Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Economist: Bürokrasi karşıtı devrim ilerliyor

Yayınlanma

Ünlü İngiliz finans dergisi Economist’e göre, Londra’dan Brüksel’e, Yeni Delhi’den Buenos Aires ve Washington’a kadar dünyadan dört bir yanında bir “bürokrasi karşıtı devrim” var.

Trump’ın kural-regülasyon karşıtı hamlelerinin küresel bir eğilimin bir parçası olduğunu savunan Economist, Javier Milei’nin Arjantin’de regülasyonlara karşı “elektrikli testere” kullandığını; Narendra Modi’nin danışmanlarının Hindistan’ın devlet memurlarıyla “sessizce yüzleştiğini”; Birleşik Krallık Maliye Bakanı Rachel Reeves’in planlama kurallarını elden geçirmeyi ve Londra Heathrow Havalimanını genişletmeyi planladığını; hatta Vietnam’daki komünistlerin bile “bürokrasiyi küçültmek için bir planı” olduğunu yazıyor.

Economist’e göre “doğru yapıldığında”, bürokrasi karşıtı devrim “daha fazla özgürlük, daha hızlı ekonomik büyüme, daha düşük fiyatlar ve yeni teknoloji” getirebilir.

Dergiye göre yatırımsızlığın nedeni regülasyonlar

Yıllardır aşırıya kaçan kuralların konut inşasını, yatırımları ve inovasyonu engellediğini ileri süren Economist, “Fakat Bay Trump deregülasyonun adını kötüye çıkarma riski taşıyor. Hoşuna gidenleri eski haline getirmeden önce hükümetin temel işlevlerini yıkarak işe başlama dürtüsü, insan sefaleti ve iktisadi zarar formülüdür,” iddiasında bulunuyor.

Dergiye göre asıl soru, reformun reform sayılacak kadar cesur ama başarılı olacak kadar da tutarlı hale nasıl getirileceği.

Economist’in bildirdiğine göre Amerikalılar, balın pazarlanması ve satışı ile çocuk pijamalarının yanıcılığına ilişkin standartlara uyulması da dahil olmak üzere federal kurallara uymak için yılda toplam 12 milyar saat harcıyor.

1960’larda 20.000 sayfa olan federal kanun 180.000 sayfaya ulaşmış durumda.

Bunun yanı sıra geçtiğimiz beş yıl içinde Avrupa Parlamentosu Amerika’nın iki katından daha fazla yasa çıkardı. İşletmelerin, Danimarka’daki tipik bir firmaya her yıl 300.000 avroya mal olduğu tahmin edilen çevrimiçi bir formdaki binden fazla alanı doldurarak özenli “sürdürülebilirlik açıklamaları” yapmaları gerekiyor.

Keza Economist’e göre İngiltere’de yarasaları, semenderleri ve nadir mantarları koruyan kurallar yeni altyapı yatırımlarını engelliyor, geciktiriyor ve maliyetini yükseltiyor.

‘Küçük işletmelere yük’ tartışması

Çıkar grupları tarafından ricada bulunulan hükümetlerin, genellikle uyum maliyetini başkalarına yüklemeyi uygun bulduğuna işaret eden dergi, “Küresel mali krizin kapitalizme olan inancı zedelemesinin ardından, piyasanın iyi davranışları teşvik edeceğine güvenmek saflık olarak görülmeye başlandı,” uyarısında bulunuyor.

Bunun ardından seçmenlerin de daha fazla regülasyon istediğine işaret eden Economist, “Yaşlandıkça ve zenginleştikçe kaybedecek daha çok şeyleri oldu ve hükümetlerden arka bahçelerini ve birikimlerini korumalarını istediler,” iddiasında bulunuyor.

Economist’e göre, belirli gruplar her kuraldan fayda sağlasa bile, toplumun geneli bunun maliyetini üstleniyor. Zengin dünyanın büyük bir bölümünde herhangi bir şeyin inşa edilmesi, ev fiyatlarını yüksek tutan göz korkutucu bir görev haline getiriyor.

Yazıda, “Otoyol projeleri, sonu gelmeyen yargı incelemeleriyle uğraşırken maliyet aşımlarına ve gecikmelere maruz kalıyor. Amerika’da enerji dönüşümü için gerekli metaller için bile maden kazma teklifleri, izin cehenneminde neredeyse on yıl geçiriyor. Aşırı düzenleme en çok uyum departmanlarından yoksun olan küçük işletmelere zarar veriyor ve yenilikçi yeni girişimcileri iş kurmaktan caydırıyor,” deniyor.

‘Sol’u ve ‘sağ’ı birleştiren bürokrasi düşmanlığı

Yerleşiklerin bu nedenle, yani korunaklı olduklarını bildikleri için yatırım yapma konusunda daha az teşvik hissettiğini öne süren Economist, “Düzenleyiciler düzenleyecek yeni şeyler buldukça kurallar da kuralları doğurur. Düzenlemeler ve yaşlanan nüfus nedeniyle zengin dünyada iktisadi büyüme ve üretkenlik yavaşladı,” iddiasında bulunuyor.

Dergi, deregülasyonun “hayvani ruhları canlandıran sihirli bir iksir olabileceğini görmek için tarihe bakmak” gerektiğini öne sürüyor ve Margaret Thatcher’ın İngiltere’sini, 1990’ların başında Hindistan’ı ve 2020’lerde Güney Avrupa liderlerini örnek gösteriyor.

Sağ hareketlerde, aşırı düzenleme döneminin, iktisadi özgürlüğün övülmesine neden olan bir tepkiye yol açtığına işaret eden Economist, solda ise politikacıların yüksek faiz oranları ve artan kamu borçlarıyla birlikte, refah devletlerini karşılanabilir kılmanın tek yolunun hızlı büyüme olduğunu fark ettiklerini düşünüyor.

Bu nedenle dergiye göre, farklı görüşlerden politikacıların bu “dine” bağlandığı nadir bir dönemden geçiyoruz.

Deregülasyonun önündeki engel: İşçi örgütleri

Öte yandan Trump ve danışmanlarının, ekonominin zincirlerini kıracağı inancıyla devlette gelişigüzel kesintiler yapmakta, işçileri işten çıkarmakta ve federal kredi ve hibeleri dondurmakta ısrar ederlerse büyük bir hata yapmış olacaklarına işaret eden Economist, yeniden bölüşümün Amerika’yı “daha adil ve dolayısıyla daha istikrarlı” kılacağını; gıda güvenliği, yol işaretleri ya da banka sermayesi ile ilgili kurallar ve bunları uygulayacak bürokratlar olmadan yaşamın “daha kısa ve daha az güvenli olacağını” savunuyor.

Avrupa’nın, Elon Musk’ın yönettiği Devlet Verimliliği Departmanına (DOGE) şiddetle ihtiyaç duyduğunu ileri süren dergi, “Her bir deregülasyon parçası birçok kişiye küçük faydalar sağlarken, yoğunlaşmış bir azınlığa daha büyük kayıplar getiriyor, bu nedenle reformlar genellikle yerleşik işletmeler, sendikalar veya çevreciler tarafından engelleniyor. IMF’nin hesaplamalarına göre, son 30 yılda zengin dünyada yaşlı işçiler için tartışılan elektrik ve işgücü piyasası reformlarının yarısının hiçbir zaman uygulanmamış olmasına şaşmamak gerekir,” diyerek deregülasyonun önündeki en büyük engellerin işçi örgütleri olduğunu ileri sürüyor.

Takip edilmesi gereken örnek olarak Arjantin’e işaret eden Economist, makaleyi şöyle bitiriyor:

“Bay Milei’nin ekibi, hükümeti ait olmadığı alanlardan nasıl çıkaracakları konusunda 18 ay çalışarak göreve geldi. İktidara geldikten sonra da ekonomiye ilişkin beklentileri sıfırlamak için cesur adımlar atmakta hiç vakit kaybetmediler. Avrupa’nın DOGE tipi bir hırsa, Amerika’nın ise Milei tipi bir hazırlığa ihtiyacı var. Tehlike, ikisinin de bunu doğru yapamayacak olması.”

DÜNYA BASINI

Kripto para piyasasında sert dalgalanmalar

Yayınlanma

Bitcoin, kripto para piyasasındaki sert dalgalanmaların etkisiyle değer kaybetmeye devam ediyor. Son düşüşle birlikte Bitcoin, Kasım 2024’ten beri ilk kez 80 bin doların altına geriledi. Ocak ayında rekor seviyeye ulaşan Bitcoin, o tarihten bu yana değerinin yüzde 20’sinden fazlasını kaybetti.

Kripto para piyasasında yaşanan sert dalgalanmaların etkisiyle Bitcoin’de belirgin bir düşüş yaşandı.

Bitcoin, yüzde 5,5 oranında değer kaybederek Kasım 2024’ten bu yana ilk kez 80 bin dolar sınırının altına indi.

Dünyanın en büyük kripto para işlem platformlarından olan Binance verilerine göre, Bitcoin’in fiyatı sabah saatlerinde 78 bin 823 dolara kadar gerileyerek 10 Kasım 2024’ten bu yana en düşük seviyesini gördü.

20’den fazla borsadaki ortalama fiyatları hesaplayan CoinMarketCap verileri, Bitcoin’in son 24 saatte yüzde 4,23 oranında değer kaybettiğini ve ortalama fiyatının 80 bin 746 dolara düştüğünü gösterdi.

Bu düşüş, Bitcoin’in ocak ayının sonunda 109 bin 588 dolara ulaşarak tüm zamanların en yüksek seviyesini görmesinin ardından geldi.

O zamandan beri, kripto para birimi değerinin yüzde 20’sinden fazlasını kaybetti.

Bu durum, kâr satışları ve piyasa baskılarıyla bağlantılı olabilecek sert bir düzeltme dalgasını yansıtıyor.

Yatırımcılar, önümüzdeki dönemde kripto para birimlerinin geleceğini etkileyebilecek sert dalgalanmaların ortasında piyasadaki gelişmeleri yakından takip ediyor.

Bitcoin, bir aydan uzun bir süre önce 90 bin doların altına gerilemişti.

Bu düşüş, Bybit borsasındaki en büyük kripto para hack’i ve Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei’nin karıştığı “memecoin” skandalı da dahil olmak üzere, son dönemdeki bir dizi aksaklığın ardından yaşanan büyük satışların ortasında, geniş kapsamlı bir kripto para düşüşünde en son kurban oldu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Rusya-ABD ilişkilerindeki değişimler İngiltere ve Türkiye için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Editörün notu: Uluslararası düzenin yeniden yapılanması sürecinde Türkiye ve Birleşik Krallık gibi orta ölçekli güçler, büyük devletler arasındaki çatışmalardan faydalanarak öne çıktılar. Ancak Rusya ile ABD arasında başlayan yeni diyalog dönemi, bu ülkelerin konumlarını tehdit ediyor. Özellikle Türkiye’nin artan hırsları ile gerçek imkânları arasındaki uyumsuzluk ve Birleşik Krallık’ın bağımsız bir güç olarak hareket etme çabaları, değişen küresel dengelerle sürdürülebilir görünmüyor. Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşu Valday Kulübü’nün program direktörü Timofey Bordaçev, dünya politikasının sanılandan daha muhafazakâr olduğunu ve uzun vadeli başarı için aktivizmden ziyade güvenilir bir itibarın ve iç istikrarın önemini vurguluyor.


Rusya-ABD ilişkilerindeki değişimler İngiltere ve Türkiye için ne anlama geliyor?

Timofey Bordaçev

Profile.ru

Uluslararası düzenin yeniden yapılanması, dünya politikasının ikinci kademe güçlerine birçok yeni fırsat sundu. Bu fırsatlar o kadar ilgi çekiciydi ki, gözlemcilerde şöyle bir izlenim oluştu: Askeri, iktisadi ve siyasi devler fazlasıyla hantal ve yükümlülüklerle kısıtlanmış olduğundan, orta ölçekli avcıların çağı başladı.

Öyle ki, Türkiye veya Birleşik Krallık gibi ülkeler, genel kargaşa ortamında davranış modeli olarak örnek gösterilmeye başlandı.

Ancak, dünyanın önde gelen ülkeleri birbirleriyle anlamlı diyaloglar kurmaya başladığında, bu ülkelerin uygunluğunun, başarılarından bahsetmeye gerek bile kalmadan, daha ciddi kanıtlar gerektireceğini öngörebiliriz.

Rusya ile ABD arasındaki, iki liderin telefon görüşmesiyle başlayan yeni ilişki döneminin nasıl sonuçlanacağını bilmiyoruz. Fakat şimdiden görebiliyoruz ki, şu anda en çok gerginlik yaşayanlar, son birkaç yıldır Moskova ile Washington arasındaki çatışmadan siyasi kazanç sağlayanlar.

Gözlemciler, Riyad’daki Rus-Amerikan görüşmelerinin televizyon görüntüleri ile diğer taraftan Erdoğan ve Zelenskiy zirvesinin ne kadar zıt göründüğüne dikkat çekti.

Görüşmelerin zamanlaması çakıştı, bu da uluslararası politikanın tamamen farklı kademeleri arasındaki farkı daha da belirgin hale getirdi.

Üstelik Ankara, Rusya ile ABD arasındaki görüşmelere Riyad yerine ev sahipliği yapmaktan memnuniyet duyacağını gizlemedi. Fakat, durumu giderek şüpheli hale gelen Ukraynalı liderle yetinmek zorunda kaldı.

Hırslı Türkiye lideri, son yıllardaki atılgan politikasının meyve vermeye devam edeceğini gerçekten umuyordu. Ancak görünüşe göre Erdoğan yanıldı, zira belirli bir davranış modeli yalnızca belirli koşullarda uygundur. Durum değiştiğinde, kendi şöhretinin ışıltısı da sona yaklaşır; araba balkabağına dönüşür ve bir devletin dünya politikasındaki konumu, potansiyeline uygun hale gelmeye başlar.

Durumu daha da kötüleştiren, gerçek imkânların sürekli şişen hırslarla uyumsuzluğunun oldukça yoğun dış politika bağlarına yol açmasıdır.

NATO’da ve dünya çoğunluğunun neredeyse tüm platformlarında eş zamanlı varlık, yalnızca başkaları tarafından talep edildiği sürece uygun görünüyordu. Ancak bu, Türkiye’nin herhangi bir özel niteliğinden kaynaklanmıyordu.

Özellikle Rusya ile oldukça başarılı ticari-ekonomik işbirliği bile, Türkiye için ulusal ekonominin sistemsel sorunlarını telafi etmeye yeterli olmadı. Moskova’da, görülebildiği kadarıyla, Türkiye liderliğinin son yıllarda gösterdiği esnekliği takdir ediyorlar.

Fakat bu, finansal açıdan daha güçlü ortakların bulunduğu yerlerde Türkiye’ye tercih verilmesine neden olmayacaktır.

Londra da benzer bir durumla karşı karşıya kalma riski taşıyor. Son yıllarda birbiri ardına değişen hükümet başkanları, sıklıkla her türlü nezaketin sınırlarını aşan girişimci tavırlarıyla konumlarını güçlendirmeye çalıştılar.

Birleşik Krallık’ın bağımsız bir oyun için askeri-siyasi imkânlara sahip olmadığı ve ekonomisinin de acınacak durumda olduğu sır değil. Fakat ABD için, Britanyalı müttefiklerinin bazen bağımsız bir politika gibi görünen aktif bir rol oynamalarına izin vermek avantajlıydı.

Şimdi Washington’daki hava biraz farklı. Ve orada, tarihi sürecin belirleyicileri olarak tüm şanı üstlenirken, aracılara çok daha az ihtiyaç duyuyorlar. Buna, kıta Avrupası’nın önde gelen ülkeleri ve Brüksel’deki kiralık yetkilileriyle doğrudan konuşmak da dahil.

Bu bahis oldukça zorlu olabilir, ancak bizi şu anda ilgilendiren, bunun Britanyalı tercümanlar olmadan yürütülmesidir. İngiliz gazetelerinin nasıl telaşlandığına bakılırsa, transatlantik ilişkilerdeki yeni dönemeç Londra için iyi bir şey vaat etmiyor.

Almanya ve Fransa da bazı meselelerde İngilizleri kullanabilir. Ancak ABD’nin isteği olmadığında, İngiliz borusuna göre dans etmek hiç istemiyorlar.

Rusya ile Batı arasındaki krizin ana faydalanıcıları gibi görünen ülkelerin kaderindeki bu beklenmedik dönüşler, dünya politikasının göründüğünden daha muhafazakâr bir alan olduğunu düşündürüyor.

Her koşulda güvenli bir şekilde ayakta kalmak için, gözleri kör eden bir aktiviteden ziyade, iyi bir itibara ihtiyaç var. Ve bu itibar, içinde ülke içindeki güvenli konumun ilk sırada yer aldığı pek çok faktörden oluşuyor.

Yalnızca bu, aracılık eden gücün kendisi için bir şeyler talep etmeyeceğini ve güçlü muhataplarında gereksiz yükümlülüklerin rahatsız edici hissini yaratmayacağını garanti edebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘Almanya her zamankinden daha kayıp durumda’

Yayınlanma

Eurointelligence‘ın genel yayın yönetmeni ve eski Financial Times yazarı Wolfgang Münchau’ya göre Almanya’nın siyasi görünümü, merkez partilerin koalisyon oluştururken hem sol hem de sağ uçtaki partilerin önemli güç kazanmasıyla derinden kutuplaşmış durumda ve bu uç partiler artık Bundestag oylarının üçte birinden fazlasını kontrol ediyor. CDU/CSU ve SPD arasındaki “büyük koalisyon”, silah harcamaları ve altyapı yatırımları için fon sağlamayı sınırlayan anayasal borç frenini değiştirmek için gereken üçte iki çoğunluğa sahip olmaması gibi büyük zorluklarla karşı karşıya. Sol Parti, özellikle genç seçmenler arasında şaşırtıcı bir yükseliş yaşarken, aşırı sağcı AfD oyların %20,8’ini alarak ana muhalefet partisi haline geldi. Bu siyasi parçalanma, Almanya’yı acil ekonomik zorlukları, savunma taahhütleri ve Avrupa’daki liderlik rolü için net çözümler olmadan bırakıyor; özellikle merkez partiler, anlamlı iktisadi reformun altından kalkabilecek durumda değil.


Almanya merkez siyasetin tuzağında sıkışıp kaldı

Siyasi aşırılıklar zemin kazanıyor

Wolfgang Münchau, Unherd

24 Şubat 2025

CDU henüz zaferini ilan etti, ancak Almanya her zamankinden daha kayıp durumda. İşlevsiz iktisadi modelinden etkisiz ordusuna ve Donald Trump’ın saldırıları karşısında Avrupa’daki liderlik eksikliğine kadar, Federal Cumhuriyet’in acil sorunları Friedrich Merz ve kazanan koalisyonu tarafından çözülmeyecek.

Sonuç hiç de sürpriz olmadı. Olaf Scholz artık resimden çıktı, SPD’si oyların sadece %16,4’ünü alarak tarihinin en kötü seçim yenilgisini yaşadı.

CDU ve Bavyeralı kardeşi CSU biraz daha iyi performans gösterdi. Ancak birlikte aldıkları %28,5 —%30’dan fazla umuyorlardı— onların bir yetki iddia etmelerini zorlaştırıyor. Bu arada, Elon Musk tarafından desteklenen aşırı sağcı parti AfD %20,8 ile ana muhalefet partisi oldu.

CDU/CSU, AfD’ye karşı oluşturduğu güvenlik duvarı göz önüne alındığında, SPD ile koalisyon kurmaktan başka bir alternatife sahip değil. Angela Merkel bu siyasi oluşumla —büyük koalisyon— üç kez hükümet kurdu.

Fakat bunda büyük bir şey yoktu; bu bir başarısızlık koalisyonuydu. Sanayisizleşmenin nedenlerini ele almakta başarısız oldu ve NATO savunma harcama hedeflerini karşılayamadı.

Bunun yerine, Vladimir Putin’e yakınlaştı ve Rusya’dan Baltık Denizi gaz boru hatlarını onayladı. Avro bölgesinin ekonomik krizini çözmeyi başaramadı ve sonunda AfD’nin yükselmesine neden olan göç politikalarını destekledi. Şimdi aynı koalisyon, yeni bir liderlik altında olsa da, yeniden dümende.

Hafta sonundan çıkan en önemli —ve şaşırtıcı— sonuç, Sol Parti’nin güçlü performansı oldu. En ünlü politikacısı Sahra Wagenknecht’in 2023’te ayrılıp BSW’yi kurmasının ardından büyük ölçüde gözden düştüğü düşünülse de, oyların %8,8’ini alarak öne çıktı (Wagenknecht’in %4,97’lik cılız sonucuna kıyasla bir sandalye kazanmaya bile yetmedi).

Bu şimdi AfD ve Sol Parti’nin birlikte Bundestag oylarının üçte birinden fazlasına —pek çok önemli oylama için, özellikle anayasal değişiklikler için engelleyici bir azınlık— sahip olduğu anlamına geliyor.

Bu, küçük partilerin performanslarının, Yeşiller’in bir koalisyon oluşturmak için gerekli olup olmayacağından çok daha önemli olmasının kritik nedeni. Ve bu partiler Merz için gerçek bir sorun oluşturacak.

Bir yandan, yeni Şansölye bu Haziran’daki NATO zirvesine daha yüksek savunma harcamalarına güçlü bir taahhütle gitmek istemişti.

Ve Sol Parti ile AfD’nin birbirlerine karşı diğer her konuda nefret etmelerine rağmen, Merz’e Bundeswehr’i güçlendirmek için para vermeyecekleri konusunda hemfikir oldukları görülüyor. Daha da önemlisi, Merz ve SPD’nin umutsuzca istediği anayasal mali kural reformunu desteklemeyecek olmaları.

Almanya’nın anayasal borç freni, artık uzun süredir geride kalmış olan endüstriyel küreselleşmenin uygun ortamında 2009’da tanıtıldı.

Hükümet borçlanmasını katı bir şekilde sınırlayan kurallar, eğer Almanya savunma ve Ukrayna’ya yardım için daha fazla para harcamak istiyorsa, bunun başka yerlerden tasarruf edilmesi gerektiğini dikte eder.

Ancak siyasi olarak, Ukrayna için ödeme yapmak üzere sosyal harcamalardan tasarruf etmek işe yaramadı.

Son koalisyonun çökmesinin nedenlerinden biri de bu. Ve yeni koalisyon, anayasal değişikliklere gerekli olan üçte iki çoğunluğun hâlâ gerisinde olduğu için, kendini benzer bir ikilemde bulmak üzere.

Sonuç olarak, prensipte borç freninde reformları destekleyen Sol Parti, şimdi Alman parlamentosunda kritik bir güç kullanıyor. Almanya’nın en acil sorunlarını —savunma harcamaları, altyapı yatırımları, dijitalleşme, ekonomik reform— ele alıp almayacağını bilmek istiyorsak, Sol Parti hakkında konuşmadan bunu yapamayız.

Eski Doğu Alman SED’nin ardılı ve birleşmeden bu yana Alman siyasi sahnesinin bir parçası olan parti, 2023’te bitmiş görünüyordu. Hatta geçen yıl ekim ayında bile, Alman parlamentosuna giriş için gerekli olan %5 barajının çok altında, sadece %2,5 oy oranında seyrediyordu.

Fakat ardından, Scholz hükümeti Kasım başında çöktüğünde, Sol Parti, uzun yıllardır ilk kez çekişmesiz bir konferans düzenleyebildi.

Göçe karşı çıkan ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesini kınamayı reddeden Wagenknecht’in ayrılmasıyla, büyük ideolojik tartışmalar da ortadan kalktı. Ve yeni uyumlu toplantıda, parti daha önce tanınmayan Heidi Reichinnek dahil olmak üzere canlı bir yeni liderlik ikilisi seçti.

Bu yıl başlarında, genç politikacı Bundestag’da Merz’in göç politikalarına karşı hemen viral olan bir konuşma yaptı. Ve olağanüstü bir kader dönüşümüyle, Sol Parti gençler için en büyük parti haline geldi; ki bu 2021’de yaşananın tam tersi, o zaman temel desteği çoğunlukla Doğu Alman emeklilerden oluşuyordu.

Partinin başarısı, büyük ölçüde Yeşiller’in Merz ile bir koalisyona açık olma kararının ardından onların aleyhine geldi. Yeşiller, her zaman köktenciler ile realistler arasında bölündüler.

Realistlerin ana cazibesi, seçimlerde daha başarılı olmalarıydı. Ancak artık durum böyle değil. Ekonomi Bakanı Robert Habeck, Merz’in koalisyon ortağı olmak istedi. Ve seçmenlerin prensiplerine bağlı kalan partileri ödüllendirdiği bir çağda, Reichinnek yabancılaşmış tüm sol seçmenleri toplamayı başardı.

Böylece Almanya, arada sıkışan merkez ile sol ve sağ arasında bölünüyor. Bu merkez partileri suçun çoğunu üstlenmeli: İronik bir şekilde, kendilerini aşırı sağdan korumak için kurdukları güvenlik duvarı, aşırı solun yanı sıra sadece onu güçlendirmeye hizmet etti.

Nitekim, AfD lideri Alice Weidel, partisinin önümüzdeki dört yıl içinde CDU/CSU’yu geçeceğini öngörüyor. Bunun gerçekçi olduğunu düşünüyorum. O noktada, merkez partilerinin yönetebilmek için birbirleriyle koalisyon kurmaktan başka seçeneği olmayacak. Üçte iki çoğunluk kaybedilmiş durumda.

Bu arada, merkez basitçe herhangi bir önemli ekonomik fark yaratmak için mali alana sahip değil. Merz’in seçim programı 100 milyar avroluk karşılıksız vaatler içeriyordu.

Bu, önceki hükümetlerin taahhüt ettiği harcama vaatlerindeki 600 milyar avroluk açığa ek olarak geliyor. Borç freni olmadan, mali durumu Fransa’nınkiyle aynı olurdu.

Almanya mali freni anayasadan nasıl çıkarabilir? Üç olasılık var. Merz olağanüstü hal ilan edebilir. Bunun geçmesi için basit bir oy çoğunluğu gerekiyor. Ancak bunun uygulanması için katı koşullar var ve bir hükümetin daha yüksek savunma harcamalarını haklı çıkarmak için mali olağanüstü hal ilan ettiğini hayal etmek zor. Başka bir seçenek, belirli bir amaç için tasarlanmış bütçe dışı bir araç oluşturulması.

Bu geçmişte oldu: Net sıfır yatırımlarını ödemek için 150 milyar avroluk iklim ve geçiş fonu için aktive edildi ve geçmesi için üçte iki çoğunluk gerekecektir. Son seçenek ise anayasal borç freni reformu; ki bu da Sol Parti’nin oylarını gerektiren uzun bir prosedür.

Almanya’nın mevcut durumuna açık bir çözüm yok. Borç freni reformunu tamamen dışlamam, ancak küçük olacak ve altyapı yatırımlarını korumakla sınırlı kalacaktır.

Bu arada, Sol Parti, özellikle savunma konusunda işleri zorlaştıracak. Hükümet elbette refah için daha az harcama yapabilir, ancak bu konuda siyasi anlaşma bulmakta zorlanacaklar.

Fakat yapamayacakları şey, iklim ve geçiş fonunu savunma için yeniden yönlendirmektir. Bu da üçte iki çoğunluk gerektirecektir.

İşte modern Almanya’nın sorun burada. AB’yi rahatsız eden aynı sorun. Bir şey yapmak için çoğunluğa ihtiyacınız var. Bunun statükoyu koruması ve gereksiz değişimi önlemesi gerekiyor. Ancak değişim gerektiğinde, yıkıcı bir tıkanıklık yaratıyor.

Dar görüşlü merkeziyetçilerin bir başka koalisyonu ekonominin düşüşünü durdurabilir, liderlik başarısızlığını düzeltebilir ve ulusu zararlı siyasi tuzağından kurtarabilir mi? Cevabı bildiğimizi düşünüyorum.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English