Bizi Takip Edin

Görüş

Hindistan’ın ayrılıkçı fay hatları

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan birçok etnik, dilsel ve dini topluluğa ev sahipliği yapmaktadır. Ve Hindistan Birliği çatısı altındaki birçok devlet, Hindistan’ın geri kalanından kültürel, sosyal ve dini farklılıklara sahip olduklarını iddia ederek Hindistan’dan ayrılmaya çalışıyor. Örneğin günlerdir ve dönem dönem Khalistan Sih ayrılıkçılığı üzerine Kanada ile gündeme gelen kriz biliniyor.

Bağımsızlığın arifesinde Britanya Hindistanı 17 devlet ve 500’den fazla prenslikten oluşuyordu. Fransa ve Portekiz tarafından kontrol edilen birkaç sömürge bölgesi de vardı. Hindistan yarımadasındaki bu idari birimler bir zamanlar bölge Britanya’nın kolonisi haline gelmeden önce farklı rajalar (hükümdarlar) tarafından yönetiliyordu. İngilizlerin eski sömürgelerini öyle bir bölme geçmişi var ki eski sömürgelerinin neredeyse tamamı bugün dahi ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya. Aynı şekilde Hindistan da bunlardan biri.

Bu bilinç ile belirli üniter nitelikler ile federal yapının harmanı bir “Devletler Birliği” olarak yapılanan Hindistan Cumhuriyeti, parlamenter hükümet biçimini öngören egemen, sosyalist, laik ve demokratik bir hukuk devleti olarak doğdu.

Hindistan Anayasası’nın 1. Maddesi Hindistan’ı “Devletler Birliği” olarak tanımlar. Birlik sözcüğü, Hindistan Birliği’nin devletler arasındaki istenirse bozulabilecek bir tür düzenlemenin sonucu olmadığını ve onu oluşturan devletlerin ondan ayrılma hak ve özgürlüklerinin bulunmadığını belirtmek için federasyon yerine bilinçli olarak seçilmiştir. Bu, anayasası yarı-federal nitelikte olan Hindistan’ın, federasyonun yeni federe devletler kurma veya mevcut federe devletlerin sınırlarını değiştirme yetkisinin bulunmadığı Amerika Birleşik Devletleri ülkeleri gibi bir devletler federasyonu değil, bir devletler birliği olduğu anlamına geliyor.

Hindistan Anayasası’nın 3. Maddesi uyarınca Birlik hükümeti (merkezî hükümet) devletlerin isimlerini ve sınırlarını onların izni olmadan değiştirebilir; devletler parçalanıp, sınırların değişmesi ile yeniden düzenlenebilir; ancak ülke parçalanamayacak bir birliktir. Hindistan Anayasası’nın babası Dr. Bhimrao Ramji Ambedkar tarafından Hindistan’ın “yıkılabilir devletlerin yıkılmaz birliği” olarak tanımlanmasının nedeni de budur.

Birlik içindeki birimler veya devletler anayasada böyle bir hüküm bulunmadığından ayrılamazlar. Hindistan Birliği yönetimi altında mevcut bir devletten ayrı bir devlet talep etmek, ayrılma yasası kapsamında cezai suçlamalar ve yaptırımlar demek.

Burada önemli bir nokta daha var: Hindistan Anayasası’nın 4. Maddesi 3. Madde kapsamında yapılan toprak değişikliğinin hiçbir zaman anayasa değişikliği sayılmayacağını açıkça belirtir. Bunun nedeni bu tür yasaların parlamento tarafından olağan yasama politikaları izlenerek salt çoğunluk ile kabul edilebilmesidir. Bu daha çok iktidardaki hükümetin çıkardığı bir yasadan etkilenen yasal bir değişiklik ve dolayısıyla parlamentoya anayasa değişikliği yetkisi veren 368. Madde kapsamında herhangi bir değişikliğe gerek yoktur.

Hindistan’ın iç yeniden yapılanma konusunda hâlâ devam eden uzun ve karmaşık bir geçmişi var. Hindistan Birliği cumhuriyet ülkesi hâline geldiğinde 27 devleti vardı ve anayasa bunlar arasında üç türe göre ayrım yapıyordu:

Bölüm A’ya göre devlet yasama organı ve seçilmiş bir vali tarafından yönetilen dokuz devlet vardı ve bunlar Britanya Hindistanı’nın eski valilerinin eyaletleriydi: Assam, Batı Bengal, Bihar, Bombay, Doğu Punjab, Madhya Pradesh, Madras, Orissa ve Uttar Pradesh.

Bölüm B’de cumhurbaşkanı tarafından atanan Rajpramukh (Hindistan’da 1947-56 arası var olan idari unvan, atanmış vali) tarafından yönetilen sekiz devlet vardı ve bunlar eski prens devletler veya prens devletler grubuydu: Hyderabad, Madhya Bharat, Mysore, Patiala ve Doğu Punjab Devletleri Birliği, Rajasthan, Saurashtra, Travancore-Cochin.

Bölüm C’deki on devlet cumhurbaşkanı tarafından atanan bir baş komiser tarafından yönetiliyordu ve bu devletler ya eski baş komiserlerin eyaletleri ya da prens devletleriydi: Ajmer, Bhopal, Bilaspur, Coorg, Delhi, Himashal Pradesh, Kutch, Manipur, Tripura, Vidhya Pradesh.

Hindistan’ın kurucu ancak günümüzde ana muhalefet partisi olan Hindistan Ulusal Kongresi (kısaca Kongre) dilsel ayrımın büyük bir destekçisiydi ve 1900’lerden beri dilsel devletler fikrini teşvik ediyordu.

Kasım 1956’da, A, B ve C devletleri arasındaki ayrımı ortadan kaldıran ve devlet sınırlarını dilsel çizgilere göre yeniden düzenleyen Devletleri Yeniden Düzenleme Yasası yürürlüğe girdi ve 27 devlet 14 devlet ve 6 birlik bölgesi hâlinde yeniden düzenlendi.

Bu yeniden yapılanma daha çok Güney Hindistan’ı etkiledi. Madras dört devlete bölündü: ana dili Telugu olan Andra Pradesh, Tamil olan Tamil Nadu, Malayalam dili ile Kerala ve Kannada dili ile Mysore.

Hintçenin ortak dil olduğu Kuzey Hindistan’da bu yeniden yapılanma özellikle Madhya Pradesh’e fayda sağlayan birçok küçük devletin ortadan kaybolmasına yol açtı.

Dilsel temelde bölgesel yeniden yapılanma sonraki yıllarda da devam etti: 1960 yılında eski Bombay 2 devlete bölündü: ana dili Gujarat olan Gujarat ve ana dili Marathi olan Bombay’ı da içeren Maharashtra. 1966 yılında ana dili Hintçe olan Haryana ana dili Punjab olan Punjab’dan ayrıldı. 1971 yılında şimdiye dek birlik bölgesi olan Himashal Pradesh devlet oldu.

Kuzeydoğu Hindistan’da sorunun etnik boyutları vardı. Çok sayıda etnik grup arasındaki gerginlikler büyük Assam devletinin Assam ile beraber 8 devlete bölünmesine yol açtı: 1963’te Nagaland, 1972’de Manipur, Tripura ve Meghalaya, 1975 yılında Sikkim, 1987’de Arunachal Pradesh ve Mizoram.

Ülkedeki diğer gruplar daha fazla yerel özerklik, kendi doğal kaynakları üzerinde kontrol ve kültürel farklılıklara saygı gösterilmesini talep etti. 2000 yılında üç yeni devlet tanındı: Jharkhand, Chhattisgarh ve Uttarakhand. 2014 yılında Telangana Andhra Pradesh’ten ayrıldı. Ve şimdilik son değişiklik olarak 2019 tarihli Jammu ve Kashmir Yeniden Yapılanma Yasası Hindistan Birliği’nin Jammu ve Kashmir devletini Jammu ve Kashmir ile Ladakh olmak üzere iki birlik bölgesi hâlinde yeniden yapılandırdı.

Böylelikle 28 devlet ve 8 birlik bölgesi ile şimdilik 36 birimden oluşan Hindistan Birliği’nin haritası hâlâ önemli demografik ve bölgesel asimetriler sunuyor. Yeni devletlere ilişkin talepler de devam ediyor. Öyle ki tüm talepler dikkate alınsa Hindistan’ın neredeyse 50 idari birimi olabilir. Ancak şimdilik Assam’daki Bodoland, Bengal’deki Gorkhaland, Maharashtra’daki Vidarbha, Uttar Pradesh’teki Bundelkhand ve Purvanchal öne çıkanlar arasında.

1950’lerde başlatılan bölgesel yeniden yapılanma birçok devletin daha fazla özerkliğe yönelik umutlarına son vermiyor. Keşmir ve Punjab’da ayrılıkçı hareketler yükselişe geçerken Kuzeydoğu’nun sınır bölgelerinde etno-milliyetçi hareketler zemin kazandı. Pakistan, Çin, Myanmar ve Bangladeş’in yakınlığı, uzun ve geçirgen sınırlar da Birlik hükümeti açısından bu bölgelerin kontrolünü zorlaştırıyor.

Hindistan 1947’de Britanya’dan bağımsızlığını kazandığında, ülke dışından çok az kişi bu kadar farklı devletlerden oluşan bir birliğin bir arada durabileceğine inanıyordu. Hindistan hayatta kaldı ama birliğine yönelik tehditler olmadan değil. En kalıcı hareketlerden biri ve şu an da hâlâ bir süredir Hint basınını yoğun olarak meşgul eden, Sihler için Punjab bölgesinde Khalistan ismi ile bağımsız bir vatan kurmayı amaçlayan Khalistan hareketi oldu.

Khalistan Hareketi: Sih ayrılıkçılığı

Hareketin kökleri Guru Gobind Singh’in Khalsa Deklarasyonu’na kadar uzanıyor. Ancak bağımsız Hindistan’da Punjab’ın 1966’da Punjab ve Haryana olarak iki devlet biçiminde düzenlenmesi ile bir de birlik bölgesi olarak düzenlenen ve her iki devletin de başkenti olan Chandigarh’ın oluşmasının ardından geniş ölçüde özerklik talep eden ve ayrıca Sihizm’in Hinduizm’den ayrı bir din olarak tanınmasını isteyen 1973 tarihli Anandpur Sahib Kararı Khalistan hareketine temel sağladı. Haryana’nın ve ardından Himashal Pradesh’in ayrılması ile artan yeni ulusta adil olmayan bir anlaşmaya varıldığına dair duygular, 1970’lerde Sihlerin yaşadığı tüm bölgeleri başkenti Chandigarh olmak üzere Punjab’da birleştirmeye yönelik hareketi güçlendirdi. Khalistan hareketinin savunucuları ayrıca Amritsar’ın da kutsal şehir ilan edilmesini istediler. Bu arada Punjab hükümetlerinin Anandpur Kararını uygulamadaki başarısızlığı köktendinci Sih gruplarının yükselişine yol açtı. Ve Jarnail Singh Bhindranwale de bu hareketin lideri olarak ortaya çıktı. 1980’lerin başında Sih eğitim ve hayır kurumu Chief Khalsa Dewan CKD Punjab, Rajasthan, Haryana ve Jammu bölgelerini kapsayacak özgür bir Khalistan talebini duyurdu.

Batı ülkelerine göç eden Sihler ayrı ve bağımsız bir Khalistan talep ediyorlardı. Khalistan hareketi savunucuları 1970’lerin sonlarından 1990’ların başlarına kadar yoğun bir kampanya yürüttü. Indira Gandhi’nin Kongre hükümeti Bhindranwale ile müzakere etmeye çalıştı ancak görüşmeleri Gandhi’nin Hindulara olan eğilimi nedeni ile her defasında başarısızlıkla sonuçlandı. Bhindranwale Punjab’ın Amritsar şehrindeki Akal Takht’ı (Zamanın Ötesinde Olanın Tahtı, Sihizm’in dini otoritesinin ana merkezi) karargâhı yaptı ve onun liderliğinde Khalistan hareketi Sihler arasında giderek popülerleşti.

Başbakan Indira Gandhi hükümeti Sih milliyetçi liderliğini ve takipçilerini ortadan kaldırmak için Mavi Yıldız Operasyonu gerçekleştirdi ve ardından Gandhi’nin Sih korumaları tarafından suikasta uğraması Hint hükümeti ve Sihler arasındaki şiddeti daha da artırdı.

1980’li yıllar Khalistan hareketinin en şiddetli olduğu yıllar, ancak hareket bundan sonra günümüze kadar yavaşlamış olsa da günümüzde giderek yeniden yükselişe geçiyor. Bunun temel faktörleri arasında Hindistan’ın Narendra Modi hükümetinin 2021 yılındaki özel sektörü tarım piyasasına sokan üç tarım reformuna karşı çiftçi protestolarının Khalistan yanlısı bir harekete dönüşmesi, ülkedeki yükselen Hindutva ideolojisi ve başta Kanada olmak üzere Sih diasporasının güçlü olduğu dış ülkelerdeki politikalar sayılabilir. Bu ayrılıkçı hareket artık büyük ölçüde yurt dışından yayılıyor. 

Naxal-Maoist Hareket, Naxalizm: Komünist ayrılıkçılığı

Hindistan’ın ilk Komünist Partisi (CPI) 1920’de Sovyet rejiminin himâyesinde Taşkent’teki bir toplantıda kuruldu. Hindistan’ın 1947’deki bağımsızlığını takiben Kongre partisini Sovyet gölgesinde desteklemesi sonunda sert bir bölünmeye yol açtı ve 1964’te Hindistan Komünist Partisi (Marksist) kuruldu. Şu anda Hindistan’da sosyal demokrat bir gündem izleyen en büyük komünist parti olan CPI(M) Sovyet hegemonyasından ayrıldı, ancak Çin Komünist Partisi’ne (ÇKP) de mesafesini ilan etti ve Hint karakteristiğinde Komünizm dediği şeyi izledi. Ancak ÇKP tasarısı olan Charu Majumdar liderliğindeki yeni bir grup seçimleri reddetti ve Mao Zedong’un uzun süreli halk savaşı doktrinini tercih etti. Grubun polisle ilk tartışması Batı Bengal’deki Naxalbari isimli küçük bir Himalaya köyünde kendilerinden yüksek faiz aldığı söylenen bir toprak sahibine karşı köylülerin şiddetli protestosu sırasında gerçekleşti. 1967 Naksalbari ayaklanması hızla bastırıldı. Majumdar kısa süre sonra Kalküta’da polis nezaretinde yakalandı ve öldürüldü. Ancak hareket, komünist parti safları içindeki yüzlerce kişiyi heyecanlandırdı ve çok geçmeden ülke genelinde kendilerini Naxalbari yoluna adayan gruplar ortaya çıktı ve ÇKP’ye olan bağlılıklarını kanıtlayan Kalküta, Bombay ve Hyderabad’daki duvarlarda Çin’in Başkanı Bizim Başkanımızdır sloganları belirdi. Mao’nun ölümünün ve Çin’in uluslararası devrimi desteklemeyi bırakmasının ardından hareket neredeyse binbir parçaya bölündü ki 1980’lerde her birinin Naxalbari mirasının gerçek bayraktarları olduklarını iddia eden 149 kadar Naksalit partinin bağımsız olarak faaliyet gösterdiği tahmin ediliyor.

Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) Kurtuluş gibi bazıları silahlı ayaklanma stratejisini bırakarak seçimlere geri dönerken iki en büyük en organize en iyi silahlanmış grup, Nepal’e bitişik bölgelerdeki Maoist Komünist Merkezi (MCC) ve Hyderabad’ın prens devletini (günümüz Andhra Pradesh ve Telangana) oluşturan bölgelerdeki Halk Savaş Grubu (PWG) silahlarına sadık kaldı ve Devrimci Enternasyonalist Hareket (RIM) ile Güney Asya Maocu Partiler ve Örgütler Koordinasyon Komitesi (CCOMPOSA) gibi uluslararası gruplar ile bağlantılarını sürdürdüler. Günümüzde bu iki grubun 21 Eylül 2004 tarihinde birleşerek kurduğu yeni Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Hindistan’da faaliyet gösteren en büyük silahlı grup.

Dönemin Hindistan Başbakanı Manmohan Singh Nisan 2006’da Maoistleri en büyük iç güvenlik tehdidi olarak tanımladı ve geleneksel olarak Maoist karşıtı faaliyetler sivil polisin ve merkezi paramiliter güçlerin yetki alanı altında iken Singh ilk kez Hindistan ordusu dâhil etti. Ancak Hindistan Ordusu’nun iç meselelere karışmak ve silahlarını vatandaşlara çevirmek konusundaki isteksizliği üzerine geçici bir çözüm olarak hükümet karşı milisleri destekledi ve kabileleri Maocuların yanında ve karşısında olanlar olarak ikiye bölerek Maoistlerle savaşmak isteyenlere silah, para ve fahri özel polis memuru rütbesi teklif edildi. Çok geçmeden şiddet kontrolden çıktı ve 2010 bu dönemin en kanlı yılıydı. Ancak sonrasında kademeli ama istikrarlı bir düşüş yaşanıyor olsa da bu, barış vaat eden bir durumdan çok, bir çıkmaza işaret ediyor. Maoistlerin barış görüşmeleri teklif etmesi ve hükümetin onları reddetmesinden Maoistlerin demokratik partiler arasındaki rekabete müdahale ederek ve kritik seçimler sırasında devreye girerek sonuçları etkilemek için birçok kez ateş güçlerini kullanmasına kadar uzanan bir kördüğüm. Örneğin 2007’de Maoistler Batı Bengal’in iktidar partisi olan Hindistan Komünist Partisi’nin (Marksist) 34 yıllık iktidarını devirmede ve muhalefet lideri Mamata Banerjee’nin ezici galibiyetinde kilit bir rol oynadılar. Ancak yine de komünist partilerin aksine politik olarak izole durumdaki Hint Maoist partisi çatışma bölgesine kilitlenmiş durumda. Ayrıca giderek artan kentleşme de ve kabileler arasındaki yabancılaşma da Maoistlerin eski toplumsal yardım yöntemlerini etkisiz hâle getiriyor. Ancak katı bir Hindu milliyetçi gündemi izleyen günümüz Modi hükümetine karşı muhalefetin yakınlaşması ile Hindistan’ın değişen politik iklimi dolaylı olarak Maoist harekete yeni bir soluk getiriyor olabilir.

Bir zamanlar dünyanın hemen her yerinde mevcut olan Komünist gerillalar ve onların hükümetlere karşı silahlı saldırıları 20. yüzyılın çoğunu şekillendirmişti. Ancak bugün gelinen noktada bu grupların çoğu ya tarih oldu ya da politik önemsizliğe gömüldü. Bu eğilimi tersine çeviren Maocu gerillalar ile Hindistan hükümeti arasında son 60 yıldır sonu görünmeyen uzun süreli bir halk savaşı aslında hâlâ sürüyor. Khalistan Sih ayrılıkçılığı gibi ve daha da bilineni Keşmir sorunu gibi çok gündeme alınmıyor olsa da aslında gerilla ordusunda 10 binin üzerinde düzenli birlik ve halk milislerinde kabaca 50 bin kadro ile Hint Maoistler, Suriye YPG dışındaki en büyük organize Komünist savaşçılardır. Dolayısıyla Hint Maoistler ülkede bir güç olmaya devam ederken aynı zamanda Hint hükümeti açısından da kritik bir fay hattı olmaya devam ediyor. 1967’de Batı Bengal’deki Naksalbari ayaklanması ile başlayan, daha sonra Hindistan’ın güney devletlerine de yayılan ve şu anda Hindistan Komünist Partisi (Maoistler) tarafından yönetilen ve Chhattisgarh, Bihar, Jharkhand, Maharashtra, Odisha, Andhra Pradesh ve Telangana devletlerinin bazı bölgelerinde, yani Kızıl Koridor olarak da bilinen nüfuz bölgelerinde faaliyet gösteren ve her şeye karşın seçilmiş hükümet tarafından sıklıkla ihmâl edilen Hindistan’ın kabile nüfusundan destek bulan Maoist politik duygu ve ideolojiyi destekleyen aşırı sol radikal komünist grupların Naksalit hareketi veya Naksalizm, hâlâ ülkenin karşı karşıya kaldığı en büyük iç güvenlik sorunu olarak niteleniyor.

Kuzeydoğu fay hatları:

Hindistan’ın sıkıntılı Kuzeydoğu bölgesi yedi kız kardeş ve bir erkek kardeş diye ifade edilen sekiz devletten oluşuyor. Bunlardan Arunachal Pradesh, Assam, Manipur, Meghalaya, Mizoram, Nagaland ve Tripura yedi kız kardeşi; Sikkim erkek kardeşi temsil ediyor. Çin, Myanmar, Bangladeş, Bhutan ve Nepal ile çevrelenmiş bir konumda olan bölge son zamanlarda Hindistan ile Çin arasında kavgaların da yaşandığı Siliguri Koridoru veya Tavuk Boynu olarak da anılan 37 km uzunluğundaki kara şeridi ile Hindistan’ın geri kalanına bağlanıyor ve Sikkim diğer kız kardeşler gurubundan ayrı olarak tam da bu Tavuk Boynu’nun ucunda yer aldığı için erkek kardeşi temsil ediyor. Kız kardeşleri Hindistan’ın geri kalanına bağlayan esasen Batı Bengal. Kuzeydoğu bölgesi Hindistan’ın en az gelişmiş bölgesi ve gerçekte en sorunlu bölgesi. Bölgenin hemen her unsuru Hindistan’ı bir “üvey anne” gibi görüyor ve Hindistan hükümetine ezelden beridir zor anlar yaşatıyor. Yakın zamanlarda Hint haber kanallarında Assam polisi ile Mizoram polisi arasında kabaca 1,5 milyon nüfuslu ve çoğunlukla Assam’dan gelen kaynaklara bağlı Mizoram devleti ile ortalama 35 milyon nüfuslu Assam devleti arasındaki toprak meselesi nedeni ile şiddetin patlak verdiği haberleri çıkmıştı ve bu türünün ilk örneği değildi. Hindistan’ın yedi kız kardeşleri veya Kuzeydoğu devletlerinden Mizoram, Manipur, Assam, Nagaland ve Tripura 1945’ten bu yana farklı düzeylerde şiddete tanık oldu. Ancak halk arasında “isyanların anası” olarak bilinen Nagaland’daki çatışma daha ön planda.

Naga ayrılıkçılığı

Naga halkının tarihi Amerikalı Baptist misyonerlerin Nagaland halkına Hristiyan dinini ve Batı eğitimini tanıttığı 19. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu eğitim birbirleri ile savaş hâlinde olan Naga Tepeleri’ndeki Naga kabilelerine kolektif kimlik ve milliyetçilik duygusunu aşıladı. Birinci Dünya Savaşı’nda omuz omuza savaşmak üzere orduda 2 bin Naga kabile üyesinin seçilmesi muhtemelen farklı kabilelerden Naga halkının birbirleri ile savaşmadığı ilk seferdi. Bu askerler savaştan döndüklerinde kolektif milliyetçiliği temel alarak Naga Kulübü’nü kurdular. Naga Kulübü, Angami Zapu Phizo liderliğindeki yeni ismi Naga Ulusal Konseyi (NNC) altında Hindistan’ın bağımsızlığından bir gün önce 14 Ağustos 1947’de İngiltere’den bağımsızlıklarını ilân ettiler, ancak daha sonra zorla Hindistan Cumhuriyeti’ne entegre oldular. Hindistan hükümeti ilk başta sömürgeci İngiliz hükümetinin Nagaland’ı yönetmek için kullandığı politikaları benimseyerek Hindistan Anayasası’nın kısmen ve tamamen hâriç tutulan alanlar politikasına göre yönetiliyordu. Bu, Naga kabileleri arasında bir ayrımcılık hissine yol açtı. Phizo ayrılıkçı hareketini sürdürmek için 1952’de yeraltı Nagaland Federal Hükümeti’ni (FNG) ve bir Naga Federal Ordusu’nu (NFA) kurdu. Hindistan hükümeti isyanı bastırmak için Orduyu gönderdi ve 1958’de Silahlı Kuvvetler (Özel Yetkiler) Yasasını yürürlüğe koydu. 1960’ta Naga Halk Konvansiyonu (ılımlı grup) ile bir anlaşma yapıldı ve Aralık 1963’te Nagaland’ın kurulmasına yol açtı. Naga halkına kendi toprakları üzerinde bir miktar özerklik tanındı ve yerel uygulamalar ve yasalar korundu. Ancak daha fazla bağımsızlık, ayrı bir bayrak ve kendi anayasalarını arayan Nagaların taleplerini karşılamadı. Bu çıkmaz bir yandan Hindistan Başbakanı Nehru’nun Naga liderliğiyle yaptığı müzakerelerin çıkmaza girmesine yol açarken öte yandan NNC, Hindistan hükümetinin yararına olacak biçimde Nagaland-Isak Muivah Nasyonal Sosyalist Konseyi (NSCN-IM) ve NSCN-Khaplang olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hindistan bu bölünmeden yararlanmış olsa da söz konusu çıkmaz bugüne kadar devam etti ve hâlâ da devam ediyor. Örneğin 2019 yılında Naga Öğrenci Federasyonu (NSF) Hindistan’ın 73. Bağımsızlık Günü’nden sadece bir gün önce bölge genelinde Nagaland bayrağını çekerek tek taraflı olarak Hindistan’dan bağımsızlığını ve ayrılmasını ilan etmişti.

Hindistan 1947’de İngiliz yönetiminden bağımsız hale geldikten sonra Nagalar Hindistan vatandaşı olsa da ve Hindistan’ın Kuzeydoğu bölgesinde yer alan Nagaland devleti Aralık 1963’te Hindistan’ın 16. devleti olarak Devletler Birliği’nin ayrılmaz bir parçası hâline gelse de bölgede 1958’den beri devam eden bir etnik çatışma var. Naga sözcüğü günümüzde Hindistan’ın Nagaland, Manipur, Assam ve Arunachal Pradesh devletlerinin yanı sıra Myanmar’da yaşayan çok sayıda etnik grubu kapsayan şemsiye bir terim olarak kullanılıyor. Çoğunlukla kendilerini Hristiyan olarak tanımlayan ve etnik kökene dayalı bağımsız bir Naga devleti kurmayı düşleyen Nagalar, Tripura hariç tüm Kuzeydoğu Hindistan devletlerine yayılmış durumda ve Arunachal Pradesh, Assam, Manipur, Meghalaya, Mizoram ve Nagaland olmak üzere 6 Kuzeydoğu devletinde Naga topluluğunun resmi olarak tanınması anlamına da gelen Planlanmış Kabileler (ST’ler) olarak listelenmiştir. Nagalar Manipur, Arunachal Pradesh ve Assam’dan oluşan atalarının vatanlarının entegrasyonunu talep ederken bu üç devletten hiçbiri topraklarını Nagalara bırakmaya hazır değil. Ve Nagaland’daki çeşitli militan gruplar ya Hindistan’dan bağımsızlık ya da ayrı bir anayasa ve bayrak istiyor. Bir anlamda İskoçya ve İngiltere arasındakine benzer bir anlaşma talep ediyorlar.

Manipur ayrılıkçılığı

Bu yaz döneminde de Manipur’daki yüksek mahkemenin Meitei topluluğunun resmi olarak tanınmasının ilk adımı olan Planlanmış Kabile (ST) statüsünde sınıflandırılma talebini desteklemesinin ardından hâlihazırda Planlanmış Kabileler (ST’ler) kategorisinde sınıflandırılan Kukilerin Meiteilerin topraklarını alacağını söyleyerek protesto etmeye başlaması ile ağırlıklı olarak Hindu olan Meiteiler ve çoğunlukla Hristiyan olan Kukiler arasında altı aydır şiddet olaylarına tanık olan ve yalnızca kabaca 3,5 milyonluk nüfusu ile Hindistan Birliği’nin en küçük devletlerinden biri olan Manipur da bir grup huzursuz Kuzeydoğu devleti olan yedi kız kardeşlerden biri. 2019’da Manipur devletinin muhalif siyasi liderleri tek taraflı olarak Hindistan’dan bağımsızlıklarını ve Britanya’da sürgünde bir hükümet kurulduğunu ilan etmişti. Manipur, Britanya’nın Hindistan’daki sömürge hükümetini sona erdirmesinden iki yıl sonrasına kadar özerk kaldı, ancak 1949 yılında Hindistan’ın bir parçası hâline geldi. O zamandan bu yana onlarca yıldır şiddetli ayrılıkçı hareketlere tanık oluyor. Manipur aynı zamanda Nagaland gibi Myanmar’a da sınır komşusu.

Ve Manipur da çok etnik gruptan oluşan, çok dilli, çok dinli bir devlet. Tepe bölgelerinde genel olarak Naga kabileleri ve Kuki-Chin-Zo kabileleri olmak üzere iki etnik gruba ayrılan 33 kabile var. Naga kabilelerinin kendi aralarında ortak bir dili yok, ancak ortak mit ve tarihsel gerçeklere dayanarak politik özlemleri Nagaland, Assam, Arunachal ve Myanmar Nagaları ile bütünleşmiştir. Naga’nın ayrı bir ulus talebi Hindistan’ın bağımsızlığından önce başlamıştı. Kuki-Chin gruplarının kendi aralarında iletişim kurabilecekleri ortak bir dil var ancak yakın zamana kadar genel olarak ortak bir politik platform oluşturulamıyordu. Bereketli Manipur vadisinde ise Meitei (yedi klandan oluşan bir topluluk) ve Meitei-lon dilini konuşan Meitei-Pangal (Manipur Müslümanları) etnik grupları var ve bunların arasında da çatışmalar söz konusu.

Çoğunlukla Imphal Vadisi’nde yaşayan Meiteiler nüfusun yüzde 53’ünü oluştururken tepe bölgelerinde yaşayan kabile toplulukları Naga kabileleri yüzde 24 ve Kuki/Zomi kabileleri ise yüzde 16 olmak üzere nüfusun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor ve şiddetin günlük yaşamın bir parçası olduğu bu bölgede hemen her etnik topluluğun birbiri ile çatışması söz konusu iken çatışma üvey anne muamelesi gördükleri iddiası ile Hindistan’dan bağımsızlık talebi çizgisinde Birlik hükümetine karşı da yürütülüyor.

En bilineni Keşmir sorunu

Pakistan, Hindistan, Çin ve Afganistan arasında sıkışmış ve Tacikistan’a yakın olan Keşmir, alt kıtanın en tartışmalı ve askerileştirilmiş bölgelerinden biri. 1947’den bu yana Hindistan ile Pakistan arasında ciddi bir çekişme konusu hâline geldi ve birçok savaşa sahne oldu. Hindistan için çok kültürlülüğü, çeşitliliği ve çoğulculuğu simgeliyor. Öte yandan Pakistan’a göre Keşmir’in Müslüman çoğunluğu, devleti kendi sınırlarının doğal bir parçası hâline getiriyor.

26 Ekim 1947’de Keşmir’in Hindu hükümdarı Maharaja Hari Singh, prens devletini yeni kurulan Hindistan Cumhuriyeti’ne entegre eden katılım belgesini imzaladı. Çatışma yine de çözülmedi. Birleşmiş Milletler devletin geleceğine karar vermek için bir referandum planladı ancak bu, çözüme hiçbir katkı sağlamadı. 1949’da kurulan kontrol hattı, devleti Hindistan ile Pakistan arasında böldü. Beşte ikisi batıda Azad veya özgür Keşmir olarak kuzeyde ise Gilgit Baltistan olarak Pakistan’a bağlandı. Geriye kalan beşte üçü ise Hindistan Birliği’nin parçası hâline gelen Jammu ve Keşmir devletini oluşturuyordu. Hindu çoğunluğa sahip Jammu bölgesi ve etnik kültürel olarak Tibet’e bağlı olan Budist çoğunluğa sahip Ladakh bölgesi dışında nüfusunun büyük bir kısmı Müslüman. 1962’de Hindistan ile yapılan savaşın arifesinde Çin, Aksai Chin yüksek platosunun ve daha sonra 1963’te Pakistan’a bırakılan Shaksgam vadisinin kontrolünü ele geçirdi.

Jammu ve Keşmir devleti Hindistan Anayasası’nın 370. maddesi hükümlerine göre özel statüye sahipti ve önemli ölçüde özerkliğe sahipti. Keşmirli olmayanlar mülk sahibi olamıyordu ve kendi bayrağına sahip tek devlet konumundaydı. Devletteki demokratik seçim kurumunun sorunlu olduğu ortaya çıktı. İlk yasama seçimleri diğer Hindistan devletlerinden on yıl sonra yalnızca 1962’de gerçekleşti. 1980’lerden itibaren artan isyanlar, askeri baskılar ve açık çoğunluğa sahip seçilmiş hükümetler kurma konusundaki yetersizlik, yasama meclisinin sık sık askıya alınmasına ve Hindistan hükümetinin doğrudan yönetimi dayatmasına yol açtı. Bu süreçte geleneksel olarak bölgede barışçıl bir Sufizm olan İslam radikalleşti ve halk büyük ölçüde merkezî hükümete düşman oldu. Çok sayıda siyasi parti ve militan grup ortaya çıktı. Bunlar arasında Cemaat-i İslami Pakistan’a entegrasyonu destekliyor, Jammu ve Keşmir Kurtuluş Cephesi Keşmir’in bağımsızlığını talep ediyor. 2019 yılında BJP liderliğindeki Hindistan merkezî hükümeti Jammu ve Keşmir’in Anayasa’da yer alan özel statüsüne son verdi. Askeri baskı ve radikal aşırılıkçı tutumlar soruna geniş çapta kabul edilebilir bir çözüm bulunmasını engellerken Hindistan Birlik hükümeti hâlihazırda kendi normalini gerçekleştirmiş durumda.

Son olarak Hindistan’ın en güney ucundaki iki devletten büyüğü olan ve kendisini uzun süredir Kuzey Hindistan’ın hegemonyasına karşı bir siper olarak gören kabaca 80 milyonluk nüfusu ile Tamil Ülkesi Tamil Nadu,  1960’larda Hintçenin Hindistan’ın tek resmi dili olarak dayatılması önerisine karşı şiddetli protestolara tanık oldu ve bugün hâlâ resmi dili dünyada en uzun süre hayatta kalan klasik dillerden biri yani Tamil olan Tamil Nadu’da Hint karşıtı ajitasyon düşük ölçekte de olsa devam ediyor. Ayrıca Hindistan etnik güç paylaşımı yoluyla azınlıkları entegre ederek Tamil Nadu’daki ayrılıkçılığı bastırmayı başarmış olsa da Sri Lanka etnik meselesi Tamil Nadu halkı için dolayısıyla Hindistan için hâlâ hassas bir konu.

İki cümlelik bir genel sonuç yerine, Hindistan’ın hep övgü ile söz edildiği iç dinamiklerindeki çeşitlilik iki ucu keskin bir kılıçtır ki bu kılıç her zaman iç dünyasında kendisinden daha bütün gibi görünen Çin gibi rakiplerine dünya politikasında kritik bir fay hattı sağlayacaktır. Bu fay hatları da dünya politikasının geleceğinde ülkenin neden tam anlamıyla bir süper güç olamayacağının en başat faktörlerinden biridir ki ülkenin sigortası ve istikrarı köklü ve karmaşık çeşitliliğinin dengede tutulabildiği bir eşgüdümün sağlanabilirliğidir ve bu Hindistan’ı her zaman öncelikli meşgul eden ve yavaşlatan bir faktör olacaktır.

Görüş

Bir eyaletten fazlası: Alberta’nın ayrılıkçılığı üzerine düşünceler

Yayınlanma

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Kanada’nın batısında, uçsuz bucaksız bozkırları, zengin yeraltı kaynakları ve özellikle petrol ile doğal gaz üretimindeki ağırlığıyla bilinen Alberta eyaleti, son yıllarda federal yönetime karşı yükselen seslerle yeniden gündeme geliyor. Vergi, çevre ve enerji politikaları üzerine yaşanan anlaşmazlıklar, zaman zaman “ayrılalım mı?” sorusunu dahi masaya taşıyor. 2021’de yapılan eşitlik transferleri (equalization payments) referandumu ve özellikle 2025 federal seçim sürecinde alevlenen tartışmalar, bu eğilimlerin artık marjinal bir söylem olmaktan çıkıp toplumun daha geniş kesimleri tarafından da sahiplenildiğini gösteriyor.

Ancak Alberta’daki ayrılıkçı talepleri ve çıkışları yalnızca anlık ve öfkeli tepkiler olarak görmek eksik olur. Bu tepkiler, eyaletin tarihsel, ekonomik, kültürel ve çevresel dinamiklerinin kesişim noktasında gelişen çok katmanlı bir yapının ürünü. Ayrılıkçı söylemin yükselişini anlamak için yalnızca Ottawa’ya yönelik siyasi hoşnutsuzluğa değil; Alberta içinde büyüyen gelir eşitsizliklerine, enerji zenginliğinin toplumun geneline yansımamasına ve yerli halkların sistematik dışlanmasına da bakmak gerekiyor.

Kanada, yaklaşık 10 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ikinci ülkesi. Doğudaki Halifax’tan batıdaki Vancouver’a uçuş süresi 5 ila 6 saat arasında değişiyor. Devasa bir coğrafya bu… Sadece yüzölçümüyle değil, aynı zamanda 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan federal yapısıyla, ekonomik ve kültürel çeşitliliğiyle de dikkat çeken bir ülke. Bu çeşitlilik yalnızca farklı etnik kökenlerden gelen toplulukları değil, aynı zamanda bölgesel kimlikleri ve siyasal yönelimleri de kapsıyor. Alberta’daki ayrılıkçılığı da, bu çok katmanlı yapının bir yansıması olarak düşünmek mümkün.

Son yıllarda bazı siyasi aktörler, Alberta’nın sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da Kanada’nın geri kalanından farklılaştığını savunmaya basladilar. Bu görüşe göre Alberta, bireysel özgürlük, girişimcilik ve düşük vergilendirme gibi değerleri önceleyen, kendine özgü bir siyasal kültür geliştirmiş durumda. İlginçtir ki, 2025 federal seçim sürecinde ayrılıkçılığı destekleyen bazı grupların kullandığı söylemler, Amerika’daki Trumpçı çevrelerle dikkat çekici paralellikler taşıyor. Bu da gösteriyor ki Alberta’daki ayrılıkçılık, artık yalnızca ekonomik değil; ideolojik ve kültürel bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda.

Alberta’da Ayrılık Düşüncesinin Kısa Tarihi

Kanada’da ayrılıkçılık dendiğinde akla gelen ilk örnek uzun yıllar boyunca Quebec oldu. Büyük oranda Fransızca konuşan nüfusu ve farklı tarihsel-kültürel yapısıyla Quebec, 1980 ve 1995’te iki kez bağımsızlık referandumu düzenledi. Özellikle 1995’teki referandum yalnızca %1,2 farkla reddedilmişti. Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekiyor: Quebec’te ayrılıkçılık daha çok kültürel kimlik ve anayasal eşitlik talepleri üzerinden şekillenirken, Alberta’daki ayrılıkçılık ekonomik kaynakların paylaşımı, enerji politikaları ve siyasi temsil krizine odaklanıyor.

Alberta’da ayrılma fikri yeni değil. 1930’lu yılların Büyük Buhranı sırasında ekonomik sıkıntılar, halkın tepkisini Ottawa’daki merkezi yönetime yöneltmeye başladı. Bu dönemde iktidara gelen William Aberhart liderliğindeki Social Credit Partisi, eyaletin kendi ekonomik sistemini kurmasını savunuyordu. Merkeze karşı geliştirilen bu tutumlar açıkça “ayrılalım” demese de, Alberta’nın siyasi hafızasında iz bıraktı. (İyi bir Hristiyan olan Aberhart, yalnızca ekonomi politikalarıyla değil, gökyüzüne uzanan ahlak anlayışıyla da hatırlanıyor. Öyle ki, 1960’lara kadar Alberta semalarında uçan ticari uçaklarda, yolcular alkol servisi için eyalet sınırının dışına çıkmayı beklemek zorundaydı. Aberhart’ın etkisi bulutların bile üzerine sinmişti!)

1980’lerde dönemin Başbakanı Pierre Trudeau’nun başlattığı Ulusal Enerji Programı (NEP) Alberta’daki ayrılıkçı eğilimleri yeniden alevlendirdi. Federal hükümetin enerji kaynak ve gelirlerini ulusal ölçekte dengelemeye çalışması, Alberta’da “zenginliğimiz elimizden alınıyor” algısını doğurdu. Bu dönemde başlayan “Trudeau nefreti” bugüne dek canlılığını korudu; Pierre’in oğlu Justin Trudeau da başbakanlığı süresince bu tepkiden fazlasıyla nasibini aldı.

Bu atmosferde, Bati Kanada Konsepti (Western Canada Concept) gibi açıkça ayrılıkçı partiler sahneye çıktı. 2000’li yıllarda Alberta Bağımsızlık Partisi ve Ayrılıkçı Alberta Partisi gibi yapılar ortaya çıksa da geniş bir destek tabanı oluşturamadılar ve marjinal kaldılar.

Ancak 2019 seçimlerinden sonra tablo değişmeye başladı. Alberta’dan Liberal Parti’ye hiç milletvekili çıkmaması, “Ottawa artık bizi temsil etmiyor” söylemini yeniden canlandırdı. 2022’de iktidara gelen Birleşik Muhafazakâr Parti (United Conservative Party – UCP) lideri Danielle Smith, bu eğilimi daha da ileriye taşıdı. Anayasaya uygunluğu tartışmalı olan “Birleşik Kanada İçerisinde Alberta Egemenliği Yasası”nı çıkararak federal yasalara karşı koyma hakkını savundu ve ayrılıkçı söylemi kurumsallaştırmaya başladı.

2023 seçimlerinde UCP yeniden iktidara geldi. Kampanyada “egemenlik” teması ön plana çıkarıldı. Seçimden sonra da özellikle vergi, enerji ve sağlık politikalarında federal hükümete karşı mesafeli bir tutum sürdürüldü. Smith doğrudan bağımsızlığı savunmasa da, onu destekleyen bazı gruplar içinde ayrılık fikri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı.

Bu sürecin zeminini hazırlayan gelişmelerden biri de 2021’de yapılan eşitlik transferleri referandumuydu. Alberta halkının %61,7’si, Anayasa’nın mali eşitliği gözeten 36(2). maddesinin kaldırılmasını destekledi. Bu madde, federal hükümetin eyaletler arasında mali denge ve eşit kamu hizmeti sunumunu gözetmesini öngörüyor. Dönemin eyalet başbakanı Jason Kenney bu sonucu, Ottawa’ya karşı güçlü bir mesaj olarak yorumladı. Bu referandum, ayrılığı doğrudan getirmese de, eyaletin siyasi yöneliminde ciddi bir değişim habercisiydi.

Son olarak, 2025 seçimlerinde Liberallerin yeniden iktidara gelmesi, Alberta’daki güvensizlik duygusunu daha da keskinleştirdi. Seçimin hemen ardından ayrılıkçı söylemler daha görünür hale geldi. Mayıs ayında yayımlanan bir Angus Reid anketine göre, Albertalıların %36’sı Kanada’dan ayrılma yönünde oy vereceğini belirtti. Dahası, %17’si Alberta’nın Amerika’nın 51. eyaleti olmasını desteklediğini söyledi. Bu sonuçlar, yalnızca bir hoşnutsuzluğa değil, aynı zamanda Alberta’da aidiyet, temsil ve yönelim duygusuna dair derin bir tartışmanın varlığına işaret ediyor.

Alberta’nın Petrolü Var, Adil Paylaşım Tartışmalı

Alberta’nın ekonomik yükselişi, 1947’de Leduc’daki büyük petrol keşfiyle başladı. O tarihten bu yana eyalet, Kanada’nın enerji haritasında merkezi bir rol üstleniyor. Bugün Alberta, ülkenin petrol üretiminin yaklaşık %84’ünü gerçekleştiriyor. 2024 verilerine göre eyalette kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) 72.000 Kanada doları civarında. Ancak bu yüksek üretim ve gelir rakamları, geniş halk kesimleri için aynı oranda refah anlamına gelmiyor.

Son on yıla, yani Liberallerin Ottawa’da iktidarda olduğu döneme baktığımızda, sıradan Albertalıların şikâyetlerinde haksız olmadıklarını gösteren pek çok gösterge var. Kanada’nın TÜİK’i (ama biraz daha dürüst ve güvenilir) olan StatsCan verilerine göre Alberta, bu dönemde düşük gelirli nüfus oranındaki artışta ülke genelinde ikinci sıraya yerleşti. Reel ücretlerde, yani enflasyona göre ayarlanmış maaşlarda %10’luk bir düşüş yaşandı. Bu, Kanada’daki en büyük gerileme. Üstelik eyalette asgari ücret, yedi yıldır yerinden kıpırdamadı. Halkın sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimi zorlaştı, elektrik fiyatları, otomotiv sigortası ve okul harçları hızla yükseldi. Alberta bu kalemlerde, diğer tüm eyaletleri geride bırakmış durumda. Toplu taşıma yetersiz, kırsal bölgelerde doktor bulmak giderek güçleşiyor.

Tüm bu tablo, Alberta’da yaşanan ekonomik sıkıntıların federal hükümetin baskısıyla açıklanamayacağını da gösteriyor. Son on yılda petrol üretimi %50’den fazla arttı. TMX boru hattı gibi büyük ölçekli projeler, doğrudan federal bütçeyle finanse edilerek devreye alındı. Üretim arttı, fiyatlar yükseldi. Buna rağmen, bu büyüme istihdam yaratmadı; tam tersine petrol sektöründe 30 binden fazla kişi işini kaybetti. Ücretler düştü, kamu hizmetleri zayıfladı.

Petrol üreticileri ise aynı dönemde 192 milyar dolar gibi rekor düzeyde kâr açıkladılar. Yani Alberta’da değer üretimi sürüyor ama bu değer, eşit bir şekilde paylaşılmıyor. Sorun, dışarıdan dayatılan bir adaletsizlik değil; içeride, servetin paylaşımıyla ilgili derin bir yapısal sorun.

Egemenlik Tartışmalarında Kimin Sesi Eksik?

Alberta’da toprak ve doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel adaletsizliklerden de söz etmek gerekir. Bu noktada yerli halkların durumu, son derece hassas bir boyut kazanıyor. Çünkü onlar için toprak ve çevre yalnızca birer ekonomik kaynak değil; kimliklerinin, tarihsel varlıklarının ve kültürel sürekliliklerinin ayrılmaz bir parçası. Toprak, yalnızca üzerinde yaşanılan bir alan değil; atalarla bağ kurulan, kutsal kabul edilen ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir yaşam alanı. Dolayısıyla çevresel yıkım ya da enerji projeleri, onlar açısından sadece ekonomik değil, doğrudan varoluşsal bir tehdit.

Alberta’daki yerli topluluklar, tarihsel olarak Kanada devletiyle imzalanan antlaşmalarla tanınmış belirli haklara sahip. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında yapılan Altıncı (Treaty 6), Yedinci (Treaty 7) ve Sekizinci Antlaşmalar (Treaty 8), belirli topraklar karşılığında sağlık, eğitim ve avlanma gibi temel hakları güvence altına almış metinler. Bugün Alberta’nın büyük bir bölgesi bu üç antlaşmanın kapsamına girmekte. Her ne kadar bazı Muhafazakâr çevreler bu hakları sorgulasa ve hatta inkar etse de, yerli halkların bu topraklar üzerinde hem yasal hem de tarihsel olarak güçlü hak iddiaları var.

Ne var ki, Kanada’daki pek çok meselede olduğu gibi, ayrılıkçılık tartışmalarında da yerli halkların konumu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Oysa Alberta, bu antlaşmalar kapsamında olan birçok yerli topluluğa ev sahipliği yapmakta. İlk Uluslar Meclisi (Assembly of First Nations) ve birçok yerli lider, Alberta hükümetinin “egemenlik” odaklı söylemlerinde kendilerine yer verilmediğini vurguluyor. Ayrı bir Alberta senaryosunda, bu toplulukların toprak, öz yönetim ve kültürel haklarının nasıl korunacağı sorusu ise oldukca belirsiz. Bu yüzden pek çok yerli örgüt ve sol toplumsal aktör, ayrılıkçılık fikrine mesafeli ve temkinli yaklaşıyor.

Yerli halkların en güçlü endişelerinden biri de çevre meselesi. Birçok yerli lider, Alberta’daki enerji projelerinin hem kendi topraklarına zarar verdiğini hem de geleneksel yaşam biçimlerini tehdit ettiğini açıkça dile getiriyor. Bu nedenle mesele onlar için sadece siyasal temsiliyet değil, aynı zamanda hayatta kalma ve doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam hakkı meselesi…

Zenginlik Yeraltından, Bedel Yeryüzünden

Alberta’nın ekonomik gücünün temelinde, petrol ve doğalgaz üretimi yer alıyor. Ancak bu üretim, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda ciddi çevresel tahribatları da beraberinde getiriyor. Özellikle kuzey Alberta’daki petrol kumları projeleri, dünyadaki en yoğun karbon salınımı yapan endüstriyel faaliyetler arasında sayılıyor. Ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, hayvan yaşam alanlarının bozulması ve aşırı su tüketimi bu faaliyetlerin doğrudan sonuçları arasinda. Bilim insanları, Alberta’nın mevcut enerji politikalarının, Kanada’nın iklim taahhütlerini yerine getirmesini imkânsız hale getirdiğini defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.

Ne var ki bu çevresel yıkım herkesi eşit biçimde etkilemiyor. Yerli topluluklar başta olmak üzere kırsal bölgelerde yaşayan halk, bu tahribatı hem ekonomik hem yaşamsal düzeyde doğrudan hissediyor. İçme suyuna erişim, sağlığa dair artan riskler, geleneksel avcılık ve balıkçılıkla geçinen toplulukların yaşam alanlarının daralması, mevcut üretim modelinin yol açtığı derin izlerden.

Ayrılıkçılık söylemlerinde sıkça tekrar edilen “doğal kaynaklarımızdan yeterince faydalanamıyoruz” şikâyeti, bu bağlamda oldukça dar bir perspektifi yansıtıyor. Çünkü burada kaynaklardan “faydalanmak”, yalnızca ekonomik kâr üzerinden değerlendiriliyor. Oysa bu üretim sürecinin hem insanlar hem de doğa üzerinde yarattığı tahribat, bu zenginliğin kimler tarafından ve nasıl paylaşıldığı sorusunu da beraberinde getiriyor.

Bu yüzden Alberta’daki toplumsal huzursuzlukları ve ayrılıkçı eğilimleri değerlendirirken, yalnızca siyasi ve ekonomik boyutlara değil, doğayla kurulan bu yıkıcı ilişkiye de dikkat kesilmek gerekiyor. Aksi hâlde tartışmalar sadece para ve kâr üzerinden yürür; yaşamın kendisi görünmez kalır.

Sonuç: Ayrılık Değil, Yüzleşme Zamanı

Bugün Alberta’daki ayrılıkçılık talebi, yalnızca anlık bir öfkenin ürünü değil; uzun süredir derinlerde biriken eşitsizliklerin, kimlik gerilimlerinin ve dışlanmışlık hissinin su yüzüne çıkış biçimlerinden biri.
Ancak bu taleplerin ardına dikkatle bakıldığında, ayrılıkçılığın kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler de yavaş yavaş belirginleşiyor. “Ottawa bizi engelliyor” diyenler, Alberta içinde artan gelir uçurumunu, petrol zenginliğinin bir azınlıkta yoğunlaştığını, kamu hizmetlerine erişimin giderek zorlaştığını ya göz ardı ediyor ya da dile getirmekten kaçınıyor.

Dahası, ayrılıkçı retorik çoğu zaman yerli halkların tarihsel ve hukuki haklarını, doğayla kurdukları yaşamsal bağları ve Alberta topraklarında süregelen çevresel yıkımı da görünmez kılıyor. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan topluluklar, yalnızca siyasi olarak değil, varoluşsal olarak da dışlanıyor. Oysa mesele, yalnızca eyaletin Ottawa ile olan ilişkisi değil; eyaletin kendi içinde kime kulak verdiği, kimi yok saydığı ve kimin pahasına büyüdüğüdür.

Bugün Alberta’da ciddi bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olunduğu inkâr edilemez. Ancak çözüm, ‘dış güçleri’ suçlamaktan değil; içerideki toplumsal eşitsizliklerle yüzleşmekten ve doğayla daha sürdürülebilir bir ilişki kurmaktan geçiyor. Bu nedenle mesele, ayrı bir Alberta kurmak değil; herkesin sesinin duyulduğu, adaletin ve ortak refahın paylaşıldığı bir Alberta’yı mümkün kılma meselesidir.

Okumaya Devam Et

Görüş

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

27 Mayıs’ta, AB’nin 27 üyesi Avrupa savunma sanayisini güçlendirmeye yönelik büyük bir planı onayladı. Bu, Avrupa’nın savunma politikasının ABD öncülüğündeki NATO sistemine bağımlılıktan uzaklaşıp bağımsızlık ve öz yeterliliğe yöneldiğini gösteriyor. Bu büyük değişim, ay sonunda yapılacak NATO zirvesinde savunma harcamalarının önemli ölçüde artırılmasıyla kısmen onaylanacak. Aynı zamanda, AB’nin hem siyasi lideri hem de ekonomik motoru konumundaki Almanya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez büyük çapta kalıcı birliklerini yurtdışına konuşlandırıyor. Bu, Almanya’nın uzun süredir benimsediği yurtiçi savunma çizgisinden çıkıp Avrupa savunmasında öncü rol üstlenmeye başladığı anlamına geliyor. Bu üç önemli gelişme, dünyanın tanıdığı Batı bloğunun çözülmekte olduğunu simgeliyor, Avrupa güvenlik yapısının yeniden şekillendiğine işaret ediyor ve Almanya ile Rusya’nın doğrudan çatışmaya sürüklenmesi, hatta Avrupa’nın yeniden büyük çaplı bir savaşa girmesi konusunda uzun vadeli endişeleri tetikliyor.

27 Mayıs’taki Brüksel toplantısında, Avrupa Konseyi, AB tarihinin en iddialı savunma planlarından biri olan “Avrupa Güvenlik Eylemi”ni resmen onayladı; plan 29 Mayıs’ta yürürlüğe girecek. Bu plana göre, AB finans piyasalarından 150 milyar avro toplayacak ve bunu üye ülkelere savunma sanayilerini geliştirmek, askeri teçhizat üretimini artırmak ve genel AB askeri-stratejik kapasitesini iyileştirmek için kredi olarak verecek.

Bu 150 milyar avroluk yatırım sadece ilk adım; kıtanın yeniden silahlanmasına yönelik çok daha büyük bir stratejinin parçası. AB Komisyonu, önümüzdeki on yıl içinde toplamda 800 milyar avro toplama hedefinde. Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, bunu “bir nesilde bir kez görülecek bir an” ve Avrupa’nın stratejik özerkliğe doğru attığı belirleyici bir adım olarak nitelendirdi.

Plan kapsamında, üyeler ortak satın alma yoluyla silah alırken bu krediden faydalanabilecek. Krediden yararlanmak için proje bileşenlerinin en az %65’i AB’den, AB aday veya potansiyel aday ülkelerden ya da AB ile savunma anlaşması imzalamış ülkelerden (Norveç, Birleşik Krallık, Moldova, Ukrayna, İzlanda, İsviçre, Kuzey Makedonya, Arnavutluk ve Asya’dan Japonya, Güney Kore gibi) gelmeli.

Bu, ABD, Türkiye ve İngiltere gibi AB dışı üreticilerin ihalelere sınırlı şekilde katılabileceği anlamına geliyor: her projede en fazla %15, bazı sıkı şartlarla %35. Bu şartlar arasında AB yüklenicileriyle mevcut işbirliği veya iki yıl içinde AB’li yükleniciye geçiş taahhüdü yer alıyor.

AB’nin teknolojik egemenliğini korumak için merkezi bir kurum, üçüncü ülkelerin Avrupa’da üretilen teçhizata uzaktan erişimini engelleyecek. Bu, ABD yazılım şirketlerinin “Avrupa Güvenlik Eylemi” kapsamında geliştirilen insansız hava araçlarına katılımını sınırlandıracak. Ayrıca, ölçek ekonomisini artırmak, birlikte çalışabilirliği geliştirmek ve savunma sanayiinin parçalanmasını önlemek amacıyla, krediden yararlanmak için en az iki ülkenin ortak alım yapması gerekiyor. İstisnai durumlarda tek ülke de alım yapabiliyor.

İlk 150 milyar avro; top mermisi, füze, İHA, hava savunma sistemi, askeri nakliye uçağı, siber savunma ve yapay zekâya yönlendirilecek. Analistler, bu önceliğin, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle tükenen AB konvansiyonel silah stoklarını yenilemeye ve Ukrayna’nın savaş kabiliyetini desteklemeye yönelik olduğunu düşünüyor.

AB’nin bu büyük savunma bütçesi, dünyadaki tarihi değişimlere verilen kaçınılmaz bir yanıt; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücünü artırmaya yönelik önemli bir adım. Aynı zamanda Trump döneminin izolasyoncu ABD’si ile Avrupa arasındaki uzaklaşmanın da sonucu. AB liderleri, ABD’nin Rusya ile barış arayışı bahanesiyle Ukrayna’yı ve Avrupa’yı terk ettiğine inanıyor. Artık ABD’ye güvenemeyeceklerini, hatta olası bir Avrupa savaşı durumunda ABD’nin eskisi gibi kurtarıcı olmayacağını düşünüyorlar.

Buna paralel olarak, NATO Genel Sekreteri Rutte, 24–25 Haziran’da yapılacak NATO zirvesinde üyelerin 2032’ye kadar savunma harcamalarını GSYH’nin %3,5’i düzeyine çıkarması ve buna ek olarak %1,5 savaşla ilişkili harcamalar yapması konusunda anlaşmasını umuyor. Bu toplamda GSYH’nin %5’i demek—bu, ABD’nin uzun süredir talep ettiği %2 hedefinin iki katı. ABD, Kanada ve Türkiye hariç tüm NATO üyeleri Avrupa’da bulunduğundan, bu yük Avrupa’nın omuzlarında olacak ve ABD’nin bir gün NATO’dan tamamen çekilmesine karşı hazırlık anlamına geliyor.

Trump’ın ilk döneminde ABD, bazı Avrupa ülkelerini %2’ye ulaşmaları için NATO’yu dağıtmakla tehdit etmişti. İkinci döneminde ise bu oranı %5’e çıkarma baskısı arttı. Yeni Genel Sekreter Rutte’nin arabuluculuğuyla NATO dışişleri bakanları 14 Mayıs’ta bu yeni hedefi ilk kez tartıştı ve “%3,5 + %1,5” şeklinde bir uzlaşmaya vardı: İlki silahlı kuvvetler için, ikincisi savaşla ilgili altyapılar için. Bu, Avrupa NATO üyelerinin askeri harcamalarının 2024’teki 476 milyar dolardan 7 yıl içinde 1,15 trilyon dolara çıkması anlamına geliyor. En güçlü ekonomi olan Almanya’nın savunma bütçesi 52 milyar avrodan 215 milyar avroya çıkarılacak.

NATO Askeri Harcamalarının İki Katına Çıkması, Yalnızca Trump Yönetiminin Doğrudan Baskısından Kaynaklanmıyor, Aksine ABD’nin Yükü Kaydırmasının Yarattığı “Avrupa Paniğinin” Sonucu

NATO’nun askeri harcamalarının iki katına çıkması, açıkça sadece Trump yönetiminin doğrudan baskısının sonucu değil; asıl olarak ABD’nin üzerindeki yükü başkalarına kaydırması ve kendi görevini yerine getirmemesinin tetiklediği “Avrupa paniği”nin bir sonucudur. NATO’nun Avrupa’daki ortakları isteksiz olsalar da kaotik bir gerçeklik ve belirsiz bir gelecekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Dünya düzeninde büyük değişimlerin yaşanması yadsınamaz bir tarihsel süreçtir; ABD’nin gücündeki düşüş ve liderlik isteğinin azalması giderek güçlenen bir eğilimdir; Rusya’nın jeopolitik baskısı ise hem yakın hem de uzun sürelidir. Bu üç faktör, Avrupa’nın stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma öz yeterliliği yönündeki adımlarını, ideal ve slogandan bilinçli ve gönüllü stratejik tercihlere dönüştürmüştür.

Avrupa’nın savunma gücünü güçlendirmesinin üçüncü göstergesi olan ve en güçlü AB üyesi ve NATO Avrupa ortağı olan Almanya, askeri yapılanma, özerklik ve duruş açısından yeni ve tarihi adımlar atmış; II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez zırhlı birliği tamamen yeniden yapılandırarak yurtdışına kalıcı olarak konuşlandırmak gibi çarpıcı bir adım atmıştır.

22 Mayıs’ta Almanya Federal Ordusu’nun 45. Zırhlı Tugayı, Baltık’taki NATO müttefiki ve “ön cephe ülkelerinden” biri olan Litvanya’ya resmen konuşlandırıldı. Bu tugay, özel olarak yurtdışı muharebeleri için kurulan mekanize bir birlik olup yaklaşık 5000 askerlik tam teşkilata sahiptir ve 2027’ye kadar tamamen konuşlandırılması beklenmektedir. Litvanya’nın başkenti Vilnius yakınındaki Rukla Askeri Üssü’nde konuşlanacak olan birlik, Rusya’nın müttefiki olan Belarus’a sadece 20 kilometre mesafededir. Litvanya, Belarus ve Rusya’nın Baltık bölgesindeki Kaliningrad toprağı ile sınır komşusudur; Litvanya ile Polonya’yı birbirine bağlayan Suwałki Koridoru ise NATO’nun doğu kanadındaki en zayıf savunma noktası olarak kabul edilmektedir.

Almanya Başbakanı Merz, tugayın açılış töreninde yaptığı açıklamada, bu adımın Almanya Federal Ordusu’nun “yeni bir döneme girdiğini” gösterdiğini ve “NATO’nun doğu kanadının savunmasını kendi ellerimize aldığımızı” belirtti. NATO’nun kolektif savunmasına olan bağlılığını yineleyen Merz, Almanya’nın sorumluluk üstleneceğini ve “Avrupalı müttefikleri hayal kırıklığına uğratmayacağını” söyledi. Litvanya Cumhurbaşkanı Nausėda, Almanya’nın bu hamlesini NATO güvenlik yapısı ve Avrupa açısından “kilometre taşı” olarak değerlendirdi. 26’sında Merz, Almanya ve müttefiklerinin artık Ukrayna’ya sağlanan silahların menzilini sınırlamayacaklarını açıkladı. 28’inde ise Almanya, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’e uzun menzilli füze sistemleri geliştirme konusunda yardım sözü verdi.

Almanya’nın zırhlı birliklerini sınıra yakın konuşlandırması, ABD, İngiltere ve Fransa’yı takip ederek Ukrayna’ya sağlanan füzelerdeki menzil sınırını kaldırması ve uzun menzilli füzeler konusunda Ukrayna’ya destek vermesi üzerine, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 28 Mayıs’ta Almanya’yı iki dünya savaşının hatalarını tekrarlamaması konusunda açıkça uyardı. Lavrov, “Almanya’nın savaşa doğrudan karıştığı açık; bu, geçen yüzyılda iki kez çöküşe götüren aynı yolda ilerlediğini gösteriyor,” dedi. Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev de, Almanya’nın ekipman ve uzmanlarının Rusya’ya karşı yürütülen operasyonlara doğrudan katıldığını belirterek, Almanya’nın fiilen Ukrayna çatışmasının tarafı ve Rusya’nın yeniden düşmanı haline geldiğini söyledi.

21 Mart’ta, Almanya Federal Meclisi 500 milyar avroluk bir mali paket onayladı. Bu, Almanya’nın uzun süredir uyguladığı “borç freni” merkezli mali disiplin politikasından vazgeçtiği anlamına geliyor. Bu paket, hükümete savunma ve altyapı yatırımları için büyük çaplı borçlanma imkânı tanıyor. Alman parlamentosu, savunma ve siber güvenlik harcamalarına yönelik anayasal kısıtlamaları kaldırarak Anayasa’da değişiklik yaptı. 2025 savunma bütçesine 100 milyar avro eklenmesi planlanıyor; önümüzdeki 10 yılda toplam savunma harcamaları 1 trilyon avroya ulaşabilir. Bu bütçe, Almanya’nın teknolojik açıdan geri kalmış olan savunma teçhizatını modernize etmek ve savunma gücünü, savaş kabiliyetini ciddi oranda artırmak için kullanılacak. Reuters’ın haberine göre NATO ayrıca Almanya’dan yaklaşık 40.000 askerlik yedi yeni tugay daha tahsis etmesini isteyecek. Bu sayede Rusya’ya karşı savunmada toplam birlik sayısı 35 ila 50 tugaya ulaşacak. Sadece bu hedef bile Almanya’nın mevcut hava savunma kapasitesini dört katına çıkarmasını gerektirecek.

Merkz Göreve Geldikten Sonra NATO-Rusya Cephe Hattına Asker Gönderdi: Tarihsel Endişeleri Artıran Adımlar

Merkz göreve geldikten hemen sonra NATO ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği cephe bölgelerine asker sevk etme kararı aldı ve Ukrayna’nın Batı silahlarıyla Rus topraklarını vurmasına izin vereceğine dair açıklamalar yaptı. Bu tür eylem ve söylemler, sadece Almanya, Avrupa ve hatta NATO ile Rusya arasındaki askeri gerilimi artırmakla kalmıyor; aynı zamanda iki dünya savaşının acı hatıralarını—özellikle Almanya ile Rusya’nın Finlandiya Körfezi ve Baltık Denizi üzerindeki etki alanı için savaşa tutuştuğu trajik dersleri—canlandırma riski taşıyor.

Almanya, her iki dünya savaşının da çıkış noktasıydı. II. Dünya Savaşı sonrası toprakları parçalandı, militarizm ve Nazi ideolojisi kökten tasfiye edildi. ABD uzun yıllar boyunca Almanya’da ağır askeri varlık bulundurarak stratejik baskı uyguladı ve Almanya’yı NATO’nun kolektif savunma sistemine entegre etti; böylece Avrupa’da uzun süreli barış ve güvenlik sağlandı. İki dünya savaşının derslerinden hareketle, Almanya savaş sonrası dönemde düşük düzeyde silahlanmaya gitti, bağımsız bir askeri sanayi üretim sistemine sahip olmadı ve dış politikasında uzun süre pasifist bir çizgi izledi.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin stratejik geri çekilmesi ve askeri odağını Asya-Pasifik’e kaydırması, ayrıca İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla birlikte, giderek güçlenen Almanya hem Fransa ile birlikte AB’nin “siyasi ikilisi”nden biri haline geldi, hem de AB’nin benzersiz ekonomik motoru oldu. Almanya’nın büyük güç olarak konumu gittikçe yükselirken, Avrupa’nın stratejik özerkliği, diplomatik bağımsızlığı ve savunma gücü inşasındaki rolü ve farkındalığı da artmaktadır. Almanya’nın tek başına yeni bir Avrupa savaşı başlatması muhtemel olmasa da, Ukrayna’yı savunarak Avrupa savunma bağımsızlığını sağlamaya yönelik iradesi gittikçe güçleniyor ve bu da Rusya ile ilişkilerde daha fazla gerginlik ve barut kokusu yaratıyor. Eğer Merz hükümeti mevcut çizgide daha da ileri giderse, Rusya ile sıcak çatışma ihtimali dışlanamaz. Almanya ile Rusya arasında bir savaş durumu ortaya çıkarsa, NATO’nun kolektif savunmayı düzenleyen 5. maddesi devreye girecek ve tüm NATO’nun Rusya ile bir dünya savaşına sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.

Avrupa ve Almanya uzmanı ünlü akademisyen Profesör Jiang Feng, bir zamanlar şöyle demişti: “Geçmişte ortaya çıkan ‘kültürle ikna’ fikri, Avrupa’nın uluslararası siyasete katkısıydı; ancak bugün bu neredeyse tamamen unutuldu. Yerine ise dış politika ve güvenlik politikalarının askerileşmesi eğilimi geçti. Bu eğilim artık Avrupa ve Almanya’daki siyasi tartışmaların merkezine yerleşti… Alman diplomasisinin cesarete ihtiyacı var; Kant’ın ‘ebedi barış’ vizyonuna bu çağda uygun yeni bir düşünsel alan açılmalı. Daha fazla silah ve daha büyük tatbikatlarla daha fazla güvenlik ve barış yaratmaya çalışmak, tam tersi sonuçlar doğurabilir.”

“Trump 2.0”ın sarsıcı etkisi karşısında, umutsuz Avrupa sanki “Amerikasız bir çağ”a doğru geri dönüşü olmayan bir şekilde ilerliyor; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücü üzerinden “Avrupa yolu”na yöneliyor. Avrupa, uzun süredir faydalandığı “ABD gölgesinde barış” dönemini terk etmeye hazırlanıyor; bunun yerine, Avrupa ile Rusya’nın oluşturduğu “yeni kıta”yı şekillendirmeyi ve yerle bir olmuş Ukrayna’yı onarıp onu “yeni Batı”nın bir parçası haline getirmeyi hedefliyor. Ancak bu hedef, gerçeklikten oldukça kopuk; bu nedenle yeni ve dengeli bir çözüm yolu aranmalıdır.

İki kez dünya savaşına neden olmuş ve iki kez yıkımı yaşamış Almanya da yeni bir yol ayrımında duruyor: NATO ittifakını genişleterek Rusya ile uzun süreli stratejik cepheleşmeyi mi sürdürecek, yoksa zamanında geri adım atarak Rusya ile kapsamlı bir barış mı tesis edecek? Kalıcı barış, kapsamlı güvenlik ve ortak refaha dayalı bir Avrupa’yı birlikte mi inşa edecek? Bu sadece Merz hükümetinin siyasi iradesini ve stratejik manevra kabiliyetini değil, aynı zamanda tarihsel muhakemesini ve bilgece karar alma becerisini de sınayacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Çekya Temsilciler Meclisi, Ceza Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle Nazizm ve Komünizmi ‘insan haklarını ve özgürlükleri bastırmayı amaçlayan ideolojiler’ arasında sayarak, bu ideolojilerin ‘teşvik edilmesini’ suç kapsamına aldı. 

30 Mayıs’ta kabul edilen yasa değişikliği, mecliste bulunan 160 milletvekilinden 86’sının oyuyla geçti; karşı oy ise kullanılmadı. 

Yasa, Senato ve Cumhurbaşkanı’nın onayını alması halinde 2026 yılında yürürlüğe girecek. 

Yasa tam olarak ne diyor?

Ceza Kanunu’ndaki değişikliklere göre, ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketin kurulması, desteklenmesi ve propagandası’ için bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası öngörülürken, bu ‘suçun’ basın, film, televizyon, internet üzerinden, organize bir grubun üyesi olarak işlenmesi ve devletin tehdit altında veya savaş halinde olduğu bir zamanda işlenmesi halinde ceza üç yıldan on yıla kadar hapis cezasına çıkacak. 

Suç tanımlamasında ‘organize bir şekilde’ ifadelerinin geçmesi siyasi parti organizasyonunu, ‘devletin tehdit altında olması’ ise Rusya-Ukrayna savaşını akıllara getiriyor. 

Yasa ayrıca, ‘logolar, bayraklar, rozetler, üniformalar ve bunların parçaları, sloganlar, ifadeler, açıklamalar, selamlaşma şekilleri, liderler veya bu hareketin liderlerinin konuşmalarını tasvir eden semboller’ yoluyla ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketi propagandaya yönelik eserlerin yayılmasını’ veya satılmasını da  üç yıla kadar hapis, para cezası veya malın müsaderesi (el konması) ile cezalandıracak. 

Yasanın doğrudan komünizmle ilgili kısmı ise şu ifadelerle aktarılmış:

“Kim Nazizm, Komünizm veya başka bir insanlığa karşı işlenen suçu, savaş suçunu veya barışa karşı suçu alenen inkar eder, şüpheye düşürür, onaylar ya da haklı göstermeye çalışırsa, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Yasadaki tek ‘cezasızlık’ şartı ise, bu simgelerin eğitim, araştırma, sanat, güncel veya tarihî olaylar hakkında haber verme amacı taşıması. Yasa metninde bulanık ifadelerle aktarılsa da, komünizm sembollerinin propaganda mı yoksa haber verme amacı mı taşıdığına, muhtemelen o simgeleri kimin kullandığına göre karar verilecek. 

Yasanın söz konusu ‘bulanık’ ifadeleri, ülke genelinde bir hukuk tartışması başlatmış durumda. Zira, ülkede komünist semboller yasaklanırken, tam olarak bu simgeleri kullanan dikkat çekici bir siyasi parti bulunuyor: Bohemya ve Moravya Komünist Partisi (KSČM).

Çekya’da aktif bir komünist partinin bulunması ise, “Tasarı partinin kapatılmasıyla” sonuçlanabilir mi?” sorusunu gündeme getirdi. Komünistler ise, söz konusu tasarının tam olarak KSCM’yi engelleme amacı taşıdığı görüşünde. 

Komünistler ve ‘Yeter!’ hareketi

Çekya’da komünistler, Ekim ayında düzenlenecek 2025 Çekya parlamento seçimlerine “Stačilo!” (Yeter!) adlı yeni bir siyasi oluşum çatısı altında katılmayı planlıyor. ‘Yeter’ hareketi, komünist partinin yanı sıra Birleşik Demokratlar – Bağımsızlar Birliği  (SD-SN) ve Çek Ulusal Sosyalist Partisi (CSNS) gibi diğer sol eğilimli partilerin üyelerini de içeren bir çatı örgütü. 

2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde bir seçim koalisyonu olarak kurulan bu yapı, 10 Ekim 2024’te resmi olarak siyasi parti statüsüne kavuşmuştur. Hareketin tek bir siyasi parti formuna bürünmesinin nedeni ise, seçimlerde koalisyonlara uygulanan yüzde 11’lik seçim barajı yerine, partilere uygulanan yüzde 5’lik barajdan yararlanabilmek. 

Komünist Parti kapatılabilir mi?

Anayasa hukuku uzmanı Ondřej Preuss, Çek medyasına yaptığı açıklamada, tasarının tek başına komünist partinin kapatılmasına yetmeyeceği görüşünde. 

“Bir yanda komünist hareketlerin propagandası yasaklanıyor, öte yandan bu ismi taşıyan bir parti hâlâ faaliyet gösteriyor ve hatta Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor.” Preuss, bir siyasi partinin kapatılması için Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yeterli olmadığını, bunun için hükümetin girişimiyle Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararının gerekli olduğunu ifade ediyor. 

Komünistler ise, yasa değişikliğine sert tepki gösterdi. KSČM sözcüsü ve “Yeter!” hareketinin adayı Roman Roun, bunun tamamen seçim öncesi bilinçli bir saldırı olduğunu belirterek, “Bize karşı yoğun bir baskı var. Her şey seçimden hemen önce bir araya geldi. Amaç bizi itibarsızlaştırmak” ifadelerini kullandı. 

Tasarıyla birlikte yasaklanan ‘orak çekiç’, KSČM’nin resmi logosunda bulunmasa da, çeşitli etkinliklerde sıkça kullanılan bir simge. 

Partinin önde gelen isimlerinden ve Sovyet devriminin öncüsü Vladimir Lenin’e yazdığı şiir nedeniyle gündeme gelen Petra Prokšanová ise, tasarıya “Bizi susturmaya çalışanlar, bunu en son Naziler döneminde denedi. Ancak o zaman da komünistler direndi ve Nazizm yenilgiye uğradı” ifadeleriyle tepki gösterdi. 

Yasa ne anlama geliyor?

Çekya’da komünist sembollerin yasaklanması, yalnızca iç hukuk düzenlemesinden daha fazlası. Bu yasa aynı zamanda, Avrupa’nın kökleşmiş ideolojik antikomünist reflekslerinin güncel bir yansıması olarak kabul edilebilir. 

Avrupa’da uzun yıllardır komünizm, tıpkı nazizm gibi otoriter ve totaliter bir tehdit olarak görüldü. Rusya-Ukrayna Savaşı ise bu refleksleri daha da güçlendirdi. Avrupa ülkeleri, Putin yönetimini Sovyetler’in devamı gibi algılamaya başladı. Hatta, Rusya lideri Vladimir Putin’in ‘Sovyetler’i yeniden kurmaya çalıştığı’ gibi iddialar dahi gündeme geldi. 

Bu algı, yalnızca Rusya’ya karşı değil, Rusya’yla tarihsel ve politik düzlemde benzerlik taşıdığı düşünülen akımlara karşı da bir savunma hattı örülmesine yol açtı. Çekya yasasında yer alan ‘tehdit altındaki durum’ ya da ‘savaş hali’ gibi muğlak ifadeler de, bu refleksin hukuki dile yansımasından ibaret. 

Her ne kadar yasa doğrudan Komünist Partinin kapatılmasını hedeflemese de, bu tür yasaklar komünist/sosyalist hareketlerin faaliyetlerini büyük ölçüde kısıtlayacak. 

Özellikle de Ukrayna savaşına karşı çıkan ve NATO politikalarını eleştiren bir çizgide duran komünist hareketler için, bu düzenleme doğrudan bir susturma girişimi niteliğinde. Açıktan komünizm propagandası yapan KSČM’nin, Ukrayna’da savaşın temel nedenlerinden birinin NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve ABD’nin müdahaleci politikaları olduğunu savunması, kendini ‘Rus tehdidi altında’ hisseden sağ hükümet tarafından bir ‘bilgilendirme’ olarak mı, yoksa ‘komünist propaganda’ olarak mı tanımlanacak?

Dolayısıyla, Avrupa’da komünist sembollere yönelik yasaklar, komünizmin temsil ettiği değerler kadar, güncel siyasete de müdahale edilmeye çalışıldığını gösteriyor.

https://www.aspi.cz/products/lawText/1/68040/1/2/zakon-c-40-2009-sb-trestni-zakonik/zakon-c-40-2009-sb-trestni-zakonik?utm_source=chatgpt.com

https://www.seznamzpravy.cz/clanek/domaci-politika-poslanci-zakazali-propagaci-komunismu-jak-muze-dopadnout-na-kscm-278178 

https://www.forum24.cz/komunismus-stejne-jako-nacismus-snemovna-schvalila-navrh-na-zakaz-propagace-komunismu 

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English