Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Economist: Temiz enerji, yeni emtia süper güçlerini ortaya çıkaracak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Petrol ve doğalgazın tüketim payının düşürülmesini amaçlayan “yeşil dönüşüm”, hidrokarbon ihracatçısı ülkeler için kötü haberdi. Bu dönüşüm, aynı zamanda elektrik üretiminde ve depolamasında kullanılan nadir toprak elementlerini daha da kıymetli hale getiriyor. Geçen yüzyılda petrol ve doğalgazın yükselmesiyle başına talih kuşu konanlar olmuştu. Önümüzdeki süreçte de lityum, kobalt, bakır ve alüminyum gibi madenleri elde edenler kazançlı çıkacak. Ancak bazı engeller de mevcut.


Temiz enerjiye geçiş yeni emtia süper güçlerini ortaya çıkaracak

The Economist — 26 Şubat 2023

Kimin kazanıp kimin kaybettiğine bakıyoruz

Rusya, şubat ayının ortalarında bariz biçimde kızılımsı tona sahip bir devrimin eşiğinde gibiydi. Oligark Alişer Usmanov, Sibirya’da bütün bir dağın tepesini kaldırmayı gerektiren bir bakır madeni olan Udokan’ı geliştiriyordu. Arktik tundradaki madencilik şirketi; kendi limanına, buzkıranına ve yüzen nükleer santraline ihtiyaç duyacak kadar uzakta olan rakip maden Kaz Minerals, Baymskaya’yı kurmak için gereken parayı toplamıştı. Projeler yüksek maliyetleri nedeniyle yıllardır bekletiliyordu. Ancak şebekelerden türbinlere kadar her şeyde kullanılan bakıra olan talebin artacağı beklentisi, kumral metalin fiyatlarını yükselterek madenleri geliştirilebilir hale getirdi.

Şimdi bakırın fiyatı daha da yüksek. Fakat projelerin başı dertte. İçeridekiler, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra Batı tarafından bloke edilen hayati yabancı ekipmanlar konusunda sıkıntı çektiklerini ve kara listeye alınan Rus bankalarından bekledikleri bütçeleri alamadıklarını söylüyorlar. Usmanov da yaptırımlarla karşı karşıya. Udokan’dan bir sözcü, “İş sürekliliğini sağlamak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz” diyor. Fakat maden, planlandığı gibi bu yıl üretime başlasa bile ürettiğini kimin satın alacağı belli değil. Yabancılar, hatta Çinliler bile Rusya’nın ürettiklerinden kaçıyor.

Dünya fosil yakıtlardan kurtuldukça daha temiz enerji kaynaklarına yönelmek zorunda. Resmi tahmin kuruluşu olan Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), dünyanın 2050 yılına kadar sıfır karbon olma yolunda ilerlemesi halinde 2020 yılında elektrik üretiminin yüzde 9’unu oluşturan rüzgâr ve güneş enerjisinin 2050 yılına kadar yüzde 70’e gelebileceğini öngörüyor. Bu da elektrikli araçlardan yenilenebilir enerjilere kadar her şeyin temelini oluşturan teknolojiler için hayati önem taşıyan kobalt, bakır ve nikel gibi metaller için talebin artacağı anlamına geliyor; IEA, bu tür çevre dostu metallerin pazar payının 2030 yılına kadar neredeyse yedi kat artacağı hesabını yapıyor. Fosil yakıt rezervleri gibi bu emtialar da eşit olmayan bir şekilde dağılmış durumda [Bkz. 1. grafik]. Bazı ülkelerde hiç yok. Diğerleri ise geniş yataklara sahip.

Metallere hücum edilmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kral Kömür’ü deviren petrol ve doğalgaz gümbürtüsü kadar büyük olmayacak. Ama geçmişle bazı benzerlikler var. 1940 ve 1970 yılları arasında zengin ülkelerin enerji arzında hidrokarbonların payı yüzde 26’dan yaklaşık yüzde 70’e yükseldi. Ortadoğu’da bir zamanlar marjinal olan ekonomiler, aşırı zengin petrol devletlerine dönüştü. 1970 ve 1980 yılları arasında Katar ve Suudi Arabistan’da kişi başına düşen gayrisafi milli hasıla sırasıyla 12 ve 18 kat arttı. Bedevi köyleri yükselen kentler haline geldi, balıkçı yelkenlileri yerlerini süper tankerlere ve lüks yatlara bıraktı.

Bu kez geçiş, “yeşil emtia süper güçleri” adını verdiğimiz ülkelere rüzgâr getirecek. Birçoğu yoksul ekonomiler ve otokrasilerden oluşan bu kulübün 2040 yılına kadar enerjiyle alakalı metallerden yıllık 1,2 trilyon dolardan fazla gelir elde edebileceğini hesaplıyoruz.

Ancak bu fırsat, riskleri de beraberinde getiriyor. Rusya’daki sorunlu madencilik projelerinin de gösterdiği üzere büyük yatırımlar yerel koşulların ve jeopolitiğin kurbanı olabilir. Büyük rantlar iç piyasaları ve siyasi kurumları erozyona uğratabilir; elektrodolarla zenginleşen otokratlar sınırlarının ötesinde fesat çıkarabilir. Ticaret firması Trafigura’dan Saad Rahim, temiz yakıtlara geçişin “enerji geçişinden ziyade emtia geçişi” olduğunu söylüyor. Bu çalkantılı bir geçiş olacak.

Yeşil yükselme, uzun vadeli olarak yüksek emtia fiyatları dönemleri olarak bilinen bir başka “süper döngü” anlamına gelmiyor. Bu yüzyılın başlarında yaşanan bu türden son döngü, Çin’deki hızlı kentleşme ve sanayileşmeyle beslenmişti. Kaymak zengini iki ekonomi olan Brezilya ve Rusya’nın toplam reel GSYH’si 2000 ile 2014 yılları arasında üçte iki oranında büyüdü. Fakat bu yükseliş, büyük ölçüde tek başına Çin’den kaynaklandı. Ülkenin liderleri daha az fabrika ve konut inşa etmeye karar verince emtia devleri bundan zarar gördü. Buna rağmen yeşil dönüşüm, tek bir hükümetin değil birçok hükümetin kararlarından kaynaklanıyor. Ve dünyayı karbondan arındırmak muhtemelen on yıllar alacak.

Bir diğer büyük nüans da talep edilen malzemelerde yatıyor. Çin’in savurganlığı kömür, demir ve çelik yığınlarını tüketti. Yeşil yükseliş ise daha niş olan demir dışı metallere odaklanıyor. Bugün 600 milyar dolar olan toplam yıllık gelirleri, Çin’in tercih ettiği dökme malzemelerin sadece beşte birine denk geliyor. Önümüzde daha geniş bir büyüme olabilir.

Yeşil geçişten hangi emtia üreticilerinin kazançlı çıkacağı ve/veya kaybedeceğini anlamak için 2100 yılına kadar küresel ısınmanın 2 derecenin altında kalacağını varsayarak, 2040 yılında on “enerjiyle alakalı” emtianın kullanımı için basit bir senaryo oluşturuyoruz. Çeşitli endüstri kaynaklarından elde edilen verilere dayanarak elektriğe dayalı bir ekonomi inşa etmede kritik öneme sahip üç fosil yakıta [petrol, doğalgaz, kömür] ve yedi metale [alüminyum, kobalt, bakır, lityum, nikel, gümüş ve çinko] talep ve gelir öngörüyoruz. Fiyatların bugünkü yüksek seviyelerde kalacağını ve bunun da madencileri kullanılmayan yatakları işletmeye teşvik edeceğini ve üreticilerin 2040 yılındaki pazar payının bilinen rezervlerdeki payına paralel olduğunu varsayıyoruz.

Bulgularımız, dünyanın 2040 yılında enerjiyle alakalı kaynaklara bugünkünden daha az bağımlı olacağını gösteriyor; bunun en büyük nedeni geleceğin kaynakları olan rüzgâr ve güneş ışığının bedava olması. On emtiadan oluşan sepetimize yapılan toplam harcama, 2021’de küresel GSYH’nin yüzde 5,8’inden yüzde 3,4’üne düşüyor. Fosil yakıtlara yapılan harcamalar, küresel GSYH’ye oranla yarı yarıya düşüyor [ve doğalgaz olmasaydı daha da azalacaktı]. Yeşil metallerden elde edilen gelir daha düşük kalsa da GSYH’nin yüzde 0,5’inden yüzde 0,7’sine yükseliyor. Mutlak koşullarda neredeyse üç katına çıkıyor.

Enerjiyle alakalı emtiaların büyük üreticilerinin sayısı zaman içinde azalıyor; 2021’de bu rakamın 58 olması, 48’inin GSYH’lerinin yüzde 5’inden fazlasına denk gelen satışları cebe indirmesi anlamına geliyor [Bkz. 2. grafik]. Toplam harcamaların yarısından fazlası otokrasilere gidiyor.

Üreticileri, enerji ile alakalı on emtiadan elde ettikleri gelirlerde bugün ile 2040 arasında beklenen değişme göre üç grupta toplayabilirsiniz. İlk grup kazananlardan, yani yeşil süper güçlerden oluşuyor. Bu elektriğe bel bağlayan ülkeler, bazı müreffeh demokrasileri de içeriyor. Avustralya, örneğimizde yer alan her metalin hazinesine sahip. Şili, dünya lityum rezervlerinin yüzde 42’sine ve çoğu Atama çölünde bulunan bakır yataklarının dörtte birine ev sahipliği yapıyor. Diğerleri ise otokrasi. Kongo küresel kobalt rezervlerinin yüzde 46’sına sahip [ve bugün dünya üretiminin yüzde 70’ini karşılıyor]. Çin; alüminyum, bakır ve lityuma ev sahipliği yapıyor. Asya ve Latin Amerika’daki daha yoksul demokrasiler de turnayı gözünden vurabilir. Endonezya nikel dağlarının üzerine kurulu. Peru, dünyadaki gümüşün neredeyse dörtte birine sahip.

İkinci sepet, gelirleri sabit kalan ya da az düşen ülkeleri kapsıyor. İran, Irak ve Suudi Arabistan dahil Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) gideri az olan üyelerini ve Rusya’yı içeriyor. Petrol gelirleri azalsa da bugün yüzde 45 olan payları 2040 yılında yüzde 57’ye çıkacak. Amerika, Brezilya ve Kanada gibi diğer ülkeler fosil yakıt gelirlerini kaybetseler de geniş maden yataklarından faydalanabiliyorlar.

En çok kaybedenler gideri çok petrol ülkeleri. Kuzey Afrika [Cezayir ve Mısır], Sahraaltı Afrika [Angola ve Nijerya] ve Avrupa’daki [Britanya ve Norveç] pek çok petrol zengini ülke, gelirlerinin azaldığına şahit oluyor. Güney Sudan, Timor Leste ve Trinidad gibi küçük ülkeler de ağır darbe aldı. Bu sancı bazı Körfez ülkelerini de es geçmiyor; örneğin Bahreyn ve Katar’ın elde ettiği gelirler beşte bir ya da daha fazla azalıyor.

Yeni emtia süper güçlerinin ortaya çıkmasını ne engelleyebilir? Kilit unsur sermaye harcamaları. IEA’in tahminlerine göre geçen on yıl içinde faaliyete geçen büyük madenlerin inşası ortalama 16 yıl sürdü. Sektörün 2040 yılına kadar artan talebi karşılayabilmesi için yeni projelere şimdiden yatırım yapması gerekiyor. Gereken meblağlar büyük. Danışmanlık şirketi Wood Mackenzie’den Julian Kettle, 2040 yılına kadar yeşil metal arama ve üretimi (E&P) için 2 trilyon dolar harcanması gerektiğini düşünüyor. Son projeler, sadece bakır ve nikel çıkarmanın bile 2030’dan önce 250 ila 350 milyar dolar sermaye harcaması (capex) gerektireceğini gösteriyor.

Gazı köklemek

Harcamaların bir kısmı gerçekleşiyor. Maden üreticisi Anglo American, bakır üretimini 2030 yılına kadar yüzde 50 il 60 oranında artırmayı hedefliyor. Patronu Mark Cutifani, “Üzerimize düşeni yapacağız” diyor. Diğerlerinin çoğu bunu yapmayacak. 2010’ların ortasındaki emtia çöküşünden etkilenen madencilik devleri yatırımlarını azalttı. Yatırım bankası Liberum Capital, yıllık bakır üretim ve yatırım harcamalarının 2014’ten bu yana yarı yarıya azalarak 14 milyar dolara düştüğünü hesaplıyor. Fiyatlar yükseldikçe kârlar da artıyor. Fakat nakit yeniden dağıtılmak yerine yatırımcılara geri veriliyor. Girişim sermayesi şirketi Pala Investments’tan Stephen Gill, “Arz büyümesi neredeyse ayıp bir laf haline geldi” diyor.

Haddinden fazla harcama yapan sadece Çin var. Kongo’nun kobalt kuşağındaki Kolwezi’de yalınayak çocuklar tüm yabancıları “ni hao” diye seslenerek karşılıyor. Çinli gruplar, büyük ticari yatakların çoğunu ele geçirmiş halde; zanaatkar bir madenci olan Albert Abel, küçük madenlerin çoğunu da satın almalarından şikayetçi. Maceracı bir İsviçreli tüccar olan Glencore, ayağı yere basan tek Batılı firma. Çinli madenciler, Endonezya’da nikel çıkarmak için yağmur ormanlarını yok ediyor.

Yatırım harcamaları azlığı üç iç karartıcı sorunun neticesi: Sektörün sınırlı gücü, azalan yatırım getirileri ve artan siyasi risk. Sınırlı güç ile başlayalım. Madencilerin yirmi yıl boyunca harcaması gereken miktar, tipik bir petrol yatırım harcamasının sadece dört yılına eşdeğer olsa da nispeten küçük olan sektörün kapasitesinin ötesinde görünüyor. Büyük madenciler bile tek seferde sadece bir büyük projeyi finanse edebilir.

Bu durum, genelde büyük şirketleri temkinli olan halka açık piyasa yatırımcılarının ötesindeki sermaye sağlayıcılarından yararlanılarak çözülebilir. Bunlar arasında kıt mineralleri kullanan dikey entegre üreticiler de yer alabilir. Elektrikli otomobil üreticisi Tesla, Avustralya, Minnesota ve Yeni Kaledonya’daki madenlerin gelecekteki nikel üretimini satın alma sözü verdi. Özel sermaye şirketleri ve arzı güvence altına almakla görevli devlet destekli milli şampiyonlar da iştirak edebilir.

İkinci sorun ise maden yataklarının kalitesinin giderek kötüleşmesi. Udokan, bakır muhtevasının kayanın yüzde 1’inin üzerinde olan son potansiyel maden olduğunu söylüyor. Şili bakırının ortalama tenörü son 15 yılda yüzde 30 düşerek yüzde 0,7’ye geriledi. Düşük tenörler çıkarma ve işleme maliyetlerini [ve karbon emisyonlarını] artırıyor. Cutifani, “Bugün aynı kilo bakırı üretmek için 100 yıl öncesine göre 16 kat daha fazla enerji kullanıyoruz” diyor.

Burada inovasyon yardımcı olabilir. Geçen yıl bir başka maden şirketi BHP ve Norveç’in devlet destekli enerji şirketi Equinor, yeni yatakları bulmak için 20 milyon sayfalık devlet ve akademi arşivlerini tarayan bir yapay zekâ girişimine yatırım yaptı. Teknolojik atılımlar zamanla deniz tabanını keşfetmeyi kârlı hale bile getirebilir. Dünyanın 67 bin kilometre uzunluğundaki okyanus ortası sırtları fazla miktarda bakır, kobalt ve diğer mineralleri içeriyor. Bu da elektriğe dayalı ülkelere kazanç sağlayabilir: Fiji [yüzde 8] ve Norveç [yüzde 5,5] bu sırtlar üzerinde en fazla ekonomik hakka sahip ülkeler.

Ama inovasyon gelecekteki kârları da daha az net hale getiriyor. Madencilerin yatırım yapmak için ihtiyaç duydukları kalıcı yüksek fiyatlar, büyük alıcıları da en değerli metallere alternatifler aramaya teşvik eder. Tesla’nın pilleri yüzde 5’ten daha az kobalt içeriyor, bu oran yalnızca birkaç yıl önce üçte birdi. İnovasyon geri dönüşümü de kolaylaştırabilir. IEA, 2040 yılına kadar eski bataryalardan kobalt çıkarmanın toplam talebin yüzde 12’sini karşılamaya yardımcı olabileceğini düşünüyor.

Maden kavgaları

Belki de yatırımın önündeki en büyük riskin kaynağı siyaset. Maden çılgınlığı bazı yoksul ekonomileri bir gecede zengin edebilir. Hidrokarbonun başlara kondurduğu talih kuşu dahil yüzyıllardır var olan emtia patlamalarının öyküsü, bu kaynak nimetinin aynı zamanda bir lanet olabileceğini ve bunun da daha fazla yatırımı caydırabileceğini gösteriyor.

Devasa petrol rantları pek çok ülkeyi istikrarsızlaştırdı. Rakip gruplar zenginliği kontrol etmek için birbiriyle yarışıyor, eşitsizliği ve çekişmeyi körüklüyor. Büyük dolar girdileri yerel para birimlerini yükseltirken ihracatçıları eziyor. Yükseliş dönemlerindeki borç patlamaları, döngü tersine döndüğünde mali krizleri tetikliyor. Öfkeli halklar iç siyaseti daha da kırılgan hale getiriyor. Nijerya’yı ele alalım. 1965 yılında kakaodan kalaya kadar on farklı emtia ihraç ediyordu. Yirmi yıllık petrol keşiflerinin ardından petrol, ticari mal ihracatının yüzde 97’sini oluşturdu ve bu da siyasi istikrarsızlığı körükledi.

Şu anki endişe tarihin tekerrür etmesi. Bazı elektriğe dayalı ülkeler, talih kuşunu yönetmek için yetersiz donanıma sahip. Veri sağlayıcısı Global SWF’ye göre dünyadaki 96 emtia bağlantılı ulusal varlık fonunun çoğunluğu fosil yakıt satışlarıyla besleniyor; sadece yedi yeşil metal ihracatçısı kara gün fonu kuruldu. Bu fonlara büyük ihtiyaç duyulmasına rağmen metallere yapılan harcamaların çoğunun 2050 yılına kadar gerçekleşmesi bekleniyor, bu tarihten sonra talep alçalacak ve ihracatçılar daha zayıf olacağı dönemlerle karşı karşıya kalabilir.

İkramiye beklentisi bile devletleri firmalardan daha fazla rant elde etmeye teşvik edebilir. Bazı gerilimler şimdiden ortaya çıkmaya başladı. Dünyanın en büyük ikinci maden üreticisi Rio Tinto, Moğolistan’da uzun süredir askıda olan bir projeyi ancak hükümete verdiği 2,4 milyar dolarlık borcu silmeyi kabul ettikten sonra yeniden başlatabildi. Ocak ayında Sırbistan, büyük bir lityum madeni planına yönelik protestoların ardından firmanın arama izinlerini geri çekti. Peru’nun yeni solcu devlet başkanı vergileri artırmayı düşünüyor; en büyük bakır madenlerinden biri, kârdan pay talep eden yerel halk tarafından haftalarca abluka altında tutuldu. Şili yeni bir anayasa üzerinde çalışırken bakır ve lityumu kamulaştırmayı tartışıyor.

Bu istikrarsız ortam, yabancı firmaların kumar oynamaya değer bulması için metallerin daha da pahalanması gerekebileceğini gösteriyor. Şimdiye kadarki fiyat artışları bazı Batılı maden üreticilerini bir zamanlar keşfedilemeyecek kadar tehlikeli görülen sınırlara yöneltti bile. Kanadalı Barrick Gold, 20 Mart’ta Pakistan’ın İran ve Afganistan sınırındaki bir bakır madenine 10 milyar dolar yatırım yapmak üzere sözleşme imzaladı. BHP, Tanzanya’daki yatırımıyla Afrika’ya geri dönüyor.

Ama fiyatlar hala yeterince yüksek olmayabilir. Geçen yıl Glencore’un patronu Ivan Glasenberg, yeni arzı gerçekten teşvik etmek için bakırın tonunun bugünkü rekor seviye olan 10 bin dolardan 15 bin dolara çıkması gerekebileceğini söylemişti. Ancak fiyatlar ne kadar yükselirse, talebi azaltma ya da yerel politikaları daha da istikrarsız hale getirme riski de o kadar artar. Her iki durum da yatırımların tekrar durmasına neden olabilir.

Pek çok yeşil dev, iklim felaketini önlemeye yardımcı olabileceklerinin farkında. Şili’nin eski enerji bakanlarından Juan Carlos Jobet, “Madenciliği durdurursak emisyonları azaltamayız” diyor. Fakat süper güçlerinin farkına varmak için laneti bozmaları gerekecek.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English