Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Filistin’in geleceği – 1

Yayınlanma

Bu savaş ne zaman başladı?

Şu aşağıdaki her bir tarihin özel önemi olduğu açık: 1948 İsrail’in kuruluşu; 1964 Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşu; 1970 Kara Eylül; 1982 Lübnan yenilgisi; 1993 Oslo. Daha yakın tarihler sıklıkla unutulur: 2001 ikinci intifada; 2002 Hamas’ın Hayfa’da restoran saldırısı; 2005 İsrail’in Gazze şeridinden çekilmesi; 2006 Hamas’ın Gazze’de iktidara gelişi; 2006’dan bu yana sonu gelmeyen İsrail operasyonları (2006 “Yaz Yağmuru” ve “Güz Bulutları”, 2008 “Sıcak Kış”, 2008-2009 “Dökme Kurşun”, 2012 “Koruyucu Sütun”, 2014 “Savunma Hattı”, 2021 “Duvar Muhafızı”, 2023 “Kalkan ve Ok”).

Bu bir dizi tarih, aslında, ortada kavramsal seviyede tek bir savaş olmadığını gösteriyor.

Eğer öncesinde İngiliz manda yönetimine karşı mücadeleyi saymazsak, İsrail’in kuruluşuyla birlikte Filistin mücadelesi de başladı. Ama mücadele her zaman savaş demek değildir. Tıpkı her siyasi mücadelenin sınıf mücadelesinin bir başka biçimi olması, ama sınıf mücadelesinin her zaman sınıf savaşı demek olmaması gibi. Savaş tanımı gereği iki irade arasında silahlı çarpışmadır. “Savaş, hasmı bizim irademizi yerine getirmeye zorlama hedefi güden bir şiddet eylemidir.” (Clausewitz s. 35.) Bu iradelerin her biri ayrı bir etnisitenin, milletin, sınıfın, sınıflar veya milletler ittifakının temsilcisi olabilir; ancak her halükârda savaş yürütüldüğü sırada az çok yekpare bir siyasi irade mevcuttur. İrade kavramı, silahlı güçleri siyasi, askeri ve manevi olarak şekillendiren siyasi önderliği peşinen varsayar. Önderliğin olmadığı yerde mücadele azmi doğabilir veya boğulabilir, çeşitli biçimleriyle askeri çatışmaya evrilen bir mücadele de sürdürülebilir, ama bu savaş anlamına gelmez.

Her savaş ya açıkça bir savaş ilanıyla ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere silahlı saldırıyla başlar. Hasım taraflar siyasi hedeflerine ulaşmak için silahı kullanırlar; şimdi çatışma, belki silahın da rol oynadığı bir siyasi mücadele olmaktan çıkar, dar anlamıyla siyasetin de rol oynadığı bir silahlı mücadele olarak belirir.

Her savaşın amacı, bizim tarafımızdan dayatılan şartlarda o savaşı sona erdirmektir. Başka deyişle, her savaş galip tarafın siyasi hedeflerine ulaşmasıyla, böylece ya mağlup tarafın mütareke imzalayarak silahları bırakmasıyla ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere mağlup tarafın silahlı kuvvetlerinin galip tarafından tamamen yok edilmesiyle son bulur. “… fiziksel şiddet… bir vasıtadır; hedef ise hasma irademizi dayatmaktır. Bu hedefe en kesin şekilde ulaşmak için düşmanı silahsızlandırmak, onu direnme imkânlarından mahrum bırakmak zorundayız. Askeri harekâtların hedefi kavramının kendisi bu ikincisine indirgenmiştir. Bu, savaşın yürütülme amacını gölgede bırakır ve bir dereceye kadar da savaşın kendisiyle doğrudan ilişkisi olmayan bir şey olarak kenara iter.” (Clausewitz s. 35.)

Düşmanın mütareke imzalamak zorunda bırakılması onun iradesinin kırıldığı anlamına gelir. Bu ikinci durum, ona ulaşmak için kısmi tavizler vermiş olsak bile bizim zaferimizdir ve düşmanın bozgunudur, çünkü silah bırakmayı kabul eden biz değil düşmandır.

Eğer meselenin teorik konuluşu böyleyse, tek bir Filistin kurtuluş savaşından değil Filistin mücadelesinde bir dizi savaştan söz etmek gerekir. Böylece temel bir tarih karşımıza çıkar: El Fetih’in ilk silahlı eylemini gerçekleştirdiği 31 Aralık 1964. Önceki ve sonraki Arap-İsrail savaşları (1948, 1967, 1973), adı üzerinde, Filistin meselesi rol oynamış olsa da Arap-İsrail savaşlarıdır; 1965 ise birinci Filistin savaşının miladıdır.

Bu ilk savaş, Filistin güçlerinin 1970’te Ürdün’de Kara Eylül felaketi sonucu İsrail’e saldırıların üssü olan bu ülkeden çekilmek zorunda kalmasıyla sona ermiştir; böylelikle İsrail’e tehdit teşkil eden bütün silahlı güçler tehdit bölgesinden çıkartılmış, yani fiziki olarak tamamen tasfiye edilmiştir. Ancak bu Filistin güçlerinin kısa süreli bir bozgunu, yani İsrail’in geçici bir zaferidir; çünkü bu güçler hızla Lübnan’a taşınmıştır.

İkinci savaş Lübnan iç savaşının bir parçasıdır; 1973 Arap-İsrail savaşının ardından başlamış ve 1982’de Lübnan’daki Filistinli güçlerin fiziki olarak tamamen tasfiye edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu, İsrail açısından ilkinden daha uzun süreli bir zaferdir, zira çatışma askeri niteliğini uzun süre kaybetmiş, siyasi ve diplomatik yollarla sürmüştür.

Üçüncü savaş 1987 intifadasıyla başlamıştır. Bu savaşın orijinal yanı, tamamen kendiliğinden bir dizi kitlesel eylemin ardından, Filistin önderliğinin siyasi iradesine rağmen ve bu iradenin intifadanın başına geçme zarureti üzerine ortaya çıkmış olmasıdır. Direniş böylece bu kendiliğinden eylemlerin sonucu olarak küllerinden yeniden doğmayı başarmıştır. Ancak üçüncü savaş da bozgunla bitmiş, üstelik bu bozgun 1993’te Oslo anlaşmasıyla hukuki olarak da bağıt altına alınmıştır.

Altını çizmek gerek: bozgun, Filistin direnişinin iradesini temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü’nün siyasi hedeflerini değiştirmesi değildir. Bozgun, bu güçlerin silah bırakmayı kabul etmesidir. Bunların ilki sadece siyasi mücadelenin biçiminin değiştiğine işaret ederken ikincisi doğrudan doğruya İsrail’in zaferi anlamına gelir, zira her savaşın asli unsuru olan silahtan vazgeçilmiştir.

Dördüncü savaşın başlangıç tarihi olarak 2006’dan itibaren herhangi bir tarih ileri sürülebilir. Ancak ben İsrail’in Gazze’ye 2014 saldırısını önereceğim, zira bu, artık rutin sayılan hava saldırılarından ibaret değildir ve karada da karşı karşıya gelinmiştir. Bu ilk önemli muharebe 51 gün sürmüş ve Filistin’de ağır sivil kayıplara rağmen İsrail’in de geri çekilmek zorunda kalmasıyla sona ermiştir.

Bu savaş halen devam ediyor.

“Savaş siyasetin başka vasıtalarla [şiddet vasıtalarıyla] devamıdır.” (Clausewitz s. 55.) Demek ki savaş ve siyaset arasındaki ilişki doğrudan bir ilişkidir. Muharebeyle siyaset arasındaki ilişki ise doğrudan olmak zorunda değildir; muharebe çoğu zaman bir sonraki muharebeye ve en nihayet tayin edici muharebeye hazırlanmak için güç toplama aracıdır. Bununla birlikte hiç değilse planlama aşamasında muharebenin askeri amacı savaşın siyasi hedefiyle çelişemez; tersine, askeri amaç siyasi hedeften doğar ve onu desteklemek zorundadır. Muharebe de zaten bu yüzden verilir. Bu örtüşme olmadığında muharebede kazanılan başarı savaşta zafer anlamına gelmez. Tek bir muharebenin muazzam başarıyla sonuçlandığı halde bütün bir savaşın korkunç bozgunla bittiğine sık rastlanır.

Birinci sorumuz budur: 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi nedir?

2014’te başlayan son savaşta 7 Ekim’e kadar yaşanan kesintileri “duraklama” diye anmak gerek.

Savaşta duraklamalar iki nedenle olabilir:

1) “Savaşta güdülen hedefler ne kadar az önemliyse… duraklamalar da o kadar sık ve uzun olacaktır.” (Clausewitz s. 50.)

2) “… duruma yeterince nüfuz edilememesi”. (Clausewitz s. 51.)

Birincisi gene siyasi hedefin ne olduğuyla ilgilidir. Duruma yeterince nüfuz edilememesine gelince; bu, sadece planlanan bir sonraki muharebenin başarısı için gereken istihbari bilgi eksikliği değildir; bu, gene aynı amaçla, hasmın içinde bulunduğu siyasi ortamın ve vereceği cevabın değerlendirilmesindeki yetersizlikler demektir. Demek ki ikinci soru şudur: savaşın sürdürülüşünde hasmı objektif analiz edebilen bir siyasi dirayet gösterilmiş midir?

Siyaset yalnızca savaşın hedefiyle ilgili değildir. Savaş siyasetin başka vasıtalarla (şiddet vasıtalarıyla) devamıdır, ancak bu dış siyasetten ibaret de değildir; savaş iç siyasetin de doğrudan yansımasıdır. Bu durumda savaşın önderliğini yapan sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin tutumunu ve diğer sınıflarla ve bu sınıfların siyasi temsilcileriyle ilişkilerini incelemek gerekir. “Her savaş içinden doğduğu siyasi yapıyla kopmazcasına bağlıdır. Belli bir gücün, bu gücün içindeki belli bir sınıfın savaştan önce uzun bir süre yürüttüğü siyaset bu sınıf tarafından savaş sırasında da eylem biçimi değiştirilerek muhakkak ve kaçınılmaz olarak devam ettirilir.” (Lenin c. 24 s. 79.) Uzatmalı savaşta savunma tarafında ortaya çıkan sosyal değişikliklere birazdan lümpen proletarya üzerinde dururken döneceğim; ancak bu teorik yaklaşım savaşın gidişatında iç siyasi mücadelelerin de önemine işaret ediyor. Demek ki üçüncü soru şudur: Filistin içindeki siyasi mücadele, 7 Ekim’de ne rol oynamıştır?

Kuşkusuz, siyasi hedef temsil edilen kitlelerin niteliğiyle ilgilidir ve bazı durumlarda bu kitlelerin nefret, öfke, peşin hükümler gibi duygularının gücü siyasi hedef üzerinde etkili olur; ancak bu etki siyasi hedefi tayin etmek şeklinde değil o hedefe ulaşılması için “zaruri çabaların hacmini tayin etmek” (Clausewitz s. 53-54) şeklindedir. Bununla birlikte kitlelerin duyguları verili bir sabit değil değişkendir; duyguların istikametini savaşın siyasi önderliği çizer. İkincisi bilinmezliklerdir ve bunlar da askeri istihbaratın, siyasi öngörü, dirayet ve kararlarda isabetliliğin sonucu azalır. Üçüncüsü ise diğerlerini tayin eden akıl, yani siyasetin kendisidir: “Bu itibarla savaş … ilk unsurunun kör ve tabii bir içgüdü olarak mülahaza edilmesi gereken şiddet, nefret ve düşmanlıktan; onu ruhun özgür bir faaliyeti kılan ihtimallerin ve tesadüflerin bir oyunundan; siyasetin bir vasıtası olarak saf akıl yürütmeye tabiyetinden (bu sayede saf akıl yürütmeye tabidir) mürekkep tuhaf bir teslis ortaya koyar. Bu veçhelerden birincisi daha çok halkı, ikincisi daha çok kumandanı ve ordusunu, üçüncüsü de hükümeti ilgilendirir. Bu suretle, teorinin ödevi bu eğilimler arasındaki dengeyi üç çekim noktası arasındaymış gibi korumaktır.” (Clausewitz s. 58-59.)

Böylece siyasi hedef teslisin unsurlarını dengede tutacak bir siyasi strateji güdülmesini de gerekli kılar. “Strateji, bu kelimenin dar askeri anlamında siyasi stratejinin parçasıdır.” (Frunze s. 322.) Demek ki sadece 7 Ekim saldırısının arkasındaki siyasi hedef ve siyasi saikler değil, bir başka şey daha açık seçik belirlenmelidir: dördüncü soru, savaşın siyasi stratejisi nedir?

Böylece bir savaşı analiz ederken dört soru etrafında dolaşırız: 1) 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi; 2) savaşı yürüten iradenin siyasi dirayeti; 3) içerideki siyasi mücadelelerin etkisi; 4) siyasi strateji.

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English