Bizi Takip Edin

Görüş

Filistin’in geleceği – 1

Avatar photo

Yayınlanma

Bu savaş ne zaman başladı?

Şu aşağıdaki her bir tarihin özel önemi olduğu açık: 1948 İsrail’in kuruluşu; 1964 Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşu; 1970 Kara Eylül; 1982 Lübnan yenilgisi; 1993 Oslo. Daha yakın tarihler sıklıkla unutulur: 2001 ikinci intifada; 2002 Hamas’ın Hayfa’da restoran saldırısı; 2005 İsrail’in Gazze şeridinden çekilmesi; 2006 Hamas’ın Gazze’de iktidara gelişi; 2006’dan bu yana sonu gelmeyen İsrail operasyonları (2006 “Yaz Yağmuru” ve “Güz Bulutları”, 2008 “Sıcak Kış”, 2008-2009 “Dökme Kurşun”, 2012 “Koruyucu Sütun”, 2014 “Savunma Hattı”, 2021 “Duvar Muhafızı”, 2023 “Kalkan ve Ok”).

Bu bir dizi tarih, aslında, ortada kavramsal seviyede tek bir savaş olmadığını gösteriyor.

Eğer öncesinde İngiliz manda yönetimine karşı mücadeleyi saymazsak, İsrail’in kuruluşuyla birlikte Filistin mücadelesi de başladı. Ama mücadele her zaman savaş demek değildir. Tıpkı her siyasi mücadelenin sınıf mücadelesinin bir başka biçimi olması, ama sınıf mücadelesinin her zaman sınıf savaşı demek olmaması gibi. Savaş tanımı gereği iki irade arasında silahlı çarpışmadır. “Savaş, hasmı bizim irademizi yerine getirmeye zorlama hedefi güden bir şiddet eylemidir.” (Clausewitz s. 35.) Bu iradelerin her biri ayrı bir etnisitenin, milletin, sınıfın, sınıflar veya milletler ittifakının temsilcisi olabilir; ancak her halükârda savaş yürütüldüğü sırada az çok yekpare bir siyasi irade mevcuttur. İrade kavramı, silahlı güçleri siyasi, askeri ve manevi olarak şekillendiren siyasi önderliği peşinen varsayar. Önderliğin olmadığı yerde mücadele azmi doğabilir veya boğulabilir, çeşitli biçimleriyle askeri çatışmaya evrilen bir mücadele de sürdürülebilir, ama bu savaş anlamına gelmez.

Her savaş ya açıkça bir savaş ilanıyla ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere silahlı saldırıyla başlar. Hasım taraflar siyasi hedeflerine ulaşmak için silahı kullanırlar; şimdi çatışma, belki silahın da rol oynadığı bir siyasi mücadele olmaktan çıkar, dar anlamıyla siyasetin de rol oynadığı bir silahlı mücadele olarak belirir.

Her savaşın amacı, bizim tarafımızdan dayatılan şartlarda o savaşı sona erdirmektir. Başka deyişle, her savaş galip tarafın siyasi hedeflerine ulaşmasıyla, böylece ya mağlup tarafın mütareke imzalayarak silahları bırakmasıyla ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere mağlup tarafın silahlı kuvvetlerinin galip tarafından tamamen yok edilmesiyle son bulur. “… fiziksel şiddet… bir vasıtadır; hedef ise hasma irademizi dayatmaktır. Bu hedefe en kesin şekilde ulaşmak için düşmanı silahsızlandırmak, onu direnme imkânlarından mahrum bırakmak zorundayız. Askeri harekâtların hedefi kavramının kendisi bu ikincisine indirgenmiştir. Bu, savaşın yürütülme amacını gölgede bırakır ve bir dereceye kadar da savaşın kendisiyle doğrudan ilişkisi olmayan bir şey olarak kenara iter.” (Clausewitz s. 35.)

Düşmanın mütareke imzalamak zorunda bırakılması onun iradesinin kırıldığı anlamına gelir. Bu ikinci durum, ona ulaşmak için kısmi tavizler vermiş olsak bile bizim zaferimizdir ve düşmanın bozgunudur, çünkü silah bırakmayı kabul eden biz değil düşmandır.

Eğer meselenin teorik konuluşu böyleyse, tek bir Filistin kurtuluş savaşından değil Filistin mücadelesinde bir dizi savaştan söz etmek gerekir. Böylece temel bir tarih karşımıza çıkar: El Fetih’in ilk silahlı eylemini gerçekleştirdiği 31 Aralık 1964. Önceki ve sonraki Arap-İsrail savaşları (1948, 1967, 1973), adı üzerinde, Filistin meselesi rol oynamış olsa da Arap-İsrail savaşlarıdır; 1965 ise birinci Filistin savaşının miladıdır.

Bu ilk savaş, Filistin güçlerinin 1970’te Ürdün’de Kara Eylül felaketi sonucu İsrail’e saldırıların üssü olan bu ülkeden çekilmek zorunda kalmasıyla sona ermiştir; böylelikle İsrail’e tehdit teşkil eden bütün silahlı güçler tehdit bölgesinden çıkartılmış, yani fiziki olarak tamamen tasfiye edilmiştir. Ancak bu Filistin güçlerinin kısa süreli bir bozgunu, yani İsrail’in geçici bir zaferidir; çünkü bu güçler hızla Lübnan’a taşınmıştır.

İkinci savaş Lübnan iç savaşının bir parçasıdır; 1973 Arap-İsrail savaşının ardından başlamış ve 1982’de Lübnan’daki Filistinli güçlerin fiziki olarak tamamen tasfiye edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu, İsrail açısından ilkinden daha uzun süreli bir zaferdir, zira çatışma askeri niteliğini uzun süre kaybetmiş, siyasi ve diplomatik yollarla sürmüştür.

Üçüncü savaş 1987 intifadasıyla başlamıştır. Bu savaşın orijinal yanı, tamamen kendiliğinden bir dizi kitlesel eylemin ardından, Filistin önderliğinin siyasi iradesine rağmen ve bu iradenin intifadanın başına geçme zarureti üzerine ortaya çıkmış olmasıdır. Direniş böylece bu kendiliğinden eylemlerin sonucu olarak küllerinden yeniden doğmayı başarmıştır. Ancak üçüncü savaş da bozgunla bitmiş, üstelik bu bozgun 1993’te Oslo anlaşmasıyla hukuki olarak da bağıt altına alınmıştır.

Altını çizmek gerek: bozgun, Filistin direnişinin iradesini temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü’nün siyasi hedeflerini değiştirmesi değildir. Bozgun, bu güçlerin silah bırakmayı kabul etmesidir. Bunların ilki sadece siyasi mücadelenin biçiminin değiştiğine işaret ederken ikincisi doğrudan doğruya İsrail’in zaferi anlamına gelir, zira her savaşın asli unsuru olan silahtan vazgeçilmiştir.

Dördüncü savaşın başlangıç tarihi olarak 2006’dan itibaren herhangi bir tarih ileri sürülebilir. Ancak ben İsrail’in Gazze’ye 2014 saldırısını önereceğim, zira bu, artık rutin sayılan hava saldırılarından ibaret değildir ve karada da karşı karşıya gelinmiştir. Bu ilk önemli muharebe 51 gün sürmüş ve Filistin’de ağır sivil kayıplara rağmen İsrail’in de geri çekilmek zorunda kalmasıyla sona ermiştir.

Bu savaş halen devam ediyor.

“Savaş siyasetin başka vasıtalarla [şiddet vasıtalarıyla] devamıdır.” (Clausewitz s. 55.) Demek ki savaş ve siyaset arasındaki ilişki doğrudan bir ilişkidir. Muharebeyle siyaset arasındaki ilişki ise doğrudan olmak zorunda değildir; muharebe çoğu zaman bir sonraki muharebeye ve en nihayet tayin edici muharebeye hazırlanmak için güç toplama aracıdır. Bununla birlikte hiç değilse planlama aşamasında muharebenin askeri amacı savaşın siyasi hedefiyle çelişemez; tersine, askeri amaç siyasi hedeften doğar ve onu desteklemek zorundadır. Muharebe de zaten bu yüzden verilir. Bu örtüşme olmadığında muharebede kazanılan başarı savaşta zafer anlamına gelmez. Tek bir muharebenin muazzam başarıyla sonuçlandığı halde bütün bir savaşın korkunç bozgunla bittiğine sık rastlanır.

Birinci sorumuz budur: 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi nedir?

2014’te başlayan son savaşta 7 Ekim’e kadar yaşanan kesintileri “duraklama” diye anmak gerek.

Savaşta duraklamalar iki nedenle olabilir:

1) “Savaşta güdülen hedefler ne kadar az önemliyse… duraklamalar da o kadar sık ve uzun olacaktır.” (Clausewitz s. 50.)

2) “… duruma yeterince nüfuz edilememesi”. (Clausewitz s. 51.)

Birincisi gene siyasi hedefin ne olduğuyla ilgilidir. Duruma yeterince nüfuz edilememesine gelince; bu, sadece planlanan bir sonraki muharebenin başarısı için gereken istihbari bilgi eksikliği değildir; bu, gene aynı amaçla, hasmın içinde bulunduğu siyasi ortamın ve vereceği cevabın değerlendirilmesindeki yetersizlikler demektir. Demek ki ikinci soru şudur: savaşın sürdürülüşünde hasmı objektif analiz edebilen bir siyasi dirayet gösterilmiş midir?

Siyaset yalnızca savaşın hedefiyle ilgili değildir. Savaş siyasetin başka vasıtalarla (şiddet vasıtalarıyla) devamıdır, ancak bu dış siyasetten ibaret de değildir; savaş iç siyasetin de doğrudan yansımasıdır. Bu durumda savaşın önderliğini yapan sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin tutumunu ve diğer sınıflarla ve bu sınıfların siyasi temsilcileriyle ilişkilerini incelemek gerekir. “Her savaş içinden doğduğu siyasi yapıyla kopmazcasına bağlıdır. Belli bir gücün, bu gücün içindeki belli bir sınıfın savaştan önce uzun bir süre yürüttüğü siyaset bu sınıf tarafından savaş sırasında da eylem biçimi değiştirilerek muhakkak ve kaçınılmaz olarak devam ettirilir.” (Lenin c. 24 s. 79.) Uzatmalı savaşta savunma tarafında ortaya çıkan sosyal değişikliklere birazdan lümpen proletarya üzerinde dururken döneceğim; ancak bu teorik yaklaşım savaşın gidişatında iç siyasi mücadelelerin de önemine işaret ediyor. Demek ki üçüncü soru şudur: Filistin içindeki siyasi mücadele, 7 Ekim’de ne rol oynamıştır?

Kuşkusuz, siyasi hedef temsil edilen kitlelerin niteliğiyle ilgilidir ve bazı durumlarda bu kitlelerin nefret, öfke, peşin hükümler gibi duygularının gücü siyasi hedef üzerinde etkili olur; ancak bu etki siyasi hedefi tayin etmek şeklinde değil o hedefe ulaşılması için “zaruri çabaların hacmini tayin etmek” (Clausewitz s. 53-54) şeklindedir. Bununla birlikte kitlelerin duyguları verili bir sabit değil değişkendir; duyguların istikametini savaşın siyasi önderliği çizer. İkincisi bilinmezliklerdir ve bunlar da askeri istihbaratın, siyasi öngörü, dirayet ve kararlarda isabetliliğin sonucu azalır. Üçüncüsü ise diğerlerini tayin eden akıl, yani siyasetin kendisidir: “Bu itibarla savaş … ilk unsurunun kör ve tabii bir içgüdü olarak mülahaza edilmesi gereken şiddet, nefret ve düşmanlıktan; onu ruhun özgür bir faaliyeti kılan ihtimallerin ve tesadüflerin bir oyunundan; siyasetin bir vasıtası olarak saf akıl yürütmeye tabiyetinden (bu sayede saf akıl yürütmeye tabidir) mürekkep tuhaf bir teslis ortaya koyar. Bu veçhelerden birincisi daha çok halkı, ikincisi daha çok kumandanı ve ordusunu, üçüncüsü de hükümeti ilgilendirir. Bu suretle, teorinin ödevi bu eğilimler arasındaki dengeyi üç çekim noktası arasındaymış gibi korumaktır.” (Clausewitz s. 58-59.)

Böylece siyasi hedef teslisin unsurlarını dengede tutacak bir siyasi strateji güdülmesini de gerekli kılar. “Strateji, bu kelimenin dar askeri anlamında siyasi stratejinin parçasıdır.” (Frunze s. 322.) Demek ki sadece 7 Ekim saldırısının arkasındaki siyasi hedef ve siyasi saikler değil, bir başka şey daha açık seçik belirlenmelidir: dördüncü soru, savaşın siyasi stratejisi nedir?

Böylece bir savaşı analiz ederken dört soru etrafında dolaşırız: 1) 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi; 2) savaşı yürüten iradenin siyasi dirayeti; 3) içerideki siyasi mücadelelerin etkisi; 4) siyasi strateji.

Görüş

Hindistan ticaret savaşının kazananı olabilir mi?

Avatar photo

Yayınlanma

Donald Trump’ın başlattığı yeni küresel ticaret savaşının yankıları sürüyor. Nisan başında dünya çapındaki ülkelere yüzde 10 ile yüzde 49’a varan oranlarda değişen “karşılıklı tarifeler” duyurmuştu. Bu durumda hemen hemen tüm ülkeler Amerika’ya mal sattıklarında yüzde 10 tarife ile karşı karşıya kalacaktı. Ancak Hindistan da dahil olmak üzere bazı belirli ülkeler özel tarife şoku yaşamıştı. Çin’e, örneğin, yüzde 34 tarife koyan Trump, diğer bazı Asya ülkeleri, örneğin Vietnam, Kamboçya, Sri Lanka ve Laos için yüzde 40 üzeri, neredeyse yüzde 50’ye yakın bir tarife duyururken Hindistan için ise bu tarife yüzde 26 idi. Yani, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren, 23 milyar dolarlık ithalatın yarısına tarife indirimi tavsiye eden, ticaret görüşmelerine başlayan, ithalatı 3 milyar dolar artıran ve 40 milyar dolar üzeri yatırım ile yaklaşık neredeyse 500 bin iş olanağı yaratan Yeni Delhi de yüzde 26’lık (indirimli) Trump tarifesinden kaçamamıştı.

Tarifeler, bir ülkenin başka bir ülkeden ithal ettiği mallara uyguladığı vergilerdir. Donald Trump, Amerikan mallarının ticaret ortakları tarafından haksız yere tarifelendirildiğine ve bunun da Amerikan şirketlerine zarar verdiğine inanıyor. Bu nedenle ki oyun alanını eşitlemek için bu tartışmalı yeni tarifeleri duyurmuştu ki yüzde 125’lik bir misillemede bulunan Çin’e uyguladığı gümrük vergilerini yüzde 145’e (ki bugün -16 Nisan- itibarıyla da yüzde 245’e yükselttiğini duyurdu) çıkarırken dünyanın geri kalanına 90 günlük bir ara vererek ticaret savaşına açıklık getirdi. Evet, Trump’ın ticaret savaşı artık Amerika ve Çin arasındaki bir düello. Ki şimdilerde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de Trump tarifelerine karşı önlem almak için Güneydoğu Asya turunda. Filler tepişirken çimenler ezilir. Evet, biliyorum; fil, Hindistan için favori bir metafor ancak bu düelloda soru şu: Hindistan çimen mi olacak? Veya alternatif soru ise şu: Bu ikilinin arasındaki düelloda büyük bir bir salıncak ülke olarak kazanan mı olacak? Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Açıkçası, Amerika ve Çin’in bu düellosu tüm salıncak ülkeler için birçok olasılık açtı ama Yeni Delhi bunların en büyüklerinden ve en önemlilerinden ve açıkçası Delhi’nin ticaretteki en büyük rakibi Pekin’e karşı daha avantajlı bir konumda gibi görünüyor. Ve kazanan olabilmesi için ise kendini o Kovid dönemi reform fikrine yeniden adaması gerekiyor.

Krizleri değerlendirmek çoğu zaman ucuz bir şey gibi gözükse de bu, dünya politikasında genellikle rasyonel bir yaklaşım. Ancak Delhi son zamanlarda bu tür fırsatları tam olarak değerlendiremedi: Özellikle Kovid’in ardından vaat edilenlerin çoğu havada kaldı, reformist tarım yasaları ve iş kanunlarında dişe dokunur bir sonuç ortaya konmadı. Örneğin, Başbakan Narendra Modi 2021’de hükümetin stratejik olanlar hariç tüm iş alanlarını kayıtsız şartsız özel sektöre devredeceğini söylemişti ancak 2017’den beri devam eden Air India satışı dışında herhangi bir özelleştirmeden hiç söz edilmedi. Ülkede uzun zamandır beklenen reform konusundan hala ses yok. Hindistan hükümeti, iki fikir etrafında yeni bir ekonomik gündem önermişti: Atmanirbhar (kendi kendine yeterlik) ve Make in India (yerli üretim modeli). Bu ekonomik gündem kapsamında ise üretim bağlantılı teşviklere büyük miktarlar tahsis edilmiş ve iş yapma kolaylığı vaat edilmişti. İlki kısmen hayata geçti çünkü üretim durgunlaştı. Ancak bazı üretim bağlantılı teşvikler alındı ki bunun en belirgin olanı iPhone’lar için. ABD-Çin ticaret savaşının ortasında bu, Yeni Delhi’nin elini yükseltebilir. Apple artık üretimini Çin’den Hindistan’a kaydırmaya başlayabilir. Bu en azından Çin’e karşı artı birin iyi bir örneği. Ki Tayvan merkezli Foxconn halihazırda Çin’deki fabrikalarının bir kısmını Hindistan’a taşıdı ve iPhone üretimine başladı. İş yapma kolaylığı söz konusu olduğunda ise evet, Hindistan’ın sıralaması yükseldi, ancak kaplumbağa hızında.

En azından, Trump tarifeleri göz önüne alındığında, Yeni Delhi’nin Çin’in rekabet edemeyeceği Amerika pazarları için yapabileceği şeyler olabilir. Apple telefonları ilk örnek, demiştik. Ancak Pekin’in Amerika’ya ihraç ettiği ürünlerin listesine göz gezdirdiğinizde, teklif edilen onlarca milyar değerinde ihracat olasılığının olacağını tahmin etmek güç değil. Sorular şunlar: Hindistan bu düelloyu kendi yararına çevirmek için ne kadar sürede yeni üretim ortaya koyabilir? Gümrük vergileri büyük ölçüde azaltılırsa, Hint üretimi hayatta kalmaya yetecek kadar sağlam mı? Ve Hint hükümeti bunu sağlamak için ne yapmayı düşünüyor? Sübvansiyonlar ilk akla gelen şey olsa da pahalıya patlar ve Trump bunları haksız bulup reddedebilir ki ABD Ticaret Temsilciliği ofisinin bu konudaki görüşünü aynen iletiyorum: “Hindistan, kredi sübvansiyonları, borç muafiyetleri, mahsul sigortası ve hem merkezi hükümet hem de eyalet hükümeti düzeylerinde girdi sübvansiyonları (gübre, yakıt, elektrik ve tohum gibi) dahil olmak üzere tarım sektörüne geniş bir yelpazede sübvansiyon ve destek sağlamaktadır. Hükümet için önemli bir maliyeti olan bu sübvansiyonlar, Hindistan’ın üreticileri için üretim maliyetini düşürür ve ithal ürünlerin rekabet ettiği pazarı bozma potansiyeline sahiptir.”

Neyse, Amerika genelde gümrüksüz bir ekonomiydi ki bu, Delhi’ye 45 milyar dolarlık mal fazlası sağlar. Amerika’nın Hindistan’a ihraç edebileceği çok az şey ürettiği de bir gerçek. İhracat sepetinde ilk iki sırada mineral yağlar ve değerli taşlar yer alıyor. Üretilmiş gözüken şeyler, makineler ve cihazlar, elektrikli, optik ekipmanlar, 8 milyar doların altında bir değere sahip. Buna karşılık, Hindistan, elektrik ve ilaç ürünleri ihraç ediyor ki bunlar ihracat listesindeki ilk iki ürün ve bu ürünlerin değeri üç katından fazla, 26,5 milyar dolar. Delhi’nin Amerika’dan satın aldığı geri kalan kısmın çoğu tarımsal ürünler. Tam da Trump’ın yükseltmek istediği şey. Bu doğrudan onun çiftçi tabanını da besler. Cevizden yenilebilir yağa kadar Delhi’nin çiftliklerde yetiştirdiği her şey önemli oranlarda gümrüklenir. Balık, et ve süt ürünleri o kadar yüksek vergilendirilir ki Amerika’nın ihracat yapması neredeyse imkansız. Ve Amerika’nın ihraç edilebilir fazlalıklarda ürettiği tek şey bu.

Ticaret meselesi neredeyse tamamen imalat ve tarım ürünleri ile sınırlı olacak gibi gözüküyor ki bu, Hindistan’ın Amerika’ya yaptığı ihracatın yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan hizmetlerin sayılmadığı anlamına geliyor. Hiçbiri sınırı geçmediği için bunlar gümrük vergisine tabi değil. Yazıda bir yerlerde, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren Delhi de Trump tarifesinden kaçamadı, demiştim. Tarım, Trump için kritik öneme sahip ve Delhi, tarımı arka plana atarak, makinelere, kazanlara, elektronik cihazlara ve değerli taşlara uygulanan vergileri düşürerek, işi yürütemeyeceğini anlamış olmalıdır, sanıyorum. ABD Ticaret Temsilciliği’nin farklı ülkelerin kısıtlayıcı uygulamaları hakkındaki raporunda Hindistan bölümüne göz atarsanız, tarım ürünlerinin tarife dışı engel olarak işaretlendiğini görebilirsiniz. Ayrıca, Hindistan’ın önemli bir ortak olduğu, Modi ile Trump arasındaki kişisel dostluğun Delhi’ye özel bir muafiyet getireceği fikri de sık sık düşünülür veya tekrarlanır; ancak diğer müttefiklerine tutumuna bakınca, Trump’ın böyle düşündüğünü hiç sanmıyorum. Trump sert oynuyor ve kuvvetle muhtemel sert oynayacak. Tarım dışı mallara uygulanan gümrük vergilerini düşürmek, işin kolay yanıydı. Ancak, Delhi’nin geleneksel güvensizlikleri ve korumacılığını dikkate alırsak, Hindistan, süt ve et ithalatına açılabilir mi, örneğin? Dahası, süt ve süt ürünleri veya et üretimi kendine yeterli mi? Delhi’nin üretim korumacılığı ve tarıma ilişkin tarihi tereddütleri dikkate alınırsa, işi zor gözüküyor. Belki de Delhi için Kovid krizinde kaçırılan tarım reformları fırsatı ikinci bir şansı hak ediyordur ve belki de en iyi dostunun ve en kötü rakibinin kozlarını paylaşmakta olduğu bu süper güç ticaret savaşı, bunun tam zamanı olduğunu söylüyordur.

En hızlı büyüyen büyük ekonomi veya beşinci en büyük ve yakında Japonya ve Almanya’yı geride bırakarak üçüncü olacak gibi retorikler ve son on yıldır geleceği söylenen ancak henüz gerçekleşmeyen -hatta geriye gitmediyse dahi- bir üretim devrimi söylemi, elbette bir şeydir. Ancak, 90’ların başında zorlukla kazanılan ekonomik özgürlüklerden uzaklaştığı görülen Yeni Delhi, büyümeyi tepeden inmeci yöntem ile getirebilecekleri inancına geri dönmüş gibi gözüküyor. Son on yılda daha yüksek tarifelerin geri döndüğü görülüyor. Dünyanın en pahalı çeliğini Hindistan’dan satın alıyor olabilirsiniz, örneğin. 90’ların sonunda dönemin maliye bakanı tarifelerini neredeyse ASEAN düzeylerine getirdiğini söylemişti. Giderek daha güçlü oligarklar pazar payını ve sektörleri bölüşüyor. İşe yarıyor mu peki? Devlet himayesinin Hindistan’ı bir üretim ve ihracat ütopyasına götüreceği fikri hayata geçiyor mu? Hükümet verilerine bir göz atın: Delhi’nin Çin’den kaçıştan faydalanmak için stratejik öneme sahip sektörlere 26 milyar dolardan fazla yatırım yaptığı Make in India yerli üretim modeline karşın üretimin Hint ekonomisindeki payı, hizmet ve tarım sektörüne kıyasla geriledi. Ya da Make in India atılımının 10 yıllık döneminden sonra, 2023-24’te Hindistan’ın GSYİH’sindeki imalat payının 2013-14’teki ile tam olarak aynı olduğunu görürsünüz; yüzde 17,3. Ki bu yıl daha da düşük olma eğiliminde. Üretimin iş yaratmaya katkısı ise 2022-23’te 2013-14’e kıyasla biraz daha düşüktü; 2022-23’te yüzde 10,6 iken 2013-14’te yüzde 11,6 idi. Dahası, akıllı telefon üretimindeki gerçek başarı kutlanmayı hak ediyor olabilir, ancak GSYİH’sındaki ihracat payı 2013-14’teki yüzde 25’ten şu anda yüzde 22,7’ye düştü. Ki buna bağlı olarak Delhi’nin küresel ihracattaki payının büyüme hızı da yavaşladı.

Lobicilik faaliyetleri ile bilinen Delhi merkezli iş insanı ve iktidardan meclis üyesi Praveen Khandelwal, Çin’den Amerika’ya ithalata uygulanan yüksek verginin Hindistan’ın ticaret ve sanayisi için önemli bir fırsat sunduğunu ve elektronik, otomobil parçaları, tekstil ve kimyasallar dahil olmak üzere çoğu sektörde Pekin’e karşı bu avantajı kullanmak istediklerini söylüyor olabilir; ancak Delhi hem parça ve ekipman için Pekin’e bağımlı hem kalifiye eleman bakımından yetersiz, ayrıca hem de Delhi’nin Pekin ile rekabet halinde olduğu pek çok sektörde teşvik programları da yetersiz. Hint ekonomisinden beş kat daha büyük Çin ekonomisi hala zorlu bir rakip… Hindistan’ın durumunda, Trump tarifeleri yumuşatılabilir, hatta belki de tamamen kaldırılabilir (?); ancak karşılığında Delhi’nin daha önceki bir yazımda sözünü ettiğim “minik tavizlerden” daha fazlasını sunması gerekebilir veya Amerika’nın “minik kazanımlardan” daha fazlasını beklediği açık. Özel tarife şoku yaşayan diğer ülkeler 90 günlük erteleme süresinde karşılıklı tarifelerde indirim yapılması için müzakerelere girmeye çalışırken Yeni Delhi zaten bir süredir Amerika ile müzakere masasında, ancak bu kez Trump zorlu bir dost… Hint stratejik kırılganlığının ölçeğini zaman gösterecek…

Okumaya Devam Et

Görüş

Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!

Yayınlanma

Antalya Diplomasi Forumu’nda (ADF) Harici ekibi olarak geçirdiğimiz üç günün ardından Hem Türk dış politikasının hem de dünyanın gidişatına dair kritik izlenimler edinerek döndüm. Jeffrey Sachs’ın gündem olan “Suriye ABD-İsrail projesiydi” cümlelerinin dışında ortalığı kasıp kavuran söylemlerden ziyade forumun en can alıcı noktası bir araya gelmesi zor olan, diyalog kuracak ortam bulamayan küresel ve bölgesel aktörlerin çok kutuplu dünyada iki çift laf edebilecekleri bir kutup olarak Türkiye’yi görmesi oldu. Katılımcıların sayısı ve düzeyi, Türkiye’nin iş yapmak istediği ve Türkiye’yle iş yapmak isteyen ülkeleri daha iyi anlamamızı sağladı. Balkanlardan Kafkaslara, Afrika’dan Asya’ya bir çok ülkenin bakanı ve hatta devlet başkanı kendisini “aynı cephede” bulunmayan mevkidaşlarıyla birer çay içerken bulmuştu. Bu, ADF’yi küresel çaptaki benzer diplomatik zirvelerden ayrı bir noktada tutuyor.

Çok kutupluluğun yeni kutbu

Hangi panele katılsak ana temanın “çok kutupluluk” olduğu barizdi. Ekonomi politikalarından yapay zekaya, savaştan ticari partner arayışına bütün tartışmalar Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren devam eden tek kutuplu dünyanın dağılışı ve 19. yüzyıl benzeri jeopolitik temelli dış politikanın günümüzde nasıl karşılık bulacağı üzerineydi. Ancak Davos’un veya bir BRICS zirvesinin aksine farklı yönleri tercih etmiş çok devlet bu forumda söz hakkı buldu.

Mesela “yabancı ajan” yasasıyla gündeme gelen ve ülkesinin yolunu Avrupa Birliği’nden uzaklaştırdığı gerekçesiyle protestolarla karşılaşan Gürcistan Başbakanı Irakli Kobakidze, AB’ye girmenin ne kadar güzel ve kolay bir şey olacağını anlatan Karadağ Cumhurbaşkanı Jakov Milatoviç ile yan yana oturuyordu. Biz alt katta milisleri Suriye İç Savaşı’nda Esad’ın yanında savaşan İran heyetinden röportaj isterken Suriye’de Esad’ı deviren Ahmet Şara yalnızca bir kaç adım ötede hemen yanımızdan geçti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Ukraynalı mevkidaşından sadece bir kaç saat sonra karşı odada konuşma yaptı. Hatta Ermenistan ve Azerbaycan Dışişleri Bakanları birlikte panel bile düzenlediler.

İşte böyle bir sahneye dünyanın çok yerinde rastlamak söz konusu değil. Dünyanın ticari ya da askeri açıdan çatışmalara gebe olduğu bu dönemde herkesin ihtiyaç duyduğu bir anda diyalog başlatabileceği bir nokta olarak tanınmak Türk hariciyesi için büyük bir avantajdır. Bölgesel ve küresel çıkarlarımızı diğer devletlerle tartıştığımızda Türkiye’yi küstürmenin bedelinin böylesi bir diplomatik orta noktadan uzak kalmak olacağı bize tüm istişarelerde artı puan olarak yazacaktır.

Dahası, Balkanlar, Afrika, Kafkaslar ve Orta Asya temelindeki katılımın yoğunluğu Türkiye’nin Batı veya BRICS ekseninin dışında oluşabilecek daha ufak kutuplardan biri olma arzusu içinde olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin Batı’daki bir çok devletin aksine çok kutupluluğu erken fark edip kendini buna göre konumlandırması bir artı olsa da her şey bu kadar pozitif değil. AB’nin güvenlik açısından ciddi zafiyet yaşadığı bu dönemde Türkiye ile olan ilişkisi ciddi önem kazansa da forum sırasında Azerbaycan ve Türkiye dışındaki Türk devletlerinin KKTC konusunda AB’nin isteklerine boyun eğmesi hem üzücü hem de şaşırtıcıydı. Rusya’yla ettiği kavga sonrası enerji açlığı yaşayan ve endüstrilerini küçülmesini izleyen AB devletleri, çözümü Orta Asya’ya yoğunlaşmakta bulmuş, bu çaresiz konumlarına rağmen sadece bir yatırım sözüyle Kazakistan’ın Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açmasını, Türkmenistan ve Özbekistan’ın ise GKRY’nin sözde toprak bütünlüğüne saygı duyduğunu açıklamasını sağlamıştı. Türkiye’nin, jeopolitik manada elinin kuvvetli olduğu bir dönemde AB’den böylesi bir “gol yemesi” edindiğimiz avantajları ne kadar kullanabildiğimizi tartışmaya açtı.

Tabii bunun yanında bir de Gazze meselesi var. Netanyahu’nun bazı büyük devletlerin Trump’ın Filistinlileri Gazze’den kovma planına ikna edileceği iddiası forum öncesi gözleri Türkiye’ye çevirmişti. Ancak forumun genelinde Gazze meselesi en çok konuşulan konulardan bir oldu. Konunun gündemde tutulması umut verici olsa da Trump ve Netanyahu’nun Gazzeliler adına facia planı gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği hala belirsizliğini koruyor.

Göze çarpan önemli detaylardan birisi Batı Avrupalı veya Amerikalıların ADF’ye pek katılım göstermemesiydi. İngiltere’den Kuzey Amerika ve Avrupa’dan sorumlu bakan Stephen Doughty katılım gösterse de kolektif Batı olarak bildiğimiz cephenin ADF’ye pek heyecanlanmadığını söylemek gerekir. Tabii onların başı biraz kalabalık. Forum öncesi ortalığı karıştıran Trump vergileri ADF’nin de ana konularından biri oldu. Neredeyse saat başı karşılıklı olarak açıklanan gümrük vergileri katılımcı bakan ve devlet başkanlarını epey zor durumda bırakmıştı. Birçoğu ülkesinin vergilerden ağır hasar almayacağını umsa da küresel ticaretin durma noktasına gelebileceğini vurguladı.

Jeffrey Sachs da Trump’ın vergi politikasını ağır eleştirenlerden birisiydi. Sachs’a Trump’ın politikasının, ABD’nin yıllar önce küreselleşme bahanesiyle yurtdışına gönderdiği endüstrileri geri getirmeyi başarıp başaramayacağını sordum. Sachs, endüstrileri getirmenin yolunun 150 ülkeye vergi getirmek değil, ülke içinde şirketleri motive edecek atılımlarda bulunmak olduğunu söyledi. Ayrıca ABD’nin Çin gibi ülkelerle savaşmak zorunda olmadığını söyledi. Sachs belki de en kilit cümleyi burada söylemişti.

“Ne güzel ki diplomasi ucuz bir şey. İşte bu yüzden Antalya Diplomasi Forumu’ndayız, Antalya Askeri Forumu’nda değil!”

İsrail’in Gazze katliamları, Trump’ın gümrük vergileri, Ukrayna Savaşı’nın bitip bitmeyeceği derken dünyanın gidişatına dair karanlık bir görüntü ortaya çıkıyor. Ancak her şey bu kadar kötümser değil. Sergey Lavrov, konuşmasında alışkın olduğumuz kolektif Batı ifadesi yerini Avrupa ve İngiltere’ye bırakmıştı. Lavrov, Biden’a ve Obama’ya sataştığı bir iki nokta hariç ABD’ye yönelik sert bir söylemden kaçındı. Geçen yılın aksine bu sefer Rusça değil, İngilizce konuşmuştu. Anlaşılan o ki Rusya’nın artık İngilizce konuşanlara laf anlatmak gibi bir derdi var. Bu da bize şunu gösteriyor; dünyada ticaret savaşları, bölgesel krizler, İsrail’in soykırımları büyüyerek devam etse de küresel çapta nükleer savaş korkusuyla geçen son bir kaç yıla nazaran belki bir pozitif değişim mevcut; en azından artık diyalog var!

Okumaya Devam Et

Görüş

ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi  

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

9 Nisan’da ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’da basına yaptığı açıklamada İran’a bir son tarih verdiğini ve bu sürede yeni bir nükleer anlaşmaya varılmaması durumunda İran’a karşı kesinlikle askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Ayrıca İsrail’in de bu müdahaleye derin şekilde katılacağını ve “lider rolü” üstleneceğini söyledi. Görünen o ki “Trump 2.0” dönemi, İran’a yönelik tehditlerinde askeri bir ton kazandı; ancak genel olarak bu baskı, yayı germek ama tam çekmemek şeklinde tanımlanabilir. Bu aşırı baskı, yedi yıl önce ortaya atılan “Pompeo’nun 12 maddesini” yeniden gündeme getirebilir.

Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüştü. Bu görüşmeden sonra ABD, İran ile doğrudan müzakerelere başladığını duyurdu. İran Dışişleri Bakanı Araghchi ise 8 Nisan’da, 12 Nisan’da Umman’da dolaylı üst düzey görüşmeler yapılacağını doğruladı ama ABD’nin iddia ettiği “doğrudan müzakere”yi yalanladı.

Analistler, bu zirvenin yalnızca ikili ticaret tarifeleri ve Gazze meselesi değil, aynı zamanda İran nükleer krizi karşısında ortak tutum geliştirme konusunda da önemli olduğunu düşünüyor. Trump’ın sonrasında yaptığı açıklamalara bakılırsa, İsrail, İran’ın nükleer eşiği aşması durumunda (yani fiilen nükleer silah sahibi olması halinde) saldırı düzenleyerek nükleer tesisleri hedef alacak. ABD, askeri müdahaleyi bir “B Planı” olarak tutmak, önce müzakerelerle yoğun baskı kurmak, başarısızlık durumunda ise İsrail’e savaş için yeşil ışık yakmak niyetinde.

Uzun süredir ABD-İsrail tehditlerine alışkın olan İran, bu tür savaş şantajlarına pek prim vermiyor. İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, İran’ın “nükleer silah peşinde olmadığını” yineledi ve ülkenin uzun vadede nükleer bilim ve enerjiye ihtiyacı olduğunu belirtti. İran dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, 10 Nisan’da sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, dış tehditlerin devam etmesi halinde İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla işbirliğini askıya alabileceğini ve denetçileri sınır dışı edebileceğini, ayrıca zenginleştirilmiş nükleer maddeleri güvenli iç bölgelere taşıyabileceğini belirtti.

“Trump 2.0” dönemi henüz 100 gün dolmadan tam güçle saldırıya geçti. “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” sloganı adına dünya ticaret ortaklarına savaş açarak küresel ticaret düzenini bozmayı hedefliyor. Küresel ticaret sistemini bozmak için “Pandora’nın kutusunu” açmaya çalışarak, tüm ticaret ortaklarını köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Şu an dünyadaki en büyük kaygı, Trump yönetiminin ekonomik zorbalığına maruz kalmamak. Bu yüzden jeopolitik çatışmalar geçici olarak arka planda kalmış gibi görünüyor.

Jeopolitik açıdan Trump’ın dönüşü, iki ana cepheye odaklanıyor: Rusya-Ukrayna savaşı ve Orta Doğu. Bu cephelerdeki temel hedef ise İran’ı dize getirmek. Bu nedenle Trump yönetiminin İran’a yönelik yeni politikası şekillenmekte; temel olarak tehdit ve zorlamaya, ikincil olarak ise diyalog ve müzakereye dayalı, adım adım baskının artırıldığı, kuşatma stratejisinin izlendiği bir yol izleniyor.

Şu anda Trump yönetimi, İsrail ile tam işbirliği içinde, “direniş ekseni”ni zayıflatma ve dağıtma sürecini sürdürüyor. Suriye rejimini devirmeye çalıştı, Hamas’ı ve Hizbullah’ı zayıflattı, Irak’taki halk direnişini susturdu. Şimdi Gazze’deki durumu toparlamaya ve Yemen’deki Husilere karşı askeri operasyonlarla İran’a baskıyı artırmaya çalışıyor. Nihai hedef, Trump liderliğindeki bir “Orta Doğu barışı”: Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini hızlandırmak, İran’ı yalnızlaştırmak ve bölgedeki en büyük Amerikan-İsrail karşıtı aktörü etkisizleştirmek.

Trump yönetimi bir süredir İsrail’i koşulsuz destekliyor. “Al-ver” zihniyetiyle “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” gibi söylemleri gündeme getirerek Arap ülkelerini İsrail’in lehine hareket etmeye zorluyor. Böylece “Hamas sonrası dönemi” başlatmayı, Filistin-İsrail çatışmasının siyasal ve jeopolitik yapısını değiştirmeyi hedefliyor. Diğer yandan, Kızıldeniz rotasının güvenliğini sağlama bahanesiyle Yemen’deki Husilere yönelik büyük çaplı saldırılar düzenleyerek İsrail’in vekil savaşçısı gibi hareket ediyor. Aynı zamanda İran-Husi ilişkisini artık işbirliği değil, “efendi-köle” ilişkisi olarak tanımlıyor ve bu şekilde İran’a karşı baskıyı meşrulaştırmaya çalışıyor.

İran nükleer meselesi konusunda Trump, ilk dönemine kıyasla daha sert bir savaşçı tutum sergiliyor. Açıkça “müzakereler başarısız olursa vururuz” diyerek İsrail’in savaş ateşini Basra Körfezi’ne taşımasına destek veriyor. ABD, İsrail ile birlikte İran’a yüksek düzeyde baskı uygularken, üç belirgin avantaja sahip:

Birincisi, İran bir yılı aşkın süredir süren “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nda ağır darbeler aldı; topyekûn savaştan kaçınma eşiği tamamen ortaya çıktı. “Direniş Ekseni” de dağılmış durumda.

İkincisi, ABD-Rusya ilişkileri büyük bir dönüşüm yaşadı. Rusya, Orta Doğu’daki diplomatik hezimetten sonra, şimdi dikkatini Ukrayna topraklarını ve maden kaynaklarını ABD ile paylaşmaya yöneltti.

Üçüncüsü, her ne kadar Rusya ile İran arasında hâlâ iyi ilişkiler olsa da, Rusya açıkça, İran saldırıya uğrarsa müdahale etmeyeceğini ilan etti.

Trump, 2017’de ilk kez başkan olduğunda, altı aylık gözlem ve pazarlığın ardından İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıkladı. O dönemde yazdığım analizde belirtmiştim ki, Trump bu anlaşmadan sadece “çekilmek için çekilmedi.” Diğer izolasyonist, “önce Amerika” ve anti-küreselleşmeci/çok taraflılığa karşı anlaşma bozma girişimlerinden farklı olarak, Trump yönetimi nükleer anlaşmayı yıkarak aslında ileriye dönük bir hamle yapıyordu — anlaşmayı bozup yerine yeni şartlar koyarak Orta Doğu sorununu bir bütün olarak “çözmeye” ve bu süreçte ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeye çalışıyordu.

2018’in 21 Mayıs’ında ABD Dışişleri Bakanlığı, İran nükleer tehdidini tamamen ortadan kaldırmakla kalmayıp, İran’ın Orta Doğu’da yıllarca oluşturduğu jeopolitik kazanımları da yok etmeyi ve bölgesel düzeni, ABD-İran ile İran-İsrail ilişkilerini yeniden şekillendirmeyi hedefleyen kapsamlı bir “B Planı” sundu. Bu plan aslında ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik politikalarının bir versiyonuydu ve tipik bir “havuç-sopa” stratejisiydi. Ancak Kuzey Kore’ye sunulan taleplere kıyasla çok daha sert, kapsamlı ve uzun vadeli bir vizyonla oluşturulmuştu. Amacı, Orta Doğu’daki tarihî ve güncel çelişkileri çözmek ve bölgeyi yeniden dengeli bir yapıya kavuşturmak idi.

Dolayısıyla, bugün Trump’ın İran nükleer sorununa yeniden odaklanması, aslında eski konuların yeniden gündeme getirilmesidir ve yedi yıl önceki yoğun baskı düzeyine henüz ulaşmış değildir. O dönemdeki ABD-İran politikası, büyük ihtimalle hem akademide hem de pratikte unutulmuş olan ve “Pompeo’nun 12 Maddesi” olarak bilinen dikkatle hazırlanmış bir stratejik paketti. Bu nedenle, bugün Trump tarzı İran politikasını değerlendirirken bu listeye yeniden bakmak oldukça faydalı olur.

Pompeo’nun 12 Maddesi

Pompeo, Amerikan Heritage Vakfı’nda yaptığı konuşmada, İran’ın ABD’nin tüm ekonomik yaptırımları kaldırması ve ikili ilişkilerin yeniden kurulması için 12 talebi karşılaması gerektiğini vurguladı. Aksi takdirde İran, “tarihin en ağır yaptırımlarıyla” karşılaşacaktı. Bu 12 madde; İran’ın nükleer silah ve balistik füze programından tamamen vazgeçmesini, tutuklu kişileri serbest bırakmasını, “terörü desteklemeyi” durdurmasını ve bölge ülkelerinin iç işlerine müdahaleye veya güvenliğini tehdit etmeye son vermesini kapsıyordu.

Nükleer silahlar ve balistik füzelerle ilgili dört madde ise şunlardı: 

-İran, tüm askeri nükleer projelerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirmeli ve bunlardan kalıcı ve denetlenebilir şekilde vazgeçmeli.

-Tüm uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmalı, plütonyum işleme yapmamalı ve ağır su reaktörlerini kapatmalı.

-Ajansın herhangi bir tesise koşulsuz denetim yapmasına izin vermeli.

-Balistik füze yayılımını durdurmalı, nükleer başlık taşıyabilecek füze sistemlerini geliştirmemeli ve fırlatmamalı.

Bu koşullar, sadece nükleer silahların yayılmasını önleme açısından bakıldığında bile, İran nükleer anlaşmasındaki kısıtlamaların çok ötesine geçiyor ve İran’ın nükleer silaha sahip olma ve bunları uzun menzilli füzelerle taşıma kapasitesini tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyordu.

“Pompeo’nun 12 Maddesi”nin Kalan Sekiz Şartı ve Anlamı

Devlet dışı aktörlerle ilgili üç maddeye göre İran:

-Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad dahil olmak üzere Orta Doğu’daki sözde “terör örgütlerine” verdiği desteği derhal kesmeli;

-Afganistan ve çevresindeki Taliban gibi “terörist güçleri” desteklememeli ve El Kaide’nin üst düzey liderlerini barındırmamalı;

-Devrim Muhafızları, özellikle de Kudüs Gücü’nün dünya genelindeki “teröristlere” ve silahlı gruplara verdiği desteği sonlandırmalı.

ABD’ye göre İran, Orta Doğu’daki çeşitli radikal örgütlerin arkasındaki güç ya da müttefik konumunda; özellikle Filistin ve Arap ülkelerinin İsrail’e taviz vermesini engelleyen başlıca sorun kaynağı. Bu nedenle, Orta Doğu’da kalıcı barış için İran’ın etkisiz hale getirilmesi gerektiği düşünülüyor.

Bölge ülkeleriyle ilişkiler bağlamındaki dört madde:

-İran, Irak’ın egemenliğine saygı göstermeli, desteklediği Şii milislerin silahsızlanmasına, dağılmasına ve topluma yeniden entegre olmasına izin vermeli;

-Yemen’deki Husilere askeri desteği kesmeli ve Yemen sorununun barışçıl, siyasi çözümüne katkı sağlamalı;

-Suriye’deki tüm İran askeri unsurlarını çekmeli;

-İsrail’i yok etmekle tehdit etmeyi, Suudi Arabistan ve BAE’ye füze fırlatmayı, uluslararası deniz taşımacılığını tehdit etmeyi ve siber saldırılar düzenlemeyi bırakmalı.

Ayrıca ABD, İran’dan “gözaltında tuttuğu” ABD vatandaşlarını ve müttefiklerinin vatandaşlarını da serbest bırakmasını istedi.

Bu sekiz madde, nükleer silahlar veya füze programlarıyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, nükleer anlaşmanın kapsamını çok aşan, İran’ın Orta Doğu ve küresel ölçekteki askeri ve diplomatik faaliyetlerini bütünüyle sınırlamayı hedefleyen bir stratejidir. Bu, İran’ın bölgesel yayılmasına karşı, ABD müttefikleri olan İsrail ve Körfez ülkelerini koruma ve mezhepsel çatışmaları engelleme amacı taşıyan bir karşı hamledir. İran’a dış etki yaratmayı bırakması ve elde ettiği nüfuz alanlarından vazgeçmesi için baskı yapılmaktadır.

ABD, bu 12 maddeye tam uyum gösterilmesi halinde İran’a bazı ödüller vaat etti: Yeni bir nükleer anlaşma imzalanması, tüm yaptırımların kaldırılması, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin yeniden kurulması, İran’ın ileri teknolojiye erişiminin sağlanması, ekonomik modernizasyonunun desteklenmesi ve küresel ekonomiye entegrasyonu.

Bu, Trump yönetiminin yeni İran stratejisini temsil ediyor: ABD-İran ve İran-İsrail arasındaki düşmanlığı çözmeyi, bölgesel dengeleri yeniden şekillendirmeyi ve İran’ı İslam Devrimi öncesi sıradan bir bölgesel aktör konumuna döndürmeyi amaçlayan bir yol haritası. Hem sert baskılar (“sopalar”) hem de cazip vaatler (“havuçlar”) içeriyor.

Ancak İran hükümeti, bu 12 maddeyi tamamen reddetti. Çünkü bu, İran’ın teslim olmasını ve İslam Devrimi ile kurulan büyük ideallerden vazgeçmesini, sıradan bir ülke haline gelmesini isteyen bir “teslim anlaşması” olarak görüldü. Trump yönetimi sonrasında yeni yaptırımlar getirdi, ancak İran bu zor dönemi atlattı, Biden’ın seçilmesini bekledi ve şimdi Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesine tanıklık ediyor.

“Trump 1.0”dan “Trump 2.0”a sekiz yıl geçti, nükleer anlaşma dirilmedi, kriz de savaşa dönüşmedi. Fakat mevcut jeopolitik ve güvenlik koşulları İran açısından daha olumsuz: Doğu Akdeniz’de askeri başarısızlık, Hizbullah’ın yenilgisi ve Şam’daki rejim değişikliği nedeniyle “Şii Hilali”nin batı kanadı kaybedildi.

2024 Ekim’inde İsrail’in büyük çaplı saldırısında, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan uzun menzilli bir hava koridoru açıldı, İran iç bölgelerine uyarı niteliğinde saldırılar düzenlendi ve İran’ın eşit düzeyde karşılık veremeyecek kadar zayıf olduğu görüldü. “Trump 2.0” dönemiyle birlikte, “Şii Hilali”nin merkezi olan Irak da İran’dan uzaklaşıp Arap dünyasına yakınlaşma baskısıyla karşı karşıya. Bu nedenle, İran’ın genel jeopolitik ortamı kötüleşti ve Doğu Akdeniz hava sahasını kontrol eden ABD-İsrail cephesi daha da saldırgan hale geldi. Bu durum, İran üzerindeki baskının “Trump 1.0” döneminden daha ağır olacağı anlamına geliyor.

Pompeo her ne kadar artık yönetimde olmasa da, “Pompeo’nun 12 Maddesi” Trump’ın güvenlik ekibinin Orta Doğu politikasının temel taşını oluşturuyor. Bu şartlar muhtemelen “Trump 2.0” döneminde yeniden gündeme gelecek ve İran’a baskı kurmak için stratejik yay tamamen gerilecek.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English