DÜNYA BASINI
FP: ABD Mavi Hat’ta sadece İsrail’in postacılığını yapıyor
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, olası İsrail-Hizbullah savaşının hem ABD hem de İran’ın çıkarına aykırı olduğunu, dolayısıyla Washington’un Tahran’la bu konuda masaya oturması gerektiğini anlatıyor:
***
ABD İran’la şimdi tek bir konuda müzakere etmeli
Kasım ayından önce nükleer anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesi pek olası görünmüyor ancak Washington ve İran’ın yeni cumhurbaşkanı, İsrail-Hizbullah gerilimini yatıştırmaya çalışmalı.
Trita Parsi ve Sajjad Safaei
İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, nükleer konularda Washington ile diyaloğa devam etmeye açık olduğunun sinyallerini verdi ve yönetimindeki üst düzey isimler, 2015 nükleer anlaşmasının çöküşünden doğrudan sorumlu olan müstakbel Başkan Donald Trump ile bile görüşmeye hazır olduklarını belirtti.
Kasım ayında seçimler yaklaşırken, Biden yönetimi İran’a nükleer anlaşma gibi etkisi kendi döneminin ötesine uzanan konularda kapsamlı güvenceler sunamaz, özellikle de Trump’ın ikinci kez başkan olma ihtimali anlaşmanın geleceği üzerinde karanlık bir sis bulutu oluştururken.
Bu da önümüzdeki üç buçuk ay boyunca nükleer diplomasi için iştahın sınırlı olacağı anlamına geliyor, ancak Pezeşkiyan’ın zaferi daha acil bir konu için bir açılım: Washington ve Tahran’ın Lübnan’da İsrail ve Hizbullah arasında tam kapsamlı bir savaşı önleme konusundaki ortak çıkarları.
Pezeşkiyan’ın İran’ın dış politikasında sismik değişimlere neden olması pek olası değil. Ancak, önceki hükümetin İran’ın komşularıyla dolar dışı ticareti artırarak “yaptırımları etkisizleştirme” stratejisinin aksine, yaptırımların hafifletilmesi ve ABD ile doğrudan görüşmeler yoluyla ekonomiyi iyileştirme yönündeki kampanya vaatleri göz önüne alındığında, keşfedilmeye değer bir açılım sunuyor.
Ancak kısa vadede asıl mesele siyasi irade ve Biden yönetimi şu ana kadar Tahran’daki diplomatik açılıma olumlu yanıt verme konusunda pek istekli olmadı. Beyaz Saray sözcüsü John Kirby, Pezeşkiyan’ın seçilmesine İran’ın Hamas, Hizbullah, Husiler ve Ukrayna’da Rusya’ya verdiği desteği gerekçe göstererek Tahran’daki yeni hükümetle diplomatik ilişki kurma fikrini kesin bir dille reddederek yanıt verdi.
Ancak bu silahlı gruplardan birinin dahil olduğu ve yaklaşmakta olan bir kriz her iki taraf için de aciliyet arz ediyor ve tüm Orta Doğu’yu kargaşaya sürükleyebilecek dehşet verici bir jeopolitik olay olabilir: Gazze savaşının Lübnan’a sıçraması ve İsrail ile Hizbullah arasında geniş çaplı bir savaş. Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, geniş çaplı bir savaş her iki taraf için de felaket olacak ve Hizbullah’ın olağanüstü füze kabiliyeti göz önüne alındığında İsrail tarafında binlerce insanın sakat kalması ve ölmesi muhtemel. Bu noktada Pezeşkiyan’ın zaferi İran ve ABD arasında bir yakınlaşma için beklenmedik bir fırsat sunuyor.
Bu ölçekte bir savaş, ABD’nin İsrail’i desteklemek için askeri müdahalede bulunmamasını ölçülemeyecek kadar zorlaştıracaktır. Nitekim Hamas’ın 7 Ekim saldırısından birkaç gün sonra Biden, Hizbullah’ın İsrail’e kuzeyden saldırmasını engellemek için bir uçak gemisini ve diğer gemileri Doğu Akdeniz’e gönderdi.
İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonları, ülkenin silahlı kuvvetlerinin askeri güç açısından Hamas’ı gölgede bırakan Hizbullah gibi zorlu bir savaş gücüne karşı, ABD’nin doğrudan müdahalesi olmadan savaşmaya hazır olmadığını gösterdi. Ancak ABD’nin bir Hizbullah-İsrail savaşına doğrudan askeri müdahalesi, ABD askerleri de dahil ABD askeri varlıklarını kaçınılmaz olarak Hizbullah ve onun İran gibi müttefikleriyle doğrudan çatışmaya sokacaktır.
Son olaylar Washington’un isteksiz olsa bile çatışmaların içine çekilme konusundaki kırılganlığını açıkça ortaya koydu. Bu durum Nisan ayında İsrail’in İran’ın Şam’daki konsolosluk binasına düzenlediği hava saldırısıyla tetiklenen İran ve İsrail arasındaki kısa ama yoğun askeri çatışma sırasında açıkça ortaya çıktı. İsrail’in sofistike, çok katmanlı ve milyarlarca dolarlık bir hava savunma sistemi olmasına rağmen İran’ın insansız hava araçları, balistik füzeler ve seyir füzelerinden oluşan yaylım ateşini durdurmak için İsrail, Fransız, Ürdün, İngiliz ve ABD kuvvetlerinin katıldığı zorlu bir çaba gerekti.
Bu çaba milyarlarca dolara mal oldu ve Tahran’ın günler öncesinden yaptığı uyarıya rağmen İran’ın bazı füzeleri İsrail hava sahasına girerek bir hava üssü de ülkenin güney bölgelerine ulaştı. Bu olay İsrail’in savunmasının sınırlarını ve ABD yardımına ne kadar bağımlı olduğunu gözler önüne serdi.
Bu olayı takip eden aylarda Hizbullah, İsrail’in çok övündüğü Demir Kubbe füze savunma sistemindeki açıkları başarılı bir şekilde ortaya çıkardı ve bu da Hizbullah’la olası bir savaşın erken aşamasında İsrail savunmasındaki açıkları telafi etmek için ABD’nin doğrudan müdahalesini daha olası hale getirdi.
Tahran da Hizbullah ve İsrail arasında tam anlamıyla bir savaşa, özellikle de ABD’yi askeri olarak Orta Doğu’ya geri çekecek bir savaşa şiddetle karşı çıkıyor. İran, İsrail’le olan rekabetinde şu anda üstünlüğün kendisinde olduğu ve zamanın kendi lehine işlediği sonucuna varmış durumda. İranlı generaller bugünün İsrail’ine baktıklarında, bir zamanların istediği zaman savaş açabilen korkutucu savaş makinesini değil, daha az sofistike ve nispeten küçük bir askeri güç olan Hamas’ı yok etme sözünü dokuz aydan fazla bir süredir yerine getiremeyen, aşağılanmış ve uluslararası alanda izole edilmiş bir düşman görüyorlar.
İran’a göre, ABD, İran, Hizbullah ve İsrail’in dahil olduğu geniş çaplı bir bölgesel çatışma, İran ve müttefiklerinin kendilerini avantajlı bir konumda hissettikleri bir zamanda, Hizbullah’ın on yıllar boyunca özenle ve titizlikle geliştirdiği kabiliyetlerinin ciddi şekilde gerilemesine neden olacaktır.
İran ve ABD böyle bir senaryodan kaçınmayı tercih ederken, İsrailli liderler farklı düşünüyor gibi görünüyor. İsrail’de hâkim olan söylem, Hizbullah’ın 7 Ekim’de Hamas’ın yaptığından çok daha ölümcül saldırı gerçekleştirme kapasitesi göz önüne alındığında, İsrail’in kuzey sınırında Hizbullah’la birlikte yaşamasının tahammül edilemez hale geldiği yönünde. İddiaya göre, İsrail’in İran destekli bu grubu önleyici bir şekilde yenmekten başka çaresi yok. Aslında Silahlı Çatışma Yeri ve Olay Verileri Projesi, İsrail-Lübnan sınırından geçen füzelerin yüzde 83’ünden İsrail’in sorumlu olduğuna işaret ediyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için savaşı -herhangi bir savaşı- uzatmak, başbakanlığını uzatarak İsrail adaletinin gazabına uğramaktan kaçınmasına yardımcı olabilir. Dahası, İsrail yönetiminden bazıları, ABD desteği gerektirse bile Hizbullah’ın zayıflatılmasını, özellikle de İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) Gazze’de Hizbullah’a kıyasla düzensiz bir milis olan Hamas’a karşı gösterdiği kötü performans göz önüne alındığında, caydırıcılığı yeniden tesis etmenin kalan son etkili yollarından biri olarak görüyor.
Ancak İsrail’in askeri operasyonları bazı kısıtlamalarla karşı karşıya. ABD’nin İsrail üzerinde muazzam bir nüfuzu var ve Biden yönetimi şu ana kadar Gazze’de adil ve kalıcı bir ateşkes için baskı yapmak üzere bu nüfuzu kullanmamayı tercih etti. Baskı uygulama konusundaki bu isteksizlik, Gazze’deki Filistinlilere büyük ölüm, acı ve yıkımların yaşatılmasına ve İsrail’in uluslararası sahnede yalnızlaşmasına neden oldu.
Geçen hafta Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) İsrail’in Filistin topraklarını işgalinin yasadışı olduğuna ve tüm yerleşimleri boşaltmak ve tazminat ödemek zorunda olduğuna hükmetmesi, UAD’nin İsrail aleyhine aldığı bir dizi kararın sadece sonuncusu. Ayrıca, Hizbullah ile IDF arasında son dokuz aydır tırmanan çatışmaların da gösterdiği gibi, İsrail-Lübnan sınırındaki istikrarsız durumu İsrail’in Gazze’ye yönelik devam eden askeri saldırısından ayrı tutmak giderek zorlaşıyor.
Şu ana kadar Batı’nın İsrail-Lübnan sınırındaki gerginliği yatıştırma çabalarının büyük bir kısmı Beyrut’a İsrail’in Lübnan’ı taş devrine döndürme ve haritadan silme yönündeki kan dondurucu tehditlerini iletmek oldu. Bu bağlamda ABD’nin asıl görevi, İsrail’in askeri olarak başaramadığını diplomatik olarak başarmasını sağlamak olan bir postacıya indirgendi: Hizbullah’ı BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı uyarınca Litani Nehri’nin ötesine itmek.
Washington, ABD’nin kritik bir çıkarını gerçekleştirmede çok daha etkili olma fırsatına sahip: ülkesinin ve ordusunun bir başka Orta Doğu savaşına sürüklenmesini önlemek. Biden yönetimi Hizbullah’la dolaylı olarak uğraşmak yerine doğrudan Hizbullah’ın ana hamisi Tahran’la konuşmalı.
Yıkıcı ve potansiyel olarak yakın bir bölgesel savaştan kaçınmaya yönelik diplomatik manevralar nihayetinde yeni bir nükleer diplomasiden farklı. Ancak yeni Pezeşkiyan yönetimiyle Lübnan konusunda yapılacak başarılı görüşmeler, ileride nükleer diplomasi için daha iyi koşullar yaratılmasına yardımcı olabilir.
Pezeşkiyan’ın doğrudan ABD-İran görüşmeleri konusunda seçim kampanyasında verdiği sözleri ne ölçüde yerine getirebileceğini kimse tam olarak bilmiyor. Ancak Biden yönetimi, özellikle de riskler bu kadar yüksekken, bunu öğrenmemekle sorumsuzluk etmiş olur.
İlginizi Çekebilir
-
ABD hükümeti Intel’i kurtarmayı planlıyor
-
Trump’ın zaferi Wall Street için doping anlamına geldi
-
Tayvan ikinci Trump dönemine hazırlanıyor
-
Trump’ın özel kalem müdürü Susie Wiles oldu
-
Orban’ın danışmanı: Trump Ukrayna barışı için Putin’i aramalı
-
WSJ: Trump’ın İran’a karşı “maksimum baskı 2.0” politikası daha sert olacak
DÜNYA BASINI
Trump 2.0’da ABD-Körfez ilişkileri nasıl şekillenecek?
Yayınlanma
1 gün önce07/11/2024
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde Körfez ülkelerinin artan stratejik bağımsızlığını ve ABD ile ticari ilişkilerindeki pragmatik yaklaşımını ele alıyor. 2016’ya kıyasla daha özerk bir konumda olan Körfez, Trump’ın değer temelli olmayan, ticari odaklı politikasına daha yakın. Makalede Körfez ülkelerinin ABD ile bölgesel politikaları şekillendirme konusunda daha fazla etkiye sahip olduğu, özellikle İran ve İsrail meselelerinde daha fazla söz sahibi oldukları savunuluyor. Trump’ın bölgesel politikasının, en yüksek teklifi veren ülkelere avantaj sağlayacak şekilde şekillenebileceği öngörülüyor:
***
Trump’ın Orta Doğu politikası neden en yüksek teklifi verene gidecek?
Andreas Krieg
Donald Trump geri döndü. Ancak Avrupa’nın aksine, Körfez ülkeleri pek endişeli değil. Trump’ın 2016’da ilk başkanlık dönemini kazandığı zamana kıyasla, Körfez Arap devletleri şimdi çok daha güçlü ve stratejik olarak kendi kendine yeten bir konumda: ABD’ye daha az bağımlılar ve çok kutuplu dünya düzeninin diğer parçalarıyla daha fazla bağlantı içindeler.
Aynı zamanda, Körfez bölgesi, Amerikan bölgesel politikası açısından daha vazgeçilmez hale geldi ve bu durum Körfez başkentlerine önemli bir nüfuz sağladı. Amerika’nın bölgedeki duruşu, Arap ortaklarıyla çalışmaya büyük ölçüde bağlı ve bu ortaklar artık 2016’ya göre daha fazla etkinliğe, özerkliğe ve kendi ulusal çıkarlarını korumak için gerekeni yapma konusunda daha fazla özgüvene sahipler. Körfez’deki “üç büyükler” -Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar- kendilerini Rusya-Ukrayna çatışmasında kilit muhataplar olarak konumlandırdılar ve 2025’te ABD’nin Doğu Avrupa’daki yıpratma savaşını finanse etmek yerine diplomatik bir çözüm yolu aramasının daha olası olduğunu düşünüyorlar.
Trump, Körfez’de bölgeye dair net bir vizyonu olmayan bir lider olarak görülüyor. Onun bölge politikası, Washington’daki en güçlü iki dış politika lobisi tarafından belirlenecek: bir yanda İsrail yanlısı lobiler, diğer yanda Körfez lobileri. Asıl önemli soru, Körfez lobi ağlarının Filistin, İran ve ‘Direniş Ekseni’ gibi kilit bölgesel konularda ortak bir duruş sergileyebilip sergileyemeyecekleri.
Ancak net olan bir şey var: Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), 2016’ya göre çok daha fazla birlik içinde. Bölgesel entegrasyon, Körfez Arap devletleri arasındaki iş birliğini ve karşılıklı bağımlılığı derinleştirdi. Hem KİK içindeki anlaşmazlıkları hem de İran-Körfez farklılıklarını aşma konusunda pragmatizm hâkim geldi. Sonuç olarak, Trump’ın miras projelerinden biri olan ve esasen İran’a karşı konumlandırılmış Orta Doğu Güvenlik İttifakı’nın (MESA) temeli geçen yıl içinde aşındı.
Bu arada, Joe Biden yönetiminin Körfez’deki pek çok kişinin “kontrolden çıkan” İsrail’in intikam politikası olarak nitelendirdiği politikaya verdiği açık destek, Washington’un Arapların güvenlik endişelerini görmezden gelirken İsrail’i korumaya istekli ve muktedir görünen çifte standardını gözler önüne serdi. Bu da ABD’den bir dereceye kadar stratejik ayrılmaya yol açtı; şaşırtıcı bir şekilde tüm yumurtalarını Amerikan sepetinde tutan Katar’a kıyasla BAE gibi ülkelerde daha fazla.
BAE’nin konumlanması
Trump’ın dönüşü Körfez’in hiçbir yerinde Emirlikler’de olduğu kadar memnuniyetle karşılanmadı. Abu Dabi’nin sıfır toplamlı zihniyeti ve ticari devletçilik yoluyla uyguladığı “silah haline getirilen karşılıklı bağımlılık” politikası, Trump’ın ticari yaklaşımıyla tam bir uyum içinde. Başkan Şeyh Muhammed bin Zayid en-Nehyan (MbZ) ve kardeşleri, Trump’ın ilk döneminin en büyük dış politika başarılarından birini –İbrahim Anlaşmaları’nı– nasıl elde ettiklerini unutmayacağından emin olabilir.
İleriye dönük olarak, Abu Dabi’de Trump’ın dış politikaya daha az değer temelli koşullar getireceği beklentisi var. BAE, Washington’daki en güçlü lobilere sahip ülkelerden biri olmaya devam ediyor ve Libya, Sudan ve Yemen konusundaki kararlı duruşunu, Trump’ın çevre politikasını yerel ortaklara devretme anlayışıyla uyumlu olarak sunabilecek. Dahası, Abu Dabi Libya Ulusal Ordusu, Yemen’deki Güney Geçiş Konseyi ve Sudan’daki Hızlı Destek Güçleri gibi geniş vekil ağları aracılığıyla kendisini daha izolasyonist bir ABD başkanı için vazgeçilmez bir aracı olarak sunabilir.
Aynı zamanda, İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı daha sert bir duruş bekleyen Abu Dabi, İran ve onun liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne karşı ABD’nin bir çevreleme ve zayıflatma politikası uygulamasını sessizce savunuyor. Bununla birlikte, BAE İran’a karşı Körfez’deki en şahin politikayı savunsa da bölgesel bir askeri tırmanışın ön saflarında yer almak istemiyor.
Trump’ın Moskova’ya karşı daha yumuşak bir politika izlemesi Abu Dabi’nin Rusya’nın yaptırımlardan kaçınma ağlarındaki merkez rolü için iyi olsa da Trump’ın Çin’e karşı sert tutumu, Çin veri merkezleri, yapay zekâ ve teknoloji şirketlerine yüksek oranda bağımlı olan BAE ekonomisi için bazı sorunlar yaratabilir. Bu noktada BAE’nin doğuya yönelişini yumuşatması gerekebilir.
Katar için durum
Katar için ikinci Trump dönemi, Washington’da çok daha güçlü bir konuma sahipken başlıyor. Doha’nın Bahreyn, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE tarafından ablukaya alındığı 2017-21 Körfez krizinden bu yana Katar, ABD’deki Cumhuriyetçi Parti içinde kapsamlı ilişkiler kurdu ve Trump’ın 2017’de iktidara ilk geldiği döneme kıyasla siyasi olarak çok daha az izole durumda. Zengin ülkede bazıları Trump’ın öngörülemezliği ve istikrarsız kararları konusunda endişeliyken diğerleri onu etki altına alınabilecek, etkileşimsel bir lider olarak selamlıyor.
2024’ün Katar’ı kurumsal olarak ABD ile daha sıkı bağlara sahip. NATO üyesi olmayan önemli bir müttefik olarak Katar; Afganistan, Gazze, İran ve Venezuela’daki arabuluculuk çabaları sayesinde Washington’da ayrıcalıklar kazandı. Katar, karmaşık çatışmaları çözme yeteneğiyle ABD’de iki partinin de övgüsünü kazanan, güvenilir bir diplomatik muhatap haline geldi. Bölgedeki en önemli Amerikan askeri üssüne ev sahipliği yapan Katar, Pentagon’a tamamen vazgeçmeyi göze alamayacağı çok önemli bir platform sağlıyor.
Bununla birlikte, Doha’da Trump çevresindeki İsrail yanlısı seslerin, Katar’ın Filistinli Hamas hareketiyle arabulucu ilişkisini sorun haline getirebileceği konusunda endişeler var. Emirlik, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun bir yılı aşkın süredir sabote ettiği Gazze’de akan kanı durduracak bir anlaşmayı sağlayabileceğini göstermek zorunda. Doha’daki umut, Trump’ın anlaşmacı zihniyetinin, aşırı sağcı İsrail hükümetine diplomatik bir çözüme bağlı kalması için daha fazla baskı yapabilmesini sağlayabileceği yönünde. Bu bağlamda, Trump’ın Biden’dan farklı olarak, “ayakların baş olduğu” bir durumda görülmek istemeyeceğini düşünen bazı muhataplar da bulunuyor.
Suudi Arabistan’ın algıları
Suudi Arabistan’da Trump ile birlikte ABD’nin bölgesel hegemon rolüne geri dönebileceği ve Krallığın birlikte hareket edebileceği stratejik bir yön sağlayabileceği beklentisi büyük. Trump’ın basit ve ikili dünya görüşü, Suudi Arabistan’ın sadece kesinlik sağladığı için bile daha kolay başa çıkabileceği bir yaklaşım.
Diğer Körfez Arap ülkeleri gibi Suudi Arabistan da değerlerden daha bağımsız, ticari bir ilişki modeli umuyor; ABD Başkanı’nın, Krallığa bölgedeki ulusal çıkarlarını uygun gördüğü şekilde ilerletmesi için hareket alanı sağlamasını arzuluyor. 2016’ya kıyasla daha gelişmiş bir yatırım ekosistemine sahip olan Riyad, Trump’ı yatıştırmak için ABD’ye stratejik yatırım yapmaya daha hazır. Trump’ın ilk döneminde yaşanan “Kaşıkçı meselesine” dair Washington’daki kolektif hafıza kaybı da bu durumu kolaylaştırıyor. Washington’da birçok kişi, Suudi Arabistan’ın göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir küresel enerji oyuncusu olduğunun farkında.
Ancak Riyad’da Trump 2.0’ın bölge için net ve sağlam bir vizyon sunabileceğine dair bir beklenti de yok. Trump’ın 2019’da Abkayk ve Hureys’teki Suudi petrol tesislerine yönelik İran’ın sorumlu olduğu düşünülen saldırıların intikamının alınmasındaki başarısızlığı unutulmadı. Benzer şekilde, yeni ABD yönetiminin İran’a karşı daha şahin bir yaklaşım sergilemesi de bu kez Riyad’da olumlu karşılanmayacak. Krallıkta hiç kimse Trump’ın İran ile savaşını son Suudi askeri ve petrol tesisine kadar sürdürmesini istemiyor.
Riyad’da bazıları, Trump’ın yeni bir “Yüzyılın Anlaşması” ile cezbedilebileceğini hayal ediyor ki bu, Suudi Arabistan’ın ABD ile kapsamlı bir savunma anlaşması yapmasını öngören bir anlaşma olurdu. Ancak Trump’ın anlaşmalara duyduğu ilgisine rağmen, Kongre’nin Krallığı memnun edecek kadar kapsamlı bir anlaşmayı onaylaması pek olası görünmüyor özellikle de Riyad’ın giderek mesihçi bir çizgiye kayan İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi neredeyse imkansızken.
Sonuç olarak, KİK, otokratik eğilimler sergileyen bir ABD başkanıyla çalışmak konusunda oldukça rahat hissediyor. Körfez’in rant ekonomilerinin çoğu aile şirketleri gibi yönetildiği için, siyaseti ticaretle harmanlayan bir lider olan Trump, bölgede yadırganmıyor. Trump’ın askeri tehditlerle desteklenen merkantilist devlet anlayışı, Körfez’in iyi anladığı bir şey. Sonunda, bazıları Trump’ın bölgesel politikasının en yüksek teklifi verene gideceği sonucuna varabilir.
DÜNYA BASINI
Yeşiller’in “denazifikasyonu” mümkün mü?
Yayınlanma
6 gün önce02/11/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 1990’lı yıllar boyunca İrlanda Yeşiller Partisi’nin aktif bir üyesi olan, uzun yıllardır ise Avrupa’daki yeşil hareketin ve onun siyasal partilerinin titiz bir gözlemcisi olarak yazılar kaleme alan David Cronin’e ait.
Cronin, politik ekolojinin kökenleri üzerine katıldığı tartışma gruplarında Nazilerin yeşil hareketin erken bir temsilcisi olarak benimsendiği yönünde ilginç bir aktarımla başlıyor yazısına. Devamında ise Almanya Dışişleri Bakanı olan Yeşiller üyesi Annalena Baerbock üzerinden Alman Yeşiller’inin, Nazi geçmişin bir kefareti olarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım saldırılarına nasıl arka çıktığına dair birtakım güncel hatırlatmalar yapıyor.
Aslında Cronin’in gözlem ve aktarımları, Alman Yeşiller’inin Nazilerle olan tarihsel ve ideolojik yakınlığı üzerine yazılıp çizilenlerin güncelle bağını kuran etraflı bir toparlama gibi. Zira on yılı aşkın süredir pek çok akademik ve gazetecilik araştırması Nazi figürlerinin yeşil hareket ve yeşil partinin kuruluşu, gelişimi ve bugünündeki kilit rolünü ortaya koymaya çalışıyor.
Alman Yeşiller’i denazifiye edilmeli
David Cronin
Electronic Intifada
26 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
1990’lı yıllarda İrlanda Yeşiller Partisi’ne katıldıktan kısa bir süre sonra, politik ekolojinin kökenleri üzerine bazı tartışmalara katıldım.
Bu tartışmalara pek katkım oldu mu hatırlamıyorum, aslında sadece oturdum ve benden daha zeki ve daha bilgili olan aktivistleri dinledim.
Bu aktivistlerden biri, doğaya güçlü bir bağlılık ifade eden sabık bir siyasi örgütlenmeden bahsetti: Evet, Naziler sık sık kan ve topraktan bahsederdi.
O vakitler Nazilerin uluslararası yeşil hareketi herhangi bir şekilde etkilemiş olabileceğine inanmak istemiyordum. Televizyonda gördüğüm Alman Yeşillerin hemen hepsi “savaşma, seviş” felsefesini benimsemiş gibi görünüyorlardı.
Bugün ise Yeşiller’in Annalena Baerbock’u, Berlin hükümetinde dışişleri bakanı. Ülkesinin geçmişinden ders çıkarmaktan dem vursa da genelde bunun tam tersini yapıyor.
Baerbock Holokost’u “dünyanın gördüğü en kötü suç” olarak tanımlıyor. Bunun kefaretini ödemek için ise Gazze’de, dünyanın bu yüzyılın başından bu yana gördüğü en büyük suç olan bir başka soykırıma göz yumuyor.
Almanya, geçtiğimiz üç ay içerisinde İsrail’e 100 milyon dolardan fazla askeri teçhizat ihraç edildiğini onaylayan yeni veriler yayımladı.
Söz konusu veriler, Baerbock ve Yeşiller şürekasının İsrail’e yönelik yeni silah sevkiyatlarını onaylamayı reddettikleri yönündeki haberlerle açıkça çelişiyor. Yeşillerin, Alman silahlarının soykırım için kullanılmayacağına dair yazılı bir garanti talep ettikleri söyleniyordu.
Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un İsrail’e silah sevkiyatının devam etmesinde ısrarcı olması bu noktada epey dikkat çekici – hem de Baerbock’tan herhangi bir tepki gelmeden (en azından kamuoyunun önünde).
Baerbock’un silah sevkiyatına ilişkin belgelere bir “soykırım maddesi” ekletmek istediği yönündeki iddialara şüpheyle yaklaşmak için çeşitli nedenlerimiz var.
Almanya aslında soykırım suçlamasına karşı İsrail’i koruyor.
Güney Afrika, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanı’na gittiğinde, Almanya alelacele İsrail’in tarafında olacağını duyurmuştu. Baerbock ise ocak ayında yaptığı açıklamada, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve “meşru müdafaa” olarak tanımladığı savaşın, “soykırım amacı” taşıdığına dair herhangi bir işaret görmediğini savunmuştu.
Tarihin istismarı
Baerbock geçtiğimiz Haziran ayında Almanya’nın eski sömürgeleri hakkında bir konuşma yaptı.
Ülkesinin 1900’lerin başında Güney Batı Afrika’da (bugün Namibya) “Herero ve Nama halklarına uygulanan soykırımda” “tarihsel sorumluluğu” olduğunu çok kesin bir dille ifade etti.
Baerbock, Almanya’nın şu anda bir soykırıma arka çıktığını kabul etmeden geçmişle nasıl yüzleşilmesi gerektiğinin yanıtlarını arıyor.
İsrail’in 2019-2023 yılları arası ithal ettiği tüm büyük silahların yaklaşık yüzde 30’u Almanya’dan gelmişti. Bu dönemde İsrail’e daha fazla silah sağlayan diğer tek hariç güç ise ABD’ydi.
[Gazze’ye dönük] soykırım başladığında Baerbock haftalarca ateşkes çağrısı yapmayı reddetmişti.
Kasım 2023’te Deutsche Welle’ye verdiği bir röportajda, “Alman sorumluluğumuza bağlıyız” diyecekti.
“Bu, Almanya’nın Nazi diktatörlüğü altında yok etmeye çalıştığı Yahudi erkek ve kadınlara güvenli bir ülke sağlamak demek. (…) İşte o ülke İsrail devletidir ve tam da bu nedenle İsrail’in güvenliği Almanya için bir devlet meselesidir.”
Holokost’u bu şekilde anmak, anabilmek tarihi açıkça istismar etmektir.
Naziler Yahudileri Untermensch¹ [alt insan] olarak görmüş ve ari ırk hedefi uğruna onları yok etmeye çalışmıştı.
İsrail ise Filistinlileri “insansı hayvanlar”² olarak görüyor ve onlara karşı amansız bir imha savaşı yürütüyor. Baerbock’un bağlılığını ifade ettiği, nükleer silahlarla donatılmış “güvenli ülke” (İsrail) Binyamin Netanyahu’nun başbakan olarak kalabilmesi ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarının etno-dinsel üstünlük ferasetini sürdürebilmesi için dünya barışını açıkça tehlikeye atıyor.
Açık ki, yeşil hareketin artık denazifiye gerekiyor.
Şayet Annalena Baerbock ve Alman Yeşilleri İsrail’in suçlarını desteklemeye devam edecekse Avrupa’daki kardeş yeşil partiler tarafından bir an önce tecrit edilmeleri gerekiyor.
Mevzu soykırım ise görüş ayrılığına yer yoktur: Yeşiller soykırımın ya yanındadır ya da karşısında.
¹ Naziler tarafından “Doğu’dan gelen kitleler” olarak adlandırılan ve “Aryan” olmayan halk ve toplulukları imleyen terim. Yahudiler’in yanı sıra Romanlar ve Slavlar da bu tanım altına sokulmuştu. (ç.n)
² İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Aksa Tufanı sonrası Gazze Şeridi’nin tamamen kuşatılması ve bölgeye hiçbir şekilde elektrik, yiyecek ve yakıt sağlanmaması talimatını verirken, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz” ifadelerini kullanmıştı. (ç.n)
DÜNYA BASINI
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
Yayınlanma
1 hafta önce01/11/2024
Yazar
Harici.com.trDavid E. Rosenberg, Foreign Policy
31 Ekim 2024
İkinci bir Trump yönetimi İsrail’e daha az sempati duyabilir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde yapılan anketler Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile eski Başkan Donald Trump’ın başa baş gittiğini gösteriyor. Ancak oylama İsraillilerle sınırlı olsaydı, Trump açılış konuşmasını yazmaya başlayabilirdi. İsrail Trump’ın ülkesi ve Trump’ın bir numaralı destekçisi de başbakanı Benjamin Netanyahu. Ancak Trump’ın sicili, değişken kişiliği ve seçim kampanyası sırasında İsrail hakkında yaptığı açıklamalar bu coşkuyu haklı çıkaracak pek bir şey sunmuyor.
İsrail’in son bir yıldır sürdürdüğü savaş, onu 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar ABD’ye bağımlı hale getirdi. Kim olursa olsun İsrail’in bir sonraki ABD başkanının tam desteğine ihtiyacı var. Ancak Netanyahu bir adaya soğuk bakmaya ve tüm kozlarını politik içgüdüleri çoğunlukla İsrail’in çıkarlarına ters düşen başka bir adaya vermeye istekli görünüyor.
Netanyahu her zaman Demokratlardan çok Cumhuriyetçilerle kendini evinde hissetmiştir. 2012 seçimlerinde, görevdeki Barack Obama yerine Senatör Mitt Romney’i tercih ettiğini açıkladı. Romney o yıl temmuz ayındaki bir ziyaretinde devlet başkanı muamelesi gördü ve Netanyahu (sözde kendisinin haberi olmadan) bir Obama saldırı reklamında yer aldı. Netanyahu sonraki iki seçimde geri adım attı ama bu sefer yine favorileri oynuyor.
Her şey bir tür uzlaşmayla başladı. Trump, Netanyahu’nun 2020’deki seçim zaferinden dolayı Başkan Joe Biden’ı tebrik etmesine kızdı. Sonraki dört yıl boyunca iki adam konuşmadı. Geçtiğimiz nisan ayında Time ‘a verdiği bir röportajda Trump, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırmasını sağlayan başarısızlıklardan Netanyahu’yu sorumlu tuttu. Bu, güvenlik başarısızlığı konusunda herhangi bir sorumluluk kabul etmeyi reddeden İsrailli bir lider için sert bir eleştiriydi.
Netanyahu geçtiğimiz temmuz ayında Mar-a-Lago’ya yaptığı bir ziyarette buzları eritmişti. O tarihten bu yana ikilinin birkaç kez telefonla görüştüğü bildirildi. İki adam birbirleri hakkında gerçekten ne düşünüyor olursa olsun, her ikisi de dost ve müttefik olarak görülmeyi siyasi açıdan faydalı buluyor.
İsrailliler Trump’a verdikleri destekle Batı demokrasileri arasında öne çıkıyor. İsrailli yayın kuruluşu Channel 12 tarafından kısa süre önce yapılan bir ankete göre İsraillilerin yüzde 66’sı Trump’ı tercih ederken Harris’i tercih edenlerin oranı yüzde 17’de kaldı (yüzde 17’si ise görüş belirtmedi). Karşılaştırmak gerekirse, Gallup International tarafından 43 ülkede (İsrail hariç) yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü Harris’i tercih ederken, bu oran Trump’a verilen desteğin iki katından fazla. Trump’ı en çok destekleyen iki ülke olan Sırbistan ve Macaristan’da bile Trump, ankete katılanların sırasıyla yüzde 49 ve 59’undan fazlası tarafından tercih edilmedi.
Ortalama bir İsraillinin Trump’ı tercih etmesinin nedeni muhtemelen Harris’in tanınmayan biri olması. Biden’ın Gazze’deki savaş boyunca gösterdiği muazzam yardıma duydukları minnettarlığın çok azı ya da hiçbiri başkan yardımcısına aktarılmadı.
Ancak Trump’ın popülaritesi büyük ölçüde, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdığı, Golan Tepeleri üzerinde İsrail egemenliğini tanıdığı, İran nükleer anlaşmasından çekildiği ve İsrail ile bir grup Arap ülkesi arasındaki ilişkileri normalleştiren İbrahim Anlaşmalarını düzenlediği ilk görev döneminden kaynaklanıyor. Trump’ın aynı zamanda bir Filistin devletini öngören bir barış planı önerdiği ve Netanyahu’nun Batı Şeria’nın bir kısmını ilhak etme planlarını boşa çıkardığı gerçeği unutulmuş gibi görünüyor.
İsrailliler bu olumlu jestleri Trump’ın İsrail’e olan sevgisinin bir göstergesi olarak görme eğiliminde. Ancak kayıtlar bunu pek de doğrulamıyor. Trump başkanlığı döneminde İsrail’e sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. Buna karşılık Biden, 7 Ekim 2023’teki saldırıdan günler sonra güçlü ve kişisel bir destek gösterisiyle Gazze’deki savaşın ilk günleri de dahil olmak üzere iki kez İsrail’e gitti. 2016 kampanyasının başlarında Trump, İsrail yanlısı konuşma noktalarını yanlış anladı ve bir CNN röportajcısına İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili olarak “mümkünse tarafsız olmak istediğini” söyledi. Gafını fark ettikten sonra hemen kendini düzeltti ama bunun güçlü bir kişisel dürtüyü yansıttığını varsaymak yanlış olmaz.
Mevcut kampanyasında Trump, Gazze’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve İran gibi İsrail’in karşı karşıya olduğu en acil sorunlarla ilgili olarak karışık ve çoğu zaman belirsiz bir duruş sergiledi.
İsrail-Hamas savaşının ilk birkaç ayında Trump, “savaşınızı bitirme” ve “hızlı bir şekilde halletme” ihtiyacından bahsetti. Eylül ayında Harris ile yaptığı münazarada, “Bunu hızlı bir şekilde halledeceğim” dedi. Son zamanlarda ise savaş çabalarını biraz daha destekleme yönünde hareket ederek Netanyahu’ya bir telefon görüşmesinde “Ne yapman gerekiyorsa yap” dedi. Ancak Trump, Netanyahu’nun İsrail’in hedefi olduğunu söylediği “topyekûn zafer ”den hiç bahsetmedi.
Trump’ın danışmanlarının, Trump’ın Biden’ın yaklaşımını izleyerek İsrail’e ateşkes ve rehine anlaşmasını kabul etmesi için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledikleri aktarıldı. Trump, İbrahim Anlaşması başarısını İsrail ve Suudi Arabistan arasında bir anlaşmayla taçlandırmaya hevesli göründüğünden, Netanyahu kendisini, Filistin devletine doğru ilerleme için Suudi taleplerini karşılamak üzere bir Trump yönetiminin baskısı altında bulabilir.
İran konusunda Trump kamuoyu önünde sert bir tavır takındı ancak Netanyahu’nun istediği kadar sert değil. Trump Tahran’a yönelik “azami baskı” kampanyasını hızlandırmaktan söz etti ancak bununla savaşı değil daha ağır ekonomik yaptırımları kastediyor. Bir danışmanı geçtiğimiz günlerde Financial Times’a verdiği demeçte “Genel olarak savaşa karşı büyük bir isteksizliği var” dedi.
Bu da Trump’ın İsrail’in çıkarlarıyla pek uyuşmayan daha geniş dünya görüşüne işaret ediyor. Trump müttefiklerine şüpheyle yaklaşıyor, özellikle de savunma konusunda kendi payına düşeni yapmayanlara. Çok taraflılığı kesinlikle sevmiyor. Tüm bu alanlarda İsrail bir Trump yönetiminde savunmasız olacaktır.
Geçmişte İsrail, Trump’ın takdir ettiği türden bir müttefik olarak görülebilirdi. Evet, ABD’den milyarlarca dolar yardım alıyordu ve bunun bedelini zor ödüyordu ama en azından İsrail hiçbir zaman Amerikan askerlerinin kendisini savunmasını istemedi. Güçlü ve etkili ordusu da çoğu zaman ABD’nin çıkarlarına hizmet etti.
Hamas ile savaş ve buna paralel olarak Hizbullah ve İran ile yaşanan çatışmalar bu dinamiği değiştirdi. Brown Üniversitesi Watson Uluslararası ve Kamu İşleri Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ABD 30 Eylül itibariyle İsrail’e doğrudan askeri yardım ve bölgedeki ilgili ABD operasyonları için en az 22.7 milyar dolar harcadı. O tarihten bu yana, İsrail ve İran arasındaki kısasa kısas saldırılar nedeniyle Washington’un daha fazla yardımda bulunmasıyla bu rakam daha da arttı.
Paranın ötesinde, ABD çeşitli zamanlarda bölgeye ilave uçak gemileri, savaş uçakları ve askerler gönderdi. Bu ayın başlarında İsrail’e bir Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) balistik füze savunma sistemi ve İsrail’in hava savunmasındaki açıkları kapatmak üzere bu sistemi kullanacak 100 personel gönderdi. ABD ayrıca İsrail’e başka hiçbir ülkeden temin edilemeyecek ya da kendi ülkesinde üretilemeyecek büyük miktarlarda silah tedarik etmektedir. Çok taraflılık adına Biden, İran füze saldırıları düzenlediğinde İsrail’e yardım etmek üzere iki kez Batılı ve Arap güçlerden oluşan bir koalisyon kurdu.
Çatışmalar eninde sonunda sona erecek, ancak İsrail’in ABD’ye olan bağımlılığı öngörülebilir bir gelecek için yüksek kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İsrailli planlamacılar önümüzdeki yıllarda savunma harcamalarını önemli ölçüde arttırmak zorunda kalacaklarını, özellikle de ekonomik büyüme yavaşlarsa bu harcamaları karşılamakta zorlanabileceklerini varsayıyorlar.
Trump’ın savunucuları İsrail’in özel bir durum olduğunu söyleyecektir. Diğer müttefiklerinin aksine, ABD’de Evanjelik Hıristiyanlar ve pek çok Yahudi arasında kendi içinden yetişmiş bir seçmen kitlesi var. Cumhuriyetçi Parti’de İsrail’e destek olmazsa olmaz bir unsurdur. Ama bu yeterli olacak mı?
Trump gelecek hafta kazanırsa bir daha seçmenlerin karşısına çıkmak zorunda kalmayacak ve istediğini yapabilecek. Netanyahu ile şimdilik barışmış olabilirler çünkü siyasi olarak birbirlerine ihtiyaçları var ama Trump affedici bir tip değil ve meydan okumayı hafife almıyor. Eğer ikili İran, Filistin politikası ya da Suudi Arabistan’la normalleşme koşulları konusunda çatışırsa bu dostluk kolayca bozulabilir.
Trump’ın dış politika ekibinde İsrail’i seven ama İsrail taraf olsa bile ABD’yi Orta Doğu’nun sonsuza dek sürecek savaşlarına bulaştırmak istemeyen çok sayıda “Önce Amerika” destekçisi olması muhtemel. Danışmanları arasında daha aktivist bir ABD dış politikasını savunanlar Çin’e odaklanmış durumda. Biden yönetimi gibi onlar da İran’ı ikincil görüyor ve bu tehdide kaynak ayırmak istemiyorlar.
Netanyahu muhtemelen Trump’a içgüdüsel destek veren sıradan İsraillilerden daha hesapçı ve pragmatik. Başbakan, Trump’ı küstürmeyi göze alamayacağını ve Harris kazanırsa Biden gibi davranıp her türlü husumete rağmen İsrail’i desteklemeye devam edeceğini düşünüyor olabilir.
Kim kazanırsa kazansın, İsrail-ABD ilişkilerinin önümüzdeki dört yılı muhtemelen Biden’ın başkanlığı döneminden daha çalkantılı geçecek. Biden İsrail’in gerçek bir dostuydu ve bir kriz anında büyük bir siyasi bedel pahasına İsrail’e yardım etmek için uzun bir yol kat etmeye hazırdı. Beyaz Saray’ın bir sonraki sahibinin -ister Trump ister Harris olsun- aynı şeyi yapması pek olası değil.
Filipinler Devlet Başkanı Marcos, Güney Çin Denizi’nde hak iddia eden yasaları imzaladı
ABD hükümeti Intel’i kurtarmayı planlıyor
Çin yerel yönetimler için 1,4 milyar dolarlık borç takas programını açıkladı
Trump’ın zaferi Wall Street için doping anlamına geldi
Tayvan ikinci Trump dönemine hazırlanıyor
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Türk dış politikasında eksen kayması
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
BRICS öncesi Hindistan ve Çin’den sınır kavgasına gelen ‘çözüm’ duyurusu
-
AMERİKA3 gün önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İran: Sol el Araplarla kucaklaşmaya devam ederken, sağ el İsrail’le çatışıyor
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri