Bizi Takip Edin

Dünya Basını

FP: ABD Mavi Hat’ta sadece İsrail’in postacılığını yapıyor

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, olası İsrail-Hizbullah savaşının hem ABD hem de İran’ın çıkarına aykırı olduğunu, dolayısıyla Washington’un Tahran’la bu konuda masaya oturması gerektiğini anlatıyor:

***

ABD İran’la şimdi tek bir konuda müzakere etmeli

Kasım ayından önce nükleer anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesi pek olası görünmüyor ancak Washington ve İran’ın yeni cumhurbaşkanı, İsrail-Hizbullah gerilimini yatıştırmaya çalışmalı.

Trita Parsi ve Sajjad Safaei

İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, nükleer konularda Washington ile diyaloğa devam etmeye açık olduğunun sinyallerini verdi ve yönetimindeki üst düzey isimler, 2015 nükleer anlaşmasının çöküşünden doğrudan sorumlu olan müstakbel Başkan Donald Trump ile bile görüşmeye hazır olduklarını belirtti.

Kasım ayında seçimler yaklaşırken, Biden yönetimi İran’a nükleer anlaşma gibi etkisi kendi döneminin ötesine uzanan konularda kapsamlı güvenceler sunamaz, özellikle de Trump’ın ikinci kez başkan olma ihtimali anlaşmanın geleceği üzerinde karanlık bir sis bulutu oluştururken.

Bu da önümüzdeki üç buçuk ay boyunca nükleer diplomasi için iştahın sınırlı olacağı anlamına geliyor, ancak Pezeşkiyan’ın zaferi daha acil bir konu için bir açılım: Washington ve Tahran’ın Lübnan’da İsrail ve Hizbullah arasında tam kapsamlı bir savaşı önleme konusundaki ortak çıkarları.

Pezeşkiyan’ın İran’ın dış politikasında sismik değişimlere neden olması pek olası değil. Ancak, önceki hükümetin İran’ın komşularıyla dolar dışı ticareti artırarak “yaptırımları etkisizleştirme” stratejisinin aksine, yaptırımların hafifletilmesi ve ABD ile doğrudan görüşmeler yoluyla ekonomiyi iyileştirme yönündeki kampanya vaatleri göz önüne alındığında, keşfedilmeye değer bir açılım sunuyor.

Ancak kısa vadede asıl mesele siyasi irade ve Biden yönetimi şu ana kadar Tahran’daki diplomatik açılıma olumlu yanıt verme konusunda pek istekli olmadı. Beyaz Saray sözcüsü John Kirby, Pezeşkiyan’ın seçilmesine İran’ın Hamas, Hizbullah, Husiler ve Ukrayna’da Rusya’ya verdiği desteği gerekçe göstererek Tahran’daki yeni hükümetle diplomatik ilişki kurma fikrini kesin bir dille reddederek yanıt verdi.

Ancak bu silahlı gruplardan birinin dahil olduğu ve yaklaşmakta olan bir kriz her iki taraf için de aciliyet arz ediyor ve tüm Orta Doğu’yu kargaşaya sürükleyebilecek dehşet verici bir jeopolitik olay olabilir: Gazze savaşının Lübnan’a sıçraması ve İsrail ile Hizbullah arasında geniş çaplı bir savaş. Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, geniş çaplı bir savaş her iki taraf için de felaket olacak ve Hizbullah’ın olağanüstü füze kabiliyeti göz önüne alındığında İsrail tarafında binlerce insanın sakat kalması ve ölmesi muhtemel. Bu noktada Pezeşkiyan’ın zaferi İran ve ABD arasında bir yakınlaşma için beklenmedik bir fırsat sunuyor.

Bu ölçekte bir savaş, ABD’nin İsrail’i desteklemek için askeri müdahalede bulunmamasını ölçülemeyecek kadar zorlaştıracaktır. Nitekim Hamas’ın 7 Ekim saldırısından birkaç gün sonra Biden, Hizbullah’ın İsrail’e kuzeyden saldırmasını engellemek için bir uçak gemisini ve diğer gemileri Doğu Akdeniz’e gönderdi.

İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonları, ülkenin silahlı kuvvetlerinin askeri güç açısından Hamas’ı gölgede bırakan Hizbullah gibi zorlu bir savaş gücüne karşı, ABD’nin doğrudan müdahalesi olmadan savaşmaya hazır olmadığını gösterdi. Ancak ABD’nin bir Hizbullah-İsrail savaşına doğrudan askeri müdahalesi, ABD askerleri de dahil ABD askeri varlıklarını kaçınılmaz olarak Hizbullah ve onun İran gibi müttefikleriyle doğrudan çatışmaya sokacaktır.

Son olaylar Washington’un isteksiz olsa bile çatışmaların içine çekilme konusundaki kırılganlığını açıkça ortaya koydu. Bu durum Nisan ayında İsrail’in İran’ın Şam’daki konsolosluk binasına düzenlediği hava saldırısıyla tetiklenen İran ve İsrail arasındaki kısa ama yoğun askeri çatışma sırasında açıkça ortaya çıktı. İsrail’in sofistike, çok katmanlı ve milyarlarca dolarlık bir hava savunma sistemi olmasına rağmen İran’ın insansız hava araçları, balistik füzeler ve seyir füzelerinden oluşan yaylım ateşini durdurmak için İsrail, Fransız, Ürdün, İngiliz ve ABD kuvvetlerinin katıldığı zorlu bir çaba gerekti.

Bu çaba milyarlarca dolara mal oldu ve Tahran’ın günler öncesinden yaptığı uyarıya rağmen İran’ın bazı füzeleri İsrail hava sahasına girerek bir hava üssü de ülkenin güney bölgelerine ulaştı. Bu olay İsrail’in savunmasının sınırlarını ve ABD yardımına ne kadar bağımlı olduğunu gözler önüne serdi.

Bu olayı takip eden aylarda Hizbullah, İsrail’in çok övündüğü Demir Kubbe füze savunma sistemindeki açıkları başarılı bir şekilde ortaya çıkardı ve bu da Hizbullah’la olası bir savaşın erken aşamasında İsrail savunmasındaki açıkları telafi etmek için ABD’nin doğrudan müdahalesini daha olası hale getirdi.

Tahran da Hizbullah ve İsrail arasında tam anlamıyla bir savaşa, özellikle de ABD’yi askeri olarak Orta Doğu’ya geri çekecek bir savaşa şiddetle karşı çıkıyor. İran, İsrail’le olan rekabetinde şu anda üstünlüğün kendisinde olduğu ve zamanın kendi lehine işlediği sonucuna varmış durumda. İranlı generaller bugünün İsrail’ine baktıklarında, bir zamanların istediği zaman savaş açabilen korkutucu savaş makinesini değil, daha az sofistike ve nispeten küçük bir askeri güç olan Hamas’ı yok etme sözünü dokuz aydan fazla bir süredir yerine getiremeyen, aşağılanmış ve uluslararası alanda izole edilmiş bir düşman görüyorlar.

İran’a göre, ABD, İran, Hizbullah ve İsrail’in dahil olduğu geniş çaplı bir bölgesel çatışma, İran ve müttefiklerinin kendilerini avantajlı bir konumda hissettikleri bir zamanda, Hizbullah’ın on yıllar boyunca özenle ve titizlikle geliştirdiği kabiliyetlerinin ciddi şekilde gerilemesine neden olacaktır.

İran ve ABD böyle bir senaryodan kaçınmayı tercih ederken, İsrailli liderler farklı düşünüyor gibi görünüyor. İsrail’de hâkim olan söylem, Hizbullah’ın 7 Ekim’de Hamas’ın yaptığından çok daha ölümcül saldırı gerçekleştirme kapasitesi göz önüne alındığında, İsrail’in kuzey sınırında Hizbullah’la birlikte yaşamasının tahammül edilemez hale geldiği yönünde. İddiaya göre, İsrail’in İran destekli bu grubu önleyici bir şekilde yenmekten başka çaresi yok. Aslında Silahlı Çatışma Yeri ve Olay Verileri Projesi, İsrail-Lübnan sınırından geçen füzelerin yüzde 83’ünden İsrail’in sorumlu olduğuna işaret ediyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için savaşı -herhangi bir savaşı- uzatmak, başbakanlığını uzatarak İsrail adaletinin gazabına uğramaktan kaçınmasına yardımcı olabilir. Dahası, İsrail yönetiminden bazıları, ABD desteği gerektirse bile Hizbullah’ın zayıflatılmasını, özellikle de İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) Gazze’de Hizbullah’a kıyasla düzensiz bir milis olan Hamas’a karşı gösterdiği kötü performans göz önüne alındığında, caydırıcılığı yeniden tesis etmenin kalan son etkili yollarından biri olarak görüyor.

Ancak İsrail’in askeri operasyonları bazı kısıtlamalarla karşı karşıya. ABD’nin İsrail üzerinde muazzam bir nüfuzu var ve Biden yönetimi şu ana kadar Gazze’de adil ve kalıcı bir ateşkes için baskı yapmak üzere bu nüfuzu kullanmamayı tercih etti. Baskı uygulama konusundaki bu isteksizlik, Gazze’deki Filistinlilere büyük ölüm, acı ve yıkımların yaşatılmasına ve İsrail’in uluslararası sahnede yalnızlaşmasına neden oldu.

Geçen hafta Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) İsrail’in Filistin topraklarını işgalinin yasadışı olduğuna ve tüm yerleşimleri boşaltmak ve tazminat ödemek zorunda olduğuna hükmetmesi, UAD’nin İsrail aleyhine aldığı bir dizi kararın sadece sonuncusu. Ayrıca, Hizbullah ile IDF arasında son dokuz aydır tırmanan çatışmaların da gösterdiği gibi, İsrail-Lübnan sınırındaki istikrarsız durumu İsrail’in Gazze’ye yönelik devam eden askeri saldırısından ayrı tutmak giderek zorlaşıyor.

Şu ana kadar Batı’nın İsrail-Lübnan sınırındaki gerginliği yatıştırma çabalarının büyük bir kısmı Beyrut’a İsrail’in Lübnan’ı taş devrine döndürme ve haritadan silme yönündeki kan dondurucu tehditlerini iletmek oldu. Bu bağlamda ABD’nin asıl görevi, İsrail’in askeri olarak başaramadığını diplomatik olarak başarmasını sağlamak olan bir postacıya indirgendi: Hizbullah’ı BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı uyarınca Litani Nehri’nin ötesine itmek.

Washington, ABD’nin kritik bir çıkarını gerçekleştirmede çok daha etkili olma fırsatına sahip: ülkesinin ve ordusunun bir başka Orta Doğu savaşına sürüklenmesini önlemek. Biden yönetimi Hizbullah’la dolaylı olarak uğraşmak yerine doğrudan Hizbullah’ın ana hamisi Tahran’la konuşmalı.

Yıkıcı ve potansiyel olarak yakın bir bölgesel savaştan kaçınmaya yönelik diplomatik manevralar nihayetinde yeni bir nükleer diplomasiden farklı. Ancak yeni Pezeşkiyan yönetimiyle Lübnan konusunda yapılacak başarılı görüşmeler, ileride nükleer diplomasi için daha iyi koşullar yaratılmasına yardımcı olabilir.

Pezeşkiyan’ın doğrudan ABD-İran görüşmeleri konusunda seçim kampanyasında verdiği sözleri ne ölçüde yerine getirebileceğini kimse tam olarak bilmiyor. Ancak Biden yönetimi, özellikle de riskler bu kadar yüksekken, bunu öğrenmemekle sorumsuzluk etmiş olur.

Dünya Basını

Askeri tarihçi Roland Popp: ‘Trump dönüm noktasında’

Yayınlanma

Askeri tarihçi Roland Popp, Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Berliner Zeitung’dan Simon Zeise’ye verdiği mülakatta Ukrayna savaşının kilitlendiğini, Trump’ın arabuluculukta başarısız olduğunu ve Avrupa’nın hüsnükuruntu içinde olduğunu belirtiyor. Popp, Rusya’nın kapsamlı savaş hedefleri ve Ukrayna’nın taviz vermeme kararlılığı nedeniyle yakın zamanda barış beklemediğini ifade ediyor. Batı’nın yaptırımlarını etkisiz bulduğunu ve askeri güçle diplomatik hazırlığın birleştirilmesi gerektiğini vurgulayan Popp, ayrıca, Alman kamuoyundaki uzmanlık eksikliğini eleştirerek, Rusya ile NATO arasında doğrudan bir çatışma riskine dikkat çekiyor.


Askeri uzman, Ukrayna müzakerelerini değerlendirdi: ‘Trump dönüm noktasında’

Simon Zeise

Berliner Zeitung

16 Mayıs 2025

Askeri tarihçi Roland Popp, verdiği mülakatta Ukrayna savaşının kilitlendiğini, Trump’ın nüfuzunu kaybettiğini ve Avrupa’da hüsnükuruntunun hakim olduğunu belirtti.

Ukrayna’da üç yıldır şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Savaşan taraflar arasında ilk müzakereler yapılmış olsa da her gün askerler ve siviller ölmeye devam ediyor. Almanya, Fransa, Birleşik Krallık ve Polonya, diplomatik bir girişim başlatmak yerine daha fazla silah sevkiyatına odaklanıyor. Kilitlenmiş bu durum karşısında ateşkes ve kalıcı barış şansı ne kadar? Berliner Zeitung, bu konuyu ETH Zürih Askeri Akademisi’nden askeri tarihçi Roland Popp ile konuştu.

Sayın Popp, Donald Trump’ın göreve başlamasından bu yana Rusya ile Ukrayna arasında pek çok müzakere yapıldı. Yakında bir barış anlaşmasına varılacak mı?

Çok karamsarım. Mevcut durumda asıl meselenin barış müzakereleri veya ateşkes sağlamak değil, başarısızlıktan diğer tarafın sorumlu olduğuna Trump yönetimini ikna etmek olduğu izlenimindeyim. Trump’ın arabuluculuk rolünde daha önce iddialı bir şekilde duyurduğu kadar başarılı olmadığını da kabul etmek gerekiyor.

Bunu nasıl açıklarsınız?

Trump bir dönüm noktasına geldi. Amerikalılar yeniden Avrupa’nın pozisyonuna yaklaştı. Trump yönetimi, İstanbul’daki toplantı öncesinde Putin’e yönelik Avrupa ültimatomunu desteklediğini bile ima etmişti. Şimdi ise durum daha çok Avrupa’nın hüsnükuruntusu gibi görünüyor. Şu anda müzakerelerde kayda değer bir ilerleme yok.

Putin ve Trump kamuoyunda yakın müttefikler olarak gösteriliyor. Barış müzakerelerinde kayda değer bir ilerleme olmamasını nasıl açıklıyorsunuz?

Kamuoyunda kişiler ön plana çıkarılıyor ancak müzakereleri son derece zorlaştıran yapısal nedenler de var. Rusya’nın savaş hedefleri oldukça kapsamlı. Şu anda bir ateşkes, bu hedeflere ulaşılmasını muhtemelen imkânsız hâle getirir. Ukrayna içinse Rusya’nın talepleri kesinlikle kabul edilemez. Savaş alanında daha önemli gelişmeler yaşanmadan barış anlaşmasının hâlâ çok uzakta olduğunu düşünüyorum, her ne kadar her iki tarafta da savaş yorgunluğu artmış olsa da.

Trump uzun süre Rusya’nın taleplerini desteklemeye istekli görünüyordu. Beyaz Saray’da kameralar önünde Vladimir Zelenskiy’e geri adım atması gerektiğini açıkça belirtti. Trump’ın tutumu neden değişti?

Trump, selefinden çok farklı bir yol izledi. Biden, Rusya’yı olası bir askeri yenilgi tehdidiyle barışa zorlamak için Ukrayna’yı neredeyse koşulsuz desteklemişti. Trump ise Ukraynalıları taviz vermeye zorlamak için Rusya’nın hedeflerine yaklaştı. Fakat Ukraynalılar hâlâ Avrupalıların desteğine sahip ve Rusya’nın kapsamlı taleplerine boyun eğmeye niyetli değiller. Bu anlaşılabilir bir durum, zira hiçbir devlet egemenliğinin bu ölçüde kısıtlanmasına razı olmaz. Ama sonuçta bir de savaş alanının kendisi var ve burada Ukrayna çok büyük sorunlarla karşı karşıya. Şu anda bir ateşkes, askeri açıdan en çok Ukrayna’ya yarar sağlar. Rusya’nın buna ihtiyacı yok; tam tersine, bir ateşkes Rusya’nın hızlanan ilerleyişinin mevcut seyrini kesintiye uğratır.

Merz, Keir Starmer, Macron ve Tusk, geçtiğimiz hafta sonu Kiev’deydi ve Rusya’ya ateşkesin ne zamana kadar imzalanması gerektiğine dair bir ültimatom verdiler. Bu yaklaşımı ne kadar başarılı buluyorsunuz?

Bu her şeyden önce bir çaresizlik ifadesi. Rusya yine yaptırımlarla tehdit edildi. Oysa Batı’nın şimdiye kadarki yaptırım politikası, tüm güçsüzlüğünü ve stratejik yetersizliğini halihazırda ortaya koydu. Berlin’in, Moskova’da bu tür tehditlerin artık ciddiye alınmadığını kabul etmesi gerekiyor.

Ukrayna savaşının çözümü için diplomatik girişimlerde bulunulması gerektiğini savunan az sayıdaki sesten birisiniz. Amacınız nedir?

Benim için önemli olan, eski düşman imgelerinin refleks olarak yeniden canlandırılmaması. Askeri bilimlerden diğer sesler gibi ben de Almanya’nın güvenliği için daha fazla para harcaması gerektiği görüşündeyim. Ancak Baltık ülkelerinde istisnai bir senaryoyu önlemek için büyük ölçüde silahlanma fikrini tamamen yersiz buluyorum. Rusya’nın NATO’ya ne zaman saldırmayı planladığına dair —nisan 2029’da mı, yoksa Polonya istihbaratının iddia ettiği gibi 2026’da mı— yapılan bu tahmin yarışması, ciddi tehdit analizleri değil, hesaplanmış siyasi mesajlardır. İhtiyaç duyulan şey, inandırıcı askeri güç ile diplomatik uzlaşıya hazır olmanın birleşimidir. Kamuoyunda bu kadar baskın olan güvenlik uzmanları, Avrupa’da yeniden istikrarlı bir düzen kurmaya yönelik herhangi bir inandırıcı strateji olmaksızın sadece askeri caydırıcılıktan bahsediyor.

Alman siyasi talk show’larında uzmanlara dair çok tek taraflı bir tablo çiziliyor. Uzmanlık eksikliği mi var, yoksa bu politik olarak mı isteniyor?

Ukrayna savaşında bu uzmanların çoğu hemen her konuda yanıldı. Örneğin Carlo Masala’ya göre Rusya, 2022 yaz sonunda askeri olarak “son demlerini” yaşıyordu. Bilimsel olarak böyle bir tespitten, Rusya’nın şimdi tüm NATO bölgesi için bir tehdit olduğu yönündeki mevcut ifadelere nasıl gelinir?

Şu anda sürekli ekranlarda olan uzmanların neredeyse hiçbiri gerçekten askeri bilimler alanında araştırma yapmadı. Ancak Almanya kendi kendini uzmanlıktan mahrum bıraktı. Örneğin, şu anda askeri tarih alanında sadece tek bir kürsü bulunuyor. Bu epey manidar.

Bu tür yanlış değerlendirmelerin ne gibi et kileri oluyor?

Bu durum, Leopard 2 tanklarının teslimatı tartışmasında açıkça görüldü. Federal hükümet, Batılı tankların Ukrayna’ya “oyun değiştirici” olarak zafere yardımcı olacağını varsayan bu uzmanların değerlendirmeleriyle baskı altına alındı. Ciddi askeri bilim insanlarıyla yaptığım görüşmelerde buna aslında kimse inanmıyordu. Fakat bu tür sesler hiç dinlenmedi. Bu, Alman medyasının da sorumlu tutulması gereken bir sorumsuzluktur. Steinmeier’in “kalibre uzmanları” hakkındaki şikayeti, hükümettekilerin talk show’lardan gelen sürekli baskı karşısındaki hayal kırıklığının bir ifadesiydi.

Rusya’nın NATO’ya saldırmayacağından neden bu kadar eminsiniz?

Rusya’nın Suwałki Koridoru’ndan geçmeyeceği veya Estonya’ya saldırmayacağı konusunda mutlak bir güvence veremem. Ancak Rusya’nın bununla ne gibi bir amacı olabilir? NATO ile nükleer bir çatışmayı provoke etmek mi? Rusya’nın güvenlik hesaplamaları hakkında ne biliyoruz? Putin, 2014’te Kırım’ı zorla ilhak ettiğinde, arka plandaki düşünce muhtemelen Ukrayna’nın bir gecede NATO üyesi olabileceği korkusuydu. Bu, sonuçta onlara 2008’de kamuoyuna açıklanmıştı. Bu gerçekleştiğinde, Moskova’nın NATO ile bir çatışmaya girmeden Ukrayna ile savaşması artık mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla Putin, Kiev’deki iktidar değişikliğinin hemen ardından Kırım ve Donbass’ta harekete geçti. Büyük sorunlardan biri, politikalarımızın diğer devletlerin tehdit algılarını nasıl etkilediği gibi önemli bilimsel bulguları göz ardı etmemizdir. Bunun Putin’in saldırganlığına anlayış göstermekle hiçbir ilgisi yok. Mesele daha çok sağduyulu, stratejik analizdir. Ve bizde bu tamamen eksik.

Friedrich Merz, Ukrayna’ya Taurus seyir füzesi tedarik etmek istiyor. Bazı çevreler bunun Rusya ile doğrudan bir çatışmaya yol açabileceğinden endişe ediyor. Siz bu konuyu nasıl görüyorsunuz?

Merz’in Taurus konusunda bu kadar ileri gitmesine şaşırdım. Şimdi kendini bir çıkmaza soktu. Almanya’nın sonunda Taurus’u Ukrayna’ya teslim edeceğine ikna olmuş değilim. Seyir füzesi Rusya’ya zarar verir, ancak asla savaşın kaderini değiştirmez. Ayrıca Taurus, hâlâ kendi savunmasına inandırıcı bir şekilde katkıda bulunan son silah sistemlerinden biri. Taurus Ukrayna’da kullanılırsa, ülke savunması için ancak kısıtlı bir şekilde kullanılabilir. Kendi güvenliğinin ciddi şekilde tehdit altında olduğunu düşünenler, bu tür sistemleri kesinlikle yurt dışına vermemelidir.

Avrupalılar, Ukrayna müzakerelerinde Trump ve Putin tarafından göz ardı edildiklerini eleştiriyor. Putin’in Avrupalılara çoktan müzakere teklif etmesi gerekmez miydi?

Avrupalıların Ukrayna’ya ve Vladimir Zelenskiy’e verdiği destek, Trump yönetimi altındaki Amerikan desteğinden daha güçlü. Bu nedenle Putin, ABD ile müzakereleri Avrupalılara tercih ediyor; özellikle de ABD düzeyinde bir büyük güç olarak algılanmak istediği için. Angela Merkel, Avrupa’nın bazı kesimlerinin Rusya ile bağımsız ilişkilerini sürdürmesini sağlamıştı, bunun sonucunda Berlin bağımsız bir dış politika izleyebiliyordu. Rusya da Almanlar ve Fransızlarla diyalog halinde kalmaya istekliydi. Ancak tüm bunlar bu savaşla yok oldu: Şimdi Moskova ve Washington, diğer Avrupalıların katılımı olmadan Avrupa’nın düzeni hakkında yeniden konuşuyor. Ve bu feci sonucun yalnızca Trump’ın seçilmesinden kaynaklandığına inananlar, korkarım hiçbir şey anlamamışlardır.

Almanya ve Fransa savaşı önlemek için daha fazlasını yapabilir miydi?

Bu, tarihçileri önümüzdeki on yıllarda meşgul edecek büyük bir soru. Bu felakete yol açan süreci daha iyi anlayabilmemiz için tüm arşivlerin parça parça değil, tamamen açılmasını faydalı buluyorum. Özellikle silah sevkiyatlarını her zaman savunan çevrelerden, Rusya’nın güvenlik çıkarlarını ve ekonomik entegrasyonunu dikkate alan Merkel hükümetinin asıl sorumluluğu taşıdığı sürekli ima edildi. Bana göre bu yanlış bir analiz.

Merkel, Putin’e karşı fazla mı saftı?

Savaşın nasıl çıktığına bakıldığında, savaşın patlak vermesinden önceki aylarda aşırı bir hızlanma görülüyor. Merkezi olan, Avrupa’nın Ukrayna politikası üzerindeki önceki Alman-Fransız tekelinin ortadan kaldırılmasıydı. Bu dönüşün koşulları şu anda tamamen belirsiz; Berlin’deki iktidar değişikliğiyle pek ilgisi yoktu. Sonrasında ne Berlin ne de Paris’in kayda değer bir etkisi oldu. Amerikalılar ve İngilizler ise çok daha fazla etkiye sahipti. Bir tarihçi olarak, bu savaşı olası kılan şeyin, diğer etkenlerin yanı sıra, Merkel politikasının terk edilmesi olduğu tezini savunurum.

Koalisyon hükümetinin dış politikası yoğun eleştirilere maruz kaldı. Yeni federal hükümette bir rota değişikliği gözlemliyor musunuz?

Bunu söylemek henüz zor. Sonuçta, özellikle SPD dış politikada büyük bir değişim geçirdi. Sosyal Demokratlar geleneksel olarak Federal Almanya Cumhuriyeti’nin dış politikasında vatansever olarak adlandırılabilecek pozisyonları daha güçlü bir şekilde savundular; Egon Bahr’ı düşünün, nispeten tutarlı bir şekilde ulusal çıkarları savunduğu için Washington’daki pek çok kişi için kırmızı çizgiydi. CDU ise her zaman transatlantik geleneğe çok daha yakındı. Sonuç olarak, Avrupalılardan kıtayı barışa kavuşturabilecek bağımsız girişimler göremiyorum.

Her iki tarafta da savaş çığırtkanlığı devam ederse, bir noktada Rusya ile NATO arasında doğrudan askeri bir çatışma yaşanmasından endişe ediyor musunuz?

Evet, elbette, durum istikrarsız. Bunun sadece panik yaymak olduğu ve hiçbir savaş tehlikesi olmadığı yönündeki karşı argümanı abartılı buluyorum. Avrupalılar, en geç ağır silahların teslimatıyla bu savaşa büyük ölçüde dahil oldular. Rusya açısından bakıldığında, on binlerce Rus askerinin ölümünden Avrupalılar sorumlu tutuluyor. Bu doğrudan olmasa da dolaylı yoldan savaşa dahil olmaktır. Moskova’da Avrupalılara yönelik öfke elle tutulur düzeyde. Soru şu: Bununla nasıl başa çıkılacak? Kendi bilimsel çıkarlarınıza aykırı olsa bile Rusya ile çatışmayı kalıcı hâle getirmeye mi çalışıyorsunuz? Bundan sonra Avrupa politikasının büyük sorusu bu olacak: Rusya sorunu.

Tarihte defalarca umutsuz gibi görünen durumlar yaşandı ancak bunlar sonuçta barışla noktalandı. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında Ukrayna’da barış için bir şans görüyor musunuz?

Temel olarak, bu kadar yoğunlukla yürütülen çatışmalar, savaşan tarafların düşüncelerinde bir değişikliğe yol açabilir. Ukrayna ihtilafı, sadece kurban sayısının yüksekliğiyle değil, Birinci Dünya Savaşı’nı andırıyor. Belki de sadece umut ediyorum ama burada da kalıcı bir çatışma hâlinde yaşanamayacağının ve yaşanmak istenmediğinin kabul edilebileceğini hayal edebiliyorum. Özellikle Ukrayna toplumu uzun süre kendini Avrupa’dan Rusya’ya bir tür köprü olarak tanımladı. Belki bir gün bu role geri dönme şansı olur. Unutmayalım ki Vladimir Zelenskiy, o dönemde barış vaat ettiği için büyük bir çoğunlukla devlet başkanı seçilmişti. Şimdi ise bir savaş devlet başkanı ve Rusya’nın düşmanı oldu, bu da tarihin trajedisidir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Batı’nın Gazze sessizliği

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, İsrail’in kuruluşuna dair resmi anlatıyı sorgulayan “Yeni Tarihçiler” arasında yer alan ve İsrail’in etnik temizlik politikalarına dönük hayli eleştirel çalışmalarıyla tanınan İsrailli tarihçi Ilan Pappé’ye ait. Pappé, makale boyunca Gazze’de süregiden soykırım karşısında Batı’nın sergilediği kurumsal ve entelektüel sessizliği, “ahlaki panik” kavramı etrafında çarpıcı bir biçimde teşhir ediyor. Batı Avrupa’nın ve ABD’nin, bilgiye erişimin bu denli kolay olduğu bir çağda bile Filistinlilerin uğradığı sistematik şiddeti görmezden gelmesini yalnızca ideolojik körlükle değil, aynı zamanda bilinçli bir suç ortaklığıyla açıklayan yazar, resmi Batı siyasetinin ve medya düzeninin, İsrail baskıları karşısında içine düştüğü suskunluğun, Holokost sonrası suçluluk duygusu ve ırkçılıkla harmanlanarak bir tür düşünsel felce dönüştüğü tespitini yapıyor. Gerçekten de Filistin direnişinin şeytanlaştırılması, soykırımın görünmez kılınması ve insani dayanışmanın bastırılması, yalnızca medya ya da siyaset düzleminde değil, ahlaki tahayyülün bizzat kendisinde bir çöküşe işaret ediyor. Bu çöküşe karşı yükselen dayanışma sesleri ise, sadece Filistin’in özgürlüğü için değil, evrensel vicdanın yeniden inşası için de taşıyıcı bir rol üstleniyor.


“Ahlaki panik” ve konuşma cesareti üzerine: Batı’nın Gazze sessizliği

Ilan Pappe
The Palestine Chronicle
19 Nisan 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Batı dünyasının Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki duruma verdiği tepkiler rahatsız edici bir soruyu gündeme getiriyor: Neden resmi Batı, özellikle de Batı Avrupa, Filistinlilerin çektiği acılara karşı bu denli kayıtsız?

[ABD’deki] Demokrat Parti, Filistin’de her gün yaşanan insanlık dışı uygulamaların sürdürülmesinde doğrudan ve dolaylı olarak neden bu denli suç ortağıdır -öyle ki bu suç ortaklığı o kadar aşikar hâle gelmiştir ki, Arap Amerikalılar ve ilerici seçmenler, kritik eyaletlerdeki oylarıyla, soykırımdaki payı nedeniyle Biden yönetimini cezalandırmış ve bu durum muhtemel ki Demokratların seçimi kaybetmesinin nedenlerinden biri olmuştur?

Bu sorunun sorulması oldukça yerindedir, zira şu an televizyonlarda canlı yayınlanan bir soykırımla karşı karşıyayız. Bu durum, Batı’nın kayıtsızlık ve suç ortaklığının daha önce de sergilendiği Nakba döneminden veya 1967’den beri süregelen işgal yıllarından farklı.

Nakba sırasında ve 1967’ye kadar bilgiye erişim çok kolay değildi. 1967 sonrası baskılar ise kademeliydi ve Batı medyası ile siyaseti, Filistinliler üzerindeki artan etkisini görmezden gelmeyi tercih etti.

Ancak son on sekiz ay bambaşka bir tablo sunuyor bize. Gazze Şeridi’ndeki soykırımı ve Batı Şeria’daki etnik temizliği görmezden gelmek, ancak kasıtlı bir tercihle açıklanabilir; cehaletle değil. İsrail’in eylemleri ve bu eylemlere eşlik eden söylemler, siyasetçiler, akademisyenler ve gazeteciler bile isteye göz ardı edilmediği sürece, görmezden gelinemeyecek kadar açık.

Bu türden bir cehalet, her şeyden önce, Avrupa’nın suçluluk kompleksi, ırkçılık ve İslamofobi gibi verimli bir zeminde filizlenen başarılı İsrail lobiciliğinin ürünü olabilir. ABD söz konusu olduğunda ise, bu durum, akademi, medya ve özellikle siyaset dünyasında çok az kişinin karşı çıkmaya cüret ettiği acımasız ve etkili bir lobicilik mekanizmasının yıllara yayılan çalışmalarının bir meyvesi.

Bu olgu, son dönem akademik çalışmalarda “ahlaki panik” olarak adlandırılıyor. Bahsi geçen panik, Batı toplumlarının daha vicdanlı kesimlerine –entelektüeller, gazeteciler ve sanatçılara– özgü bir özellik taşıyor.

Ahlaki panik, bir insanın, sonuçları ağır olabilecek bir cüret gerektirdiği için, kendi ahlaki değerlerine bağlı kalmaktan korktuğu bir durumu imliyor. İnsan her zaman cesaret veya en azından doğruluk gerektiren sınavlarla karşılaşmaz. Böyle bir sınavla karşılaştığında ise, “ahlak” artık soyut bir fikir değil, bir eylem çağrısı halini alır.

İşte bu yüzden Almanların çoğu, Yahudiler imha kamplarına gönderilirken sessiz kaldı. Ve işte bu yüzden beyaz Amerikalılar, Afrikalı Amerikalılar linç edilirken ya da daha öncesinde köleleştirilip kötü muameleye maruz kaldıklarında seyirciydiler.

Peki, Batı’nın önde gelen gazetecileri, deneyimli siyasetçileri, kadrolu profesörleri veya tanınmış şirketlerin CEO’ları, İsrail’i Gazze Şeridi’nde soykırım yapmakla suçlasalardı, bunun bedeli ne olurdu?

Görünen o ki, bunun iki olası sonucundan korkuyorlar: Birincisi, antisemitik veya Holokost inkârcısı olarak damgalanmak; ikincisi, insaflı bir tepkinin, kendi ülkelerinin ya da genel olarak Avrupa’nın ve Batı’nın, bu soykırımı mümkün kılan suç ortaklığını gündeme getirecek bir tartışmayı tetikleyecek olması.

Bu ahlaki panik, bazı şaşırtıcı sonuçlara yol açıyor. Genel olarak, eğitimli, son derece kültürlü ve bilgili insanları, Filistin hakkında konuşurken tam bir ahmağa dönüştürüyor. Güvenlik bürokrasisinde bir nebze daha derin düşünebilen ve sağduyulu olanlar dahi, Filistin direnişini tümüyle “terör” listesine alma yönündeki İsrail taleplerini sorgulamaktan imtina ediyor. Anaakım medyada Filistinli kurbanların insanlığı silikleştiriliyor.

Soykırım mağdurlarına dönük empati ve en temel düzeydeki dayanışma eksikliği, Batı anaakım medyasının ve özellikle ABD’deki New York Times ve Washington Post gibi köklü gazetelerin sergilediği çifte standartlarla iyiden iyiye ayyuka çıktı. Palestine Chronicle’ın editörü Dr. Ramzy Baroud, Gazze’deki İsrail soykırımı sırasında ailesinden 56 ferdi kaybettiğinde, Amerikan medyasındaki hiçbir meslektaşı onunla konuşma ya da bu vahşet hakkında bilgi alma zahmetine girmedi mesela. Fakat Chronicle’ın rehinelerin tutulduğu apartmanda yaşayan bir aileyle bağlantısı olduğuna dair tümüyle uydurma bir İsrail iddiası, bu medya organlarının büyük ilgisini çekecekti.

Bu insanlık ve dayanışma dengesizliği, ahlaki paniğin beraberinde getirdiği çarpıtmaların sadece küçük bir örneği. ABD’de Filistinli ya da Filistin yanlısı öğrencilere karşı yapılanların, İngiltere ve Fransa’daki tanınmış aktivistlere yönelik baskıların, İsviçre’de Electronic Intifada editörü Ali Abunimah’ın gözaltına alınmasının bu çarpık ahlaki davranışın tezahürleri olduğundan en ufak bir şüphem yok.

Benzer bir vaka çok yakın bir zamanda Avustralya’da da yaşandı. Ünlü Avustralyalı gazeteci ve eski SBS World News sunucusu Mary Kostakidi, Gazze’deki durumla ilgili -bir hayli yumuşak addedilebilecek- haberleri nedeniyle federal mahkemeye çıkarıldı. Mahkemenin bu iddiayı ilk elden reddetmemiş olması, ahlaki paniğin Küresel Kuzey’de ne denli derinlere kök saldığını gösteriyor.

Ancak işin bir de diğer yüzü var. Neyse ki, Filistinlilere desteğini açıkça dile getirmenin getireceği riskleri göze alan, yani bu dayanışmayı gösterirken işten atılma, sınır dışı edilme ya da mahpuslukla karşılaşacağını bilen çok daha büyük bir kesim var. Onlara anaakım akademi, medya veya siyasette sık rastlanmıyor belki ama Batı toplumuna dair hakiki bir sesi temsil ediyorlar.

Filistinlilerin, Batı’nın ahlaki paniklerine kulak verme ya da bunlardan etkilenme lüksü yok. Bu panik karşısında geri adım atmamak, hem küçük ama anlamlı bir duruştur hem de acilen inşa edilmesi gereken küresel bir Filistin dayanışma ağı kurma yolunda atılmış önemli bir adımdır -ki bu ağ, önce Filistin’in ve Filistin halkının imha edilmesini durdurmayı, ardından da gelecekte sömürgecilikten kurtulmuş ve özgürleşmiş bir Filistin’in koşullarını yaratmayı hedeflemelidir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: N.S. Lyons’un “Güçlü Amerikan Tanrıları” makalesi, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemini sadece politik bir dönüş değil, Batı uygarlığında “uzun yirminci yüzyıl” olarak tanımladığı bir dönemin sonu olarak okuyor. Lyons’a göre, II. Dünya Savaşı sonrası liberal Batı’yı şekillendiren “açık toplum” ideolojisi; ulusal kimlik, inanç, aidiyet, dayanışma, kolektivizm gibi bağları zayıflatarak yerine teknokratik yönetim, sınırsız bireysellik ve soyut evrenselcilik koydu. Bu düzenin artık tükendiğini ve çökmekte olduğunu söyleyen  Lyons’a göre, süreç yerini “güçlü tanrılar”a, yani eylemselcilik, ulusal kimlik, bağlılık ve aidiyet arayışına bırakmaktadır. Trump ise bu yeni çağın taşıyıcısı değilse bile, onun kaçınılmaz gelişini haber veren sarsıcı habercisidir.

Çeviren: Mert Cafer Eral

***

Güçlü Amerikan Tanrıları 

N.S. Lyons, 13 Şubat 2025

İkinci Trump döneminin ilk haftaları maceralı geçti. Çoğu insan gibi, ben de Trump ve ekibinin Washington’daki müesses nizama karşı başlattığı yıldırım harekatının hızı ve kapsamlılığı karşısında şaşkına döndüm. Trump, iki ay önce The Counter-Revolution Begins,” [Karşı-Devrim Başlıyor] isimli yazımda bahsettiğim önceliklerin çoğunu şimdiden yerine getirdi. Meşru iktidarın kullanımına ve kurumlara karşı tutucu olmayı reddetmek bunların en önemlileriydi. “İstediğin şeyi yapabilirsin” gibi bir düsturla beraber, ikinci Trump yönetimi Roosevelt’ten beri süregelen Amerikan yönetişimde gerçek değişim taleplerini demokratik olarak iletmek konusunda ilk Trump yönetimi ile ciddi şekilde benzer görünüyor.

Aslında, darbeler o kadar hızlı oluyor ki olan biteni ve bunların sonuçlarının izlerini takip etmek gerçekten zor. Bundan dolayı ne olup bittiği hakkında detaylı açıklamalar yapmak güç.  Bunu yapmayı denersek güncel olayların gerisinde kalabiliriz. Ancak Grönland’i ilhak etme girişimi, sınırların kapatılıp gümrük vergilerinin artırılması, USAID’in lağvedilmesi gibi dünya üzerinde kargaşa yaratan hamlelerin ortasında, büyük resim daha net bir biçimde ortaya çıkmaya başlıyor.

Henry Kissinger’ın 2018’de söylediği ve son zamanlarda dilden dile dolaşan bir söz var: “Trump, tarihte zaman zaman bir dönemin sonunu işaret etmek ve onu eski iddialarından vazgeçmeye zorlamak için ortaya çıkan figürlerden biri olabilir.” Eğer bu 2018’de doğru değilse bile şuan kesinlikle doğru. Bugün gördüğümüz şeyin gerçekten bir dönemin sonu olduğuna, bildiğimiz dünyanın çığır açan bir şekilde altüst olduğuna ve bunun tüm öneminin ve sonuçlarının henüz bizi gerçekten etkilemediğine inanıyorum.

Daha açık bir ifadeyle, Donald Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın gecikmiş sonuna işaret ettiğine inanıyorum.

Uzun yirminci yüzyıl

1789’daki Fransız Devrimi ve 1914’te başlayan Dünya Savaşı arasındaki 125 yıl “Uzun Ondokuzuncu Yüzyıl” olarak tanımlanıyor. Bu deyiş “Ondokuzuncu Yüzyıl” dediğimizde basit bir yüz yıllık süreden çok daha fazlasını, coşkulu bir genişlemeyi, aydınlanmayı, imparatorlukları, yani akılcı düşünme ve ilerlemeciliğin hız kazandığı çağın ruhunu anlamamızı sağlıyor. Kendisinden önce ve sonra gelenlerden farklı olan bu kalıcı tarihsel ruh, Büyük Savaş’ın siperlerinde sönümlendi. Felaketin ardından, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle biten bir fetret devrinden sonra, Batı medeniyetinin insanlarının dünyayı algılama ve onunla etkileşim kurma biçimleri –siyasi, psikolojik, sanatsal, manevi– tamamen değişti.

R.R. Reno, 2019 tarihli Return of the Strong Gods [Güçlü Tanrıların Dönüşü] adlı kitabına, “Yirmi yedi yaşındayım ve yirminci yüzyılın sonunu görmeyi umuyorum,” diye hayıflanan genç bir adamdan alıntı yaparak başlıyor. Bu çelişkili ifade, 20. yüzyılın da son kullanma tarihini aştığını gösteriyor. Bu yüzyıl geç başladı, 1945’te tam olarak hissedilmeye başlandı. Ancak bu 80 yıllık sürede yüzyılın ruhu medeniyetin dünyayı nasıl algıladığı ve nasıl algılaması gerektiği konusunda hegomonikleşti. Toplumun tüm korkularını, değerlerini ve ahlaki ilkelerini belirledi ve ABD’nin dünyaya yayılan gücü sayesinde dünyanın geri kalanının siyasi ve kültürel düzenini de şekillendirdi.

Bu ruh, kendinden öncekinden çok da farklı olamazdı. İkinci Dünya Savaşının yarattığı yıkımın ardından, Batı anlaşılabilir bir şekilde “Bir daha asla” düsturunu ideolojik evreninin merkezine koydu. Faşizmin, savaşların ve soykırımın insanlığı tehdit etmesine bir daha müsaade edilmeyecekti. Fakat bu karar, o zamanlar ne kadar makul ve iyi niyetli görünse de, kısa sürede her şeyi tüketen bir olumsuzlama takıntısı haline geldi.

Popper ve Adorno gibi büyük etki uyandıran liberal düşünürler dünya üzerinde otoriterliğin ve çatışmanın temel kaynağının “kapalı toplum” olduğu konusundaki savaş sonrası uyumlu ideolojik düzenin ikna sürecine katkıda bulundular. Reno’nun “güçlü tanrılar” derken kastettiği şey budur: güçlü inanışlar, sarsılmaz doğru tanımları, tartışılmaz ahlaki kodlar, güçlü ilişki bağları, güçlü toplumsal kimlikler ve güçlü mekan ve geçmiş bağları; nihayetinde, “insanın sevgi ve bağlılık nesneleri, toplumları birleştiren sadakat ve tutku kaynakları.”

Günümüzde güçlü tanrıların birleştirici gücü tehlikeli, fanatizm, baskı, nefret ve şiddetin cehennemvari kaynağı olarak görülmeye başlandı. İnanç, aile ve her şeyden önce ulusal bağlar artık şüpheli, faşizme doğru endişe verici bir geri dönüş olarak görülüyordu. Savaş sonrası Amerikan psikolojisi ve eğitimini on yıllar boyunca yöneten Adorno, aile ve ulusa karşı duyulan doğal sadakatin aslında insanı yabancı düşmanlığına ve führer hayranlığına karşı gizlenen bir otoriter kişiliğin dışa vurumu olarak sınıflandırıyordu. 1945’te yayımladığı büyük etki uyandıran kitabı Açık Toplum ve Onun Düşmanları kitabında Popper, ulusal komünite fikrini “insanlık karşıtı” bir propaganda olmakla suçlayıp kendi vatanını ve onun tarihini seven herkesi tehlikeli birer “ırkçı” olarak tanımladı. Bu tür entelektüeller için ister insanlar, ister ahlak veya ister metafizik gerçekler arasında olsun, otorite veya hiyerarşiye dair kesin iddialar, yeryüzündeki barışa ölümcül bir tehdit olarak görünüyordu.

Savaş sonrası düzenin liberal paradigmasının en büyük projesi kapalı toplumun duvarlarını yıkıp tanrılarını sonsuza dek yasaklamaktı. Bu başka ot bitmeyen zemin üzerine, hoşgörü, şüphe, diyalog, eşitlik ve tüketici konforunun barışçıl zayıf tanrıları tarafından canlandırılan pastoral ama son derece belirsiz bir “açık toplum” vizyonu inşa edildi. Siyasi ve kültürel olarak baskın olan bu “açık toplum konsensüsü” Adorno ve Popper gibi teorisyenlerden yararlanarak zihinleri açmayı, idealleri gözden düşürmeyi, gerçekleri göreceleştirmeyi ve bağları zayıflatmayı amaçlayan bir sosyal reform programı geliştirdi. 

Reno’nun detaylıca sınıflandırdığı gibi, eğitime, psikolojiye ve yönetime yönelik yeni yaklaşımlar hakikati görelileştirmeye, “eleştirel düşünce”yi karakterin önüne koymaya, kollektif olarak duyulan sadakati yermeye, hiyerarşilere şüpheyle bakmaya, tüm kural ve sınırları yıkmaya ve insanları ahlaki ve toplumsal sorumluluklarının “baskısından” azat etmeye çalıştı. Muğlak bir hümanizme yönelik özlem, kısa sürede saf ekonomik büyüme dışında hedeflenebilir en büyük doğru haline geldi.

Yirminci yüzyıl antifaşizmi ironik bir biçimde ateşli bir gayret ve büyük bir hoşgörüsüzlükle karakterize edilen büyük bir haçlı seferine dönüştü. “Bir daha asla” düsturunu en önemli önceliği yapan açık toplum ideolojisi, merkezine “en büyük erdem”den ziyade “ en azılı düşman”ı koydu.  Hitler’in tekil figürü sadece 20. yüzyıl zihninin arkasında pusuya yatmakla kalmadı; bilinçaltına hükmederek, insanlığı yeni kötülüklere sürüklemekle tehdit eden bir tür seküler Şeytan haline geldi. Bu durum, açık toplum için dinlerden bağımsız bir varoluş nedeni ve savaş sonrası liberal düzeni yarattı: Bir türlü ölemeyen Führer’in dirilişini önlemek.

Bu önleme doktrini, açık toplum değerlerinin her koşulda kapalı toplum değerlerine üstün gelmesini sağlamaya muazzam bir ahlaki ağırlık vermektedir. Tek seçeneğin “açık toplum ya da Auschwitz” olduğu varsayılırsa, kapalı toplumun algılanan değerlerine sıfır tolerans göstermek işlevsel olarak ahlaki bir emirdir. Sekülerleşmeden cinsel devrime ve LGBTQ haklarına, göçmenlerin serbest dolaşımına kadar toplumsal açılımın ve bireysel özgürleşmenin olası herhangi bir yönünün önünde durmak, Hitler’in işini yapmak ve faşizmin geri dönüşünü kolaylaştırma riskini almaktır (ilgili konu gerçek faşizmden ne kadar uzak olursa olsun). Reno’nun deyimiyle “yasaklamanın yasak olduğu”, açık toplumun tek dokunulmaz kuralı olarak tesis edildi. Böylece, toplumları daha da açma projesine aykırı herhangi bir fikrin dile getirilmesinin ahlaki bir kötülük olarak yasaklandığı katı yeni bir kültürel ortodoksi pekiştirildi. Tam bir içerme, katı bir dışlamayı gerektiriyordu. Bu dogmaya bugün politik doğruculuk olarak aşinayız.

Soğuk Savaşın bitimi açık toplum konsensusunu aşırı bir hızda harekete geçirdi. Gayretlerini azaltmak bir yana, açık toplum ideolojisinin tek gerçek rakibi olan Sovyet komünizminin çöküşü, açık toplumun ahlaki ve pratik üstünlüğünü ve Soğuk Savaş sonrası düzenin tüm dünyanın onun imgesinde yeniden inşa edilebileceği ve edilmesi gerektiği inancını doğrulamış gibi görünüyordu, tarihin sonunu müjdeliyordu.

Açıklık için düzenlenen haçlı seferinin tüm ulusları özgürlük, refah ve barış adı altında parçalamak gibi bir görevi vardı. Bu inanç, 11 Eylül saldırılarıyla daha da güçlendi. Bu durum, varoluşunu sürdüren en ufak bir bağnazlığın tüm hoşgörüye ve açık fikirliliğe karşı tehdit oluşturduğu retoriğini güçlendirdi. Christopher Caldwell’in Reflections on the Revolution in Europe [Avrupa’da Devrim üzerine Düşünceler] adlı kitabında alıntılanan savaş yanlısı bir siyasetçinin kısa bir süre sonra ifade ettiği gibi, “Yeni misyonumuzun ülkelerimizin sınırlarını değil, nezaket ve insan haklarını savunmak olduğu sınırsız bir dünyada yaşıyoruz.” 

USAID’in Sırp işyerlerinde DEI’yi [çeşitlik, eşitlik ve kapsayıcılık] geliştirmek için neden 1,5 milyon dolar, Nepal’de “ateizmi yaymak” için 500.000 dolar ya da Sri Lankalı gazetecileri “ikili cinsiyetçi dilden” kaçınmaları konusunda eğitmek için 7,9 milyon dolar harcadığını merak ediyorsanız, işte nedeni budur. ABD hükümetinin ABD göçmenlik yasasını çiğnemeye ve açık sınır göçünü kolaylaştırmaya adanmış “hayır kurumlarını” finanse etmek için milyonlar akıtmasının nedeni de aynıdır: zombi Hitler’i durdurmak için kapalı topluma karşı iyi bir mücadele verdiklerine inanıyorlardı. Onlarca yıldır, itiraz eden herkesin otomatik olarak gerçek bir faşist olarak etiketlenmesinin nedeni de tam olarak bu.

Bu arada, açık toplum konsensüsünün gelişimi dünya üzerindeki idari devletlerin gelişimi ve demokratik öz yönetişimi tıkamasıyla paralel gitmiştir. Burada doğrudan ve kasıtlı olarak var olan bir bağlantıdan söz edebiliriz.  Carl Schmitt’in yirminci yüzyılın başlarında belirttiği gibi, liberalizmin “esas dürtüsü” politik olanın “etkisizleştirilmesi” ve “depolitizasyonudur”; yani, çatışma korkusuyla politikadan tüm temel çekişmeleri çıkarma girişimi, politik olanı sadece yönetsel idareye indirgemektir. Siyasal olanın siyasetten bu şekilde çıkarılması, savaş sonrası projenin yapısal amaçlarının merkezinde yer alıyordu. Tıpkı Schmitt’in öngördüğü gibi amaç, bürokratik süreçler, hukuki kararlar ve uzman teknokratik komisyonlar gibi sözde tarafsız mekanizmaların güçlendirilmesi yoluyla siyasetin bir makinenin daha güvenli, daha öngörülebilir hareketlerine indirgeneceği bir “teknisite çağı” aracılığıyla sürekli barışa ulaşmak oldu. 

Özellikle faşizm eğilimli demokratik kitleler tarafından, gerçek siyasi sorunlar üzerine yapılan kamuoyu çekişmeleri artık izin verilmesi tehlikeli şeylerden biri gibi görünüyordu. Açık toplumun savaş sonrası düzeni, bunun yerine yönetişimi bilimsel yönetimle sağlamayı, politik arenayı bir “sonuçları sosyal mühendislikle test edilen bir sosyal teknoloji” haline getirmeyi amaçladı, Popper’ın dediği gibi. Bu makinenin işletilmesi, Popper’ın ifadesiyle, özenle seçilmiş ve eğitilmiş bir “kurumsal teknoloji uzmanları” kadrosuyla sınırlandırıldı.

Trump yönetiminin ve Elon Musk’ın günümüzde ortadan kaldırmaya çalıştığı Amerikan “derin devleti” de dahil olmak üzere, modern yönetim rejimlerimizin büyük genişlemesi böylece gerçekleşti.

Hesap vermeyen bürokrasilerden oluşan geniş daimi idari devletlerle karakterize edilen bu tür rejimler, toplum mühendisliği, ikiyüzlülük, sahte merhamet, sözde tarafsız süreçlerin manipülasyonu ve riskten kaçınma konusunda eğitimli teknokratlardan oluşan oligarşik bir elit sınıf tarafından yönetilmektedir. Propaganda ve sansür yoluyla kamuoyunun titizlikle yönetilmesi de bu tür rejimlerde özellikle temel bir öncelik haline gelmiştir; amaç hem demokratik sonuçları kısıtlamak (“demokrasiyi” kitlelere karşı savunmak) hem de iç çatışmaları önlemek amacıyla tartışmalı ancak temel siyasi meselelerin (kitlesel göç politikaları gibi) kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmasını genel olarak engellemektir. Depolitizasyona yönelik bu yönetsel dürtü ulusal düzeyle de sınırlı değildi. Tüm siyasi çekişmelerin yarı-emperyal uluslar-üstü yapılar (BM ve AB gibi) tarafından yönetileceği ve devletler arasındaki savaşın barbar geçmişin bir kalıntısı haline geleceği “kurallara dayalı liberal bir uluslararası düzenin” yaratılması, savaş sonrası Batı hedeflerinin zirvesiydi. ABD ve müttefiklerinin askeri gücüyle desteklenen bu yeni uluslararası düzen, izinsiz çatışmalara sıfır tolerans gösterecek, dünyayı depolitize edecek ve açık toplumların barış içinde gelişmesine izin verecekti.

Uzun yirminci yüzyıl, birbiriyle bağlantılı bu üç savaş sonrası projeyle birlikte karakterize edildi: normların ve sınırların yok edilmesiyle beraber hızlı bir şekilde açık hale gelen toplumlar, idari devletin konsolidasyonu ve uluslararası düzene hakim liberal paradigma. Bu sistem kurulduğunda bu üç projenin dünya üzerindeki barışı ve insanlığın iyiye doğru gidişini sağlayacağı umuluyordu.

Bunun zayıf, tutkusuz, demokratik olmayan, teknokratik rasyonalizmin karmaşık bir şekilde yönetildiği bir dünya olması, savaş sonrası konsensüsün yapmaya razı olduğu bir fedakarlıktı.

Ancak bu rüya gerçekleşmedi, çünkü güçlü tanrılar ölmeyi reddetti.

Tanrıların geri gelişi

Mary Harrington kısa bir süre önce Trump devriminin siyasi olduğu kadar arketipik de göründüğünü gözlemlemiş ve “Elon Musk ve onun genç tekno-kankalarından oluşan ‘savaş grubu’nun yerleşik bürokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik son çalışmalarına yönelik genel olarak coşkulu erkek tepkisinin”, “arketipik olarak, amacı eril kahramanlığın yok edilmesi olan geniş, pis bir düşmana karşı savaşmak olarak anlaşılabilecek” şeyin bir yansıması olduğunu belirtmiştir. Bu eril yansımalı tumotik [tanınma arzusu sahibi] vitalizm [yaşamcılık] ruhu Uzun Yirminci Yüzyıl boyunca bastırılmıştı ama şimdi geri döndü. Ve bu, ona göre, “prosedürel, idari bir medeniyetin kendi içinde korkunçluklara yer bırakmadığı” anlamına gelmiyordu. Dolayısıyla şimdi “kahraman, kral, savaşçı ve korsan gibi figürlerin, hatta çeşitli anti-kahramanların kamuoyuna geri dönüşünü gerçek zamanlı olarak izliyoruz.”

Ütopik bir barış ve ilerleme sağlayacakları yerde, açık toplumun zayıf tanrıları medeniyet üzerinde bir çözünüm ve umutsuzluk yarattı. İstendiği gibi, tarihin güçlü tanrıları yasaklanmış, dini gelenekler ve ahlak çürümüş, komüne yönelik sadıklık ve yasaklar zayıflamış, farklılıklar ve sınırlar yok edilmiş ve öz yönetişim disiplini tepeden inme teknokratik yönetim karşısında pes etmişti.  Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu durum, açık olmayan, hayalperest olmayan toplumlardan gelen dış tehditlere karşı savunmak bir yana, kendilerini bir arada tutma gücünden yoksun ulus-devletlere ve daha geniş bir medeniyete yol açtı. Kısacası, savaş sonrası açık toplum konsensüsü tarafından sürdürülen radikal kendini reddetme kampanyası, işlevsel olarak Batı dünyasının liberal demokrasileri tarafından kolektif bir intihar anlaşmasına dönüştü.

Ancak, son yirmi yılda gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca, açık toplumun belirsiz vaatlerine inanan insan sayısı gitgide azaldı. Özellikle eskiyen takıntılarından en çok zarar gören ve bunlardan uzaklaşan gençler ve işçi sınıfı arasında bir reaksiyon baş gösterdi. Bugün Batı’da “popülizm”in gitgide popülerleşmesi ulus kimliğiyle toplumu birleştiren, ulusal davalar yaratan, şeffaf ve herkesçe kabul edilen doğrular yaratıp bu bağlamda insanları bir arada tutan güçlü tanrıların yok edilmesine ve yerlerine başka şeyler koyulmasına yönelik çabaya karşı demokratik bir direnç olarak daha iyi anlaşılabilir.

Günümüz popülizmi, on yıllardır süregelen elit ihanetine ve berbat yönetime karşı bir tepkiden çok daha fazlasıdır; uzun süredir ertelenen eylem için, prosedürel idareciliğin dayattığı boğucu uyuşukluktan kurtulmak ve kolektif hayatta kalma ve kişisel çıkar için tutkuyla mücadele etmek için derin, bastırılmış bir duygusal arzudur. Bu, politik olanın politikaya dönüşüdür. Bu, ulusal ve uygarlıksal öz-değer duygusu da dahil olmak üzere eski erdemlerin yeniden tesis edilmesini gerektirir. Bu da 1945’ten bu yana Batı zihnini etkisi altına alan patolojik “suçluluk tiranlığının” reddedilmesini gerektirir. Sonu gelmeyen histerik “faşizm” suçlamalarının gücü yavaş yavaş azalırken, iyi ya da kötü, Hitler Çağı’nın sonuna tanıklık etmeye başladık.

O halde enerjik ulusal popülizm, yirminci yüzyılın tüm temel saplantı ve taleplerinin ve bu yüzyıla hakim olan açık toplum konsensüsünün reddidir. Ahlaki ve siyasi idealler olarak gösterilen zayıflık, hoşgörü ve sıkıcı evrenselci faydacılığın tutkusuz saltanatı sona eriyor gibi görünüyor. Bu da Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlı demokrasisinin de nihayet ölmekte olduğu anlamına geliyor. Trump tüm küstahlığıyla işte bunu temsil ediyor: güçlü tanrılar sürgünden kaçıp Amerika’ya döndüler ve yirmi birinci yüzyılı da peşlerinden sürüklüyorlar.

Yeni yüzyılın başlangıcı

Trump bir eylem adamıdır, bir konu üzerine aşırı kafa yoran biri değildir ve risklere karşı yüksek bir toleransa sahiptir. İçgüdüseldir, akılcı değil. Sadakate önem verir ve hassas bir haysiyet duygusuna sahiptir. Ortak doğruları bu konularda hassas olan insanları tetikleyip tetiklemeyeceğini önemsemeden dile getirir. Bitmeyen diyaloglara veya formalite prosedürlere karşı ufak bir sabrı vardır. Koyu bir milliyetçi olarak, Amerika’nın çıkarları için ortaya güç koymaktan ve bu çıkarları diğer tüm çıkarların önüne koymaktan çekinmez. Bir başka deyişle, o popülist ayaklanmanın sebebi veya belirtisi değildir ancak eski düzeni alt üst eden eski isyankar dünya ruhunun somut bir örneğidir.

İkinci Trump yönetiminin politikaları zamanın ruhunu yansıtan nitelikte. Onun yürütmedeki yıldırım harekatı doğrudan Uzun Yirminci Yüzyılın üç temel direğine saldırdı: ulusun sınırlarını kapatmak ve devleti açık toplum ortodoksluğunun son ideolojik evriminden (“Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık”) arındırırken daha geniş kültüre de aynı şeyi yapması için ilham vermek; seçilmiş Yürütmenin korunaklı prosedüralist (yani demokratik olarak kontrol edilemez ve hesap verilemez) bürokrasi üzerindeki doğrudan, kişisel kontrolünü onaylamak da dahil olmak üzere yönetimsel devleti parçalamak için harekete geçmek; ve uluslararası alanda da liberal prosedüralizmi reddederek ulusal çıkarları “uluslararası düzenin” çıkarlarının önüne koyarak otomatik olarak küresel kural koyuculuk ve uygulayıcılık rolünü reddetmek.

Bu eylemin cüretkârlığı, partizan siyasi oyunbazlıktan daha fazlasını yansıtmaktadır: kendi içinde eski paradigmanın durağanlığının altüst oluşunu temsil etmektedir; artık yeniden “sadece bir şeyler yapabilirsiniz”. Bu zihniyet, FDR ve devrimci hükümetinin ülkeyi yeniden şekillendirip modern yönetim devletini kurmasından bu yana Amerika’da görülmemişti; İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana hiç kimse onun yarattığı makineyi sarsmaya cesaret edememişti. Şimdi Trump yaptı.

Dışarıda ve Washington’da bu atılgan tavır endişe ve kafa karışıklığına neden oldu. (“Trump neden Meksika’yı işgal etmekle, Kanada’ya kabadayılık taslamakla ve bir NATO müttefiki olan Grönland’ı ilhak etmekle tehdit ediyor? Onun bir izolasyonist olması gerekmiyor muydu?”) Aslında Trump’ın tüm eylemlerinin ardında yatan prensip çok açık: Statükocu liberal uluslararası düzeni kendi iyiliği için korumayı ya da uluslararası hukuk gibi kibar kurgulara bağlı kalmayı çok fazla önemsemek yerine, Amerikan gücünü ulusun yararına olabilecek şekilde kullanmaya istekli. Görünüşe göre dünya sahnesinde de “sadece bir şeyler yapabilirsiniz” düsturunu benimsiyor. Diplomasi ve ittifaklar mantıksal olarak sadece Amerika’ya fayda sağladıkları ölçüde değerli görülüyor. Aslında “Önce Amerika” her zaman bu anlama gelmiştir. Bu şekilde Trump Doktrini basitçe nevrotik, çatışmadan kaçınan savaş sonrası konsensüsün reddedilmesi ve Andrew Jackson, William McKinley ya da Teddy Roosevelt gibi başkanların tarzında, standart güçlü, Batı Yarımküre odaklı, yirminci yüzyıl öncesi Amerikan dış politikasının yeniden tesis edilmesidir.

Yeni Genel Sekreter Rubio Amerikan liderliğindeki liberal uluslararası düzeni “Soğuk Savaş sonrasının ürünü olan bir anomali” olarak nitelendiriyor ve şunları da ekliyor: “Sonunda tekrar çok kutuplu bir dünyaya ulaşıyoruz. Gezegenin her yerinden farklı süper güçlerin barındığı bir dünya.” 

Ulus egemenliği ve global rekabetin dirilişi dünya genelinde güçlü tanrıların geri dönüşünü işaret ediyor. Macaristan’ın muhafazakar-milliyetçi başbakanı Viktor Orbán’ın kısa süre önce Avrupalı popülistlerin bir araya geldiği bir toplantıda ifade ettiği gibi, “Dostumuz Trump, Trump kasırgası, sadece birkaç hafta içinde dünyayı değiştirdi. Bir dönem sona erdi. Bugün herkes geleceğin biz olduğumuzu görüyor.”

Dolayısıyla yüzeysel bir bakışla Trump devriminin havası, bireysel özgürlük ve “açgözlülük iyidir” serbest piyasa zihniyetiyle 1990’lardaki liberteryenizme geri dönüş olarak algılanabilirse de, Trump bundan çok daha önemli bir değişimi temsil ediyor: bir asırdan fazla geriye, ya da daha doğrusu ileriye. Küreselci neoliberalizm, müdahaleci tek dünya enternasyonalizmi ve 90’ların açık toplumunun naif sosyal ilerlemeciliği öldü ve gitti. Silikon Vadisi’nin sağ kanat ilericileri ile kurduğu siyasi ittifaka rağmen, Trump’ın yeni dünyası gerçek anlamda belirgin bir şekilde post-liberaldir.

Gerici kalıntılar

O halde Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlanan aristokrasisini neden bu kadar dehşete düşürdüğüne şaşmamak gerekir: Onlar her şeyden önce, tüm ahlaki ve siyasi dünya inşası projelerini engellemek için yürüttükleri güçlü tanrıların geri dönüşünden korkuyorlar.

Örneğin, “Hıristiyan Milliyetçiliği”nin yakın tehlikesi hakkında giderek daha fazla paniğe kapılan uyarıların ortaya çıkışına dikkat edin. Bu iki güçlü tanrıyı –milliyetçilik ve din– bir araya getiren bir terimdir ve bu nedenle özellikle tetikleyici bir hayalettir. Bu aynı zamanda belli bir tür gevşek muhafazakarın Trump ve popülizm hakkında özel bir histeri sergilemesinin nedenidir. Bu tip gerçekten muhafazakârdır, çünkü hayattaki önceliği statükonun değişmesini engellemek, demokratik gücün meşru kullanımı da dâhil olmak üzere açık toplum konsensüsünü bozma riski taşıyan her türlü kararlı eylemi kınamaktır. Her ne kadar bu konsensüsün altını oyma riski taşıyan ilerici “aşırılıklara” karşı seçici bir anlaşmazlık dile getirse de, özünde böyle bir adam her şeyden önce yönetsel çekingenliğin zayıf tanrılarının hizmetkarıdır.

Hem sol hem sağ kanatta yer alan eski seçkinler, açık toplum ve değerlerine verdikleri ortak öncelik sayesinde seksen yıldır birleşmiş durumdalar. Dick Cheney gibi daha önce sağcı olarak kodlanmış figürlerin son seçimlerde siyasi solun yanında yer alması bazı Amerikalıları şaşırtmış olsa da şaşırtmamalıydı. Cheney açık toplum konsensüsünün radikal bir savunucusuydu: sadece yeni-muhafazakârlık biçiminde, açıklık müjdesini tüm dünyaya kılıç zoruyla dayatan Amerikan kilisesinin militanıydı. Bu yönüyle George Soros gibi amacını açıkça ortaya koyan aktivist bir kurum (Açık Toplum Vakfı) kuran ve bu kurumun geniş etki ağını Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki muhafazakar kültürleri yıkmak ve yapılarını bozmak için kullanan adanmış solculardan hiç de farklı değildi.

Her iki adamın da aynı Batı müesses nizamının güçlü evlatları olarak bunu yapmaları, bu müesses nizamı birleştiren şeyin açık toplum konsensüsü olduğu düşünüldüğünde, çelişkili değil tamamen mantıklıdır. 1960’ların en radikal “karşı-kültürel” isyancıları bile, hedeflerinin savaş sonrası müesses nizamın hedefleriyle aynı olduğu göz önüne alındığında, gerçekte böyle bir şey değildi: toplumun açılmasını aşamalı olarak ilerletmek. Sadece değişimin hızı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi ve müesses nizam kısa süre içinde bu heveslerine uyum sağlayarak onları da bünyesine kattı.

Trump ve popülist-milliyetçi hareketler, başlangıcından bu yana bu konsensüsten ilk gerçek kopuştur. Çok farklı bir dünyanın gelişini müjdeliyorlar.

Yeni dünyanın kapıları aralanıyor

“Açıklık” fetişine karşın, savaş sonrası açık toplum dünyası her zaman kendi tarzında sıkı sıkıya kapalı ve boğucu bir yer olmuştur. Bu dünya insan doğasından şüphe edilen, onun tehlikeli ve kontrol altına alınması ve baskılanması gereken, hatta daha iyisi onun güvenilir bir makine gibi risksiz bir şekilde çalışacak şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğine inanılan bir yerdi. İdeal bir özgürlük, eşitlik, akılcılık ve pasifliğin hayali, Ernst Jünger’in bir zamanlar dediği gibi, her zaman “hiçbir büyük kalbin atamayacağı ve hiçbir büyük ruhun nefes alamayacağı” bir dünya olmuştur.

Uzun Yirminci Yüzyılın başından beri Leo Strauss gibi açık görüşlü liberal düşünürler pasifize edilmiş, yöneten ve yönetileni olmayan bir gezegen gayesiyle “kapalı toplumun” gerçeklerini ve değerlerini yasaklamanın yalnızca, baş kaldırı, kan dökümü ve kendi kendini yok eden bireyler elde etmekten öteye gidemeyeceğini öngörmüşlerdi. Strauss’un da uyardığı gibi, açık toplum liberalizminin dogmatik yanlışlama anlayışı sadakat, görev bilinci, cesaret, kendini sevmek gibi toplumların hayatta kalıp devamlılıklarını sağlamak için bağlı olduğu değerleri zayıflatabilirdi. Matthew Rose’un akıllıca gözlemi gibi, Strauss, kapalı toplumun güçlü tanrılarının “ilerici görüşlüler için ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar, sadece ata yadigarı değil, kalıcı gerçekler olduğunu” anlamıştır. Ve “onları onaylayamayan bir toplum, en az onları sorgulayamayan bir toplum kadar felakete davetiye çıkarır.”

Ancak bu tür uyarılar göz ardı edildi. Yirminci yüzyılın travmaları, milliyetçilik gibi fikirleri, hatta “biz” ve “onlar” arasındaki net ayrımları, ciddi bir şekilde tartışılması imkansız tabular haline getirdi. “Kapalı” ve ‘açık’ değerler arasında doğru dengeyi bulmanın sağlıklı bir toplumu sürdürmek için gerekli olduğu onlarca yıl boyunca dikkatle göz ardı edilen bir gerçekti.

Şimdi, devrimci reform anımızın canlandırıcı neo-romantizmi açık toplumun çürüyen duvarlarını ve koruma kulelerini yıkarken, güçlü tanrılar yine de gelişigüzel bir şekilde dünyaya geri çağrılıyor. Elbette geri dönüşleri gerçek riskleri de beraberinde getiriyor – gerçi asıl mesele riskin geri dönüşü. Güçlü tanrıların özelliği güçlü olmalarıdır, yani korkutucu ve tehlikeli olabilirler; tam da bu yüzden koruma ve savunma gücüne de sahiptirler. Bu gerekli güç ve canlılık yenilenmesinin toplumlarımıza uyumlu bir şekilde yeniden entegre edilip edilemeyeceği ya da dünyamızın yeniden çok daha büyük bir çekişme, tehlike ve savaş dönemine sürüklenip sürüklenmeyeceği açık bir soru olmaya devam etmektedir.

Ancak artık bu konuda fazla bir seçeneğimiz yok; güçlü tanrıların yenilenmesi öyle ya da böyle kaçınılmaz hale geldi. Artık yepyeni bir yüzyılda yaşıyoruz. Uzun Yirminci Yüzyıl, Batı’da bize miras bıraktığı dünyanın atomizasyon, kayıtsızlık, kendini inkâr ve küçük, kişisel olmayan zorbalığın tamamen sürdürülemez bir karışımı olduğunu kanıtladı. Toplumlarımız ya yeniden canlanma teklifini kabul edecek ya da yerlerini daha güçlü, daha ayakları yere basan ve uyumlu başka kültürlere bırakmak üzere yok olup gideceklerdir.

Reno’nun Güçlü Tanrıların Dönüşü kitabında haklı olarak belirttiği gibi, “Zamanımız –bu yüzyıl– açıklık ve ayrışma değil, sadakat ve dayanışma siyaseti için yalvarıyor. Daha fazla çeşitliliğe ve yeniliğe ihtiyacımız yok. Bir eve ihtiyacımız var.” Umarım hepimiz 21. Yüzyılda kendimize yeni birer ev bulabiliriz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English