Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

“Daha önce çektiğimiz acılar şimdi yaşadığımız dehşeti azaltmıyor…”

Yayınlanma

gazze

İsrail ordusu, Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı saldırıların ardından Filistinlilere yönelik saldırılarını artırdı. Hava saldırılarının öne çıktığı ve çok sayıda sivil yapının hedef alındığı İsrail’in saldırıları sonucu on binlerce kişi yerinden edildi. Yıkılan binalara yönelik arama kurtarma çalışmaları, İsrail’in devam eden saldırıları nedeniyle sekteye uğrarken; Gazze Şeridi’ndeki Sivil Savunma Müdürlüğü, “yıkılan evlerin çokluğundan ötürü ekiplerinin yetersiz kaldığını” duyurdu.

Abluka altındaki Gazze’de ailesiyle birlikte yaşayan Filistinli gazeteci Muhammed R. Mhawish, The Nation için kaleme aldığı yazıda hem Gazze’de yaşanan trajik durumu anlatıyor hem de Filistinlilerin verdiği haklı mücadeleye yönelen eleştirilere yanıt veriyor:

***

Gazze Bugün Kâbus Gibi Ama Özgürlüğü Düşlemekten Vazgeçmeyeceğiz

Muhammed R. Mhawish

Bu savaşın tek bir sebebi var: Filistinlilerin yetmiş yıldır çektiği uzun süreli acı ve işgal.

GAZZE-Bu satırları yazarken etrafımda savaşın sesi duyuluyor. İsrail ordusu, Hamas ve diğer Filistinli grupların geçen cumartesi sabahı İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıya karşılık olarak Gazze Şeridi’ne yönelik bombardımanını üçüncü gününde de devam ediyor. Bu saldırılar topçu, deniz ve hava saldırılarını kapsıyor.

Bu yazı yazıldığı sırada Gazze’de en az 510 Filistinlinin öldüğü, 2 bin 750 kişinin de yaralandığı bildiriliyor. En az 800 İsraillinin de öldürüldüğü belirtiliyor.

Pazartesi günü öğleden sonra İsrail, Gazze’nin elektrik, yakıt, su ve gıdaya erişimini keserek Gazze’yi “tamamen kuşatma” altına aldığını duyurdu. Savunma Bakanı Yoav Gallant, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz” dedi.

Elektrik tedariki bu açıklamadan önce bile en az yüzde 80 oranında azalmıştı ve bu durum temiz suya erişimimizi ve yaralıların hastanelerde tedavi edilebilmelerini etkiledi. İsrail ayrıca bölgenin büyük bir kısmına internet erişimi sağlayan şirketlerin bulunduğu binaları da bombalayarak insanların dış dünyayla iletişimlerinin kesilmesine neden oldu.

Bölgesel ve uluslararası aktörlerin arabuluculuk girişimleri azalmaya devam ederken, Gazzeliler İsrail ile birçok cephede uzun süreli bir çatışma olasılığından giderek daha fazla endişe duyuyor. Özellikle de çatışmalarda herhangi bir azalma belirtisi görülmediği ve ölü sayısı arttığı için İsrail güçlerinin kara harekâtına girişmesinden korkuluyor. İsrail ordusu Gazze’deki direniş mevzilerini ve sözde “terör” noktalarını hedef aldığını iddia etse de gerçek şu ki şu ana kadar yaşanan trajedinin yükünü siviller çekti.

Sıradan vatandaşlar bir kez daha kendilerini ölüm ve savaşın ortasında buluyor. Bu, Gazzelilerin sadece beş yıl içinde beşinci kez çatışmanın dehşetini yeniden yaşamaları ve yakın gelecekte barışçıl ve güvenli bir yaşama dair kırılgan umutlarının yıkılması anlamına geliyor.

Savaşın içinde yaşamaya çalışmak giderek daha kolay hale gelmiyor. Ailem ve ben İsrail’in Gazze’ye yönelik önceki savaşlarında da acı çektik, ancak bu, şimdi hissettiğimiz dehşeti azaltmadı. Her hava saldırısında göğsümüzde hissettiğimiz keskin acıyı hafifletmedi. Ciğerlerimizin sürekli jet saldırılarının ardında bıraktığı boğucu dumanı daha iyi kaldırmasını sağlamadı. Bunun yerine, daha önce görülmemiş düzeyde bir korku hissediyoruz. Daha fazla dehşet, daha yüksek sesli patlamalar var. Yer daha önce hiç olmadığı kadar sarsılıyor. Bu, yıllardır karşı karşıya olduğumuz aynı zorluğun daha yeni ve daha kötü bir versiyonu: yaşam mücadelesi.

İşler özellikle geceleri korkunç hale geliyor. Tüm şerit elektriksiz karanlıkta beliriyor. Patlama sesleri ve onlarla birlikte gelen ışık, insanların tek yoldaşı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Gazzelilere bombalamalar başlamadan önce “burayı terk etmelerini” tavsiye etti; bu tehdit son birkaç gündür ordudan aldığımız uyarılarla da destekleniyor. Bu uyarının, İsrail’e tüm mahalleleri ve kamusal alanları yok etme meşruiyeti vermesi amaçlanıyor. Ancak elbette Gazze’deki insanların gidecek hiçbir yeri yok ve İsrail ordusu sivil binaları ve kompleksleri hedef almaya devam ediyor.

Pazar günü Filistin Sağlık Bakanlığı, İsrail ordusunun Gazze’deki ailelere yönelik en az sekiz katliam gerçekleştirdiğini ve bunun sonucunda yaklaşık 54 vatandaşın hayatını kaybettiğini açıkladı. Bir saldırıda aynı ailenin 19 üyesi öldürüldü. Pazartesi günü İsrail Cibaliye mülteci kampını bombalayarak onlarca kişinin ölümüne neden oldu. Vurulan hedefler arasında bankalar, kamusal alanlar, limanlar, tarım arazileri ve konutlar da vardı.

Az önce anlattıklarımı okuyup “Bu korkunç bir şey ama siz Hamas’ın saldırıları yüzünden bu durumda değil misiniz?” gibi bir yanıt verecek olanlar olabilir.

Bir açıdan bakıldığında bu hafta sonu yaşanan şiddet olaylarının Hamas’ın sürpriz saldırısıyla başladığı aşikâr. Ancak bu düşünce tarzı, Hamas bu barışı bozmaya karar verene kadar Gazze’de her şeyin barışçıl olduğunu ya da hiçbir Filistinlinin İsrail’in elinde ölmediğini varsayıyor.

Gerçek şu ki İsrail, son 16 yıldır Gazze’deki 2,3 milyon insanı yavaş yavaş öldürüyor ve Gazzelileri sistematik olarak hayatlarımızın en temel ayrıntılarını etkileyen bir dizi apartheid politikasına tabi tutuyor. İşgal altındaki Batı Şeria’da yaşayan Filistinliler de her gün şiddete ve aşağılanmaya maruz kalıyor. Amaç, Filistinlileri mülksüzleştirmek ve öyle bir noktaya getirmek ki insanlar, pek çok kişinin “toplu cezalandırma” olarak adlandırdığı bu duruma son verilmesi için dış dünyaya sadece çağrı yapmaktan başka bir şey yapamaz hale geldi.

İsrail Gazze’deki yaşamı çekilmez kılmak için elinden geleni yapıyor. Gazze’nin tüm su kaynaklarını kontrol ediyor. Şeridin tüm giriş noktalarına yasadışı bariyerler koyarak Gazzelileri fiilen içeride hapsediyor (gerçi bu bariyerlerden bazıları son iki günde aşıldı). Şeride giren ve çıkan mal ve hizmet akışını kontrol ediyor ve şu anda yaptığı gibi bu hizmetleri kesmek için tek taraflı bir güç kullanıyor. Gazze’nin ekonomisini kasıtlı olarak daraltıyor.

Gazze dışında tıbbi yardıma ihtiyaç duyan Filistinliler gerekli bakımı alabilmek için çoğu zaman aşılmaz engellerle karşılaşıyor. Benzer şekilde, genç Filistinlilerin uluslararası üniversitelerde akademik hayallerinin peşinden gitmeleri, sırf Gazze’de Filistinli olarak doğma talihsizliğine sahip oldukları için rutin olarak engelleniyor.

Gazze halkı günlük zorluklara ve adaletsizliklere katlanıyor, işgal ve abluka yükünden kurtulup onurlu bir yaşam sürmelerini sağlayacak bir çözümün özlemini çekiyor. Ve bu koşulları barışçıl bir şekilde protesto etmeye çalıştıklarında İsrail onları soğukkanlılıkla katlediyor.

Dolayısıyla asıl soru “Bu neden şimdi oluyor” değil, “Bugüne kadar nasıl olmadı” olmalı. Hiçbir halkın, Filistinlilerin İsrail hükümetinin ellerinde maruz kaldığı baskı ve ayrımcılığa herhangi bir karşılık vermeden sonsuza kadar katlanması beklenemez. İsrail; Hamas ve diğer Filistinli direniş gruplarına karşı savaş yürüttüğünü iddia ederken, işlediği savaş suçlarını meşrulaştırmaya çalışıyor ve Filistin halkına karşı toplu cezalandırma uyguluyor.

İsrail bu savaşı kazansa bile bu bir zafer olarak görülmemeli. Hamas ve diğer gruplar, her yerde sömürgeleştirilmiş halkların yüzyıllar boyunca silahlı mücadeleyi desteklemesiyle aynı nedenden dolayı halk desteğine sahip. Mevcut çatışma iki gün önce başlamadı; İsrail Filistinlilere eşit insan muamelesi yapmamaya karar verdiğinde ve onları atalarının topraklarından ve bugün geri dönmek için can attıkları şehirlerinden zorla sürdüğünde başladı.

Halk şu anda Hamas’ın arkasında. Eğer Hamas olmasaydı bile, halk topraklarını ve halklarını savunmak, dünyanın sessizliği ve suç ortaklığı içinde yetmiş yıldır çektikleri uzun süreli acılara ve işgale karşı çıkmak için her türlü aracı kullanan herkesi desteklerlerdi.

Filistinliler, Gazze ablukasının kaldırılması, Batı Şeria’daki Filistinlilerin yaşamlarının kolaylaştırılması ve Mescid-i Aksa’da Filistinlilere yönelik saldırganlığın durdurulması gibi stratejik ihtiyaçlarını karşılayan geçici koşulları güvence altına almayı başarırlarsa mevcut çatışma sona erebilir. Ancak temel çatışma ancak işgal sona erdiğinde, apartheid sona erdiğinde ve Filistin’in tamamı özgür olduğunda sona erecek.

Gazze’de günlük sefalete katlanmak zorunda bırakıldıklarında, Cenin’de haksız yere öldürülmeye karşı direnme hakları ellerinden alındığında, Kudüs’te evlerinden sürüldüklerinde ya da Batı Şeria’da “apartheid’e hayır” sloganları attıkları için hapsedildiklerinde Filistinlilerin barış çağrılarının neden duyulmadığı sorgulanmaya değer. Dünya süregelen bu adaletsizlikler karşısında genellikle sessiz kalıyor ve ancak Filistinliler zalim bir işgale karşı meşru kendi kaderlerini tayin ve öz savunma haklarını kullandıklarında seslerini yükseltiyorlar. Ancak o zaman yüksek sesle kınamalar duyabiliyoruz.

Filistin ve Gazze’de yaşam hiçbir zaman çoğu kişinin “normal” olarak kabul edebileceği gibi olmadı. Savaşın sona ermesi uzun zaman alabilir, ancak gerçek şu ki, sözde “barış” zamanlarında bile Filistinlilerin yaşamlarını baltalayan baskıcı ideoloji devam ediyor. Gazze ablukası yeniden uygulanıyor, Kudüs ve Batı Şeria’da yerli Filistinlilere yönelik saldırılar sürüyor.

İsrail’in insanları terörize etmeyi, öldürmeyi ve nihayetinde parçalamayı hedeflediği böyle zamanlarda, içten içe daha da güçleniyoruz. Varlığımızın kendisinin bir tür direniş olduğunu biliyoruz. Soru, o zaman, Filistinlilerin neden savaştığı değil. Asıl soru, işgale karşı direnişi nasıl sürdürecekleri, ta ki özgürlükleri konusundaki nihai hedeflerine ulaşana kadar.

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English