Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

EV pazarındaki hesaplaşmalar ve BYD yatırımı

Yayınlanma

Bir elektrikli arabanın bileşenlerini analiz etmeye kalktığınızda bugün teknoloji savaşına konu olan ürün ve hizmetlerin önemli bir bölümüyle karşılaşırsınız ki onlar bataryalar, çipler, yazılımlar, robotlar hatta bu gereçleri üretebilmek için gerekli olan endüstriyel madenlerin pek çoğudur… Hal böyle olunca elbette ki teknolojik rekabetin en sıcak noktasını işte bu elektrikli ve hibrit araçlar oluşturmaktadır.

Tarife savaşı, ayrışmayı başlattı ancak Çin bağımlılığını düşürmedi!

ABD, Bretton Woods sisteminin çöküşünün ardından, savunma ve teknolojideki üstünlüğünü küreselleşme kavramıyla dünyaya açarak, neoliberal dünyanın nimetlerinden sonsuza kadar yararlanacağını varsayıyordu. Ancak bu  “ceteris paribus” varsayım, gerçek dünyanın karmaşık nedensellik ilişkilerini ve dönüşümü kavrayamadı..

Ters nedensellik ilişkisi gerçek hayatta sıklıkla olagelen bir durum, örneğin dünyanın en kalabalık ve dolayısıyla ucuz iş gücüne sahip olan ülkesinin hep aynı büyüme dinamiğinde kalacağı öngörüsünü çürütebilir… Ayrıca küresel ısınma ve teknolojinin hızla dönüşmesi kavramları yine o meşhur ceteris paribus kavramına ihanet edecektir.

Dolayısıyla ABD ve Çin ayrışmasının temelindeki arguman teknolojik dönüşümde Çin’in öngörülemeyen başarısıdır ki bu da birazdan anlatacağım biçimde hegemon güçlerin yer değiştirmesi kavramını ortaya koyabilir.

ABD’de Biden’ın Çinli elektrikli araçlara yüzde 100 vergi koyması çok ciddi tartışmalara yol açmış hatta Biden, bu hamlesiyle Trump’a benzetilmişti. Bu arada Biden hükümetinin CHIP ve Enflasyonu düşürme yasası gibi sübvansiyonlarla ülkedeki EV yapımını ve yeşil dönüşümü desteklediği, ilave tarifeleri çipler ve diğer dönüşüm materyallerine de getirerek, DTÖ kurallarına aykırı hareket ettiği biliniyor. Hatta bu tutumu dijital merkantilizm olarak kabul etmek abartılı olmaz. Diğer taraftan Çin’e karşı ilk ticari savaşın  bir önceki dönemde Trump, tarafından başlatılmış olması ve kasım ayındaki seçimlerde de Cumhuriyetçilerin resmi adayı ilan edilen Trump’ın yeniden iktidara gelmesi, suikast girişiminin ardından iyice kuvvetlenmiş gözüküyor.

ABD’nin başlattığı bu ayrışmanın zincirleme etkileri AB başta olmak üzere Batı bloğuna yakın olan bölgelerde devam etti. AB tarafında da başlatılan soruşturma neticesinde elektrikli arabalara ilave tarifeler getirildi. İngiltere ve kritik minareller bakımından zengin Kanada da ilave tarife koyma hazırlığında…

Çin’in ise bu küresel karşıtı politikalara karşın üst düzey görevlilerinden kınama ve DTÖ’nde açılmış birkaç dava dışında sesini çok yükseltmediği biliniyor. Peki, bu Çin bağımlılığının sona erdiği manasına mı geliyor?

Grafik 1:  Ortak ülkeye göre ABD’nin tarifeli ürün ithalatındaki değişim, 2017-2022*

Çin’e ABD tarafından konulan ilave tarifeler,  ithalattaki düşüşü beraberinde getirerek, bir ayrışma yaratmakta ve fakat aynı orana yakın düzeyde farklı ülkelerden ithalat artışlarını beraberinde getirmekte. İşin özünde ise Çin’in işte bu ülkelerdeki doğrudan yatırımları aslında yeni tedarik zincirleri vasıtasıyla bağımlılığı yaygınlaştırarak, daha da büyütüyor!

Dünyada elektrikli arabaların yarıdan fazlası Çin tarafından üretiliyor. Uluslararası Enerji Ajansı, bu yıl Çin’de 10,1 milyon, Avrupa’da 3,4 milyon, ABD’de 1,7 milyon EV satılacağını öngörüyor. Dünyanın kalanında ise bu rakam 1,5 milyonun altında gerçekleşecek.

Grafik 2: Elektrikli araba satışları

Çin’de elektrikli araç üreticilerinin küresel çapta artan hamlesi, Xi’nin gelişmekte olan ülkelerle siyasi ve ekonomik bağları Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla güçlendirme stratejisinin bir parçası olarak görülüyor. Son yıllarda Çin’in gelişmekte olan pazarlara yaptığı ihracatın değeri, gelişmiş ekonomilere yaptığı ihracatı geride bıraktı. Bu durum da aslında NATO’da bile neden Çin’in hedef alındığının açık kanıtı niteliğinde. Zira müesses nizamın en kilit durumu olan küresel ticarette eksen kayması başladı.

BYD’nin öyküsü ilham verici

Eski bir metalurji profesörü olan Wang Chuanfu, BYD’yi  1995 yılında kurduğunda cep telefonu bataryası üretimi yaparak işe başlamıştı. Shenzhen merkezli şirket, on yıl sonra Tesla’nın tacını ele geçirecek kadar büyük bir pazar payına sahip olmayı başardı.

Çin’de pek çok marka altında elektrikli otomobil üreticisi var ancak BYD’yi diğerlerinden ayıran iki temel özellik var: İlki geniş ve tamamlayıcı üretim kapasitesiyle bir enerji ekosistemi yolunda ilerleyişi. İkincisiyse gelişen ülkelere yapılan büyük yatırımlarla küresel ve stratejik bir marka ve tedarik zinciriyle hegemon üretici olma hedefi…

BYD’nin hızlı büyümesi, Çin’in dünyanın temiz teknoloji süper gücü olarak yükselişinin önemli bir parçası olmuştur. Çinli şirketler, elektrikli araçlar ve piller ile rüzgar ve güneş enerjisi için hayati önem taşıyan kaynaklar, üretim ve teknolojiler için tedarik zincirlerine hakimdir.

BYD, üç kıtada en az altı ülkede madenlerde hisse sahibidir ve bu da pilleri için hayati önem taşıyan lityuma uzun vadeli erişimi garanti eder. Çinli grup kendi bilgisayar çiplerini üretir, yeni fabrikalar inşa etmek için kendi inşaat yan kuruluşuna sahiptir ve giderek daha sofistike hale gelen araçlar ve enerji sistemleri için kendi yazılımını geliştirir. Hatta bunları taşımak için gemi filoları bile inşa eder.

Dünyanın en büyük EV pil üreticisi olan vatandaşı CATL’nin yanında, BYD’nin pilleri Japon, Güney Koreli ve Avrupalı ​​rakiplerinin ürettiklerine kıyasla büyük bir maliyet avantajına sahiptir. Diğer taraftan ARGE araştırmaları sayesinde sodyumla çalışan pillerin de test edilmeye başlandığı biliniyor.

Türkiye’ye BYD yatırımı neden önemli?

İki ülke arasındaki mevcut ticari görünüm ve yatırımları değerlendirecek olursam; Çin-Türkiye Ticaret Odası verilerine göre, 2023 yılında ticaret hacmi 48,3 milyar dolar ancak bunun sadece 3 milyarı ülkeye ihracat, 45 milyar doları ise ülkeden ithalat olduğundan dünyada pek çok ülkede olduğu gibi aleyhimizedir. Bakan Fidan’ın Çin ziyareti sırasındaki temaslarda;  ülkeye tarım ürünleri ihracatının yeniden değerlendirileceği ifade edilmişti.  Çinli şirketlerin Türkiye’ye yaptığı doğrudan yatırımlar son beş yılda yüzde 30’un üzerinde bir artışla 2 milyar doları aşmıştır. Bu yatırımlar özellikle enerji, altyapı ve imalat sektörlerinde gerçekleşmiştir. Bu konuda Bakanı Hakan Fidan tarafından teknoloji yatırımlarının Türkiye’de yapılması çağrısında bulunulmuştur. Orta Koridor’un ve Kalkınma Yolu Projesi’nin Çin’in Kuşak Yol’una entegrasyonu değerlendirilmiştir. Turizm konusunda da işbirliğinin artırılması konusunda net adım atılmış; Kültür ve Turizm Bakanı Sun Yeli, ülkemizi ziyaret etmiş ve “Turizm İş Birliği Mutabakat Zaptı” imzalanmıştır.

Ardından AB’den bile önce olarak Çin’den gelen tüm tipteki araçlara yüzde 40 düzeyinde bir ilave tarife konulduğuna şahit olduk. Yine devamında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ŞİÖ zirvesine katılımının hemen ardından yayınlanan bir kararla YTB kapsamındaki markaların bu tarifeden hariç tutulduğunu gördük ki esasında bu durum bir yıl öncesinden anlaşmaya varıldığı üzere BYD’nin Türkiye’ye yapacağı fabrika ve ARGE merkezi yatırımının da sinyalini verecekti.

1 milyar dolar ve yıllık 150 bin araç kapasiteli olduğu ifade edilen yatırımda 5000 kişilik bir istihdam sağlanacağı bilgisi bazı tartışmaların da yolunu açtı. Otomotiv sektöründeki rekabeti bozacağı ve 5000 kişilik istihdamın yeterli olmayacağı gibi konular gündeme taşındı.

Bu konulara değinmeden önce ülkemizdeki otomotiv sektörünün genel yapısına bakılacak olursa; Türkiye yılda yaklaşık 1,5 milyon adet otomotiv üretimiyle dünyanın önemli üretim merkezlerinden biridir. Diğer taraftan ülkemizde satılan araçların yüzde 68’i ithal (üstelik kendi markamız TOGG’un yükselişine rağmen) ve ODD ocak-nisan verilerine göre sadece yüzde 23’ünün hibrit ve elektrikli motorlu araçlardan oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla 1 milyar dolar düzeyindeki bu yatırım hem ithal pazarını daraltmak hem de tedarik zinciri olma avantajını elde etmek açısından önemli bir avantaj sağlamaktadır.

Ancak bana göre tüm bunlardan daha önemli ve uzun dönemli bir avantajı vardır ki o da kurulacak ARGE merkeziyle beraber, dünyanın en gelişmiş enerji ekosistemi ve tedarik zincirine sahip markasından ülkemize gelecek know how.

Kendi markamız TOGG ve olası yeni markalar açısından bu bilgi paylaşımının haksız bir rekabet değil bilhassa gelişime ışık tutucu bir özelliği olduğunu düşünüyorum.

Kalkınma hamlelerini gerçekleştirebilmek için günümüz konjonktüründe bilgiye dayalı ve verimliliği arttırıcı yatırımlara ihtiyaç varken, değişen ticaret rotalarında oyun kurucu olabilmek içinse düşük kura değil, ileri teknoloji işbirlikleri sürdürülebilir bir yöntem olarak karşımıza çıkar. Bu nedenlerle BYD yatırımını kıymetli buluyor, bölgeden benzer yatırımların gelmesini temenni ediyorum.

*Grafik kaynak: https://cepr.org/voxeu/columns/us-china-decoupling-rhetoric-and-reality

GÖRÜŞ

Modi’nin Brunei ve Singapur ziyaretleri – kilit çıkarımlar

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi, dünyanın en zengin kişileri listesinde yer alan ve 7 bin şahsi aracının olduğu söylenen Brunei Sultanı Hacı Hassanal Bolkiah’ın daveti üzerine ikili ilişkilerin 40. yıldönümüne denk gelen iki günlük bir ziyaret için 3-4 Eylül’de Brunei’deydi.

Evet, Brunei Darussalam, liderinin ve ailesinin inanılmaz derecede zengin olması ile ünlü… Berberini dahi Londra’daki Dorchester otelinden getirttiği ve dünyanın en büyük sarayında ikamet ettiği söyleniyor…

İkili ilişkilerin “Geliştirilmiş Ortaklık” düzeyine yükseltildiği bu ziyaret, bir Hindistan başbakanının Güneydoğu Asya ülkesi Brunei’e gerçekleştirdiği ilk ikili ziyaret olması bakımından sembolik olarak da önem taşıyor.

Hindistan ile Brunei arasındaki diplomatik ilişkiler, Brunei’nin İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasının ardından 10 Mayıs 1984’te kuruldu. O tarihten bu yana, dünyanın en uzun süre tahtta kalan hükümdarları arasında yer alan, aynı zamanda ülkesi üzerinde mutlak güce sahip ender hükümdarlardan biri olan, Ağustos 1968’de Brunei Darussalam’ın 29. Sultanı ve Yang Di-Pertuan’ı (Devletin Başı) olarak taç giyen 78 yaşındaki Sultan Hacı Hassanal Bolkiah ise ilk resmi ziyaretini Eylül 1992’de Hindistan’a gerçekleştirirken Hindistan’a ikinci resmi ziyaretini Mayıs 2008’de gerçekleştirmişti.

Bu arada 1984’te Sultan Bolkiah kendini başbakan olarak atadı ve 1991’de hükümdarı “inancın savunucusu” olarak tanımlayan Malay Müslüman Monarşisini tanıttı. Ve Brunei, 2014’te Doğu Asya’da şeriat yasalarını benimseyen ilk ülke oldu. Ama Sultan Bolkiah ülkesinde popüler bir isim olmasına karşın Şeriat yasalarını yürürlüğe koyduğu için eleştirilere maruz kalıyor.

Hindistan-Brunei ilişkisi, “geleneksel olarak samimi ancak kapsamı sınırlı” bir ilişki olarak tanımlanabilir…

Buna karşın Brunei Darussalam Hindistan’ın hem ASEAN bölgesindeki hem de Hindistan’ın Hint-Pasifik vizyonundaki kilit ortaklardan biri.

Temmuz 2012’den Haziran 2015’e kadar ASEAN-Hindistan ilişkilerinde Ülke Koordinatörü olarak Brunei, Hindistan’ın ASEAN ile etkileşiminde önemli bir rol oynadı.

Modi’nin ziyaretine ilişkin Hindistan Dışişleri Bakanlığı, bu ziyaretin savunma, ticaret ve yatırım, enerji, uzay teknolojisi, sağlık hizmetleri, kapasite geliştirme, kültür ve halklar arası değişim gibi çeşitli sektörlerdeki işbirliğini artırmayı amaçladığını belirtti.

Ülkeler arasındaki ikili ticaret 2023-24 itibarıyla 286 milyon doların biraz üzerinde kaydedildi; iki ülke arasındaki ikili ticaret hacminin 2023’te 195,2 milyon dolar, 2022’de 382,8 milyon dolar ve 2021’de 522,7 milyon dolar olarak gerçekleştiği görülüyor.

Küçük ama zengin bir Güneydoğu Asya ülkesi olan Brunei, yatırımlarını ve ticaret ortaklıklarını geleneksel petrol ve gaz bağımlılığının ötesine taşımaya istekli. Bu arada büyüyen ekonomisi ile Hindistan değerli bir ortak olarak ortaya çıkıyor. Ve Brunei’in ekonomisini çeşitlendirme konusundaki ilgisi, Hindistan’ın bilgi teknolojisi, yenilenebilir enerji ve altyapı gibi sektörlerdeki uzmanlığı ile örtüşüyor.

Her iki ülke de enerji, tarım ve teknoloji gibi sektörlerde ortak girişimler üzerine yoğunlaşırken özellikle enerji sektörü, Hindistan’ın enerji kaynaklarını güvence altına almaya çalışması ve Brunei’nin hidrokarbonları için yeni pazarlar araması ile ikili ilişkilerde odak noktası haline geldi.

Ayrıca Hindistan, Hint-Pasifik bölgesindeki etkisini genişletmeyi hedeflerken Brunei’in stratejik konumu önemli avantajlar sunuyor.

İki ülke arasında savunma işbirliğinin uygulanmasına yönelik 2016’da imzalanan ve 2021’de yenilenen bir Mutabakat Muhtırası bulunuyor.

Bandar Seri Begawan ile Chennai arasında direkt uçuşların başlayacağı da duyurulan bu ziyaret aynı zamanda savunma ve uzay işbirliğini artırma konusunda anlaşmayı da beraberinde getirdi. İki ülke uydu ve fırlatma aracı operasyonları konusunda bir Mutabakat Zaptı imzaladı. Bu arada Brunei, Hindistan Uzay Araştırma Örgütü’nün Telemetri Takip ve Telekomunikasyon İstasyonu’na ev sahipliği yapıyor.

Modi’nin ziyareti öncesinde Hindistan elçisi Brunei’deki Hindistan Yüksek Komiseri Alok Amitabh Dimri, Modi’nin ülkeye yaptığı ziyareti “tarihi” olarak nitelendirerek, iki ülkenin “uygarlık komşusu” olduğunu söylemişti.

Borneo Adası’nın kuzey kıyısında bulunan Brunei, uzun zamandır kültürlerin ve ticaret yollarının kavşağı konumundaydı. Kuzeyinde Güney Çin Denizi, doğusunda, batısında ve güneyinde ise Malezya’nın Sarawak eyaleti yer alır. 1984’te bağımsızlığını kazanan Brunei 1888’den beri İngiliz himayesi altındaydı. Ve 1963 yılında Malezya haline gelen devlete katılmayan tek Malay devleti oldu.

Brunei’deki Hint etkisi, Hint alt kıtasından tüccarların, bilginlerin ve denizcilerin Güneydoğu Asya’nın deniz yollarını geçtiği antik zamanlara kadar uzanır. Bu erken etkileşimler özellikle dil, din ve kültürel uygulamalar alanlarında bölgede önemli bir etki yaratmış ki Brunei’deki Hint etkisinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak, Brunei’de yaygın olarak konuşulan Malay dilinde Sanskrit kökenli sözcüklerin varlığı gösterilebilir. Veya daha çarpıcı bir örnek olarak, Brunei’in başkenti Bandar Seri Begawan’ın isminin Hint kökenli olduğuna inanılıyor ve “Shri Lord’un Limanı” anlamına geliyor.

Hindistan’ın kültürel diplomasi ve halklar arası bağlara vurgu yapması ekonomik ve stratejik çıkarların ötesine uzanan daha kapsayıcı bir ilişki istediğinin göstergesi.

Brunei genç bir ülke, nüfusun beşte birinden fazlası 15 yaşın altında ve yaklaşık yarısı 30 yaşın altında; doğum oranı dünya ortalaması civarında seyrederken ölüm oranı dünyanın en düşükleri arasında yer alıyor ve ortalama yaşam süresi dünya ortalamasının üzerinde 78 yıl olarak belirtiliyor.

Bugün, Brunei’deki Hint topluluğu ülkenin sosyo-ekonomik manzarasında önemli bir motif. Kabaca 400 bin kişilik bir nüfusa sahip çok küçük bir coğrafyayı temsil eden Brunei Darussalam’da yaklaşık 14 binin biraz üzerinde bir Hint diasporası söz konusu. Hint göçmenlerin yarısından fazlası petrol ve gaz endüstrilerinde, inşaat ve perakende sektöründe çalışan yarı vasıflı ve vasıfsız işçilerden oluşuyor; ayrıca ülkenin doktorlarının çoğu ve önemli sayıdaki öğretmen, mühendis, bankacı ve bilişim uzmanı da Hindistan’dan.

Brunei Darussalam veya Brunei, dünyanın ayakta kalan en eski monarşilerinden biri. Eski ismi “Negara Brunei Darussalam”, “Brunei Devleti – Barış Yurdu” anlamına gelir.

En eski belgelenmiş tarihi, Brunei’nin “Puni” olarak isimlendirildiği 6. yüzyıla dayanır ki bunun, Sanskrit “Baruni” kelimesinin olası bir çarpıtması olduğu düşünülüyor.

Brunei o zamanlar, bölgenin ünlü Sri Vijaya ve Majapahit imparatorluklarının yanı sıra Çin ile bağlantıları olan bir Hindu-Budist krallığıydı.

14. yüzyılın sonlarında Brunei hükümdarı Awang AlakBetatar, Malakka’dan Müslüman bir Johor prensesi ile evlenip ve İslam’ı benimseyerek Muhammed Shah olarak Brunei’in ilk Sultanı olunca, Brunei bir İslam Sultanlığı’na dönüştü…

***

Modi’nin 3 Eylül’de başlayan Brunei ziyaretinin ardından 4 Eylül’de Güneydoğu Asya gezisinin ikinci ayağı Singapur’a geçti. Modi’nin Singapur’a beşinci gidişi ve 2018’den bu yana ilk seyahati.

Modi’nin iki günlük resmi Singapur ziyareti, mayıs ayında Singapur’un dördüncü başbakanı olarak göreve başlayan Lawrence Wong’un daveti üzerine, ülkelerin diplomatik ilişkilerinin 60. yıldönümünde ve ikili stratejik ortaklığın 10. yıldönümü olan 2025’in öncesinde gerçekleşiyor.

Modi’nin ziyareti, Hindistan’ın kritik teknoloji alanında küresel üretim merkezi olma yolunda ilerlemesi hedeflenirken yarı iletken alanında işbirliğine odaklandı.

Amerika-Çin rekabeti döneminde risk azaltma ve tedarik zinciri dayanıklılığını artırma açısından Singapur iyi bir seçenek olarak görülüyor.

Singapur küçük bir şehir devleti olmasına karşın küresel yarı iletken üretiminin yaklaşık yüzde 10’una, küresel çip üretim kapasitesinin yüzde 5’ine ve yarı iletken ekipman üretiminin yüzde 20’sine katkıda bulunuyor.

Hindistan hükümet kaynaklarına göre, dünyanın en büyük 15 yarı iletken firmasından 9’u Singapur’da merkez kurdu.

Singapur’daki iş ortamının hizmet odaklı bir ekonomide imalat sektöründe iyi ücretli işler yaratarak bu tür yatırımları aktif olarak kolaylaştırdığı ifade ediliyor.

Singapur’un altyapısı ve bağlantısı ile beraber istikrarlı iş koşullarının, tasarımdan çip üretimine montajdan teste kadar değer zincirini kapsayan kritik sayıda lider şirketin ve insan sermayesinin sektörün yükselişine katkıda bulunduğu belirtiliyor.

Yeteneği geliştirmek için Singapur üniversiteleri mikroelektronik ve entegre devre tasarımı ana dalları sunuyor. Ayrıca çalışanlarını doktora araştırmaları yapmaya teşvik ederek yarı iletken şirketleri ile işbirliği yapıyorlar.

Ancak cihazlar, arabalar ve endüstriyel ekipmanlarda kullanılan 28 nanometre/nm veya daha fazla işlem düğüm teknolojisi “olgun düğüm çipleri” ile sınırlı olan, yapay zeka sektöründe kullanılanlar gibi üst düzey mantık çipleri üretmek için donanımlı olmayan -yapay zeka çipleri 7 nm ve daha küçük işlem düğümlerine sahip ve bu nedenle özel üretim yöntemleri gerektiriyor- Singapur’un yarı iletken endüstrisi Hindistan için fırsat demek.

Ayrıca, Singapur’da üretim maliyetleri artıyor ve bu durum yarı iletken şirketlerini değer zincirinde daha yukarıya çıkmaya ve düşük-maliyet/yoğun-emek operasyonlarını şehir devletinin dışına taşımaya zorluyor. Ve üretim faktörleri açısından Singapur’un arazi ve işgücü açısından kısıtlı olduğu da dikkate alınırsa, bol miktarda arazi ve kalifiye işgücüne sahip Hindistan’ın, Singapur’un yarı iletken değer zincirinin bir parçası olabileceği ve Singapur’daki yarı iletken şirketlerinin genişleme planları için Hindistan’ı değerlendirmeye teşvik edilebileceği değerlendiriliyor.

Hindistan için önemli olan bir diğer şey de Singapur’un yarı iletken ekipman ve malzeme üreticilerine sahip olması; Hindistan’daki yarı iletken üretim ekosisteminin gelişimi için bu tür şirketler ile etkileşim ve işbirliğinin de faydalı olabileceği değerlendiriliyor.

Hindistan halihazırda Amerika, Tayvan, Avrupa Birliği gibi küresel ortaklar ile yarı iletken sektöründeki işbirliklerini güçlendiriyor.

Ayrıca dayanıklı tedarik zincirleri oluşturmayı hedefleyerek yarı iletkenler gibi teknolojileri ilerletmek için Japonya ile işbirlikleri araştırıyor.

Tayvan ile geliştirdiği ortaklık, Hindistan’ın ilk ticari yarı iletken fabrikasının Gujarat, Dholera’da kurulmasına yol açtı.

Hindistan’ın Avrupa Birliği ile işbirliği, iki tarafın Ticaret ve Teknoloji Konseyi çerçevesinde Yarı iletken Ekosistemleri için Çalışma Düzenlemeleri konusunda bir Mutabakat Muhtırası’nı içerir.

Bağlarını Kapsamlı Stratejik Ortaklığa yükselten Hindistan ve Singapur, yarı iletkenler, dijital teknolojiler, sağlık ve eğitim/yetenek geliştirme üzerine dört Mutabakat Zaptı imzaladı.

Kİ doğrusu Singapur, -BRICS’e katılmak üzere olan- komşusu Malezya ile beraber Hindistan için özellikle yarı iletkenler alanında büyük bir kritik teknoloji ortağı olabilir ki hem Amerika’nın antlaşma müttefiki de değil ve dolayısıyla hem de Japonya’ya çekici bir alternatif…

Singapurlu meslektaşı Wong ile beraber yarı iletken devi Singapur şirketi AEM’i ziyaret eden Modi ayrıca Singapurlu yarı iletken şirketlerini 11-13 Eylül 2024’te Greater Noida’da düzenlenecek SEMICON INDIA fuarına katılmaya davet etti.

Bu arada yarı iletkenler ziyaretin ana odağı iken yatırım ise bir diğer önemli odak noktasıydı.

Singapur, Hindistan’daki en büyük doğrudan yabancı yatırımcı ve 2000’den bu yana Hindistan’a gelen doğrudan yabancı yatırım sermaye akışının neredeyse dörtte birini oluşturuyor. Hindistan’ın Singapur’a yatırımı ise 2004’te 481 milyon dolarken 2022’de yaklaşık 25,3 milyar dolara çıktığı kaydediliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Afrika ile Çin’in kalıcı dostluğunun ve işbirliğinin sırrı

Yayınlanma

Yazar

Üç gün süren 2024 Çin-Afrika İşbirliği Forumu Zirvesi 6 Eylül’de Pekin’de sona erdi. Çin ve 53 Afrika ülkesi ile Afrika Birliği liderleri, “Yeni Çağda Çin-Afrika Kader Ortaklığı’nın Pekin Bildirgesi” ve “Çin-Afrika İşbirliği – Pekin Eylem Planı (2025-2027)” başlıklı iki önemli belgeyi birlikte yayımladılar. Bu iki belge, “Ortak Modernleşmeyi Teşvik Etme ve Yüksek Seviye Çin-Afrika Kader Ortaklığı İnşası” temalı zirveye mükemmel bir son verdi.

Bu zirve, Çin tarafından son yıllarda düzenlenen ve en fazla sayıda yabancı liderin katıldığı en büyük ana diplomatik etkinlik olması, Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) kuruluşundan bu yana geçen 24 yıldaki dördüncü zirve ve Pekin’de düzenlenen üçüncü zirve olması ve ayrıca 50’den fazla Çin-Afrika liderinin ve 400 Çin-Afrika girişimcisinin altı yıl sonra ilk kez Pekin’de bir araya gelmesi nedeniyle büyük önem taşımakta ve dünyanın dikkatini çekmektedir. Bu zirve aynı zamanda FOCAC’ın 24 yıl önce kurulmasından bu yana düzenlenen dördüncü ve Pekin’de gerçekleştirilen üçüncü zirve.

Zirve aynı zamanda Çin’in Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesini ortaya koymasının 70. yıldönümüne, Çin Başbakanı Zhou Enlai’nin Afrika’ya ilk ziyaretinin ve Dış Yardımın Sekiz İlkesini önermesinin 60. yıldönümüne, Başkan Mao Zedong’un “Üç Dünya” teorisini formüle etmesinin 50. yıldönümüne ve dünya manzarasındaki ciddi değişikliklerin, Rusya-Ukrayna çatışmasındaki çıkmazın, Çin-ABD oyununun uzamasının, küresel ekonominin genel bunalımının ve Küresel Güney’in toplu uyanışının ve yükselişinin kritik aşamasına denk gelen önemli bir tarihi kavşakta düzenlendi. Bu nedenle, dünyanın en büyük gelişmekte olan ülkesi olan Çin ile gelişmekte olan ülkelerin en yoğun olduğu kıta olan Afrika’nın ikili liderlerinin bir kez daha yüz yüze gelerek Çin ve Afrika’daki 2.8 milyar insanın ve dünya nüfusunun üçte birinin kalkınma ve ilerlemesini birlikte ele almaları elbette önemli bir küresel olay ve bir dönüm noktasıdır.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping zirve sırasında, Çin’in tüm Afrika ülkeleriyle diplomatik ilişkilerini stratejik ilişki düzeyine yükselttiğini ve Çin-Afrika ilişkilerinin genel tanımını “Yeni Çağda Çin-Afrika Kader Ortaklığı” olarak yükselttiğini duyurdu. Xi Jinping, Çin ve Afrika’nın “adil ve makul, açık ve kazançlı, insan odaklı, çok kültürlü, ekoloji dostu ve barışçıl” olmak üzere altı temel özelliğe sahip modernleşmeyi birlikte inşa edeceğini vurguladı ve “On Büyük Ortaklık Eylemi”ni duyurdu. Bu eylemler, medeniyet alışverişi, ticaretin gelişmesi, sanayi zinciri işbirliği, bağlantılılık, gelişim işbirliği, sağlık, tarım ve refah, kültürel değişim, yeşil gelişim ve güvenlik alanlarında işbirliği yapmayı kapsıyor.

Xi Jinping, önümüzdeki üç yıl içinde Çin’in “On Büyük Ortaklık Eylemi”ni desteklemek için 360 milyar RMB (yaklaşık 50 milyar ABD Doları) sağlayacağını ve Afrika ülkelerine gıda yardımı ve sıfır vergi uygulaması sunacağını, 30 altyapı bağlantı projesi, 1000 küçük ama etkili yaşam projeleri ve 500 kamu yararına projeyi uygulayacağını açıkladı. Ayrıca, Afrika’ya 2000 sağlık personeli ve 500 tarım uzmanı göndereceğini, Afrikalı kadınlar ve gençler için 60.000 kişiye Çin’de eğitim fırsatı yaratacağını ve Afrika’da 1 milyon istihdam yaratacağını taahhüt etti.

Zirve sırasında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, Afrika Birliği’nin dönem başkanı Moritanya Cumhurbaşkanı Ghazouani ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun ortak başkanı Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall gibi isimler, Çin-Afrika ilişkilerinin gelişimini yüksek takdirle değerlendirdi ve Çin’in “Kuşak ve Yol” girişiminin Afrika’da yarattığı büyük değişiklikleri vurguladılar. Ayrıca, Çin-Afrika ilişkilerinin yeni tanımı ve “On Büyük Ortaklık Eylemi”nin Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nu yeni bir aşamaya taşıyacağına inandılar.

Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun 24 yıllık sürecinde elde edilen başarılar, karşılıklı saygı, karşılıklı yarar ve işbirliğiyle kazan-kazan ilişkilerini örnek alarak uluslararası ilişkilerde bir model oluşturdu. Bu 24 yıl, Afrika’nın “umutsuzluk” dönemlerinden ve “Uzak Doğu hasta adamı” olmasından bağımsız olarak kendini geliştirdiği ve el birliğiyle ilerlediği bir çeyrek yüzyılı içeriyor ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun “sokak çetesi toplantısı” olmaktan çıkıp Küresel Güney’in temel taşlarından biri haline geldiği bir tarihsel süreci gösteriyor.

Resmi verilere göre, 24 yıl içinde Çin-Afrika ticareti yaklaşık 26 kat artarak 282,1 milyar dolara ulaştı. Çin’in Afrika’ya yaptığı yatırım 80 kat artarak 40 milyar doları geçti. Çin, 15 yıldır Afrika’nın bir numaralı ticaret ortağı konumunda bulunuyor ve Afrika ülkelerinin neredeyse yarısıyla olan ticaret hacmi yıllık yüzde 10’dan fazla artış gösterdi, ticaret hacmi sürekli olarak rekor kırdı. Son 10 yılda Çinli şirketler Afrika’da 700 milyar RMB değerinde taahhütlü proje imzaladı, 400 milyar RMB ciro elde etti ve yatırım işbirlikleri tarım, işleme, üretim, ticaret ve lojistik gibi birçok alana yayıldı, projeler ulaşım, enerji, elektrik, konut ve sosyal hizmetler gibi çeşitli alanları kapsayarak Afrika’nın ekonomik ve sosyal gelişimini destekledi. Çin’in Afrika’nın borçları içindeki payı ise sadece onda biri oranındadır.

Yarım yüzyıldan fazla süredir devam eden Çin-Afrika ilişkileri, oldukça zorlu bir yolculuk olmasına rağmen olağanüstü başarılar elde etti ve deneyimlerin gözden geçirilmesi ve özetlenmesi gerekmektedir. Çünkü bu, Çin’in büyük bir kıta ile dostane ilişkiler kurduğu büyük bir hikaye, başarılı bir öykü ve eşsiz bir örnektir. Afrika Birliği’nin 54 üye ülkesi, sadece Esvatini hariç, diğer tüm Afrika ülkeleri Çin ile diplomatik ilişkilere sahiptir ve dostane ilişkiler sürdürmektedir. Neredeyse tüm Afrika ülke liderleri düzenli ya da düzensiz olarak Pekin’i ziyaret etmektedir, bu da uluslararası ilişkiler tarihinde büyük bir olaydır. Çin Dışişleri Bakanı’nın her yıl ilk ziyaretini Afrika ülkelerine yapması standart bir model haline gelmiştir ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Afrika’yı beş kez ziyaret etmesi, Çin’in Afrika’ya duyduğu derin ilgiyi göstermektedir.

Çin-Afrika ilişkilerinin başarılı gelişimi ve istikrarı, dört genel ülke ilişkisi kuralını doğrulamaktadır ve hatta Batılı ülkelerin geleneksel uluslararası ilişkiler teorilerini, deneyimlerini ve uygulamalarını düzeltmek, tamamlamak veya devirmek için yeni bir ders kitabı niteliğinde ülke ilişkileri modeli olarak kabul edilebilir.

Birincisi, benzer veya aynı tarihi deneyimler empati ve bağlılık oluşturur. Çin ve Afrika ülkeleri, Batılı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş ve işgal edilmiştir ve “geri kalmak, dövülmek demektir” dersini yaşamışlardır, dış müdahaleye karşı nettirler.

İkincisi, benzer veya aynı siyasi hedefler uyum ve destek sağlar. Çin ve Afrika ülkeleri, bağımsızlık, özerklik ve güçlenme arayışı içindedir ve kalkınma, refah ve kapsamlı modernleşme hedefleri doğrultusunda çalışmaktadırlar.

Üçüncüsü, benzer veya aynı ilişkiler anlayışı ortak değerleri güçlendirir. Çin ve Afrika ülkeleri, dostluğa ve güvenilirliğe değer verir, “tek başına hızlı, birlikte uzun yol alınır” ilkesine inanır ve karşılıklı yardımlaşma ve kazanç sağlama ilkelerine bağlıdır.

Dördüncüsü, benzer veya aynı gelişim koşulları ortak bir geleceği ve uzun vadeli bağlılığı getirir. Çin ve Afrika ülkeleri, eskiden ekonomik olarak geri kalmış, temel altyapı açısından zayıf ve eğitim-öğretim alanında geri kalmıştı. Ancak her ikisi de “kalkınmanın zor bir yol olduğu” ve “insanların refahının en büyük insan hakkı olduğu” konusunda hemfikir ve seçtikleri kalkınma yollarına saygı duyuyorlar.

Çin-Afrika ilişkilerinin başarılı ve olağanüstü gelişimi, diplomatik fikir ve kavramlardan diplomatik ilke ve uygulamalara, bu ilke ve uygulamalardan da uluslararası ilişkiler teori ve paradigmasında yeniliklere dönüşen bir Çin deneyimi ve katkısı olan çağdaş Çin diplomasisinin eşsiz cazibesini ve örnek teşkil eden önemini de bünyesinde barındırmaktadır.

Her şeyden önce, farklı medeniyetler ve kültürler tamamen bir arada var olabilir ve birlikte gelişebilir. Çin ve Afrika farklı medeniyetlere aittir, ancak Çin hiçbir zaman medeniyetler arasındaki farklılıkları dost ve düşmanı yargılamak ya da mesafe ve yakınlığı belirlemek için bir temel olarak kullanmamış ve “Her biri kendi tarzında güzeldir, tüm insanlar güzeldir; insanların güzelliği kendi tarzında güzeldir, tüm dünya aynıdır” ve “Yaşasın tüm dünya insanlarının birliği” ilkelerini vurgulamıştır. Medeniyetler çatışması teorisine ya da medeniyetlerin üstünlüğü teorisine kararlılıkla karşı çıkıyoruz.

İkinci olarak, birbirimizden binlerce kilometre uzakta olsak bile komşu kadar yakın olabiliriz. Mesafe sadece güzellik değil, aynı zamanda dostluk ve sevgi de üretir. Çin’in geleneksel dostluk kavramları olan “uzaklardan dostlar edinmek her zaman bir zevktir” ve “dört denizdeki tüm kardeşler” Çin-Afrika dostluğunun coğrafyayı ve mekânı aşmasını ve sabit kalmasını sağlamıştır.

Üçüncüsü, birbirleriyle eşit düzeyde anlaşabilen büyük ve küçük ülkeler vardır. Nesnel olarak konuşmak gerekirse, Çin’in nüfusu, yüzölçümü ve ekonomik hacmi gerçekten de herhangi bir Afrika ülkesinin çok ötesindedir ve hatta tüm Afrika kıtasıyla karşılaştırılabilir, ancak Çin hiçbir zaman orman kanunu ve zorbalık politikaları uygulamadı, sözde “güç statüyü belirler” çarpıtmasını vurgulamaktan bahsetmiyorum bile, aksine, büyüklükleri, güçleri ve zayıflıkları, zenginlikleri ve yoksullukları ne olursa olsun ülkeler arasında eşitlik ilkesi doğrultusunda, çok sayıda “büyük ve küçük” Afrika ülkesi de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde dostlar edindik. Aksine, büyüklüklerine, güçlerine, zayıflıklarına, zenginliklerine ve yoksulluklarına bakılmaksızın ülkeler arasında eşitlik ilkesine dayanarak, “doğal dostlar” olan çok sayıda Afrika ülkesi de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde dostlar edindik.

Dördüncü olarak, zengin ve fakirin birlikte ilerleme kaydetmesi tamamen mümkündür. Çin-Afrika ilişkilerinin yarım yüzyılında, özellikle de Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) kurulmasından bu yana geçen çeyrek yüzyılda, dünya ve Afrika, Çin’in ayakta durmaktan zenginleşmeye ve ardından güçlenmeye doğru hızlı dönüşümüne ve Çin’in diğer gelişmekte olan ülkelere ilerleme kaydetmelerinde yardımcı olmasına tam anlamıyla tanıklık etmiştir. Dahası Çin, her zaman gelişmekte olan ülkelere ait olacağını ve Afrika ülkeleri de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerle ve küresel Güney ülkeleriyle her zaman aynı kaderi paylaşacağını ve el ele ilerleme kaydedeceğini vurgulamaktadır.

Çin-Afrika Zirvesi Pekin’de bir kez daha zaferle sonuçlandı, ancak bu sadece bir zirve ama doruk değil. Çünkü Çin-Afrika dostluğu ve işbirliği bir yolculuk sürecidir ve bu görünürde sonu olmayan uzun bir yürüyüştür. Sonuç en iyisi değil, sadece daha iyi ve daha iyi olma yolunda ilerlemektedir.

*Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1  

Yayınlanma

Yazar

Putin’in Vladivostok’ta Doğu Ekonomik Forumunda yaptığı konuşmasını Harici haberleştirdi; bununla birlikte konuşmanın kimi ayrıntıları ve anlamı üzerinde durmak gerek.

Kremlin’in yayınladığı bant çözümü, konukların görece kısa konuşmalarıyla birlikte her zamanki gibi çok uzun, çok kapsamlı; kabaca 100 kitap sayfasından fazla. Öyle olunca bütün başlıkların kısaca değerlendirmesini yapmak mümkün değil. Bu nedenle, çok önemli birkaç bölümü tamamen dışında tutmayı göze alarak belli başlı noktaları ele almaya çalışalım. Kaçınılmaz olarak bu yazının dışında tuttuğum konular şunlar: Çin’le ilişkiler ve Çin’in Rusya’nın Uzakdoğu’suna yatırımları meselesi (Harici’deki iki ülke arasında ödemeler problemi üzerine yazımla birlikte değerlendirilmeli bu) ayrıca ve etraflıca ele alınmalı; Uzakdoğu’nun ekonomik durumu ve Rusya’nın bu bölgesini kalkındırma planları özel olarak incelenmeli; keza Kiev rejiminin niteliğiyle ilgili gözlemler, rejimin gerçeklikle ilgisini yitirmiş olduğu, adeta “başka bir gezegenden geldiği” vb. ifadeleri önem taşıyor ve bunlara dayanarak Putin yönetiminin nesnellik ve irade arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğunu değerlendirmek mümkün; enerji ihracı, Kuzey Deniz Yolu vb. de başlı başına ayrı yazı konuları.

Planlı devlet kapitalizmi

Rusya ekonomisi ve bu çerçevede Putin’in konuşmasının iç ekonomik tedbirler meselesine girmeyeceğim; ancak burada altını kalına çizmek gereken bir eğilimi tekrar belirtmek gerek.

Daha önce birçok defa, Rusya’nın da tıpkı Şanghay ve Hong Kong gibi iç offshore bölgeleri tesis ettiğini ve bu bölgeleri offshore kaçkını yerli sermayeyi ülkeye çekmek için kullandığını vurgulamıştım. Bunlar iki adadır: biri Kaliningrad’da Oktyabr adası, diğeri de Vladivostok’ta Russkiy adası. Bu yılki forum işte bu Russkiy adasında yapıldı. Eğer bunların ilkini Hong Kong’a benzetmek mümkünse, ikincisi Şanghay’a benziyor, ama çok daha güçlü bir anlamda. Zira Uzakdoğu’nun kalkınması Kremlin’in stratejik önceliklerinden biri. Putin konuşmasında offshore ve yabancı yargı alanlarından toplam 5,5 trilyon rublenin üzerinde (60 milyar dolardan fazla) varlığın bu bölgeye döndüğünü vurguladı. Bu muazzam meblağın dönmesi büyük bir başarı sayılmalı; zira şimdiye kadarki bütün teşviklere, tehditlere, vergi aflarına rağmen hemen her girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ukrayna çatışmasıyla burjuvazi için offshore kapılarının kapanması veya en azından riske girmesi de bunda kuşkusuz etkili oldu, adalardaki özel teşvikler cabası; ama bunlar gene de bu yöndeki planlı çaba içerisinde anlam kazanıyor. Daha önemlisi ise, bu muazzam sermaye birikiminin “gönüllü” (veya “gönüllülüğe cebri teşvik” diye yorumlamak da mümkün) devlet planlamasına tabi bir yatırıma yöneltilmesi, sınai kalkınmanın kaldıracı olarak görülüyor.

Putin konuşmasında irili ufaklı pek çok bölgesel ve ulusal projeden söz etti, bu projelere yerli ve yabancı “yatırımcıları” çekmek gerektiğini vurguladı, yatırım cazibesi ve istikrara vurgu yaptı. Bunda bir yenilik yok; öyle, çünkü kapitalizm ve daha önemlisi, çünkü sermaye birikimi ihtiyacı. Yenilik, 2022 öncesiyle bugün arasında vurgunun değişmiş olmasındaydı; daha önce çoğunlukla doğal kaynaklara yatırım öne çıkartılırdı ve yatırımcıların yatırım planlamasına devlet müdahale etmezdi; ancak artık program doğrudan doğruya devlet tarafından oluşturuluyor, Putin’in saydığı ve saymadığı projelere bakıldığında da bunların devlet tarafından planlanmış olduğu anlaşılıyor. Demek ki burada kilit faktör planlama — evet, kapitalist bir planlama (neden? çünkü özel sermaye ve artı-değer), ama gene de planlama. Başka deyişle, daha önce olduğu gibi sadece özel hukuka dayalı sözleşme gereklerinin yerine getirilip getirilmediğinin denetlenmesinden ibaret değil; tersine, nereye ne kadar yatırım yapılacağının da devlet tarafından planlandığı yeni bir durum.

BRICS ve durdurulamayan nesnel süreç

Putin konuşmasının BRICS ve dedolarizasyonla ilgili bölümünde bu süreci Rusya’nın istemediğini, ama dolarla ödeme imkanlarının elinden alındığını söyledi. Bununla birlikte bunun arzularla ilgisi olmayan nesnel tarihi bir süreç olduğunu da vurguladı. Bu, Putin’in bütün benzer konuşmalarını çoğu batılı “meslektaşlarının” gevezeliklerinden ayıran en temel özelliğidir; katılın veya katılmayın, bu konuşmalarda tarih ve süreç vardır ve dahası bu kavrayış (ideolojik angajmanlarına rağmen) son derece nesneldir. Bu defa da İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin iktisadi üstünlüğü, Marshall yardımları ve Bretton Woods’dan başlayarak bu sayede doların “tek dünya parası” haline geldiğini, 1971 “Nixon’s shock” kararını kastederek bu küresel para sisteminin “biraz tamir edildiğini” söyledi. Putin’e göre bugünkü sürece (Lenin’in sözleriyle “niyet ve gerekçelerden bağımsız olarak”) nesnelliğini kazandıran şey, “küresel güney” ülkelerinin dünya GSYH’sının yarıdan fazlasını üretmesi, BRICS ülkelerinin de küresel GSYH’nın üçte birini oluşturması. “Mesela biz BRICS ortaklarımızla şimdiden yaklaşık yüzde 65 oranında milli paraları kullanıyoruz.”

Hasmının durumunun nesnel analizi onun hakkında söyleyeceğiniz bütün hamasi şeylerden daha güçlüdür. Putin’in konuşmalarını batılı (ve diğer) “meslektaşlarından” ayıran temel özelliklerden biri de bu. Sürecin nesnel ve öznel niteliklerini ayırt etmesini biliyor ve siyasetini hasmının öznel durumu değil sürecin nesnel nitelikleri üzerine kurmaya çalışıyor. Örneğin (okur hatırlayacaktır) NATO’yu konvansiyonel bir savaşta yenemeyeceğini açıkça ifade etmekten çekinmiyor; ama Rusya’nın devlet olarak varlığını korumak için elindeki bütün silahları kullanmaktan çekinmeyeceğini de aynı nedenle vurguluyor. Dünkü konuşmada küresel tablonun değişmekte olduğunu belirtirken de aynı mantığı kullandı: “… bu doğal bir süreç, siyasi konjonktürle ilişkili değil; ama Avrupa ve ABD iktidarları özensiz ve profesyonellikten uzak davranışlarıyla bunu daha da ilerletiyorlar.”

Kiev rejimi: amaçlar ve sonuçlar

Putin Kiev rejiminin Kursk oblastine saldırısına değinirken, “düşmanın sınır bölgelerine büyük ve iyi hazırlanmış kıtaları sevk etmekle kilit istikametlerde kendisini zayıf düşürdüğünü”, “kurtarılması birinci hedefimiz olan Donbass başta olmak üzere kilit istikametlerdeki taarruzumuzu durduramadığını”, “düşmanın hem insan gücünde hem de araçlarda çok büyük kayıplar yaşadığını, bu kayıpların bütün silahlı kuvvetlerin etkisizleşmesine neden olabileceğini, bizim de bunu başarmaya çalıştığımızı” söyledi. Kiev rejiminin Kursk ve Zaporoje nükleer santrallerine saldırılarını değerlendirirken de şu ifade dikkat çekiciydi: “Simetrik karşılık verseydik… Avrupa’nın o kısmına neler olacağını hayal etmek mümkün.”

Kiev rejiminin amaçlarından birinin (burada kastedilen belli ki Kursk saldırısı ve benzeri görülmemiş dron saldırılarıydı) “panik tohumları ekmek, Rusya’daki iç siyasi durumu sarsmak” olduğunu da söyledi; ancak bütün bunların toplumdaki konsolidasyonu güçlendirdiğini vurguladı.

Bu kesinlikle doğrudur.

Reagan döneminin ABD hazine müsteşarı Paul Craig Roberts daha 2000’lerin ortasında Rusya’nın dünyanın en açık toplumlarından biri olduğunu söylemişti. Bu açıklık o zamandan beri daha da pekişti. Toplumun mesela Kursk saldırısı yüzünden genelkurmaya amansız eleştirilerinin önünü almaya kimse yeltenmiyor; ama bütün bu tür durumlarda eleştiriler baki kalmakla birlikte siyasi konsolidasyon güçleniyor. Çatışmanın başından bu yana ABD’nin patronu olduğu blok savaşın şiddetinin artmasıyla önce orta burjuvazide kalkışma bekledi — bu olmadığı gibi, bir önceki dönemin liberal muhalefetinin kitle tabanını teşkil eden bu orta burjuvazi ülke dışına kaçarak büyük ölçüde tasfiye oldu ve yerine daha konsolide yenisi ortaya çıkıyor. Bu blok çatışmanın şiddetini artırmakla genel seferberlik ve savaşa karşı kitle hareketlerinin doğacağını bekledi — bu olmadığı gibi sözleşmeli personel akını devam ediyor ve hayat şaşılacak kadar normalleşti. Bu blok çatışmanın şiddetini artırarak Rusya’yı iktisadi krize sürükleyeceğini ve karşı-devrim tetikleyeceğini bekledi — bu olmadığı gibi işsizlik azaldı, sınai üretim arttı, gelirler yükseldi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English