DÜNYA BASINI
Harald Kujat: Tek kutuplu dünya düzeni yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakabilir
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Almanya’nın yeniden birleşmesi sürecinde ABD, Almanya ve diğer ülkeler, Gorbaçov’a NATO’nun doğuya daha fazla genişlemeyeceği konusunda taahhüt verdiler. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker’in ittifakın doğuya “bir karış dahi ilerlemeyeceği” yönünde meşhur bir açıklaması dahi vardı. Moskova, 2021’in aralık ayındaki güvenlik garantisi müzakerelerinde bu açıklamaya ve Gorbaçov’un kulağına fısıldanan teminata atıf yapmaya başladı. Geçen yılın ocak ayında NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in Der Spiegel’e verdiği mülakatta söylediği şey şuydu: “[…] Bu doğru değil, böyle bir söz verilmedi, kapalı kapılar ardında böyle bir anlaşma yapılmadı. Bu tamamıyla gerçek dışı.” Stoltenberg açık açık yalan söyledi, Gorbaçov’un kulağına fısıldanan şeyin herhangi bir bağlayıcılığı olmadığı doğruydu ama NATO-Rusya Kurucu Senedi hiç yokmuş gibi konuştu. Bu hakikat kabul edilseydi, doğal olarak Moskova’nın haklı kaygıları kamuoyu nezdinde de kabul görmüş olacaktı. Bununla beraber Ukrayna’ya dönük askeri harekattan sonra da bu bahis kapanmadı. Son 20 yılda “yetişkin” diyaloğunun ortadan kalkışı, silsile halinde bugünkü krizleri beraberinde getirdi. Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı, emekli Tümgeneral Harald Kujat (Kızıl Ordu’ya karşı savaşırken öldürülen bir Nazinin oğlu), İsviçre merkezli Zeitgeschehen im Fokus dergisine verdiği söyleşide, Ukrayna’daki savaşın gidişatı, Çin’in barış girişimleri ve Macron’un Pekin’e geçtiğimiz haftalarda yaptığı ziyaretin sonuçlarını değerlendiriyor. Kujat’ın dergiye önceki aylarda verdiği söyleşilerin tercümelerine şuradan ve şuradan ulaşabilirsiniz.
“ABD’nin hâkim olduğu tek kutuplu dünya düzeni yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakabilir”
Thomas Kaiser
Zeitgeschehen im Fokus
25 Nisan 2023
Emekli General Harald Kujat* ile söyleşi
Eski bir Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak Macron’un Avrupa’nın “stratejik özerkliği” fikrini duyduğunuzda galiba tüyleriniz diken diken olmuştur.
Hayır, bu mevcut jeopolitik durumdan doğan ikna edici bir netice. Doğru, ben “stratejik özerklikten” değil, “Avrupa’nın kendini ispatlamasından” söz ediyorum. Başka bir deyişle Cumhurbaşkanı Macron’un kastettiği şey, Avrupa’nın rakip büyük güçlerden oluşan yeni dünya düzeninde Çin, Rusya ve ABD’ye karşı kendini tek başına müdafaa edebilmesi.
Avrupa, birbirine rakip büyük güçlerin oluşturduğu jeopolitik güç aritmetiğinde her geçen gün daha da geriye düşüyor. Ukrayna savaşı bize her geçen gün Avrupa siyasetinin Avrupa’nın çıkarlarını gütme konusunda ne istekli ne de muktedir olduğunu gösteriyor. Jeopolitik muhakeme eksikliğinden dolayı Macron’u Avrupa’yı bölmekle ya da ABD ile ittifakın Avrupa’nın güvenliği açısından önemini küçümsemekle itham eden Alman taşra politikacılarının öfkeli reaksiyonları da bunu gösteriyor.
Kuzey Atlantik İttifakı, ortak bir güvenlik politikası konseptine dayanan kolektif, karşılıklı bir güvenlik ittifakıdır. Ancak Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa’nın güvenliğine olan katkısını insani nedenlerle değil, ulusal güvenlik çıkarlarına uygun olduğu için yapıyor. Avrupa ve Amerika’nın çıkarlarının örtüşmediği durumların olduğu aşikâr. Bu yüzden on yıllar önce ABD’nin bu operasyonlara katılmaması halinde NATO’nun Avrupa Birliği’nin stratejik sorumluluğu altındaki askeri operasyonlar için kuvvet ve kaynak sağlaması kararlaştırılmıştı.
Amerika ve Avrupa’nın çıkarlarının hiç örtüşmediği durumlar var mı?
Avrupa’nın güvenliği açısından son derece önemli olan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’nın (INF) 2019 yılında ABD yönetimi tarafından tek taraflı olarak feshedilmesi buna bir örnek. Sadece birkaç ay önce NATO ülkelerinin devlet ve hükümet başkanları anlaşmayı “Avrupa-Atlantik güvenliği için hayati” olarak methetmiş ve “bu dönüm noktası niteliğindeki silah kontrol anlaşmasına bağlı kalacaklarını” vurgulamışlardı. Cumhurbaşkanı Macron, antlaşmanın sona ermesinin Avrupa’nın güvenliği açısından ciddi sonuçlar doğuracağı hakikatini eleştiren tek Avrupalı siyasetçiydi. Zira bu durum Rusya’ya, antlaşmalardan doğan herhangi bir kısıt olmaksızın, ABD’yi değil ama Avrupa’yı tehdit eden stratejik nükleer potansiyelini bir kez daha inşa etme fırsatı tanıdı. Macron, Amerika’nın aldığı kararın bir sonucu olarak Avrupa’nın kendini koruma imkanının olmasını talep etti. Ve Amerika’nın kararının Avrupa’nın nükleer caydırıcılığını düşünmek için bir fırsat olması gerektiğini de ekledi. Ancak Avrupa kıtasında yeni bir Rus-Amerikan nükleer silahlanma yarışı riski de son derece gerçek. Macron’un sözleri başta Almanya’ya yönelikti. Zira Avrupa’nın askerî açıdan zayıf olması her şeyden evvel Almanya’nın zayıf olmasının bir sonucu. En azından Ukrayna savaşı yeniden düşünemeye vesile oldu. İttifak içinde NATO’nun konvansiyonel Avrupa ayağının güçlendirilmesi konusunda bir mutabakat mevcut. Ukrayna savaşı ne kadar uzun sürerse ABD ile Avrupa arasında ciddi çıkar farklılıkları olduğu da o kadar netleşecektir. Macron ve Scholz, Moskova ve Kiev’de savaşı önlemeye çalışırken bile ABD onları desteklemeyi reddetti.
Batı’nın birliği yalnızca yüzeysel biçimde Ukrayna’nın güvenliği, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü için verdiği mücadeleyi desteklemeye dayanıyor. Avrupalıların kendileri henüz bu konuda bir anlayış geliştirmemiş olsalar da savaşın sonunda Ukrayna ve Rusya da dahil olmak üzere Avrupa kıtasındaki tüm ülkelerin yer alacağı bir güvenlik ve barış düzeni ortaya çıkmalı. Buna karşılık ABD, Rusya’yı siyasi, iktisadi ve askerî açıdan zayıflatarak dikkatini, bir dünya gücü olarak üstünlüğünü tehdit edebilecek tek jeopolitik rakibine, yani Çin’e çevirmeyi amaçlıyor.
Macron Avrupa’nın savunma potansiyelinin eksik olduğundan söz etmişti. Rusya’nın Avrupa’ya karşı bir savaş başlatacağı düşünülebilir mi?
Avrupa’ya karşı bir taarruz savaşı için hazırlık yapıldığına dair bir emare görmüyorum ki bu NATO’ya karşı da savaş anlamına gelecektir. Rusya, en başından beri NATO’nun genişlemesini stratejik bir bakış açısıyla, ülkenin jeostratejik konumu ve savunma potansiyeli açısından, başka bir deyişle NATO üyeliğinin Rusya ile NATO arasındaki stratejik dengeyi ne ölçüde değiştireceği açısından değerlendirdi. Dolayısıyla Rusya, Ukrayna’nın NATO’ya üye olmasını engellemek için yüksek bir bedel ödemeye hazır ki bu da muhtemelen Amerikan kuvvetlerinin Ukrayna’da konuşlanmasına sonuçlanacaktır. Esasen mesele, jeopolitik rakip ABD’nin, en azından iki nükleer süper gücün nükleer stratejik dengesini tehlikeye atabilecek stratejik avantajlar elde etmesine engel olmak.
Yani Ukrayna savaşının iki ana aktörü olan Rusya ve ABD için tehlikede olan çok şey var. Dolayısıyla bu savaş devam ettiği sürece Ukrayna’daki savaşın Ukrayna üzerinde bir savaşa dönüşme riski devam ediyor.
Amerikan Birleşik Devletleri ile Çin arasındaki ilişkiler son zamanlarda önemli ölçüde kötüleşti. İki ülke arasında savaş yaşanması tehdidi var mı?
ABD ile Çin arasındaki ilişki de jeopolitik unsurlar tarafından belirleniyor. Çin, Ukrayna savaşından bu yana küresel risklerin arttığına ve bundan sorumlu olanların en başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler olduğuna inanıyor. Bunun sonucu olarak her ikisi de çok kutuplu bir dünya hedefleyen Çin ve Rusya arasında daha yakın bir işbirliği söz konusu. Amerika’nın bakış açısına göre Çin, dünyanın lider gücü olmak için hem niyete hem de giderek artan iktisadi, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip. Bu nedenle Ukrayna savaşında Avrupa ülkelerinin Rusya’ya karşı konumlandırılması gibi bölgesel ortaklar Avustralya, Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve gelecekte Filipinler ile birlikte Çin’e karşı bir Hint-Pasifik ağına entegre edilmeli. NATO, Çin ile gelecekte yaşanacak bir çatışmada Avrupa ile safları sıklaştırmak için önemli bir köprü. NATO’nun yeni stratejik konsepti, Çin’in üye ülkelerin çıkarlarına, güvenliğine ve değerlerine meydan okuduğunu belirtiyor. NATO şimdi Çin’in Avrupa-Atlantik güvenliğine yönelik sistemik meydan okumalarıyla mücadele etme niyetinde.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Macron’un Avrupa kıtasının kendisini başkalarının çatışmalarının içine çekmesine izin vermemesi gerektiği yönündeki uyarısı haklı. Avrupa kendi çıkarlarını koruyabilmeli ve kendini prensip olarak üç büyük güce karşı daha güçlü bir şekilde müdafaa edebilmeli. Cumhurbaşkanı Macron’un Çin’de verdiği asıl mesaj buydu. Macron bu endişesinde yalnız değil. Bir süre önce Amerikalı stratejist Harlan Ullman, ABD’nin saatli bomba olarak nitelendirdiği Çin ve Rusya’ya karşı iki cepheli bir stratejik askeri ihtilaf başlatarak önlenebilir bir hata yapıp yapmadığını endişeyle sormuştu.
Macron’un kıtanın kendi çıkarlarını koruması talebi askeri alanın yanı sıra ekonomi veya diğer alanlar için de geçerli mi?
Macron bu açıklamayı mevcut krizler ve çatışmalar bağlamında yapmıştı. Fakat Ukrayna savaşı ve Çin ile yaşanan ihtilaf; daha bağımsız, daha muktedir ve daha güvenli olmak istiyorsak siyasi, iktisadi, teknolojik ve en önemlisi de askeri kabiliyetlerimizi artırmamız gerektiğinin göstergesi. İhtiyaç duyulan şey, sinerjik bir genel strateji yoluyla geniş bir eylem yelpazesi açan çok boyutlu bir politika. Buna iktisadi ve enformatif bir tarafa sahip askeri bir ihtilaf olan Ukrayna’daki savaşta da şahit oluyoruz. Avrupa tüm bu alanlarda kendini ortaya koyabilmeli ve diğer güçlerin etkisinden bağımsız olarak kendi çıkarları doğrultusunda bağımsız kararlar alabilmeli. Bu, örneğin gücü çeşitli ulusal çıkarları ortak bir güvenlik politikasında birleştirmesinde yatan NATO’da olduğu gibi, müttefikler ve ortaklarla yakın koordinasyona aykırı değil.
Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasındaki gerilim, Çin’in Tayvan ile birleşme arayışında olmasından ileri geliyor.
Son dönemde gerilimin arttığı doğru. Çin Komünist Partisi’nin son parti kongresinde Çin Devlet Başkanı, Tayvan ile barışçıl yollarla birleşme niyetini bir kez daha yineledi. Ancak aynı zamanda şiddetten cayma taahhüdü vermeyi de reddetti. Çin henüz Tayvan’ı ele geçirecek askeri kapasiteye sahip değil. Fakat birkaç yıl içinde durum böyle olacaktır. Tayvan ihtilafı, Amerikan-Çin jeopolitik rekabetinin doruk noktası haline gelebilir. Zira olası bir çatışmanın ardında yatan sebep bu.
1979 tarihli Tayvan ile İlişkiler Yasası, ABD ile Tayvan arasındaki ilişkileri ABD’nin Tayvan’ın bağımsızlığını ve kendini savunma kabiliyetini silah sevkiyatı ve diğer tedbirlerle tahkim edecek şekilde düzenleniyor. Ancak bu, Tayvan’ın savunulması için doğrudan askeri angajman gerektirmiyor. Şimdiye dek tüm Amerikan başkanları da buna uygun bir taahhütte bulunmaktan kaçındı. Fakat 2021’in ekim ayında Başkan Biden, Tayvan’ın Çin tarafından saldırıya uğraması halinde ABD’nin askeri yardım sağlayacağını ilk defa açıkça ifade etti. Bu, her iki tarafın da rotayı belirlediği ve askeri çatışma riskinin önemli ölçüde arttığı anlamına geliyor. Macron’a bu net uyarıyı yapma ihtiyacı hissettiren şeyin NATO’nun ve dolayısıyla Avrupa’nın çatışmaya doğrudan müdahil olma tehlikesi olduğu bariz.
Ama Kuzey Atlantik İttifakı’nın anlaşma alanı Washington Antlaşması’nda kesin olarak tanımlanıyor. Batı Pasifik’teki askeri angajmanlar bu anlaşma kapsamında değil.
Macron’un Avrupa’nın stratejik özerkliği kavramı sadece ABD ile olan ilişkilere mi atıfta bulunuyor?
ABD ile alakalı olduğu çok açık zira Avrupa’nın güvenliği İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana Amerika’nın müdahalesine bağlı ve şüphesiz bir süre daha bağlı olmaya devam edecek. Macron’u eleştirenler bunu bu şekilde yorumluyor. Ancak Macron için bu net anlamda tüm büyük güçlere karşı stratejik özerklik ve Avrupa’nın hinterlandında Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden sorunlarla başa çıkabilecek bağımsız bir güvenlik ve savunma politikası anlamına geliyor. Bu bölgede yıllardır büyük güçler nüfuz alanları, bölgesel güçler bölgesel hakimiyet için vekalet savaşları, etnik ve dini azınlıklar ise kendi kaderlerini tayin ve bağımsızlık için mücadele ediyor. Aşırı nüfus artışı, dinsel karşıtlıklar ve doğal geçim kaynaklarının yok edilmesi, İslamcı ve köktendinci terör örgütlerine çoğalma zemini oluşturuyor ve sürekli yeni göç dalgalarına neden oluyor.
Çevre ülkelerdeki sorunlar esas olarak ABD’nin müdahalesinden kaynaklanıyordu…
Evet, mesela ABD’nin Irak, Libya veya Suriye’deki askeri müdahaleleri büyük bölgesel karışıklıklara yol açtı ve Avrupa kıtasının güvenliğini olumsuz etkiledi.
Daha önce Çin-ABD ilişkileri hakkında anlattıklarınız, ABD’nin üstünlüğünü sürdürme mücadelesi olarak anlaşılabilir.
Amerika Birleşik Devletleri, Çin’i ulusal güvenliğine yönelik en kapsamlı ve ciddi meydan okuma olarak görüyor. Amerikan Savunma Bakanı Austin de yeni Amerikan askeri stratejisinde Çin’i önümüzdeki on yılların en önemli stratejik rakibi olarak tanımlıyor. Fakat bu rekabet askeri-stratejik boyutun ötesine geçiyor ve her şeyden önce iktisadi boyutları, dünyanın rezerv para birimi olarak dolara yönelik tehdidi ve Güney Amerika, Afrika ve Asya’daki siyasi nüfuzu içeriyor. Özetle: ABD’nin küresel üstünlüğüne son vermek ve tek kutuplu dünyanın yerine çok kutuplu bir dünya koymakla ilgili.
Bu bağlamda Ukrayna savaşının Avrupa’yı bir yol ayrımına getirdiğini de belirtmek gerekir. Hem ABD hem de Avrupa, Ukrayna angajmanının her iki tarafta yarattığı jeostratejik dinamikleri hafife aldılar. Ukrayna savaşı, Avrupa’nın kararlı bir şekilde jeopolitik, iktisadi, teknolojik ve en önemlisi de askerî açıdan kendini kanıtlama yoluna girmesine dönük bir işaret.
Savaş aynı zamanda jeopolitik blokların oluşmasına da ön ayak oldu. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve NATO birbirine yaklaşırken Çin ve Rusya etrafında ikinci bir jeopolitik blok ortaya çıktı. Çekirdeği BRICS ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika ile Çin, Hindistan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan, Rusya, Tacikistan ve Özbekistan’dan müteşekkil Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) oluşturuyor. BRICS ülkeleri dünya nüfusunun yüzde 40’ını, Batılı G7 ülkeleri ise yüzde 12,5’ini temsil ediyor. Bu arada BRICS ülkelerinin gayri safi yurtiçi hasılası Batılı G7 ülkelerinden daha yüksek. Bu doğu bloku son zamanlarda muazzam bir cazibe merkezi haline geldi.
Bu birlik, üye ülkeler dışında hangi ülkeler açısından role sahip?
Çin, Suudi Arabistan ile küresel petrol piyasası ve nükleer enerji kullanımı konusunda işbirliği yapıyor, Suudi Arabistan’ın BRICS grubuna girmesini destekliyor ve petrodolar ile rekabet edebilmek için emtia temelli bir rezerv para birimi oluşturma yolunda ilerliyor. Bugün bile ödemeler kısmen Rus ya da Çin para birimiyle yapılıyor. Suudi Arabistan’ın yanı sıra Arjantin, Mısır, Kazakistan, Nijerya, Birleşik Arap Emirlikleri, Senegal ve Tayland da BRICS’e katılmaya niyetli olduklarını ifade ettiler.
Şimdi yayı germiş olmanız ilginç. Bu aslında her zaman kullanılan “Rusya tecrit edildi” argümanının hakikatle örtüşmediği anlamına geliyor, zira aslında Rusya ve Çin ile işbirliği yapmak isteyenler daha çok ülke var. Batı’nın kendisini dünyanın merkezi olarak görmesi bu meseleyi tamamen ıskalamıyor mu?
Bunun gerçeği ıskaladığı doğru. Avrupa Birliği, Rusya ile girdiği ekonomik savaşta kapsamlı yaptırımlar uygulamaya devam etti. Her ne kadar bu yaptırımlar Rusya’yı Ukrayna’ya yönelik saldırısını durdurmaya zorlamak amacıyla uygulanmış ve yaptırımların enerji fiyatlarını etkilemeyeceği ya da Avrupa ülkelerinin ekonomileri açısından dezavantaj yaratmayacağı varsayımına dayandırılmış olsa da tam tersi yaşandı. Rusya da beklendiği kadar zayıflamadı. Son günlerde Rus ekonomisinin büyüdüğünü ve Alman ekonomisinin küçüldüğünü gösteren rakamlar gördük ki bunun Avrupa üzerinde genel bir etkisi olacaktır. Bu bağlamda Ukrayna savaşının ve özellikle iktisadi boyutunun bir sonucu olarak ABD’nin iktisadi, askeri ve siyasi olarak hâkim olduğu tek kutuplu dünya düzeninin yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakma ihtimalinin arttığını da belirtmek gerekir.
Avrupa çok kutuplu bir dünyada nasıl bir yer edinebilir?
Kuzey Atlantik İttifakı, Kuzey Amerika ve Avrupa’yı her biri ortak güvenliğe katkıda bulunan egemen, demokratik ülkelerden oluşan bir ittifaka bağlıyor. İttifakın en büyük meziyeti, her üye ülkenin ulusal çıkarlarını ortak bir konseptte bütünleştirmek ve tekrar eden çelişki ve sorunlara rağmen ortak zemini korumak.
İki kıtanın jeostratejik durumu çok farklı olduğundan barış ve güvenliğin korunmasında da farklı koşullar geçerli. Avrupalılar ileride bu durumu daha fazla dikkate almalı ve buna bağlı olarak kıtaları için daha fazla sorumluluk üstlenmeliler. Bu, Avrupalı üye ülkelerin NATO’nun güvenlik politikası, stratejisi ve savunma planlaması üzerindeki etkilerini artırmalarını sağlayacaktır. Fakat yalnızca güvenlik hazırlığına ve savunma kabiliyetlerine yatırımı artırmak epey dar görüşlü bir yaklaşım olacaktır. Asıl zorluk Avrupa kıtası için yeni bir güvenlik mimarisi geliştirmek ve yeni jeopolitik dünya düzeni çerçevesinde ortak çıkarları formüle etmek.
Avrupalılar ABD’nin peşinden gitmeyi reddeder ve belki de ebedi hakimiyet arayışından barışı getirecek çok kutuplu dünyayı tercih ederlerse ne olur? Bu durum ABD’nin Çin’e karşı sürdürdüğü savaş rotasında ilerlemeye devam etmesine engel olur mu?
Umarım dünya iki nükleer stratejik süper güç arasında savaş yaşandığına şahit olmaz. Çin Silahlı Kuvvetlerinin devasa ölçüde silahlanışı büyük bir ilerleme kaydediyor. Nükleer strateji açısından Çin, iki nükleer süper güç olan Rusya ve ABD’yi büyük ölçüde yakalamış durumda. Bu nedenle dönemin ABD Stratejik Komutanı Amiral Charles Richard, 2022’de şunu söylemişti: “Şu anda içinde bulunduğumuz Ukrayna krizi sadece ısınma turu. Asıl büyük kriz henüz gelmedi. Uzun zamandır test edilmediğimiz şekilde test edileceğiz. Çin ile sahip olduğumuz caydırıcılık seviyesini değerlendirecek olursam, gemi yavaşça, battıkça batıyor”. Çin ile çatışma konusunda ABD’nin aldığı muazzam riski bu şekilde tanılamıştı. NATO’nun açtığı yolda ilerlemeye devam edersek sadece ABD’nin değil, muhtemelen Avrupalıların da alacağı risk bu.
Bu söylediklerinizden sonra şu soru beliriyor: Çin’in ABD ile askeri bir ihtilafı kışkırtmaya niyeti var mı?
Çin, Tayvan meselesi söz konusu olduğunda ABD ile askeri nitelikte bir gerilimi göğüslemeye hazır olduğunu gösterdi. Çin aynı zamanda siyasi, iktisadi ve askerî açıdan dünyanın en büyük gücü olma yolunda ilerlemeye devam ediyor. Ancak bu, Çin’in askeri bir ihtilaf arayışında olduğu anlamına gelmiyor. Nihayetinde meseleyi belirleyecek olan, her iki ülkenin de Tayvan için neleri göze alacağı sorusu.
Çin ile Batı’nın politikaları arasındaki nüans, Çinlilerin Avrupa’nın politikalarına müdahale etmemesi, yargılamaması ve değerlendirmemesi. Avrupalıların, Ursula von der Leyen veya Annalena Baerbock’un ziyareti sırasında mesela, bunu hep yaptıkları açıktı.
Elbette Yeni İpek Yolu gibi büyük bir proje sadece iktisadi değil, aynı zamanda siyasi bir öneme de sahip. Fakat yakın zaman evvel gördüğümüz üzere Çin’in iç sorunlarını dile getirme konusundaki istekliliğin Avrupalı siyasetçiler arasında karşıdakine göre çok daha belirgin olduğu da bir gerçek.
İdeolojik tonların hâkim olduğu her dış politika yalnızca siyasi risklere yol açmakla kalmaz, genelde ülkesinin ekonomisini de zarara uğratır. Almanya ile Çin’in ticaret hacmi 200 milyar avronun üzerinde; ekonomik trafik temelde eşit koşullarda gerçekleşmeli, yani Çin’deki Alman şirketleri, Almanya’daki Çinli şirketlerle aynı koşullarda olmalı. Küreselleşme bugüne dek ekonomimize büyük avantajlar sağladı ama aynı zamanda karşılıklı bağımlılığı da beraberinde getiriyor.
Avrupa Ukrayna ihtilafında nasıl bir rol üstlenmeli?
Bunu Almanya ile sınırlamak istiyorum. Alman hükümeti, 2 Mayıs 2022’de Ukrayna tarafından sunulan ve BM Genel Kurulu’nun ihtilafın siyasi diyalog, müzakereler, arabuluculuk ve diğer barışçıl yollarla derhal barışçıl bir şekilde çözülmesi çağrısında bulunduğu kararını kabul etmişti. Alman hükümeti geçtiğimiz şubat ayında da aynı yöndeki bir başka BM kararını onaylayarak savaşın barışçıl yollardan çözümüne katkıda bulunma taahhüdü vermişti. Ayrıca Almanya, anayasanın barış emri gereğince savaşın sona ermesi adına çalışmakla yükümlü. Tüm bunlar göz ardı edilirse ve Amerikan Dışişleri Bakanı tarafından ateşkes bile “iyi bir fikir değil” şeklinde tanımlanırsa ne olur? Çin’in kısa süre önce başlattığı girişime benzer girişimler, Pekin’in on iki maddelik belgesinde özellikle BM kararına atıfta bulunulmasına ve geçen nisan ayında kesintiye uğrayan müzakerelerin yeniden başlatılması önerilmesine rağmen Alman basınında refleks olarak reddediliyor. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva gibi iki güçlü lider, müzakerelerin krizi çözmenin tek muhtemel yolu olduğu konusunda hemfikir olduklarını söylüyorlar. Krizlerin ve ihtilafların çözümüne yönelik bu tutumu, özellikle de dünya nüfusunun yüzde 40’ını temsil eden kuruluşlar tarafından desteklenen iki siyasetçi tarafından dile getirildiği için son derece çarpıcı ve örnek teşkil edici buluyorum. Cumhurbaşkanları Macron ve Şi Cinping de birlikte erken barış müzakereleri çağrısında bulundular. Macron, amacın “kalıcı bir barış için mümkün olan en kısa sürede yeniden müzakerelere başlamak” olduğunu dile getirdi.
Nihayetinde Putin de Ukrayna savaşının başından beri bu görüşteydi.
Evet ama Batılı siyasetçiler tarafından defalarca kez öne sürülen iddia şuydu: Putin müzakere etmek istemedi, sonra Putin ile müzakere edilemeyeceği söylendi, sonra Putin ile müzakere edilmemesi gerektiği söylendi. Fakat gerçek şu ki her iki taraf da müzakere etti, hem de oldukça başarılıydılar. Bu arada Başkan Biden da savaşın müzakerelerle sona ereceği görüşünü dile getirdi. Ancak savaş ne kadar uzun sürerse her iki taraf için de kabul edilebilir bir çözüm bulmak o kadar zor olacaktır. Rusya ve Ukrayna son zamanlarda üzerinde müzakere edilmiş bir barışa dair şartlarını artırdı ve hatta müzakerelerin başlaması için önkoşullar belirledi. Savaşan her iki tarafın da başarılı bir askeri taarruzla kendi müzakere pozisyonlarını iyileştirmeyi umdukları izlenimini edindim. Fakat bunun bir yanılgı olduğu çok çabuk ortaya çıkabilir.
Sayın General Kujat, söyleşi için çok teşekkür ederim.
*1 Mart 1942 doğumlu emekli General Harald Kujat, Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak NATO’daki en yüksek rütbeli subay. Aynı zamanda NATO-Rusya Konseyi ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi başkanlığı görevlerinde bulundu. Harald Kujat, hizmetlerinden dolayı Fransa Cumhuriyeti Onur Lejyonu Komutan Haçı, Letonya, Estonya ve Polonya’dan Komutan Haçı Liyakat Nişanı, Liyakat Lejyonu dahil olmak üzere çok sayıda ödülle onurlandırıldı. ABD ve Belçika Krallığından Büyük Leopold Nişanı Kurdelesi, Federal Almanya Cumhuriyeti Büyük Liyakat Madalyası ve Malta, Macaristan ve NATO’dan da dahil olmak üzere diğer yüksek ödüller aldı.
İlginizi Çekebilir
-
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
-
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
-
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
-
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
-
İsviçreli Büyükelçi Buch: Rusya’yı zayıflatmış olabilirler, ama aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflatmış oldular
-
Tusk: Polonya bir cephe ülkesi, Ukrayna’nın savunmasına her şeyini veremez
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
5 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
7 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt