbir Gece Masalları’ gibi geliyordu. Suudi Arabistan gerçekten de reform başlatabilir mi?

Çok geçmeden Suudi Arabistan istikrarlı bir şekilde değişti. Yeni Veliaht Prens, yeni enerji, yeni dini eğilim, yeni şehir Neom… ve Suudi kadınları artık her zamankinden daha fazla hakka sahip.

Ancak, mühendislik yeteneklerini ve teknolojilerini geliştirmek için bu uzun reform dönemi boyunca Suudiler ile eleştirmeden kim işbirliği yapabilir? Cevap açık. Çin.

Bazı uzmanlar, Renminbi (RMB) cinsinden petrol ticareti ve hatta petro-dolarların gelecekteki çöküşü hakkında ayrıntılı bilgi vermeye bayılıyorlar. Lütfen yuan’ın uluslararasılaşmasını gözünüzde büyütmeyin. Çin her anlamda, parasal hegemonyayı ele geçirmekten çok uzak. Çinliler, sırf şu anda çok az olduğu için daha fazla RMB kullanıldığını görmekten memnun. RMB takasının oranı, Çin’in küresel ekonomideki ticaret hacminden çok daha küçük.

Ve parasal hegemonya, hırslı bir güç için “tuzak” olabilir. Bir zamanlar kısmen parasal hegemonyaya sahip olan ülkelerin durumu, muhtemelen her zaman sanayisizleşmeyle sonuçlandı.

İdeolojik farklılığa rağmen, ABD’nin neo-muhafazakarları ve neo-liberalleri, Ortadoğu’da benzer jeopolitik görüşleri paylaştılar. Görünüşe göre her ikisi de petrolü (ve bu sektördeki kendi çıkarlarını) çok seviyordu ve Ortadoğu’dan gitmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Bu arada, neoklasik jeopolitiğin bazı hayranları, Mackinder’in teorisini yeniden ele aldılar. Çin’in, Heartland’ı, özellikle Orta Asya’yı kontrol etmek için Kuşak Yol’u öne sürdüğüne ve Ortadoğu da dahil olmak üzere çevre bölgeleri kontrol etmek üzere uzandığına inanıyorlardı. Görünüşe göre Mackinder’in doktrininin ilk adımını – Doğu Avrupa’yı kontrol eden Heartland’ı kontrol eder, sadece Rusya’yı suçlarken ona atıfta bulunarak – ihmal edecek kadar zeki görünüyorlardı.

Çin, Suudi Arabistan’ın daha fazla RMB kullanmasını istiyor, ama ABD dolarını devirmesini istemiyor. Çin’in de petrole ve fiyatı sabit tutmaya ihtiyacı var. Yine de hem Çin hem de Körfez ülkeleri geleceğin yeni enerjide yattığını biliyor. Çin, Dünya Adası üzerinden güvenilir bir bağ istiyor, ancak Kara gücü ile Deniz gücü arasında bir çatışmayı canlandırmak istemiyor.

Peki Çin’in arzusu nedir? Yeni bir küreselleşme modeli.

Küreselleşme 1.0 sömürgeciliğe dayanıyordu ve tarihsel olarak bir kenara atıldı. Sonunda Washington mutabakatının egemen olduğu Küreselleşme 2.0 sırasında, ülkelerin çoğu hâlâ yoksul kaldı. Ulusötesi şirketler büyük miktarda kâr elde ettiler ve kendi ülkelerinde daha azını bıraktılar. Damlama ekonomisinin de bir efsane olduğu kanıtlandı. Düşük gelir grubu genişlerken orta sınıf küçülüyordu.

Çin, evrensel bir modernleşme ile küreselleşmenin daha eşit bir versiyonunu istiyor. Geliştirme, gerçek ‘evrensel değer’ olabilir.

Peki, Çin bundan ne gibi faydalar sağlayacak? Size, Çin’in tehlikeli bir ormanda başkalarına yardım eden bir aziz olduğu izlenimini vermek istemiyorum. Çin gelişmekte olan eyaletleri ve gelişmiş eyaletleri olan büyük bir ülkedir. İlki ilerlerse daha büyük bir pazar, daha fazla beşeri sermaye, daha fazla işbirliği fırsatı ve daha istikrarlı bir topluluk olacağını kendi deneyimlerinden öğrendi.

Kazan-kazan kulağa çok idealist geliyor ve birileri tarafından “Çin iki kez kazanacak” diye alay ediliyor, ancak denemeye değer. Batı’nın deneyimi, bir imparatorluğun, ister sömürgeci, ister neo-muhafazakar, ister neo-liberal olsun, kaynakları bir süreliğine iyi toplayabileceğini, ancak sonunun iyi olmayacağını kanıtladı. Sadece sürdürülebilir bir çevreye değil, aynı zamanda sürdürülebilir bir küresel siyasi sisteme de ihtiyacımız var.

Bu nedenle, Çin’in Suudi Arabistan’dan ve diğer Ortadoğu ülkelerinden en nihayetinde isteyebileceği bir şey var – Çin’i bir imparatorluk olarak görmemek.

Bazı Arap seçkinleri, eski Çin’in büyük ve bazen çok güçlü olduğunu biliyor. Ama sonuçta Arap, Osmanlı, Rus, İngiliz İmparatorluklarından oldukça farklı. ÇKP Çini kesinlikle yeniden doğmuş bir imparatorluk değildir. En azından, rakipleri tarafından her zaman modern imparatorluklar olarak tanımlanan ABD ve SSCB’nin yolundan gitmiyor.

Genişlemek ve ardından geri tepmek tüm imparatorlukların kaderidir. Gelin daha fazla kazan-kazan projesi ve iki büyük medeniyetin eşit diyalogunu deneyelim.

Avrupa

Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Rusya’nın Ukrayna’nın ardından Avrupa ülkelerini ‘işgal etmeye’ devam edeceği tezi, Avrupa siyasetini şekillendiren ana unsurlardan biri haline geldi. Kıta genelinde yükselen ‘Batı/NATO/AB karşıtı’ güçlere ve ABD’de Donald Trump iktidarının Rusya’yla git gelli barış arayışlarına rağmen, Avrupa’da ‘ana akım siyaset’ savaş hazırlıklarına son sürat devam ediyor. Bu kapsamda, Baltık ülkelerinden yeni bir hamle daha geldi. 

Litvanya, Letonya ve Estonya, ‘Rusya’nın artan tehditleri karşısında sivil halkın güvenliğini sağlamak’ amacıyla kitlesel tahliye planlarını ortaklaşa yürütme kararı aldı. Üç ülkenin içişleri bakanları, 13 Haziranda Vilnius’ta düzenlenen resmi törenle imzaladıkları mutabakatla, sınır ötesi tahliye sürecinde koordinasyonun sağlanmasını, bilgi paylaşımının hızlandırılmasını öngören kapsamlı bir işbirliği başlattı.

Planı “Açık prosedürler ve hızlı bilgi akışı hayati öneme sahip. Bu sayede kriz öncesinde ve esnasında paniğin önüne geçebilir, tedbirleri hızla uygulamaya koyabiliriz” ifadeleriyle tanımlayan Litvanya İçişleri Bakanı Vladislav Kondratovic, özellikle ‘geniş çaplı tahliyelerde’ bu birlikteliğin kritik bir rol oynayacağını savundu. 

Tahliye planında neler var?

Üç ülke, tahliye kapasiteleri, potansiyel tahliye koridorları ve sınır kapılarının durumu gibi bilgileri paylaşacak. Bu bilgiler, halkın güvenli ve hızlı biçimde taşınmasını sağlayacak şekilde kullanılacak. Aynı zamanda engelli, yaşlı, çocuk ve diğer hassas grupların tahliye süreçlerinde özel öncelik alacağı vurgulandı.

Mutabakatın temel hedefi, yayınlanan resmi açıklamada şöyle açıklandı:

“Baltık ülkeleri arasında kitlesel tahliyelere yönelik bölgesel işbirliğini güçlendirmek, ortak tahliye planları hazırlamak ve hızlı bilgi paylaşımıyla ortak zorluklara çözüm bulmak bu mutabakatın ana amacıdır.”

Şu an için imzalanan memorandumun açıklanmış bir bütçesi yok; resmi kaynaklarda herhangi bir harcama miktarı yer almıyor. Öte yandan, geçtiğimiz yıllara baktığımızda örneğin 2024’te Litvanya tek başına kitlesel tahliye altyapısı için yaklaşık 285 milyon euro ayırması bütçenin büyüklüğü konusunda bir fikir verebilir. 

Baltık ülkelerinin attığı bu adım ilk değil, son da olmayacak. Daha önce, halka savaşa hazırlık broşürlerinden, ülkelerdeki mezarlık kapasitesinin hesaplanmasına kadar ciddi savaş hazırlığı planları yapıldı. 

Bunların yanında, geçen ayın sonunda Belçika, Estonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Finlandiya ve İsveç’in içişleri ve sivil savunmadan sorumlu bakanları Brüksel’de bir araya gelerek Avrupa’nın sivil savunma kapasitesinin güçlendirilmesi çağrısında bulunmuştu.

Çağrıda, “sadece askeri değil, iç güvenliğin hazırlıklı olması, istikrarın sağlanması ve çeşitli krizlere karşı direnç geliştirilmesi gerektiği” vurgulanmıştı.

Zapad 2025’in öncesinde

Baltık ülkelerinin bu kararı, Belarus’ta Eylül ayında düzenlenecek olan “Zapad 2025” adlı Rusya-Belarus ortak tatbikatı öncesinde geldi. Moskova ve Minsk’in birlikte düzenlediği bu tatbikatlar, Batı tarafından her seferinde ‘yeni bir saldırının provası’ olarak değerlendiriliyor. 

Bu arada Belarus, tatbikatların ölçeğinin önemli ölçüde küçültüleceğini ve taşınacağını duyurdu. Bu kararın, NATO’yla gerilimi artırmanın önüne geçme amacıyla alındığı iddia edilse de, anlaşılan bu hamle gerilimi düşürmeye yetmiyor.

Sağlık sektörü de savaşa hazırlanıyor

Askeri yapılandırma hamleleri ve geniş çaplı savaşa hazırlık propagandasını, Avrupa’da sağlık sisteminin de ‘Rusya’dan gelen saldırılara’ karşı hazırlıklar takip ediyor.

Litvanya’da kimi hastaneler elektrik ve su kesintilerine karşı önlemler alıp helikopter pistleri inşa ederken, Estonya’da ambulans ekiplerine kurşun geçirmez yelekler ve uydu telefonları sağlıyor. Estonya ayrıca, 

Tahliye planları tartışılırken, Politico’da Doğu Avrupa’nın savaş hazırlıklarına dair dikkat çekici bir haber daha yayınlandı. 

‘Avrupa’nın sınır ülkeleri hastanelerini savaşa hazırlıyor’ başlıklı, Giedre Peseckyte imzalı haber, Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerin sağlık altyapılarını ‘kriz senaryolarına karşı’ seferber ettiğini aktarıyor. 

Peseckyte’nin haberde mikrofon uzattığı isimlerin açıklamaları, Avrupa’da siyaset ve toplumun savaş moduna nasıl hazırlandığı konusunda çarpıcı işaretler barındırıyor:

Estonya Sağlık Kurulu Başkan Yardımcısı Ragnar Vaiknemets: “Burada kötü komşularımız var: Rusya ve Belarus. Bu artık ‘saldıracak mı’ değil, ‘ne zaman saldıracak’ sorusudur.” 

Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk: “Cephe hattındaki ülkeler için hazırlık artık bir tercih değil, zorunluluktur.”

Norveç Sağlık Direktörlüğü’nden Bjørn Guldvog: “Savaş zamanı ihtiyaçlar, normalin üç ila beş katı olabilir.”

Riga’daki Pauls Stradiņš Klinik Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan doktor Rūdolfs Vilde: “Ebeveyn olan doktorların çoğu, çocuklarını ortada bırakıp savaşta çalışmak istemiyor.” 

Letonya Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Agnese Vaļuliene: “En kötüsüne hazırlanmamız gerek. Ama umarız hiç gerçekleşmez.”

Ancak, Rusya’nın ‘olası saldırısıyla’ ilk karşılaşacak ülkeler, askeri ve sağlık alanında oldukça yetersiz.  Estonya, Almanya’ya kıyasla kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısının yarısına sahip. Savaş çıkması durumunda çalışanların ülkede kalıp kalmayacağı ise belirsiz. Litvanya’da yapılan bir ankette, sağlık personelinin yüzde 25’i savaşta kaçacağını belirtmiş; yüzde 33’ü ise kararsız.  

Avrupa’da her 100 bin kişiye ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düşerken, savaş koşullarında bu sayı yeterli değil. Hastanelerin çoğu yalnızca 24-48 saat boyunca yüzde 150 kapasitede çalışabilecek donanıma sahip. Ancak buna rağmen Doğu Avrupa’da birçok hastane, bodrum katlarını ameliyathanelere dönüştürme planı yapıyor. 

Sivil katılım öne çıkıyor 

Savaş hazırlıkları ve tahliye planlarının yanında, Baltık ülkeleri bu yıl çok sayıda tatbikat düzenlemeyi planlıyor. Bu tatbikatların öne çıkan özellikleri ise, yaralı tahliyesi, acil müdahale gibi ‘sivil savunma’ başlıklarının öne çıkması. 

Bütün bu tablonun ortaya çıkardığı gerçek şu: Baltık ülkeleri, Rusya’yla savaşta silahlı kuvvetlerin yeterli olacağına inanmıyor ve bu nedenle halkın da doğrudan cepheye sürüldüğü yeni bir sivil-askeri seferberlik türü inşa ediliyor. Peki böyle bir durumda, Rusya gerçekten bu ülkelere saldırırsa, sivil/asker kayıpları arasındaki ayrım nasıl hesaplanacak? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil. 

Baltık bölgesi, Avrupa’nın doğu sınırı olarak savaşın ilk hedefi olacaklarına inandırılmış durumda. Bu ülkelerin yöneticilerine göre, olası bir Rus saldırısına karşı hazırlık artık yalnızca askerin değil, sivil halkın, doktorun, hemşirenin, itfaiyecinin, hastanenin, kısacası tüm toplumun görevi.

Baltık ülkeleri, ‘Rusya’nın saldırısı’ temelinde soyut bir tehdit senaryosuna göre hareket ediyor. Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Baltık ülkelerine saldıracağı fikri, şu an için bir kehanetten ibaret. Ancak, bölgede artan NATO askeri varlığı, bu senaryoyu ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ haline getirebilir. 

Kaynaklar

https://www.politico.eu/article/baltics-cross-border-evacuation-russia-lithuania-latvia-estonia-ukraine-military-eu/

https://www.politico.eu/article/eastern-europe-baltics-hospitals-wartime-preparation-health-care-russia-ukraine/
https://vrm.lrv.lt/lt/naujienos/baltijos-saliu-vidaus-reikalu-ministrai-stiprina-bendradarbiavima-civilines-saugos-srityje/

https://tvpworld.com/87266026/baltic-states-sign-pact-for-joint-evacuation-strategy

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Okumaya Devam Et

Görüş

Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ziyareti 23 yıl aradan sonra bir ilk oldu. Pazar günü yapılan bu ziyaret konusundapPek çok spekülasyon duyuldu; “Türkiye’ye açık bir mesaj” denildi örneğin. Bir süredir Hindistan’dan Türkiye’ye yönelik çeşitli boykot eylemleri görülüyor. Peki Delhi’nin bir nüfuzu var mı? Dürüst olmak gerekirse çok fazla değil. Ancak bu yazıda konuyu buraya çekmeye niyetim yok. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’e gerçekleşen terör saldırısının ardından mayıs boyunca da devam eden Pakistan ile çatışma sürecinde Ankara’nın İslamabad’a destek veren duruşunda bu kez kartlarını biraz açık oynaması doğal olarak Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yarattı. Türkiye-Hindistan ilişkilerini tartışmaya açtı.

Ancak Hindistan’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik oyunu yalnızca Türkiye’ye karşı bir hoşnutsuzluk siyaseti değil. Güney Kıbrıs ile etkileşim, Hindistan’ın daha büyük Akdeniz puzzle’ının bir parçası. 2023’te Yunanistan (40 yıldır bir Hint başbakanın ilk ziyareti) ve geçen yıl İtalya ziyaretlerinde bulunan Modi bu yıl Fransa’daydı ve Marsilya’da Hindistan konsolosluğunu açtı. Kanada’daki G7 görüşmelerinden önce Güney Kıbrıs’ta bulunan Modi dönüşte de Hırvatistan’a geçti. Bu bir Hindistan başbakanının Hırvatistan’a yaptığı ilk ziyaret ki Güney Kıbrıs ve Hırvatistan IMEC’te potansiyel ortaklar olarak görülüyor.

Güney Kıbrıs ziyareti, Türkiye-Pakistan işbirliğine bir tepki olarak çerçeveleniyor olabilir, ancak çok daha derin. Akdeniz’de önemli görülen Güney Kıbrıs’ın, 2023’te Delhi’deki G20 zirvesinde duyurulan ABD destekli Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru IMEC’in önemli bir bileşeni olması bekleniyor. Hindistan, Güney Kıbrıs ile daha yakın bağları IMEC’e destek olarak görüyor ve İsrail-Güney Kıbrıs enerji çıkarımının potansiyelini dikkate alıyor. Bu, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs (+ ABD) üçlü işbirliğine kadar uzanabilir ve ayrıca Güney Kıbrıs ve İsrail’in IMEC’i destekleyen deniz altı kabloları için elektrik sağlamasına izin verebilir.

Türkiye ve Hindistan ilişkilerinin başlangıcı iyi olsa da ne yazık ki doğası her zaman karmaşık oldu. İlişkilerin ticari, turizm ve kültürel ayakları gelişme gösteriyor. Ancak aynı şey daha önemli olan siyasi ayak için ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hint Müslüman liderlerin -daha sonra Hindistan Ulusal Kongresi tarafından da desteklenen- Hilafet Hareketi ve Hint Müslümanların Milli Mücadele’ye maddi yardımı gibi başlangıç dönemindeki iyi niyetin çoğu Hindistan’ın 1947’deki bölünmesinden sonra ne yazık ki Hindistan’a değil Pakistan’a aktarıldı ve günümüzde bu örnekler yalnızca Delhi ile ilişkileri romantize etme görevi görüyor. Açıkçası 2000’lerin başında Başbakan Bülent Ecevit, Hindistan’a özel bir sempati besleyen ilk ve tek liderdi. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ilişkilerde “sıcak” havanın estiği bir istisnaydı.

Bu istisna dışında Türkiye siyaseti büyük çoğunlukla Pakistan ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde gelişti. Hindistan siyaseti ise Türkiye’yi Pakistan prizmasından gördüğü bir düzlemde. Şurası açık: Yeni Delhi Ankara’nın İslamabad ile yakınlık kurmasından hoşlanmıyor. Özellikle savunma alanında. Bu arada bu ikilem yalnızca Ankara için geçerli değil, hemen her Müslüman ülke aynı ikilemle karşı karşıya. Ancak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Pakistan ile ilişkilerini bir şekilde yumuşattı. Daha da fazla hoşnutsuz olduğu şey, Ankara’nın özellikle Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası platformlarda Keşmir konusunu gündeme getirmesi. Hindistan buna karşılık Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs ile daha yakın bağlar kurdu. Ayrıca, Suudi Arabistan ve BAE ile ortaklıklarını derinleştiriyor. Tüm bunlar Delhi tarafından Ankara’ya yönelik bir “karşı strateji” geliştirme çabası olarak sergileniyor. Yeni Delhi Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için Ankara’ya stratejik olarak karşı koyma planları yapıyor olabilir, ancak yanıbaşında Çin gibi devasa dişli rakibine karşı kendini garantileyebilir ve sürdürülebilir bir düzlem oturtmadan uzak coğrafyalara uzanan strateji planlamalarının başarı ve sürdürülebilirliği gerçekçi değil. Yani bizdeki amiyane tabirle boyundan büyük işlere kalkışmak sözü buraya uygun.

Bu arada, Türkiye’ye yönelik eleştiriler -her zamanki gibi- yüksek sesle dile getirilirken Çin söz konusu olduğunda dikkat çekici bir sessizlik var. Ya da stratejik bir sessizlik demeliydim. Bu çifte standardın ardında daha derin bir jeopolitik ve ekonomik gerçek yatıyor. Hindistan özellikle endüstriyel ekosistemi için Pekin’e fazlasıyla bağımlı. Bağımlılık o kadar derin ki Çin ile -özellikle ticaret kısıtlamalarını içeren- herhangi bir çatışma, Delhi’nin üretim ve elektronik sektörlerinin büyük bir bölümünü felç etme riski taşıyor. Bu ekonomik bağımlılık Hindistan’ın daha güçlü ve vazgeçilmez bir oyuncu olan Çin’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken sembolik olarak karşı karşıya gelmesi daha kolay olan Türkiye’yi neden hedef aldığını açıklıyor. Ki Delhi’nin Pekin konusundaki sessizliği rastlantısal değil, hesaplanmış bir durum; ekonomik kısıtlamalar, stratejik zaaflar ve küresel tedarik zincirlerinin acil gerçekleri dikkate alınarak hesaplanmış bir durum.

Gerçekçi bir bakış açısıyla -romantizm gözlüğünü takmadan- şu açıkça söylenebilir: Ankara, Keşmir ve Pakistan’a yönelik politikasını değiştirmediği sürece, yakın gelecekte ikili ilişkilerin çok fazla iyileşmesi pek olası görünmüyor. Normal koşullarda, ortak kültürel bağlara sahip iki dost ülke arasındaki büyüyen işbirliği pek kaygı yaratmayabilir. Ancak giderek daha görünür hale gelen Ankara ile İslamabad arasındaki yakınlık, Pakistan ile Hindistan arasındaki artan gerginliklerin ortasında şekilleniyor. Türkiye için Pakistan ile ilişki kurmak, Hindistan ile bağların pahasına olmak zorunda değil. Ancak Hindistan ve Pakistan’ın her birinin diğerinin dış ilişkilerini sıfır toplamlı bir rekabetin parçası olarak algıladığını unutmayın. Delhi’nin algısı, Türkiye’nin Pakistan’ı yalnızca diplomatik olarak desteklemekle kalmayıp aynı zamanda bölgesel askeri dengeyi etkileyecek şekilde savunma kapasitesini önemli ölçüde güçlendirdiği yönünde. Ankara’nın mevcut politikası Hindistan’ın mevcut algısını güçlendiriyor.

Burada Hindistan ve Pakistan arasındaki oyunun büyük etkisi var. Oyun şöyle: Pakistan belirli bir Müslüman çoğunluklu ülkeyle ilişkiler kurmada daha aktif olduğunda, Hindistan o ülkenin rakibiyle daha fazla etkileşime giriyor. Burada asıl söz konusu olanlar: Türkiye-Yunanistan ve Azerbaycan-Ermenistan. Pakistan Türkiye ve Azerbaycan’a ne kadar yakınlaşıyorsa, Hindistan da Yunanistan ve Ermenistan’a o kadar yakınlaşıyor. Hindistan için denkleme aynı zamanda Güney Kıbrıs ve İran’ı da dahil edin. İsrail’i de unutmamak gerek. Delhi’deki birçok kişi, örneğin, Hindistan’ın İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail’e hızla ulaşarak yakın savunma ve stratejik ilişkiler aramasını, Ankara’nın Pakistan, Bangladeş ve Maldivler ile olan savunma ilişkilerine bir tepki olarak açıkladı.

Yeni Delhi, Üç Kardeş İttifakı olarak nitelenmeye başlayan Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan’ın Hindistan’a meydan okumak için birlikte çalıştığını düşünüyor ve bu jeopolitik koalisyonun yükselişinden kaygı duyuyor. Son Hindistan-Pakistan çatışmasında İslamabad’a Türkiye’den çok daha sert bir retorikle açık diplomatik desteğini sunan ülkenin Azerbaycan olduğu bilinmeli. Ki Delhi, Ermenistan ordusunu güçlendiriyor ve bu Bakü’yü kızdırıyor. Yeni Delhi, Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan arasında oluşturulan üçlü yarı ittifaka diplomatik olarak karşı koymak için İran ve Ermenistan ile yakın çalışma yoluna gitti. Her iki ülke de bu oluşumdan kaygı duyuyor. Erivan, Bakü ile yıllardır süren bir toprak mücadelesi veriyor. Tahran, İran’da yaşayan milyonlarca Azeri nedeniyle Bakü ile gerginlik yaşıyor ki onların Azerbaycan ile yakın kültürel bağları var ve İran, Bakü’nün bu bağları ayrılıkçı hareketleri desteklemek için kullanacağından korkuyor.

Hindistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Ermenistan ve İran ile yakın bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Gergin ama düşmanca olmayan Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri zaman geçtikçe daha da kötüleşebilir. Modi bloklar oluşturuyor. Türkiye Pakistan’ı Hindistan’a karşı açıkça desteklediğinden Yunanistan’a mesaj göndermek için Güney Kıbrıs’ta. Güney Kıbrıs, Yeni Delhi’nin güvenilir dostu olarak görülüyor. Hindistan, Kıbrıs sorununa bir çözüm olarak BM Kararlarına dayalı Rumların önderliğinde iki bölgeli iki toplumlu bir federasyonu destekliyor. Modi’nin Keşmir konusunda BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelmesi ancak Kıbrıs konusunda BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk yoluyla çözülmesini savunması tuhaf bir ikiyüzlülük.

Türkiye ve Pakistan iyi niyeti besleyen doğasıyla köklü kültürel bağları paylaşmaya devam edecek. Buna karşın Ankara’nın bölgesel anlaşmazlıklarda açık bir “hizalanma” sinyali vermekten kaçınacak şekilde eylemlerini kalibre etmesi gerekiyor. Ki ölümcül bir çatışmada açıkça taraf seçmek kısa vadeli dayanışma sağlayabilir ancak özellikle ticaret, diplomasi ve çok taraflı forumlarda Ankara’nın özlemlerine uzun vadeli zarar verebilir. Yükselen bir ekonomik ve politik güç olarak Hindistan, Asya’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın BRICS gibi platformlara katılımı veya Küresel Güney ile bağları genişletme konusundaki ilgisi, Yeni Delhi ile yapıcı bağlardan yararlanır.

Doğrusu Hindistan Türkiye ile bağlarını güçlendirmeye çalışıyordu. Ve açıkçası depremden sonra iyi niyet göstergesi olarak sunduğu Dost Operasyonu’nun ardından ilişkilerin özellikle siyaseten güçleneceği yönünde büyük bir beklentiye girmişti. Yeni Delhi İslamabad ile son çatışmasındaki Ankara tutumunu, “Hindistan’ın dostluğunu reddetti” olarak algıladı. İnsani yardımın sürekli dile getirilmesi hoş bir davranış değil ayrıca. Ve devletler büyük çoğunlukla rasyonel varlıklardır ve doğal olarak onlardan minnettarlık duygusuyla değil, çıkar güdümlü politika geliştirmeleri beklenir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi bölgesel anlaşmazlıklarda ve duyarlılıklar noktasında “stratejik gizem” belki daha doğru bir yaklaşım tarzı olabilir.

Romantizme gerek yok, özellikle 2019’dan bu yana ikili ilişkiler ciddi düşüşte ve ufukta sürpriz bir sıçrama da olası görünmüyor. Zaten muazzam değildi, diye de düşünenler olabilir tabii.

Okumaya Devam Et

Görüş

Kış Geliyor

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

İsrail, siyasi olarak harekete geçmek için tarihi bir fırsat gördü. ABD-İran görüşmelerinin başarısız göründüğü, İran’ın zayıfladığı bir zaman. Peki yakın geçmişten bu noktaya nasıl geldik?

Geçmişte İran, “direniş ekseni” dediği vekil güçlerine, yani bölgede dolaylı savaş veren milislere başvuruyordu. Bu bir tür “ileri savunma” stratejisi idi. Geldiğimiz noktada bu kabiliyeti büyük ölçüde kaybettiler. En önemli bölgesel müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah, geçen yıl İsrail tarafından büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Suriye’de de rejim değişti. Yemen’deki Husiler dışında hâlâ aktif bir vekil gücü kalmadı. İsrail de İran bu kapasiteyi yeniden inşa etmeden önce bu zayıflıktan faydalanmaya çalışıyor.

Her ne kadar İran son aylarda bombaya çok daha yakın bir konuma gelmese de zenginleştirilmiş uranyum stokları ciddi şekilde artış gösterdi. Yani dokunulmaz ve daha cüretkar bir İran ile karşı karşıya kalması giderek yaklaşıyordu. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, İsrail böyle büyük bir riski almaya karar verdi. Bu sadece nükleer tesislere değil, İran’ın askeri tesisleri, hava savunma sistemleri ve özellikle üst düzey askeri liderler ile bilim insanlarının hedef alındığı çok daha kapsamlı bir saldırı.

Hizbullah Saldırıları ile Paralel Strateji

İsrail’in İran’a uyguladığı saldırı stratejisi, geçen yıl Hizbullah’a karşı Lübnan’da izlenen stratejiye benziyor; sadece alt yapıyı değil, aynı zamanda komuta zincirini de hedef alıyorlar. Hem “know how” hem de yönetimi elimine etmeye çalışıyorlar. Böylece hem psikolojik üstünlük sağlıyorlar hem de birikmiş deneyim ve bilgiyi yok ederek iletilmesine engel olmaya çalışıyorlar. Çünkü Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları gibi yapılarda tam kontrolün sağlanması için yetki ve karar alma mekanizmaları kişilere fazlası ile bağlı. Onların devre dışına çıkarılması ciddi bir bozgun durumu yaratıyor.

İsrail’in İran’a düzenlediği saldırı “sınırlı bir operasyon” değil. Uzun süredir planlanan kapsamlı bir operasyon ve yine uzun sürmesi beklenilen bir savaşın parçası olduğu aşikar. Netanyahu’nun halkına Haziran ortasında sıcak tutacak giysiler bulundurun demesi ne beklememiz gerektiği konusunda işaretler içeriyor. Şimdilik, bölgeye etkisi olan ama henüz yayılmamış bir savaş bu. İsrail’in İran’a ulaşması ya da İran’ın İsrail’e saldırabilmesi için Ürdün, Irak, Suriye gibi ülkelerin hava sahasından geçmesi gerekiyor. Yani ne olursa olsun bu ülkeler etkilenecek. Örneğin İran’ın İsrail’e gönderdiği insansız hava araçlarını Ürdün engelledi, çünkü güzergah üzerinde yer alıyor. İran, İsrail’e insansız hava aracı gönderdiğinde bunlar ya Irak, ya Suudi Arabistan, ya Ürdün ya da Suriye üzerinden geçmek zorunda.

Açıkça Savaş İlanı

İsrail bu operasyonun bir savaşın başlangıcı olduğunu açıkça belirtti. Genelde böyle açıklamalar yapılmaz ama hem Başbakan hem de Genelkurmay Başkanı yaptıkları açıklamalarda “İslam rejiminin yeteneklerine karşı bir savaşa başladık” dediler. Yıllar önce planlanmaya başlayan bu savaş, hem nükleer kapasitelere hem de kıtalararası balistik füzelerin fırlatma ve üretim merkezleri ile çeşitli tipte insansız hava araçlarını da hedef alıyor. İsrail, müzakerelerde çözüm olmayacağı varsayımıyla bu askeri kapasitelere karşı saldırı planları zaten geliştiriyordu. Şimdi saldırıya başlamasının sebeplerinden biri de bu müzakereler sadece nükleer meseleye odaklanmıştı; diğer silah sistemleri hiç masada değildi.

Bu saldırı, özellikle Nisan ve Ekim 2024’te İran’la yaşanan misilleme saldırılarından sonra çok daha hedefli ve incelikli şekilde planlandı. O karşılıklı saldırılardan dersler çıkarıldı. Şimdi çok daha kapsamlı ve kesin bir savaş başlatıldı.

İsrail, Netanyahu’nun söylediğinin aksine şu anda yakın ve varoluşsal bir tehdit altında değil. Zaten İran’ın vekil güçlerini tek tek zayıflatıp neredeyse elimine eden İsrail için, sonunda şimdilik asıl amacına yani İran’a sıra geldi. İsrail’in bile beklentisi uzun ve çetin bir mücadele. Netanyahu’nun halkına sıcak giysilerini yanınızda bulundurun tavsiyesinin bizlere hatırlattığı da, popüler kültürün ünlü bir dizisindeki slogan gibi “Kış geliyor”…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English