DÜNYA BASINI
Harald Kujat: Tek kutuplu dünya düzeni yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakabilir
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Almanya’nın yeniden birleşmesi sürecinde ABD, Almanya ve diğer ülkeler, Gorbaçov’a NATO’nun doğuya daha fazla genişlemeyeceği konusunda taahhüt verdiler. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker’in ittifakın doğuya “bir karış dahi ilerlemeyeceği” yönünde meşhur bir açıklaması dahi vardı. Moskova, 2021’in aralık ayındaki güvenlik garantisi müzakerelerinde bu açıklamaya ve Gorbaçov’un kulağına fısıldanan teminata atıf yapmaya başladı. Geçen yılın ocak ayında NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in Der Spiegel’e verdiği mülakatta söylediği şey şuydu: “[…] Bu doğru değil, böyle bir söz verilmedi, kapalı kapılar ardında böyle bir anlaşma yapılmadı. Bu tamamıyla gerçek dışı.” Stoltenberg açık açık yalan söyledi, Gorbaçov’un kulağına fısıldanan şeyin herhangi bir bağlayıcılığı olmadığı doğruydu ama NATO-Rusya Kurucu Senedi hiç yokmuş gibi konuştu. Bu hakikat kabul edilseydi, doğal olarak Moskova’nın haklı kaygıları kamuoyu nezdinde de kabul görmüş olacaktı. Bununla beraber Ukrayna’ya dönük askeri harekattan sonra da bu bahis kapanmadı. Son 20 yılda “yetişkin” diyaloğunun ortadan kalkışı, silsile halinde bugünkü krizleri beraberinde getirdi. Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı, emekli Tümgeneral Harald Kujat (Kızıl Ordu’ya karşı savaşırken öldürülen bir Nazinin oğlu), İsviçre merkezli Zeitgeschehen im Fokus dergisine verdiği söyleşide, Ukrayna’daki savaşın gidişatı, Çin’in barış girişimleri ve Macron’un Pekin’e geçtiğimiz haftalarda yaptığı ziyaretin sonuçlarını değerlendiriyor. Kujat’ın dergiye önceki aylarda verdiği söyleşilerin tercümelerine şuradan ve şuradan ulaşabilirsiniz.
“ABD’nin hâkim olduğu tek kutuplu dünya düzeni yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakabilir”
Thomas Kaiser
Zeitgeschehen im Fokus
25 Nisan 2023
Emekli General Harald Kujat* ile söyleşi
Eski bir Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak Macron’un Avrupa’nın “stratejik özerkliği” fikrini duyduğunuzda galiba tüyleriniz diken diken olmuştur.
Hayır, bu mevcut jeopolitik durumdan doğan ikna edici bir netice. Doğru, ben “stratejik özerklikten” değil, “Avrupa’nın kendini ispatlamasından” söz ediyorum. Başka bir deyişle Cumhurbaşkanı Macron’un kastettiği şey, Avrupa’nın rakip büyük güçlerden oluşan yeni dünya düzeninde Çin, Rusya ve ABD’ye karşı kendini tek başına müdafaa edebilmesi.
Avrupa, birbirine rakip büyük güçlerin oluşturduğu jeopolitik güç aritmetiğinde her geçen gün daha da geriye düşüyor. Ukrayna savaşı bize her geçen gün Avrupa siyasetinin Avrupa’nın çıkarlarını gütme konusunda ne istekli ne de muktedir olduğunu gösteriyor. Jeopolitik muhakeme eksikliğinden dolayı Macron’u Avrupa’yı bölmekle ya da ABD ile ittifakın Avrupa’nın güvenliği açısından önemini küçümsemekle itham eden Alman taşra politikacılarının öfkeli reaksiyonları da bunu gösteriyor.
Kuzey Atlantik İttifakı, ortak bir güvenlik politikası konseptine dayanan kolektif, karşılıklı bir güvenlik ittifakıdır. Ancak Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa’nın güvenliğine olan katkısını insani nedenlerle değil, ulusal güvenlik çıkarlarına uygun olduğu için yapıyor. Avrupa ve Amerika’nın çıkarlarının örtüşmediği durumların olduğu aşikâr. Bu yüzden on yıllar önce ABD’nin bu operasyonlara katılmaması halinde NATO’nun Avrupa Birliği’nin stratejik sorumluluğu altındaki askeri operasyonlar için kuvvet ve kaynak sağlaması kararlaştırılmıştı.
Amerika ve Avrupa’nın çıkarlarının hiç örtüşmediği durumlar var mı?
Avrupa’nın güvenliği açısından son derece önemli olan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’nın (INF) 2019 yılında ABD yönetimi tarafından tek taraflı olarak feshedilmesi buna bir örnek. Sadece birkaç ay önce NATO ülkelerinin devlet ve hükümet başkanları anlaşmayı “Avrupa-Atlantik güvenliği için hayati” olarak methetmiş ve “bu dönüm noktası niteliğindeki silah kontrol anlaşmasına bağlı kalacaklarını” vurgulamışlardı. Cumhurbaşkanı Macron, antlaşmanın sona ermesinin Avrupa’nın güvenliği açısından ciddi sonuçlar doğuracağı hakikatini eleştiren tek Avrupalı siyasetçiydi. Zira bu durum Rusya’ya, antlaşmalardan doğan herhangi bir kısıt olmaksızın, ABD’yi değil ama Avrupa’yı tehdit eden stratejik nükleer potansiyelini bir kez daha inşa etme fırsatı tanıdı. Macron, Amerika’nın aldığı kararın bir sonucu olarak Avrupa’nın kendini koruma imkanının olmasını talep etti. Ve Amerika’nın kararının Avrupa’nın nükleer caydırıcılığını düşünmek için bir fırsat olması gerektiğini de ekledi. Ancak Avrupa kıtasında yeni bir Rus-Amerikan nükleer silahlanma yarışı riski de son derece gerçek. Macron’un sözleri başta Almanya’ya yönelikti. Zira Avrupa’nın askerî açıdan zayıf olması her şeyden evvel Almanya’nın zayıf olmasının bir sonucu. En azından Ukrayna savaşı yeniden düşünemeye vesile oldu. İttifak içinde NATO’nun konvansiyonel Avrupa ayağının güçlendirilmesi konusunda bir mutabakat mevcut. Ukrayna savaşı ne kadar uzun sürerse ABD ile Avrupa arasında ciddi çıkar farklılıkları olduğu da o kadar netleşecektir. Macron ve Scholz, Moskova ve Kiev’de savaşı önlemeye çalışırken bile ABD onları desteklemeyi reddetti.
Batı’nın birliği yalnızca yüzeysel biçimde Ukrayna’nın güvenliği, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü için verdiği mücadeleyi desteklemeye dayanıyor. Avrupalıların kendileri henüz bu konuda bir anlayış geliştirmemiş olsalar da savaşın sonunda Ukrayna ve Rusya da dahil olmak üzere Avrupa kıtasındaki tüm ülkelerin yer alacağı bir güvenlik ve barış düzeni ortaya çıkmalı. Buna karşılık ABD, Rusya’yı siyasi, iktisadi ve askerî açıdan zayıflatarak dikkatini, bir dünya gücü olarak üstünlüğünü tehdit edebilecek tek jeopolitik rakibine, yani Çin’e çevirmeyi amaçlıyor.
Macron Avrupa’nın savunma potansiyelinin eksik olduğundan söz etmişti. Rusya’nın Avrupa’ya karşı bir savaş başlatacağı düşünülebilir mi?
Avrupa’ya karşı bir taarruz savaşı için hazırlık yapıldığına dair bir emare görmüyorum ki bu NATO’ya karşı da savaş anlamına gelecektir. Rusya, en başından beri NATO’nun genişlemesini stratejik bir bakış açısıyla, ülkenin jeostratejik konumu ve savunma potansiyeli açısından, başka bir deyişle NATO üyeliğinin Rusya ile NATO arasındaki stratejik dengeyi ne ölçüde değiştireceği açısından değerlendirdi. Dolayısıyla Rusya, Ukrayna’nın NATO’ya üye olmasını engellemek için yüksek bir bedel ödemeye hazır ki bu da muhtemelen Amerikan kuvvetlerinin Ukrayna’da konuşlanmasına sonuçlanacaktır. Esasen mesele, jeopolitik rakip ABD’nin, en azından iki nükleer süper gücün nükleer stratejik dengesini tehlikeye atabilecek stratejik avantajlar elde etmesine engel olmak.
Yani Ukrayna savaşının iki ana aktörü olan Rusya ve ABD için tehlikede olan çok şey var. Dolayısıyla bu savaş devam ettiği sürece Ukrayna’daki savaşın Ukrayna üzerinde bir savaşa dönüşme riski devam ediyor.
Amerikan Birleşik Devletleri ile Çin arasındaki ilişkiler son zamanlarda önemli ölçüde kötüleşti. İki ülke arasında savaş yaşanması tehdidi var mı?
ABD ile Çin arasındaki ilişki de jeopolitik unsurlar tarafından belirleniyor. Çin, Ukrayna savaşından bu yana küresel risklerin arttığına ve bundan sorumlu olanların en başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler olduğuna inanıyor. Bunun sonucu olarak her ikisi de çok kutuplu bir dünya hedefleyen Çin ve Rusya arasında daha yakın bir işbirliği söz konusu. Amerika’nın bakış açısına göre Çin, dünyanın lider gücü olmak için hem niyete hem de giderek artan iktisadi, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip. Bu nedenle Ukrayna savaşında Avrupa ülkelerinin Rusya’ya karşı konumlandırılması gibi bölgesel ortaklar Avustralya, Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve gelecekte Filipinler ile birlikte Çin’e karşı bir Hint-Pasifik ağına entegre edilmeli. NATO, Çin ile gelecekte yaşanacak bir çatışmada Avrupa ile safları sıklaştırmak için önemli bir köprü. NATO’nun yeni stratejik konsepti, Çin’in üye ülkelerin çıkarlarına, güvenliğine ve değerlerine meydan okuduğunu belirtiyor. NATO şimdi Çin’in Avrupa-Atlantik güvenliğine yönelik sistemik meydan okumalarıyla mücadele etme niyetinde.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Macron’un Avrupa kıtasının kendisini başkalarının çatışmalarının içine çekmesine izin vermemesi gerektiği yönündeki uyarısı haklı. Avrupa kendi çıkarlarını koruyabilmeli ve kendini prensip olarak üç büyük güce karşı daha güçlü bir şekilde müdafaa edebilmeli. Cumhurbaşkanı Macron’un Çin’de verdiği asıl mesaj buydu. Macron bu endişesinde yalnız değil. Bir süre önce Amerikalı stratejist Harlan Ullman, ABD’nin saatli bomba olarak nitelendirdiği Çin ve Rusya’ya karşı iki cepheli bir stratejik askeri ihtilaf başlatarak önlenebilir bir hata yapıp yapmadığını endişeyle sormuştu.
Macron’un kıtanın kendi çıkarlarını koruması talebi askeri alanın yanı sıra ekonomi veya diğer alanlar için de geçerli mi?
Macron bu açıklamayı mevcut krizler ve çatışmalar bağlamında yapmıştı. Fakat Ukrayna savaşı ve Çin ile yaşanan ihtilaf; daha bağımsız, daha muktedir ve daha güvenli olmak istiyorsak siyasi, iktisadi, teknolojik ve en önemlisi de askeri kabiliyetlerimizi artırmamız gerektiğinin göstergesi. İhtiyaç duyulan şey, sinerjik bir genel strateji yoluyla geniş bir eylem yelpazesi açan çok boyutlu bir politika. Buna iktisadi ve enformatif bir tarafa sahip askeri bir ihtilaf olan Ukrayna’daki savaşta da şahit oluyoruz. Avrupa tüm bu alanlarda kendini ortaya koyabilmeli ve diğer güçlerin etkisinden bağımsız olarak kendi çıkarları doğrultusunda bağımsız kararlar alabilmeli. Bu, örneğin gücü çeşitli ulusal çıkarları ortak bir güvenlik politikasında birleştirmesinde yatan NATO’da olduğu gibi, müttefikler ve ortaklarla yakın koordinasyona aykırı değil.
Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasındaki gerilim, Çin’in Tayvan ile birleşme arayışında olmasından ileri geliyor.
Son dönemde gerilimin arttığı doğru. Çin Komünist Partisi’nin son parti kongresinde Çin Devlet Başkanı, Tayvan ile barışçıl yollarla birleşme niyetini bir kez daha yineledi. Ancak aynı zamanda şiddetten cayma taahhüdü vermeyi de reddetti. Çin henüz Tayvan’ı ele geçirecek askeri kapasiteye sahip değil. Fakat birkaç yıl içinde durum böyle olacaktır. Tayvan ihtilafı, Amerikan-Çin jeopolitik rekabetinin doruk noktası haline gelebilir. Zira olası bir çatışmanın ardında yatan sebep bu.
1979 tarihli Tayvan ile İlişkiler Yasası, ABD ile Tayvan arasındaki ilişkileri ABD’nin Tayvan’ın bağımsızlığını ve kendini savunma kabiliyetini silah sevkiyatı ve diğer tedbirlerle tahkim edecek şekilde düzenleniyor. Ancak bu, Tayvan’ın savunulması için doğrudan askeri angajman gerektirmiyor. Şimdiye dek tüm Amerikan başkanları da buna uygun bir taahhütte bulunmaktan kaçındı. Fakat 2021’in ekim ayında Başkan Biden, Tayvan’ın Çin tarafından saldırıya uğraması halinde ABD’nin askeri yardım sağlayacağını ilk defa açıkça ifade etti. Bu, her iki tarafın da rotayı belirlediği ve askeri çatışma riskinin önemli ölçüde arttığı anlamına geliyor. Macron’a bu net uyarıyı yapma ihtiyacı hissettiren şeyin NATO’nun ve dolayısıyla Avrupa’nın çatışmaya doğrudan müdahil olma tehlikesi olduğu bariz.
Ama Kuzey Atlantik İttifakı’nın anlaşma alanı Washington Antlaşması’nda kesin olarak tanımlanıyor. Batı Pasifik’teki askeri angajmanlar bu anlaşma kapsamında değil.
Macron’un Avrupa’nın stratejik özerkliği kavramı sadece ABD ile olan ilişkilere mi atıfta bulunuyor?
ABD ile alakalı olduğu çok açık zira Avrupa’nın güvenliği İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana Amerika’nın müdahalesine bağlı ve şüphesiz bir süre daha bağlı olmaya devam edecek. Macron’u eleştirenler bunu bu şekilde yorumluyor. Ancak Macron için bu net anlamda tüm büyük güçlere karşı stratejik özerklik ve Avrupa’nın hinterlandında Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden sorunlarla başa çıkabilecek bağımsız bir güvenlik ve savunma politikası anlamına geliyor. Bu bölgede yıllardır büyük güçler nüfuz alanları, bölgesel güçler bölgesel hakimiyet için vekalet savaşları, etnik ve dini azınlıklar ise kendi kaderlerini tayin ve bağımsızlık için mücadele ediyor. Aşırı nüfus artışı, dinsel karşıtlıklar ve doğal geçim kaynaklarının yok edilmesi, İslamcı ve köktendinci terör örgütlerine çoğalma zemini oluşturuyor ve sürekli yeni göç dalgalarına neden oluyor.
Çevre ülkelerdeki sorunlar esas olarak ABD’nin müdahalesinden kaynaklanıyordu…
Evet, mesela ABD’nin Irak, Libya veya Suriye’deki askeri müdahaleleri büyük bölgesel karışıklıklara yol açtı ve Avrupa kıtasının güvenliğini olumsuz etkiledi.
Daha önce Çin-ABD ilişkileri hakkında anlattıklarınız, ABD’nin üstünlüğünü sürdürme mücadelesi olarak anlaşılabilir.
Amerika Birleşik Devletleri, Çin’i ulusal güvenliğine yönelik en kapsamlı ve ciddi meydan okuma olarak görüyor. Amerikan Savunma Bakanı Austin de yeni Amerikan askeri stratejisinde Çin’i önümüzdeki on yılların en önemli stratejik rakibi olarak tanımlıyor. Fakat bu rekabet askeri-stratejik boyutun ötesine geçiyor ve her şeyden önce iktisadi boyutları, dünyanın rezerv para birimi olarak dolara yönelik tehdidi ve Güney Amerika, Afrika ve Asya’daki siyasi nüfuzu içeriyor. Özetle: ABD’nin küresel üstünlüğüne son vermek ve tek kutuplu dünyanın yerine çok kutuplu bir dünya koymakla ilgili.
Bu bağlamda Ukrayna savaşının Avrupa’yı bir yol ayrımına getirdiğini de belirtmek gerekir. Hem ABD hem de Avrupa, Ukrayna angajmanının her iki tarafta yarattığı jeostratejik dinamikleri hafife aldılar. Ukrayna savaşı, Avrupa’nın kararlı bir şekilde jeopolitik, iktisadi, teknolojik ve en önemlisi de askerî açıdan kendini kanıtlama yoluna girmesine dönük bir işaret.
Savaş aynı zamanda jeopolitik blokların oluşmasına da ön ayak oldu. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve NATO birbirine yaklaşırken Çin ve Rusya etrafında ikinci bir jeopolitik blok ortaya çıktı. Çekirdeği BRICS ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika ile Çin, Hindistan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan, Rusya, Tacikistan ve Özbekistan’dan müteşekkil Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) oluşturuyor. BRICS ülkeleri dünya nüfusunun yüzde 40’ını, Batılı G7 ülkeleri ise yüzde 12,5’ini temsil ediyor. Bu arada BRICS ülkelerinin gayri safi yurtiçi hasılası Batılı G7 ülkelerinden daha yüksek. Bu doğu bloku son zamanlarda muazzam bir cazibe merkezi haline geldi.
Bu birlik, üye ülkeler dışında hangi ülkeler açısından role sahip?
Çin, Suudi Arabistan ile küresel petrol piyasası ve nükleer enerji kullanımı konusunda işbirliği yapıyor, Suudi Arabistan’ın BRICS grubuna girmesini destekliyor ve petrodolar ile rekabet edebilmek için emtia temelli bir rezerv para birimi oluşturma yolunda ilerliyor. Bugün bile ödemeler kısmen Rus ya da Çin para birimiyle yapılıyor. Suudi Arabistan’ın yanı sıra Arjantin, Mısır, Kazakistan, Nijerya, Birleşik Arap Emirlikleri, Senegal ve Tayland da BRICS’e katılmaya niyetli olduklarını ifade ettiler.
Şimdi yayı germiş olmanız ilginç. Bu aslında her zaman kullanılan “Rusya tecrit edildi” argümanının hakikatle örtüşmediği anlamına geliyor, zira aslında Rusya ve Çin ile işbirliği yapmak isteyenler daha çok ülke var. Batı’nın kendisini dünyanın merkezi olarak görmesi bu meseleyi tamamen ıskalamıyor mu?
Bunun gerçeği ıskaladığı doğru. Avrupa Birliği, Rusya ile girdiği ekonomik savaşta kapsamlı yaptırımlar uygulamaya devam etti. Her ne kadar bu yaptırımlar Rusya’yı Ukrayna’ya yönelik saldırısını durdurmaya zorlamak amacıyla uygulanmış ve yaptırımların enerji fiyatlarını etkilemeyeceği ya da Avrupa ülkelerinin ekonomileri açısından dezavantaj yaratmayacağı varsayımına dayandırılmış olsa da tam tersi yaşandı. Rusya da beklendiği kadar zayıflamadı. Son günlerde Rus ekonomisinin büyüdüğünü ve Alman ekonomisinin küçüldüğünü gösteren rakamlar gördük ki bunun Avrupa üzerinde genel bir etkisi olacaktır. Bu bağlamda Ukrayna savaşının ve özellikle iktisadi boyutunun bir sonucu olarak ABD’nin iktisadi, askeri ve siyasi olarak hâkim olduğu tek kutuplu dünya düzeninin yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakma ihtimalinin arttığını da belirtmek gerekir.
Avrupa çok kutuplu bir dünyada nasıl bir yer edinebilir?
Kuzey Atlantik İttifakı, Kuzey Amerika ve Avrupa’yı her biri ortak güvenliğe katkıda bulunan egemen, demokratik ülkelerden oluşan bir ittifaka bağlıyor. İttifakın en büyük meziyeti, her üye ülkenin ulusal çıkarlarını ortak bir konseptte bütünleştirmek ve tekrar eden çelişki ve sorunlara rağmen ortak zemini korumak.
İki kıtanın jeostratejik durumu çok farklı olduğundan barış ve güvenliğin korunmasında da farklı koşullar geçerli. Avrupalılar ileride bu durumu daha fazla dikkate almalı ve buna bağlı olarak kıtaları için daha fazla sorumluluk üstlenmeliler. Bu, Avrupalı üye ülkelerin NATO’nun güvenlik politikası, stratejisi ve savunma planlaması üzerindeki etkilerini artırmalarını sağlayacaktır. Fakat yalnızca güvenlik hazırlığına ve savunma kabiliyetlerine yatırımı artırmak epey dar görüşlü bir yaklaşım olacaktır. Asıl zorluk Avrupa kıtası için yeni bir güvenlik mimarisi geliştirmek ve yeni jeopolitik dünya düzeni çerçevesinde ortak çıkarları formüle etmek.
Avrupalılar ABD’nin peşinden gitmeyi reddeder ve belki de ebedi hakimiyet arayışından barışı getirecek çok kutuplu dünyayı tercih ederlerse ne olur? Bu durum ABD’nin Çin’e karşı sürdürdüğü savaş rotasında ilerlemeye devam etmesine engel olur mu?
Umarım dünya iki nükleer stratejik süper güç arasında savaş yaşandığına şahit olmaz. Çin Silahlı Kuvvetlerinin devasa ölçüde silahlanışı büyük bir ilerleme kaydediyor. Nükleer strateji açısından Çin, iki nükleer süper güç olan Rusya ve ABD’yi büyük ölçüde yakalamış durumda. Bu nedenle dönemin ABD Stratejik Komutanı Amiral Charles Richard, 2022’de şunu söylemişti: “Şu anda içinde bulunduğumuz Ukrayna krizi sadece ısınma turu. Asıl büyük kriz henüz gelmedi. Uzun zamandır test edilmediğimiz şekilde test edileceğiz. Çin ile sahip olduğumuz caydırıcılık seviyesini değerlendirecek olursam, gemi yavaşça, battıkça batıyor”. Çin ile çatışma konusunda ABD’nin aldığı muazzam riski bu şekilde tanılamıştı. NATO’nun açtığı yolda ilerlemeye devam edersek sadece ABD’nin değil, muhtemelen Avrupalıların da alacağı risk bu.
Bu söylediklerinizden sonra şu soru beliriyor: Çin’in ABD ile askeri bir ihtilafı kışkırtmaya niyeti var mı?
Çin, Tayvan meselesi söz konusu olduğunda ABD ile askeri nitelikte bir gerilimi göğüslemeye hazır olduğunu gösterdi. Çin aynı zamanda siyasi, iktisadi ve askerî açıdan dünyanın en büyük gücü olma yolunda ilerlemeye devam ediyor. Ancak bu, Çin’in askeri bir ihtilaf arayışında olduğu anlamına gelmiyor. Nihayetinde meseleyi belirleyecek olan, her iki ülkenin de Tayvan için neleri göze alacağı sorusu.
Çin ile Batı’nın politikaları arasındaki nüans, Çinlilerin Avrupa’nın politikalarına müdahale etmemesi, yargılamaması ve değerlendirmemesi. Avrupalıların, Ursula von der Leyen veya Annalena Baerbock’un ziyareti sırasında mesela, bunu hep yaptıkları açıktı.
Elbette Yeni İpek Yolu gibi büyük bir proje sadece iktisadi değil, aynı zamanda siyasi bir öneme de sahip. Fakat yakın zaman evvel gördüğümüz üzere Çin’in iç sorunlarını dile getirme konusundaki istekliliğin Avrupalı siyasetçiler arasında karşıdakine göre çok daha belirgin olduğu da bir gerçek.
İdeolojik tonların hâkim olduğu her dış politika yalnızca siyasi risklere yol açmakla kalmaz, genelde ülkesinin ekonomisini de zarara uğratır. Almanya ile Çin’in ticaret hacmi 200 milyar avronun üzerinde; ekonomik trafik temelde eşit koşullarda gerçekleşmeli, yani Çin’deki Alman şirketleri, Almanya’daki Çinli şirketlerle aynı koşullarda olmalı. Küreselleşme bugüne dek ekonomimize büyük avantajlar sağladı ama aynı zamanda karşılıklı bağımlılığı da beraberinde getiriyor.
Avrupa Ukrayna ihtilafında nasıl bir rol üstlenmeli?
Bunu Almanya ile sınırlamak istiyorum. Alman hükümeti, 2 Mayıs 2022’de Ukrayna tarafından sunulan ve BM Genel Kurulu’nun ihtilafın siyasi diyalog, müzakereler, arabuluculuk ve diğer barışçıl yollarla derhal barışçıl bir şekilde çözülmesi çağrısında bulunduğu kararını kabul etmişti. Alman hükümeti geçtiğimiz şubat ayında da aynı yöndeki bir başka BM kararını onaylayarak savaşın barışçıl yollardan çözümüne katkıda bulunma taahhüdü vermişti. Ayrıca Almanya, anayasanın barış emri gereğince savaşın sona ermesi adına çalışmakla yükümlü. Tüm bunlar göz ardı edilirse ve Amerikan Dışişleri Bakanı tarafından ateşkes bile “iyi bir fikir değil” şeklinde tanımlanırsa ne olur? Çin’in kısa süre önce başlattığı girişime benzer girişimler, Pekin’in on iki maddelik belgesinde özellikle BM kararına atıfta bulunulmasına ve geçen nisan ayında kesintiye uğrayan müzakerelerin yeniden başlatılması önerilmesine rağmen Alman basınında refleks olarak reddediliyor. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva gibi iki güçlü lider, müzakerelerin krizi çözmenin tek muhtemel yolu olduğu konusunda hemfikir olduklarını söylüyorlar. Krizlerin ve ihtilafların çözümüne yönelik bu tutumu, özellikle de dünya nüfusunun yüzde 40’ını temsil eden kuruluşlar tarafından desteklenen iki siyasetçi tarafından dile getirildiği için son derece çarpıcı ve örnek teşkil edici buluyorum. Cumhurbaşkanları Macron ve Şi Cinping de birlikte erken barış müzakereleri çağrısında bulundular. Macron, amacın “kalıcı bir barış için mümkün olan en kısa sürede yeniden müzakerelere başlamak” olduğunu dile getirdi.
Nihayetinde Putin de Ukrayna savaşının başından beri bu görüşteydi.
Evet ama Batılı siyasetçiler tarafından defalarca kez öne sürülen iddia şuydu: Putin müzakere etmek istemedi, sonra Putin ile müzakere edilemeyeceği söylendi, sonra Putin ile müzakere edilmemesi gerektiği söylendi. Fakat gerçek şu ki her iki taraf da müzakere etti, hem de oldukça başarılıydılar. Bu arada Başkan Biden da savaşın müzakerelerle sona ereceği görüşünü dile getirdi. Ancak savaş ne kadar uzun sürerse her iki taraf için de kabul edilebilir bir çözüm bulmak o kadar zor olacaktır. Rusya ve Ukrayna son zamanlarda üzerinde müzakere edilmiş bir barışa dair şartlarını artırdı ve hatta müzakerelerin başlaması için önkoşullar belirledi. Savaşan her iki tarafın da başarılı bir askeri taarruzla kendi müzakere pozisyonlarını iyileştirmeyi umdukları izlenimini edindim. Fakat bunun bir yanılgı olduğu çok çabuk ortaya çıkabilir.
Sayın General Kujat, söyleşi için çok teşekkür ederim.
*1 Mart 1942 doğumlu emekli General Harald Kujat, Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak NATO’daki en yüksek rütbeli subay. Aynı zamanda NATO-Rusya Konseyi ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi başkanlığı görevlerinde bulundu. Harald Kujat, hizmetlerinden dolayı Fransa Cumhuriyeti Onur Lejyonu Komutan Haçı, Letonya, Estonya ve Polonya’dan Komutan Haçı Liyakat Nişanı, Liyakat Lejyonu dahil olmak üzere çok sayıda ödülle onurlandırıldı. ABD ve Belçika Krallığından Büyük Leopold Nişanı Kurdelesi, Federal Almanya Cumhuriyeti Büyük Liyakat Madalyası ve Malta, Macaristan ve NATO’dan da dahil olmak üzere diğer yüksek ödüller aldı.
İlginizi Çekebilir
-
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
-
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
-
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
-
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
-
ABD’nin ateşkes önerisinden sonra Hamaney’in danışmanı Lübnan’da
-
Çin’in en büyük bankalarından biri, Rusya’ya yapılan yuan transferlerini engellemeye başladı
DÜNYA BASINI
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Yayınlanma
14 saat önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trLizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024
Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.
ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.
Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”
Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.
2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.
Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.
Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.
Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.
Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.
Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.
Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.
Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.
Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.
Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.
Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.
Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.
Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.
Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.
Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.
Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.
Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.
Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.
Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.
Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.
Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.
Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.
Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.
Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.
DÜNYA BASINI
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Yayınlanma
15 saat önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…
Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.
Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.
Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz
Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.
Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.
Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.
DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.
Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.
Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.
İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.
Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.
DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.
Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.
Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.
DÜNYA BASINI
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Yayınlanma
1 gün önce16/11/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı
Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)
“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.
Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?
Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.
Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…
Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.
Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…
Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.
Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…
Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.
Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.
Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.
Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?
Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.
Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…
Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…
Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.
Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.
Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?
Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.
Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?
Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.
Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?
Dmitriy Peskov:
Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA5 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi