Bizi Takip Edin

Görüş

EV pazarındaki hesaplaşmalar ve BYD yatırımı

Avatar photo

Yayınlanma

Bir elektrikli arabanın bileşenlerini analiz etmeye kalktığınızda bugün teknoloji savaşına konu olan ürün ve hizmetlerin önemli bir bölümüyle karşılaşırsınız ki onlar bataryalar, çipler, yazılımlar, robotlar hatta bu gereçleri üretebilmek için gerekli olan endüstriyel madenlerin pek çoğudur… Hal böyle olunca elbette ki teknolojik rekabetin en sıcak noktasını işte bu elektrikli ve hibrit araçlar oluşturmaktadır.

Tarife savaşı, ayrışmayı başlattı ancak Çin bağımlılığını düşürmedi!

ABD, Bretton Woods sisteminin çöküşünün ardından, savunma ve teknolojideki üstünlüğünü küreselleşme kavramıyla dünyaya açarak, neoliberal dünyanın nimetlerinden sonsuza kadar yararlanacağını varsayıyordu. Ancak bu  “ceteris paribus” varsayım, gerçek dünyanın karmaşık nedensellik ilişkilerini ve dönüşümü kavrayamadı..

Ters nedensellik ilişkisi gerçek hayatta sıklıkla olagelen bir durum, örneğin dünyanın en kalabalık ve dolayısıyla ucuz iş gücüne sahip olan ülkesinin hep aynı büyüme dinamiğinde kalacağı öngörüsünü çürütebilir… Ayrıca küresel ısınma ve teknolojinin hızla dönüşmesi kavramları yine o meşhur ceteris paribus kavramına ihanet edecektir.

Dolayısıyla ABD ve Çin ayrışmasının temelindeki arguman teknolojik dönüşümde Çin’in öngörülemeyen başarısıdır ki bu da birazdan anlatacağım biçimde hegemon güçlerin yer değiştirmesi kavramını ortaya koyabilir.

ABD’de Biden’ın Çinli elektrikli araçlara yüzde 100 vergi koyması çok ciddi tartışmalara yol açmış hatta Biden, bu hamlesiyle Trump’a benzetilmişti. Bu arada Biden hükümetinin CHIP ve Enflasyonu düşürme yasası gibi sübvansiyonlarla ülkedeki EV yapımını ve yeşil dönüşümü desteklediği, ilave tarifeleri çipler ve diğer dönüşüm materyallerine de getirerek, DTÖ kurallarına aykırı hareket ettiği biliniyor. Hatta bu tutumu dijital merkantilizm olarak kabul etmek abartılı olmaz. Diğer taraftan Çin’e karşı ilk ticari savaşın  bir önceki dönemde Trump, tarafından başlatılmış olması ve kasım ayındaki seçimlerde de Cumhuriyetçilerin resmi adayı ilan edilen Trump’ın yeniden iktidara gelmesi, suikast girişiminin ardından iyice kuvvetlenmiş gözüküyor.

ABD’nin başlattığı bu ayrışmanın zincirleme etkileri AB başta olmak üzere Batı bloğuna yakın olan bölgelerde devam etti. AB tarafında da başlatılan soruşturma neticesinde elektrikli arabalara ilave tarifeler getirildi. İngiltere ve kritik minareller bakımından zengin Kanada da ilave tarife koyma hazırlığında…

Çin’in ise bu küresel karşıtı politikalara karşın üst düzey görevlilerinden kınama ve DTÖ’nde açılmış birkaç dava dışında sesini çok yükseltmediği biliniyor. Peki, bu Çin bağımlılığının sona erdiği manasına mı geliyor?

Grafik 1:  Ortak ülkeye göre ABD’nin tarifeli ürün ithalatındaki değişim, 2017-2022*

Çin’e ABD tarafından konulan ilave tarifeler,  ithalattaki düşüşü beraberinde getirerek, bir ayrışma yaratmakta ve fakat aynı orana yakın düzeyde farklı ülkelerden ithalat artışlarını beraberinde getirmekte. İşin özünde ise Çin’in işte bu ülkelerdeki doğrudan yatırımları aslında yeni tedarik zincirleri vasıtasıyla bağımlılığı yaygınlaştırarak, daha da büyütüyor!

Dünyada elektrikli arabaların yarıdan fazlası Çin tarafından üretiliyor. Uluslararası Enerji Ajansı, bu yıl Çin’de 10,1 milyon, Avrupa’da 3,4 milyon, ABD’de 1,7 milyon EV satılacağını öngörüyor. Dünyanın kalanında ise bu rakam 1,5 milyonun altında gerçekleşecek.

Grafik 2: Elektrikli araba satışları

Çin’de elektrikli araç üreticilerinin küresel çapta artan hamlesi, Xi’nin gelişmekte olan ülkelerle siyasi ve ekonomik bağları Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla güçlendirme stratejisinin bir parçası olarak görülüyor. Son yıllarda Çin’in gelişmekte olan pazarlara yaptığı ihracatın değeri, gelişmiş ekonomilere yaptığı ihracatı geride bıraktı. Bu durum da aslında NATO’da bile neden Çin’in hedef alındığının açık kanıtı niteliğinde. Zira müesses nizamın en kilit durumu olan küresel ticarette eksen kayması başladı.

BYD’nin öyküsü ilham verici

Eski bir metalurji profesörü olan Wang Chuanfu, BYD’yi  1995 yılında kurduğunda cep telefonu bataryası üretimi yaparak işe başlamıştı. Shenzhen merkezli şirket, on yıl sonra Tesla’nın tacını ele geçirecek kadar büyük bir pazar payına sahip olmayı başardı.

Çin’de pek çok marka altında elektrikli otomobil üreticisi var ancak BYD’yi diğerlerinden ayıran iki temel özellik var: İlki geniş ve tamamlayıcı üretim kapasitesiyle bir enerji ekosistemi yolunda ilerleyişi. İkincisiyse gelişen ülkelere yapılan büyük yatırımlarla küresel ve stratejik bir marka ve tedarik zinciriyle hegemon üretici olma hedefi…

BYD’nin hızlı büyümesi, Çin’in dünyanın temiz teknoloji süper gücü olarak yükselişinin önemli bir parçası olmuştur. Çinli şirketler, elektrikli araçlar ve piller ile rüzgar ve güneş enerjisi için hayati önem taşıyan kaynaklar, üretim ve teknolojiler için tedarik zincirlerine hakimdir.

BYD, üç kıtada en az altı ülkede madenlerde hisse sahibidir ve bu da pilleri için hayati önem taşıyan lityuma uzun vadeli erişimi garanti eder. Çinli grup kendi bilgisayar çiplerini üretir, yeni fabrikalar inşa etmek için kendi inşaat yan kuruluşuna sahiptir ve giderek daha sofistike hale gelen araçlar ve enerji sistemleri için kendi yazılımını geliştirir. Hatta bunları taşımak için gemi filoları bile inşa eder.

Dünyanın en büyük EV pil üreticisi olan vatandaşı CATL’nin yanında, BYD’nin pilleri Japon, Güney Koreli ve Avrupalı ​​rakiplerinin ürettiklerine kıyasla büyük bir maliyet avantajına sahiptir. Diğer taraftan ARGE araştırmaları sayesinde sodyumla çalışan pillerin de test edilmeye başlandığı biliniyor.

Türkiye’ye BYD yatırımı neden önemli?

İki ülke arasındaki mevcut ticari görünüm ve yatırımları değerlendirecek olursam; Çin-Türkiye Ticaret Odası verilerine göre, 2023 yılında ticaret hacmi 48,3 milyar dolar ancak bunun sadece 3 milyarı ülkeye ihracat, 45 milyar doları ise ülkeden ithalat olduğundan dünyada pek çok ülkede olduğu gibi aleyhimizedir. Bakan Fidan’ın Çin ziyareti sırasındaki temaslarda;  ülkeye tarım ürünleri ihracatının yeniden değerlendirileceği ifade edilmişti.  Çinli şirketlerin Türkiye’ye yaptığı doğrudan yatırımlar son beş yılda yüzde 30’un üzerinde bir artışla 2 milyar doları aşmıştır. Bu yatırımlar özellikle enerji, altyapı ve imalat sektörlerinde gerçekleşmiştir. Bu konuda Bakanı Hakan Fidan tarafından teknoloji yatırımlarının Türkiye’de yapılması çağrısında bulunulmuştur. Orta Koridor’un ve Kalkınma Yolu Projesi’nin Çin’in Kuşak Yol’una entegrasyonu değerlendirilmiştir. Turizm konusunda da işbirliğinin artırılması konusunda net adım atılmış; Kültür ve Turizm Bakanı Sun Yeli, ülkemizi ziyaret etmiş ve “Turizm İş Birliği Mutabakat Zaptı” imzalanmıştır.

Ardından AB’den bile önce olarak Çin’den gelen tüm tipteki araçlara yüzde 40 düzeyinde bir ilave tarife konulduğuna şahit olduk. Yine devamında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ŞİÖ zirvesine katılımının hemen ardından yayınlanan bir kararla YTB kapsamındaki markaların bu tarifeden hariç tutulduğunu gördük ki esasında bu durum bir yıl öncesinden anlaşmaya varıldığı üzere BYD’nin Türkiye’ye yapacağı fabrika ve ARGE merkezi yatırımının da sinyalini verecekti.

1 milyar dolar ve yıllık 150 bin araç kapasiteli olduğu ifade edilen yatırımda 5000 kişilik bir istihdam sağlanacağı bilgisi bazı tartışmaların da yolunu açtı. Otomotiv sektöründeki rekabeti bozacağı ve 5000 kişilik istihdamın yeterli olmayacağı gibi konular gündeme taşındı.

Bu konulara değinmeden önce ülkemizdeki otomotiv sektörünün genel yapısına bakılacak olursa; Türkiye yılda yaklaşık 1,5 milyon adet otomotiv üretimiyle dünyanın önemli üretim merkezlerinden biridir. Diğer taraftan ülkemizde satılan araçların yüzde 68’i ithal (üstelik kendi markamız TOGG’un yükselişine rağmen) ve ODD ocak-nisan verilerine göre sadece yüzde 23’ünün hibrit ve elektrikli motorlu araçlardan oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla 1 milyar dolar düzeyindeki bu yatırım hem ithal pazarını daraltmak hem de tedarik zinciri olma avantajını elde etmek açısından önemli bir avantaj sağlamaktadır.

Ancak bana göre tüm bunlardan daha önemli ve uzun dönemli bir avantajı vardır ki o da kurulacak ARGE merkeziyle beraber, dünyanın en gelişmiş enerji ekosistemi ve tedarik zincirine sahip markasından ülkemize gelecek know how.

Kendi markamız TOGG ve olası yeni markalar açısından bu bilgi paylaşımının haksız bir rekabet değil bilhassa gelişime ışık tutucu bir özelliği olduğunu düşünüyorum.

Kalkınma hamlelerini gerçekleştirebilmek için günümüz konjonktüründe bilgiye dayalı ve verimliliği arttırıcı yatırımlara ihtiyaç varken, değişen ticaret rotalarında oyun kurucu olabilmek içinse düşük kura değil, ileri teknoloji işbirlikleri sürdürülebilir bir yöntem olarak karşımıza çıkar. Bu nedenlerle BYD yatırımını kıymetli buluyor, bölgeden benzer yatırımların gelmesini temenni ediyorum.

*Grafik kaynak: https://cepr.org/voxeu/columns/us-china-decoupling-rhetoric-and-reality

Görüş

İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

20 Haziran itibarıyla İsrail ile İran arasındaki karşılıklı hava saldırıları ikinci haftasına girdi ve her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Saldırıların şiddeti artıyor ve kısa vadede bir ateşkes umudu görünmüyor. Dahası, ABD açıkça İsrail’e destek vererek İran’ın füzelerini ve İHA’larını engelledi ve İran’a karşı doğrudan askeri müdahaleye hazırlanıyor. Başkan Trump, yalnızca İran’ı “tam teslim olmaya” zorlamakla kalmadı, aynı zamanda üç uçak gemisi filosunu Orta Doğu’ya göndererek İsrail-İran çatışmasını ikiye bir hâline getirme ihtimalini doğurdu ve Yugoslavya Savaşı benzeri bir senaryo—uzun süreli ve yoğun hava saldırılarıyla düşmanı yenme—ortaya çıkabilir.

Basra Körfezi, dünya petrol rezervlerinin kritik noktasıdır ve İran’ın hedef alınan başlıca noktaları nükleer tesislerdir. Bu durum, küresel petrol ve doğalgaz arzında kesinti riski yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda nükleer sızıntı ve yayılma riski de doğuruyor. Bu çatışma, bölgesel savaşlardan daha endişe verici ve dünya güvenliğini daha fazla etkiliyor. Askerî ve diplomatik ayrıntıların ötesinde, İsrail-İran karşılaşmasının haklılık ve haksızlık boyutlarını büyük tarih perspektifinden değerlendirmek gerekiyor.  Bu, kırk yılı aşkın süredir devam eden düşmanlığın ardından gelen son hesaplaşmayı işaret ediyor; yıllarca süren karşılıklı hakaretler, tehditler ve vekâlet savaşlarının sona erdiği bir nokta. Şimdi her iki ülke de doğrudan, yüksek yoğunluklu bir düelloya giriyor.

Öncelikle, İsrail’in ilk saldırgan taraf olması meşruiyetten ve adaletten yoksundur ve bu nedenle uluslararası kamuoyundan yoğun tepki görmektedir. Birleşmiş Milletler üyesi bir ülkenin, sadece İran’ın nükleer silaha yaklaşabileceği kuşkusuyla diğer bir BM üyesine savaş ilanı olmaksızın saldırması, açıkça uluslararası hukuku ve BM Anayasası’nı ihlal etmektedir. Bu, egemen bir devlete doğrudan saldırı, İran halkının temel insan haklarının çiğnenmesi ve modern hukuk düzenine karşı pervasız bir meydan okumadır.

Bu, İsrail’in başka egemen devletleri ihlal ettiği ilk örnek değildir. 1956’da İngiltere ve Fransa ile Süveyş Krizi’ni başlatmış, 1967’de Mısır, Suriye ve Ürdün’e önleyici saldırılar düzenleyip topraklar işgal etmiştir. 1981’de Irak’ın nükleer tesislerini bombalamış, 2007’de Suriye’deki reaktörü yok etmiştir. 2009–2012 arasında defalarca Sudan’da hedefler vurmuştur. İsrail, küçük toprak ve stratejik kırılganlık gerekçesiyle genellikle ilk saldırıyı yaparak askeri üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. Ancak bu yaklaşım, ülkesini adeta bir askeri devlet hâline getirmiştir.

Kuşkusuz, İsrail bu Arap ülkeleriyle düşmanlık veya ateşkes halindeydi ve bu ülkelerin hükümetleri İsrail’e düşmanlık besliyordu. Bazılarının savaş hazırlığı içinde olduğu da mümkündür. Ancak İsrail, mutlak askeri üstünlüğünü korumak ve kendi güvenliğini sağlamak için önleyici saldırılar düzenlemenin gerekçesi olarak sürekli olarak küçük toprakları, stratejik derinliğinin olmaması ve düşman güçler tarafından kuşatılmış olmasını göstermiştir. Gerçekte, İsrail 1948’deki kuruluşundan bu yana stratejik çıkmazını temelden aşamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri, askeri araçlara aşırı bağımlılığı ve savaşa olan derin bağlılığıdır. Bu durum, İsrail’i fiilen bir devlet kisvesi altında faaliyet gösteren bir askeri güç haline getirmiştir.

Bugün nükleer silaha sahip ve büyük bir üstünlüğü olan İsrail’in, İran’ın “nükleer silah edinme ihtimali” bahanesiyle saldırması, hem mantıksız hem de uluslararası ahlaka aykırıdır.

İsrail-İran çatışması, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın devamıdır. Her ne kadar bu savaş Hamas tarafından başlatılmış olsa da, kökeninde İsrail’in Filistin topraklarını uzun süredir yasa dışı olarak işgal etmesi ve sömürmesi yatmaktadır. İsrail, görünürde Hamas ve müttefiklerini yenmiş olsa da, asıl sorun hâlâ işgal edilen Filistin, Lübnan ve Suriye topraklarının iade edilmemesidir. Uluslararası hukuka göre, işgal altındaki halkların silahlı direniş hakkı, saldırıya uğrayan devletlerin ise meşru müdafaa hakkı vardır. Ortadoğu’daki çatışmaların temel meselesi budur ve İsrail’in yalnızlaşmasının nedeni de budur.

Bununla birlikte, İran da İsrail saldırıları karşısında tamamen masum sayılamaz. İsrail’in Arap topraklarını yasadışı işgali, temelde İsrail ile Arap devletleri arasındaki bir anlaşmazlıktır ve uluslararası kamuoyu büyük ölçüde Arap tarafının yanında yer almış ve İsrail’in işgal uygulamalarını tutarlı bir şekilde kınamıştır. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana İran, İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayı reddetmiş ve ne sınırı olduğu ne de toprak anlaşmazlığı bulunduğu bir ülkeye karşı düşmanca bir tutum sergilemiştir. Dahası, İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve İsrail’e karşı askeri mücadelelerinde Filistin’in sertlik yanlısı fraksiyonlarını sürekli desteklemiş ve böylece İsrail’in ulusal güvenliğine ve bölgesel istikrara ciddi bir tehdit oluşturmuştur.

Son yıllarda İran, uluslararası terörle mücadeleye katılımı ve Obama yönetimiyle yaptığı nükleer anlaşma sayesinde, nüfuz alanının fiili olarak tanınmasını sağladı. Böylece Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan “Şii Hilali”ni başarıyla oluşturdu ve “Tahran–Bağdat–Şam–Beyrut–Sana” eksenini kurdu. İran Devrim Muhafızları ve büyük Şii milis grupları Suriye’ye sızarak çok sayıda askeri üs kurdu ve İsrail’e doğrudan tehdit oluşturmaya başladı. Bu durum, İsrail’in defalarca Suriye’yi bombalamasına neden oldu—Suriye’nin karşılık verme niyeti vardı ama gücü yoktu—ve sonunda onlarca yıldır ülkeyi yöneten Esad rejiminin çökmesine yol açtı.

İran’ın Orta Doğu’daki çatışmalara—özellikle Filistin-İsrail ve Arap-İsrail ihtilaflarına—derinlemesine müdahalesi, uluslararası hukuk ilkelerine değil, pan-İslamcı ideolojiye dayanıyor. Bu ideolojiye göre, Müslüman ülkelerin işgal altındaki İslami toprakları ve ezilen Müslüman kardeşlerini kurtarmak gibi bir görevi vardır. Ancak geleneksel İslam hukuku, modern uluslararası hukukun yerini alamaz. Filistin, Lübnan veya Suriye’ye duyulan sempati de vekâlet savaşlarını başlatmak için bir gerekçe olamaz. Zamanla İran, yalnızca İsrail’in düşmanlarının ana üssü ve destekçisi olmakla kalmadı, aynı zamanda kendine de savaş ve yıkım getirdi. Uluslararası hukuk ve devletlerarası ilişkiler açısından bakıldığında, İran’ın İsrail tarafından saldırıya uğramasını “kendi hataları getirdi” demek pek de yanlış sayılmaz.

Özünde İran hükümeti gerçekten Filistin-İsrail ve Arap-İsrail çatışmalarını çözmek mi istiyor? Eğer öyleyse, İran BM kararlarına uygun olarak taraflar arasında müzakereyle çözümü desteklemeliydi; İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımalıydı, ilişki kurmasa bile. Eğer öyleyse, İran Arap ülkelerinin ortak duruşunu benimsemeli, “toprak karşılığı barış” ilkesini savunmalı ve İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarını geri vermesi koşuluyla egemenliğini tanımalıydı. Ama bunun yerine İran, Arap kolektif iradesini aşan bir hedef izledi, kendisini Arap ülkeleri adına öne attı. İran’ın Orta Doğu politikası, gerçekte Fars milliyetçiliğinin güdümündedir: Arap kayıplarını geri alma iddiası altında, Fars ve Şii kimliğiyle bölgesel siyaset sahnesinde söz hakkı ve etki elde etmeye çalışmaktadır.

Üçüncü husus, İsrail ve İran halklarının günümüzdeki acıları ve tarihî tercihleri. Savaş başladığında önce ve en fazla acı çeken hep halklardır. Ancak bu savaşın belki de en büyük anlamı, her iki ülke halkını uyandırıp hükümet politikalarını değiştirecek kolektif bir irade doğurup doğurmayacağıdır.

İsrail ve İran, farklı düzeylerde de olsa demokratik ülkeler sayılır; en azından yasal olarak, halk egemenliğine dayanan ve güçler ayrılığına sahip sistemlere sahiptir. Elbette aralarında ciddi farklar vardır: İsrail Batı tarzı çok partili bir demokrasidir; İran ise teokratik ve otoriter bir İslam Cumhuriyeti’dir. Ancak sonuçta her iki ülkenin yönetim sistemleri de halk iradesiyle şekillenmiştir. Bugünkü sonuçlara yol açan uzun süreli devlet politikalarının sorumluluğu yalnızca hükümetlere değil, halklara da aittir.

İsrail’in uzun süredir izlediği saldırgan ve yayılmacı politikalar, özellikle Yahudi halkının tarihî travmalarıyla ve güvenlik algısıyla bağlantılıdır. Yüzyıllar süren sürgün, soykırım tehlikesi ve zulüm, Yahudi toplumunun kültürel genetiğine işlemiş ve bu da onları komşu halkların haklarını görmezden gelecek kadar kendi güvenliklerine odaklanmalarına neden olmuştur. Bu, hükümetin işgal ettiği toprakları geri vererek barış sağlama yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşmasını engellemiş, tam tersine aşırı sağın yükselişine zemin hazırlamıştır.

Gazzelilerin milyonlarca kişiyle “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi”nde yaşamasına, 50 binden fazla Filistinlinin bir yılda ölmesine, açlık ve kan içinde yaşamasına rağmen İsrail halkı büyük ölçüde kayıtsızdır. İsrail’in işgal ettiği komşu topraklarla büyümesi, düşmanlıkları kalıcılaştırsa da halk bunu sorgulamak yerine sürdürmeye razıdır. Mevcut aşırı sağcı liderlerin kendi siyasi kariyerini kurtarmak için İran’a savaş açması ve karşılık bulması da halkta sadece korku ve daha sert misilleme isteği doğurmuştur; barış arayışı değil.

İran’da da iktidar düzenli değişse bile saldırgan dış politika değişmemektedir; çünkü halk bunu ya seçmekte ya da sessizce onaylamaktadır. 40 yıl önce İran halkı, yolsuz ve zalim Şah rejimini devirerek İslam Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak bu yeni rejim kısa sürede devrim ihracı uğruna Irak’la sekiz yıllık bir savaşa girdi ve neredeyse bir milyon insanın hayatına mal oldu. Fakat bu acı tarih halkı uyandırmak yerine, onları Fars milliyetçiliği, cihatçı şehitlik ve trajedi romantizmine daha fazla bağladı. İran halkı, hükümetin Arap komşularla ve dış dünyayla sürtüşmeler içinde yürüttüğü çatışmacı politikaları sürdürmesine göz yummaktadır.

Son birkaç on yılda Arap-İsrail ihtilafı köklü bir dönüşüm geçirdi. Süreç, Mısır, Ürdün ve FKÖ’nün İsrail’le barış yapmasıyla başladı; ardından Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkileri normalleştirmesiyle yeni bir evreye ulaştı. Orta Doğu’nun siyasi yelpazesi belirgin şekilde değişti; bölgede siyasetin ana teması artık barış, uzlaşı, iş birliği ve kalkınma yönüne kaydı. Ancak İran halkı hâlâ hükümetinin köhnemiş ve katı politikalarına körü körüne bağlı kalmakta, zorluklara, siyasi baskıya katlanmakta; ekonomik gelişme ve ulusal ilerlemeyi feda ederek “İsrail karşıtlığı” ve “İsrail’in yok edilmesi” sloganlarına sarılmakta; Arap topraklarını geri alma misyonunu kendine görev bilmekte; bu uğurda ABD ve Batı ile uzun soluklu, tüketici bir gerilim sarmalına girmeyi göze almaktadır. Bu gidişat, ülkeyi uçuruma sürüklemekte ve başkenti adeta insanların terk ettiği bir hayalet şehre çevirmektedir.

2500 yıl önce, İran halkının ataları Asya, Afrika ve Avrupa’yı kapsayan ilk büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kurdular. Ahameniş Hanedanı, çokkültürlü ve kapsayıcı bir yönetim anlayışı benimsedi. Bu hanedan, Babil’de 70 yıl köle olarak tutulan Yahudileri cömertçe özgürleştirmişti. Yahudiler, bu kurtuluş karşısında gözyaşları içinde Pers hükümdarı Büyük Kiros’u bir kurtarıcı olarak benimsediler. Yahudi prenses Ester, kimliğini gizleyerek saraya girdi, Kral Serhas’ın (Xerxes) sevgisini kazandı ve yüksek makamlarda bulunan amcası Mordehay ile birlikte düşmanları Amaleklileri yok ederek halkını korudu. Bu tarihî efsaneler, Yahudiler ile İranlılar arasında barış içinde bir arada yaşamanın parlak örneğidir.

Ancak modern çağda, İsrail ile İran neredeyse yarım yüzyıldır birbirine düşman hâline geldi. Bu, büyük bir ironi; iki ülkenin ve halklarının trajedisi; Yahudi ve Pers uygarlık tarihine aykırı bir sapmadır. Bugün sürmekte olan ve giderek şiddetlenen bu dolaylı savaş, sonucu ne olursa olsun kazananı olmayan bir çatışmadır. Dileğimiz; iki ülkenin karar vericileri ve seçmenleri, bu kan ve ateşten ders çıkararak politikalarını gözden geçirir, düşmanlıklarını terk eder ve Arap ülkeleriyle birlikte “toprak karşılığı barış” ilkesine sadık kalır.

Filistin meselesi, iki devletli çözüm temelinde ele alınmalı; Lübnan ve Suriye topraklarının müzakere yoluyla geri alınması hedefiyle İbrahim Anlaşmaları’nın kapsamı genişletilmelidir. Karşılıklı anlayış, kabullenme ve saygı temelinde İsrail ile İran arasındaki uzun süredir süregelen çatışma sona erdirilmeli; Orta Doğu, çatışma ve savaşın sarmalından tamamen kurtarılmalı; dünyada büyük ölçekli şiddeti geride bırakan diğer bölgeler gibi barış ve kalkınma yolunda ilerlemelidir. Böylece kaybedilen zaman telafi edilir, ertelenen kalkınma ve refah yeniden yakalanır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Rusya’nın Ukrayna’nın ardından Avrupa ülkelerini ‘işgal etmeye’ devam edeceği tezi, Avrupa siyasetini şekillendiren ana unsurlardan biri haline geldi. Kıta genelinde yükselen ‘Batı/NATO/AB karşıtı’ güçlere ve ABD’de Donald Trump iktidarının Rusya’yla git gelli barış arayışlarına rağmen, Avrupa’da ‘ana akım siyaset’ savaş hazırlıklarına son sürat devam ediyor. Bu kapsamda, Baltık ülkelerinden yeni bir hamle daha geldi. 

Litvanya, Letonya ve Estonya, ‘Rusya’nın artan tehditleri karşısında sivil halkın güvenliğini sağlamak’ amacıyla kitlesel tahliye planlarını ortaklaşa yürütme kararı aldı. Üç ülkenin içişleri bakanları, 13 Haziranda Vilnius’ta düzenlenen resmi törenle imzaladıkları mutabakatla, sınır ötesi tahliye sürecinde koordinasyonun sağlanmasını, bilgi paylaşımının hızlandırılmasını öngören kapsamlı bir işbirliği başlattı.

Planı “Açık prosedürler ve hızlı bilgi akışı hayati öneme sahip. Bu sayede kriz öncesinde ve esnasında paniğin önüne geçebilir, tedbirleri hızla uygulamaya koyabiliriz” ifadeleriyle tanımlayan Litvanya İçişleri Bakanı Vladislav Kondratovic, özellikle ‘geniş çaplı tahliyelerde’ bu birlikteliğin kritik bir rol oynayacağını savundu. 

Tahliye planında neler var?

Üç ülke, tahliye kapasiteleri, potansiyel tahliye koridorları ve sınır kapılarının durumu gibi bilgileri paylaşacak. Bu bilgiler, halkın güvenli ve hızlı biçimde taşınmasını sağlayacak şekilde kullanılacak. Aynı zamanda engelli, yaşlı, çocuk ve diğer hassas grupların tahliye süreçlerinde özel öncelik alacağı vurgulandı.

Mutabakatın temel hedefi, yayınlanan resmi açıklamada şöyle açıklandı:

“Baltık ülkeleri arasında kitlesel tahliyelere yönelik bölgesel işbirliğini güçlendirmek, ortak tahliye planları hazırlamak ve hızlı bilgi paylaşımıyla ortak zorluklara çözüm bulmak bu mutabakatın ana amacıdır.”

Şu an için imzalanan memorandumun açıklanmış bir bütçesi yok; resmi kaynaklarda herhangi bir harcama miktarı yer almıyor. Öte yandan, geçtiğimiz yıllara baktığımızda örneğin 2024’te Litvanya tek başına kitlesel tahliye altyapısı için yaklaşık 285 milyon euro ayırması bütçenin büyüklüğü konusunda bir fikir verebilir. 

Baltık ülkelerinin attığı bu adım ilk değil, son da olmayacak. Daha önce, halka savaşa hazırlık broşürlerinden, ülkelerdeki mezarlık kapasitesinin hesaplanmasına kadar ciddi savaş hazırlığı planları yapıldı. 

Bunların yanında, geçen ayın sonunda Belçika, Estonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Finlandiya ve İsveç’in içişleri ve sivil savunmadan sorumlu bakanları Brüksel’de bir araya gelerek Avrupa’nın sivil savunma kapasitesinin güçlendirilmesi çağrısında bulunmuştu.

Çağrıda, “sadece askeri değil, iç güvenliğin hazırlıklı olması, istikrarın sağlanması ve çeşitli krizlere karşı direnç geliştirilmesi gerektiği” vurgulanmıştı.

Zapad 2025’in öncesinde

Baltık ülkelerinin bu kararı, Belarus’ta Eylül ayında düzenlenecek olan “Zapad 2025” adlı Rusya-Belarus ortak tatbikatı öncesinde geldi. Moskova ve Minsk’in birlikte düzenlediği bu tatbikatlar, Batı tarafından her seferinde ‘yeni bir saldırının provası’ olarak değerlendiriliyor. 

Bu arada Belarus, tatbikatların ölçeğinin önemli ölçüde küçültüleceğini ve taşınacağını duyurdu. Bu kararın, NATO’yla gerilimi artırmanın önüne geçme amacıyla alındığı iddia edilse de, anlaşılan bu hamle gerilimi düşürmeye yetmiyor.

Sağlık sektörü de savaşa hazırlanıyor

Askeri yapılandırma hamleleri ve geniş çaplı savaşa hazırlık propagandasını, Avrupa’da sağlık sisteminin de ‘Rusya’dan gelen saldırılara’ karşı hazırlıklar takip ediyor.

Litvanya’da kimi hastaneler elektrik ve su kesintilerine karşı önlemler alıp helikopter pistleri inşa ederken, Estonya’da ambulans ekiplerine kurşun geçirmez yelekler ve uydu telefonları sağlıyor. Estonya ayrıca, 

Tahliye planları tartışılırken, Politico’da Doğu Avrupa’nın savaş hazırlıklarına dair dikkat çekici bir haber daha yayınlandı. 

‘Avrupa’nın sınır ülkeleri hastanelerini savaşa hazırlıyor’ başlıklı, Giedre Peseckyte imzalı haber, Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerin sağlık altyapılarını ‘kriz senaryolarına karşı’ seferber ettiğini aktarıyor. 

Peseckyte’nin haberde mikrofon uzattığı isimlerin açıklamaları, Avrupa’da siyaset ve toplumun savaş moduna nasıl hazırlandığı konusunda çarpıcı işaretler barındırıyor:

Estonya Sağlık Kurulu Başkan Yardımcısı Ragnar Vaiknemets: “Burada kötü komşularımız var: Rusya ve Belarus. Bu artık ‘saldıracak mı’ değil, ‘ne zaman saldıracak’ sorusudur.” 

Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk: “Cephe hattındaki ülkeler için hazırlık artık bir tercih değil, zorunluluktur.”

Norveç Sağlık Direktörlüğü’nden Bjørn Guldvog: “Savaş zamanı ihtiyaçlar, normalin üç ila beş katı olabilir.”

Riga’daki Pauls Stradiņš Klinik Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan doktor Rūdolfs Vilde: “Ebeveyn olan doktorların çoğu, çocuklarını ortada bırakıp savaşta çalışmak istemiyor.” 

Letonya Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Agnese Vaļuliene: “En kötüsüne hazırlanmamız gerek. Ama umarız hiç gerçekleşmez.”

Ancak, Rusya’nın ‘olası saldırısıyla’ ilk karşılaşacak ülkeler, askeri ve sağlık alanında oldukça yetersiz.  Estonya, Almanya’ya kıyasla kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısının yarısına sahip. Savaş çıkması durumunda çalışanların ülkede kalıp kalmayacağı ise belirsiz. Litvanya’da yapılan bir ankette, sağlık personelinin yüzde 25’i savaşta kaçacağını belirtmiş; yüzde 33’ü ise kararsız.  

Avrupa’da her 100 bin kişiye ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düşerken, savaş koşullarında bu sayı yeterli değil. Hastanelerin çoğu yalnızca 24-48 saat boyunca yüzde 150 kapasitede çalışabilecek donanıma sahip. Ancak buna rağmen Doğu Avrupa’da birçok hastane, bodrum katlarını ameliyathanelere dönüştürme planı yapıyor. 

Sivil katılım öne çıkıyor 

Savaş hazırlıkları ve tahliye planlarının yanında, Baltık ülkeleri bu yıl çok sayıda tatbikat düzenlemeyi planlıyor. Bu tatbikatların öne çıkan özellikleri ise, yaralı tahliyesi, acil müdahale gibi ‘sivil savunma’ başlıklarının öne çıkması. 

Bütün bu tablonun ortaya çıkardığı gerçek şu: Baltık ülkeleri, Rusya’yla savaşta silahlı kuvvetlerin yeterli olacağına inanmıyor ve bu nedenle halkın da doğrudan cepheye sürüldüğü yeni bir sivil-askeri seferberlik türü inşa ediliyor. Peki böyle bir durumda, Rusya gerçekten bu ülkelere saldırırsa, sivil/asker kayıpları arasındaki ayrım nasıl hesaplanacak? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil. 

Baltık bölgesi, Avrupa’nın doğu sınırı olarak savaşın ilk hedefi olacaklarına inandırılmış durumda. Bu ülkelerin yöneticilerine göre, olası bir Rus saldırısına karşı hazırlık artık yalnızca askerin değil, sivil halkın, doktorun, hemşirenin, itfaiyecinin, hastanenin, kısacası tüm toplumun görevi.

Baltık ülkeleri, ‘Rusya’nın saldırısı’ temelinde soyut bir tehdit senaryosuna göre hareket ediyor. Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Baltık ülkelerine saldıracağı fikri, şu an için bir kehanetten ibaret. Ancak, bölgede artan NATO askeri varlığı, bu senaryoyu ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ haline getirebilir. 

Kaynaklar

https://www.politico.eu/article/baltics-cross-border-evacuation-russia-lithuania-latvia-estonia-ukraine-military-eu/

https://www.politico.eu/article/eastern-europe-baltics-hospitals-wartime-preparation-health-care-russia-ukraine/
https://vrm.lrv.lt/lt/naujienos/baltijos-saliu-vidaus-reikalu-ministrai-stiprina-bendradarbiavima-civilines-saugos-srityje/

https://tvpworld.com/87266026/baltic-states-sign-pact-for-joint-evacuation-strategy

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Okumaya Devam Et

Görüş

Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ziyareti 23 yıl aradan sonra bir ilk oldu. Pazar günü yapılan bu ziyaret konusundapPek çok spekülasyon duyuldu; “Türkiye’ye açık bir mesaj” denildi örneğin. Bir süredir Hindistan’dan Türkiye’ye yönelik çeşitli boykot eylemleri görülüyor. Peki Delhi’nin bir nüfuzu var mı? Dürüst olmak gerekirse çok fazla değil. Ancak bu yazıda konuyu buraya çekmeye niyetim yok. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’e gerçekleşen terör saldırısının ardından mayıs boyunca da devam eden Pakistan ile çatışma sürecinde Ankara’nın İslamabad’a destek veren duruşunda bu kez kartlarını biraz açık oynaması doğal olarak Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yarattı. Türkiye-Hindistan ilişkilerini tartışmaya açtı.

Ancak Hindistan’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik oyunu yalnızca Türkiye’ye karşı bir hoşnutsuzluk siyaseti değil. Güney Kıbrıs ile etkileşim, Hindistan’ın daha büyük Akdeniz puzzle’ının bir parçası. 2023’te Yunanistan (40 yıldır bir Hint başbakanın ilk ziyareti) ve geçen yıl İtalya ziyaretlerinde bulunan Modi bu yıl Fransa’daydı ve Marsilya’da Hindistan konsolosluğunu açtı. Kanada’daki G7 görüşmelerinden önce Güney Kıbrıs’ta bulunan Modi dönüşte de Hırvatistan’a geçti. Bu bir Hindistan başbakanının Hırvatistan’a yaptığı ilk ziyaret ki Güney Kıbrıs ve Hırvatistan IMEC’te potansiyel ortaklar olarak görülüyor.

Güney Kıbrıs ziyareti, Türkiye-Pakistan işbirliğine bir tepki olarak çerçeveleniyor olabilir, ancak çok daha derin. Akdeniz’de önemli görülen Güney Kıbrıs’ın, 2023’te Delhi’deki G20 zirvesinde duyurulan ABD destekli Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru IMEC’in önemli bir bileşeni olması bekleniyor. Hindistan, Güney Kıbrıs ile daha yakın bağları IMEC’e destek olarak görüyor ve İsrail-Güney Kıbrıs enerji çıkarımının potansiyelini dikkate alıyor. Bu, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs (+ ABD) üçlü işbirliğine kadar uzanabilir ve ayrıca Güney Kıbrıs ve İsrail’in IMEC’i destekleyen deniz altı kabloları için elektrik sağlamasına izin verebilir.

Türkiye ve Hindistan ilişkilerinin başlangıcı iyi olsa da ne yazık ki doğası her zaman karmaşık oldu. İlişkilerin ticari, turizm ve kültürel ayakları gelişme gösteriyor. Ancak aynı şey daha önemli olan siyasi ayak için ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hint Müslüman liderlerin -daha sonra Hindistan Ulusal Kongresi tarafından da desteklenen- Hilafet Hareketi ve Hint Müslümanların Milli Mücadele’ye maddi yardımı gibi başlangıç dönemindeki iyi niyetin çoğu Hindistan’ın 1947’deki bölünmesinden sonra ne yazık ki Hindistan’a değil Pakistan’a aktarıldı ve günümüzde bu örnekler yalnızca Delhi ile ilişkileri romantize etme görevi görüyor. Açıkçası 2000’lerin başında Başbakan Bülent Ecevit, Hindistan’a özel bir sempati besleyen ilk ve tek liderdi. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ilişkilerde “sıcak” havanın estiği bir istisnaydı.

Bu istisna dışında Türkiye siyaseti büyük çoğunlukla Pakistan ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde gelişti. Hindistan siyaseti ise Türkiye’yi Pakistan prizmasından gördüğü bir düzlemde. Şurası açık: Yeni Delhi Ankara’nın İslamabad ile yakınlık kurmasından hoşlanmıyor. Özellikle savunma alanında. Bu arada bu ikilem yalnızca Ankara için geçerli değil, hemen her Müslüman ülke aynı ikilemle karşı karşıya. Ancak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Pakistan ile ilişkilerini bir şekilde yumuşattı. Daha da fazla hoşnutsuz olduğu şey, Ankara’nın özellikle Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası platformlarda Keşmir konusunu gündeme getirmesi. Hindistan buna karşılık Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs ile daha yakın bağlar kurdu. Ayrıca, Suudi Arabistan ve BAE ile ortaklıklarını derinleştiriyor. Tüm bunlar Delhi tarafından Ankara’ya yönelik bir “karşı strateji” geliştirme çabası olarak sergileniyor. Yeni Delhi Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için Ankara’ya stratejik olarak karşı koyma planları yapıyor olabilir, ancak yanıbaşında Çin gibi devasa dişli rakibine karşı kendini garantileyebilir ve sürdürülebilir bir düzlem oturtmadan uzak coğrafyalara uzanan strateji planlamalarının başarı ve sürdürülebilirliği gerçekçi değil. Yani bizdeki amiyane tabirle boyundan büyük işlere kalkışmak sözü buraya uygun.

Bu arada, Türkiye’ye yönelik eleştiriler -her zamanki gibi- yüksek sesle dile getirilirken Çin söz konusu olduğunda dikkat çekici bir sessizlik var. Ya da stratejik bir sessizlik demeliydim. Bu çifte standardın ardında daha derin bir jeopolitik ve ekonomik gerçek yatıyor. Hindistan özellikle endüstriyel ekosistemi için Pekin’e fazlasıyla bağımlı. Bağımlılık o kadar derin ki Çin ile -özellikle ticaret kısıtlamalarını içeren- herhangi bir çatışma, Delhi’nin üretim ve elektronik sektörlerinin büyük bir bölümünü felç etme riski taşıyor. Bu ekonomik bağımlılık Hindistan’ın daha güçlü ve vazgeçilmez bir oyuncu olan Çin’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken sembolik olarak karşı karşıya gelmesi daha kolay olan Türkiye’yi neden hedef aldığını açıklıyor. Ki Delhi’nin Pekin konusundaki sessizliği rastlantısal değil, hesaplanmış bir durum; ekonomik kısıtlamalar, stratejik zaaflar ve küresel tedarik zincirlerinin acil gerçekleri dikkate alınarak hesaplanmış bir durum.

Gerçekçi bir bakış açısıyla -romantizm gözlüğünü takmadan- şu açıkça söylenebilir: Ankara, Keşmir ve Pakistan’a yönelik politikasını değiştirmediği sürece, yakın gelecekte ikili ilişkilerin çok fazla iyileşmesi pek olası görünmüyor. Normal koşullarda, ortak kültürel bağlara sahip iki dost ülke arasındaki büyüyen işbirliği pek kaygı yaratmayabilir. Ancak giderek daha görünür hale gelen Ankara ile İslamabad arasındaki yakınlık, Pakistan ile Hindistan arasındaki artan gerginliklerin ortasında şekilleniyor. Türkiye için Pakistan ile ilişki kurmak, Hindistan ile bağların pahasına olmak zorunda değil. Ancak Hindistan ve Pakistan’ın her birinin diğerinin dış ilişkilerini sıfır toplamlı bir rekabetin parçası olarak algıladığını unutmayın. Delhi’nin algısı, Türkiye’nin Pakistan’ı yalnızca diplomatik olarak desteklemekle kalmayıp aynı zamanda bölgesel askeri dengeyi etkileyecek şekilde savunma kapasitesini önemli ölçüde güçlendirdiği yönünde. Ankara’nın mevcut politikası Hindistan’ın mevcut algısını güçlendiriyor.

Burada Hindistan ve Pakistan arasındaki oyunun büyük etkisi var. Oyun şöyle: Pakistan belirli bir Müslüman çoğunluklu ülkeyle ilişkiler kurmada daha aktif olduğunda, Hindistan o ülkenin rakibiyle daha fazla etkileşime giriyor. Burada asıl söz konusu olanlar: Türkiye-Yunanistan ve Azerbaycan-Ermenistan. Pakistan Türkiye ve Azerbaycan’a ne kadar yakınlaşıyorsa, Hindistan da Yunanistan ve Ermenistan’a o kadar yakınlaşıyor. Hindistan için denkleme aynı zamanda Güney Kıbrıs ve İran’ı da dahil edin. İsrail’i de unutmamak gerek. Delhi’deki birçok kişi, örneğin, Hindistan’ın İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail’e hızla ulaşarak yakın savunma ve stratejik ilişkiler aramasını, Ankara’nın Pakistan, Bangladeş ve Maldivler ile olan savunma ilişkilerine bir tepki olarak açıkladı.

Yeni Delhi, Üç Kardeş İttifakı olarak nitelenmeye başlayan Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan’ın Hindistan’a meydan okumak için birlikte çalıştığını düşünüyor ve bu jeopolitik koalisyonun yükselişinden kaygı duyuyor. Son Hindistan-Pakistan çatışmasında İslamabad’a Türkiye’den çok daha sert bir retorikle açık diplomatik desteğini sunan ülkenin Azerbaycan olduğu bilinmeli. Ki Delhi, Ermenistan ordusunu güçlendiriyor ve bu Bakü’yü kızdırıyor. Yeni Delhi, Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan arasında oluşturulan üçlü yarı ittifaka diplomatik olarak karşı koymak için İran ve Ermenistan ile yakın çalışma yoluna gitti. Her iki ülke de bu oluşumdan kaygı duyuyor. Erivan, Bakü ile yıllardır süren bir toprak mücadelesi veriyor. Tahran, İran’da yaşayan milyonlarca Azeri nedeniyle Bakü ile gerginlik yaşıyor ki onların Azerbaycan ile yakın kültürel bağları var ve İran, Bakü’nün bu bağları ayrılıkçı hareketleri desteklemek için kullanacağından korkuyor.

Hindistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Ermenistan ve İran ile yakın bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Gergin ama düşmanca olmayan Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri zaman geçtikçe daha da kötüleşebilir. Modi bloklar oluşturuyor. Türkiye Pakistan’ı Hindistan’a karşı açıkça desteklediğinden Yunanistan’a mesaj göndermek için Güney Kıbrıs’ta. Güney Kıbrıs, Yeni Delhi’nin güvenilir dostu olarak görülüyor. Hindistan, Kıbrıs sorununa bir çözüm olarak BM Kararlarına dayalı Rumların önderliğinde iki bölgeli iki toplumlu bir federasyonu destekliyor. Modi’nin Keşmir konusunda BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelmesi ancak Kıbrıs konusunda BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk yoluyla çözülmesini savunması tuhaf bir ikiyüzlülük.

Türkiye ve Pakistan iyi niyeti besleyen doğasıyla köklü kültürel bağları paylaşmaya devam edecek. Buna karşın Ankara’nın bölgesel anlaşmazlıklarda açık bir “hizalanma” sinyali vermekten kaçınacak şekilde eylemlerini kalibre etmesi gerekiyor. Ki ölümcül bir çatışmada açıkça taraf seçmek kısa vadeli dayanışma sağlayabilir ancak özellikle ticaret, diplomasi ve çok taraflı forumlarda Ankara’nın özlemlerine uzun vadeli zarar verebilir. Yükselen bir ekonomik ve politik güç olarak Hindistan, Asya’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın BRICS gibi platformlara katılımı veya Küresel Güney ile bağları genişletme konusundaki ilgisi, Yeni Delhi ile yapıcı bağlardan yararlanır.

Doğrusu Hindistan Türkiye ile bağlarını güçlendirmeye çalışıyordu. Ve açıkçası depremden sonra iyi niyet göstergesi olarak sunduğu Dost Operasyonu’nun ardından ilişkilerin özellikle siyaseten güçleneceği yönünde büyük bir beklentiye girmişti. Yeni Delhi İslamabad ile son çatışmasındaki Ankara tutumunu, “Hindistan’ın dostluğunu reddetti” olarak algıladı. İnsani yardımın sürekli dile getirilmesi hoş bir davranış değil ayrıca. Ve devletler büyük çoğunlukla rasyonel varlıklardır ve doğal olarak onlardan minnettarlık duygusuyla değil, çıkar güdümlü politika geliştirmeleri beklenir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi bölgesel anlaşmazlıklarda ve duyarlılıklar noktasında “stratejik gizem” belki daha doğru bir yaklaşım tarzı olabilir.

Romantizme gerek yok, özellikle 2019’dan bu yana ikili ilişkiler ciddi düşüşte ve ufukta sürpriz bir sıçrama da olası görünmüyor. Zaten muazzam değildi, diye de düşünenler olabilir tabii.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English