DÜNYA BASINI
Hindutva’nın İsrail’i kucaklamasını açıklamak
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Son dönemde ırkçı/faşist terörün en insanlık dışı emsallerinden biri Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Manipur eyaletinde, Hıristiyanlara ve Müslümanlara karşı yaşanmıştı. Pogromları gerçekleştiren Hindutva çeteleri, Modi yönetiminden ve yerel kolluk kuvvetlerinden mutlak destek alıyor; Hintli Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’in de hatırlattığı üzere, bu ittifak Hindistan’ın sermaye gruplarının çıkarlarına da uzanıyor ve yağmacı çeteler, dünyanın en zenginleri arasına giren milyarder Guatam Adani’den de medya desteği alıyor: “Sermaye-Hindutva ittifakına oybirliğiyle medya desteği sağlama sürecinin tamamlanması için, hükümetten bir ölçüde bağımsız olan başıboş televizyon kanalının Adaniler tarafından satın alınması hiç de şaşırtıcı değil.”
Öte yandan Hindutva’nın İsrail’e olan hayranlık düzeyindeki yakınlığı incelemeyi hak ediyor. Yeni Delhi merkezli düşünce kuruluşu Politika Araştırma Merkezi araştırmacılarından Angshuman Choudhury, Hindutva ile Siyonizm ideolojilerinin aynılığına dikkat çekiyor.
Hindutva’nın İsrail’i kucaklamasını açıklamak
Angshuman Choudhury
12 Ekim 2023
Şu anda şahit olduklarımız, Siyonizm’den ziyade Hindutva projesinin fıtratı, özlemleri ve on yıllar boyunca ideolojik yönelimleri hakkında daha fazla şey ortaya koyuyor.
İsrail, Hamas tarafından daha önce hiç görülmemiş bir şekilde ve ölçekte düzenlenen koordineli bir saldırıya karşılık olarak Gazze’ye kaba askeri güçle saldırırken, Hint X’si (eski adıyla Twitter) bilindik bir muhabbetle —İsrail ile yaygın dayanışma— çalkalanıyor.
Çoğunlukla sağcı Hindutva çevrelerinden gelen bu destek dalgası pek de yeni değil. Ne zaman Filistin ve İsrail arasında bir gerilim yaşansa ve her seferinde olduğu gibi Tel Aviv Filistinlilere karşı orantısız askeri güç kullansa, bu destek yeniden ortaya çıkıyor.
İnternette eleştirel dayanışma
Hint sosyal medyasının İsrail taraftarı hashtag ve paylaşımlarla dolup taştığı son zaman, İsrail güçlerinin Mescid-i Aksa’ya saldırması ve Filistinli aileleri Doğu Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesinden şiddet kullanarak tahliye etmesinin ardından Hamas ve Filistin İslami Cihad’ın gerçekleştirdiği roket saldırılarına karşılık olarak İsrail Savunma Kuvvetlerinin Gazze’yi bombaladığı 2021 yazıydı.
X’in önde gelen sağcı seslerinden Anşul Saksena, 12 Mayıs 2021’de “Biz Hintliler terörle mücadelede İsrail’in yanındayız. Şimdi İsrail’le dayanışma zamanı,” paylaşımda bulunmuştu.
X’te 129 binden fazla takipçisi olan Alah Alok Srivastava, 13 Mayıs 2021’de “Bugün İsrail’in başına gelenler, gelecekte radikal İslamcı terör karşısında teslim olmayı reddeden HER ülkenin başına gelecektir! Hindistan bunun acısını çok çekti ve bu yüzden İsrail’in yanında durmalıyız,” paylaşımını yapmıştı.
Emekli bir Hint Ordusu binbaşısı ve X’te etkili bir sağcı yorumcu olan Gaurav Arya da 17 Mayıs 2021’de şunu yazmıştı: “İsrail 1971 savaşında, Kargil savaşında, Balakote’de Hindistan’a yardım etti. İsrail diğer operasyonlarda da Hindistan’a yardım elini uzattı. Dolayısıyla Hamas terörünün destekçileri tarafından kandırılıp İsrail’in amaçlarını sorgulamadan önce bir adım geri atıp düşünün.”
Ekim 2023’e gelelim.
Bu seslerin pek çoğu İsrail yanlısı söylemleriyle geri döndü. Kendisini Hint X’sinde İsrail’in en ateşli destekçilerinden biri olarak konumlandıran Arya, durmaksızın Tel Aviv’i destekleyen tweetler atıyor. Bu kez, Hindistan’ın İsrail’e Brahmos süpersonik seyir füzeleri ve Pinaka çok namlulu roketatarlar göndermesini önerecek kadar ileri gitti. İsrail’in Kargil ve Balakot hava saldırıları sırasında Hindistan’a yaptığı yardımları bir kez daha hatırlatarak yazdığı bu yazı şu ana kadar yaklaşık 2 milyon kez görüntülendi: “İsrail Savunma Kuvvetleri, size iyi şanslar ve mutlu avlar diliyorum. Merhamet ya da pişmanlık göstermeyin. Hamas’ı söndürün.”
İsrail’in Hamas’ı ortadan kaldırmakla yetinmeyip (Filistin silahlı direnişinin bilinen destekçisi) İran rejiminin peşine düşmesi gerektiğini öne süren Arya, İsrail-Filistin, Pakistan, Leşker-e-Tayba ve İran arasında tuhaf bir benzetme kuran bir yazı kaleme aldı: “Leşker için nihai çözüm Rawalpindi’de yatıyor. Hamas için nihai çözüm Tahran’da yatıyor.”
Saxena da Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından bu yana oldukça aktif. Hamas militanlarının İsrail’de geçen arabalara ateş açtığını gösteren bir paylaşımda aşağıdaki karşılaştırmayı yaptı: “İsrail, Hindistan’daki 26 Kasım Mumbai saldırısı gibi bir saldırı altında.”
X’te 7,3 binden fazla takipçisi olan bir diğer popüler sağcı ses Şefali Vaydya da bir dizi paylaşımla İsrail’e desteğini ifade etti. 7 Ekim’de şunları paylaştı: “İsrail halkının yanındayım. İsrail devletinin kendisini İslami teröre karşı savunma hakkı vardır. İsrail bu gerilimin tırmanmasını istememişti. İsrail’in yanındayım.”
X’te “#StandWithIsrael” ve “#IStandWithIsrael” hashtag’lerini kullanarak yapılacak üstünkörü bir arama bile, ideal olarak “Hindistan” anahtar kelimesiyle birleştirildiğinde, Gazze’deki kaba kuvvet saldırılarında İsrail’e kişisel desteklerini güçlü bir şekilde ortaya koyan sağcı, Hindutva yanlısı hesaplardan oluşan bir yığın ortaya çıkacaktır. Sadece bu da değil, İsrailli hesaplar tarafından yapılan paylaşımlara verilen yanıtlarda Hindistan’ın sağcılarına destek yağıyor. Hatta bazıları toptan bir ulusal desteği yineleyerek her Hintlinin çatışmada İsrail tarafını desteklediğini ima ediyor. Bu durum, Başbakan Narendra Modi’nin bu kez İsrail’e şahsen verdiği alışılmadık derecede güçlü diplomatik desteğe son derece uygun düşüyor.
Ancak dikkat çekici olan, sağcı ekosistem içindeki belirli bir kesimin İsrail’e kategorik olarak “Hintli” değil, “Hindu” desteği yansıtması. Örneğin, “Samyukta Athreya” adlı mavi tik doğrulamasına sahip bir kullanıcı, İsrail yanlısı bir mavi tik hesabının “The Mossad: Satirical, Yet Awesome” adlı, İsrail Savunma Kuvvetleri personelinin Gazze’ye su tedarikini kestiğini gösteren bir gönderisine aşağıdaki yorumu gönderdi: “Ne yapmanız gerekiyorsa yapın! Hindulardan gelen tüm pozitif enerji kazanmanıza yardımcı olacak!”
Yüz binden fazla takipçisi olan bir başka sağcı hesap da 10 Ekim’de yaptığı bir paylaşımda Hamas’ın İsraillilere yönelik saldırısını Hindistan’da Hindulara karşı muhalefet destekli İslamcı saldırılarla karşılaştırdı.
İsrail’in Hindistan’daki mevcut büyükelçisi Naor Gilon’un bile Hindu-Yahudi dayanışması söylemini güçlendirmeye katılması dikkat çekici. Toronto’da “Hindu Forum Canada” tarafından düzenlenen İsrail yanlısı bir miting hakkındaki bir paylaşımı retweet’leyerek şunları yazdı: “Kardeşliğin sınırları yoktur. Hindular ve Yahudiler Kanada’da teröre karşı ve İsrail’i desteklemek için güçlerini birleştiriyor.”
Aslında İsrail elçisi, Hindistan’ın verdiği desteği ön plana çıkarma konusunda bilhassa aktifti. Gilon, 8 Ekim’de büyükelçilikte düzenlediği basın toplantısında ülkesinin “iş insanları, memurlar, profesyoneller ve sıradan insanlar olmak üzere Hintlilerden büyük destek ve dayanışma” gördüğünü iddia etti.
Bu dayanışma anlatılarını aşırı analiz etme riski her zaman var. Yine de modern Hint siyasetinin keskin dönemeçleriyle ilgilenenler için Hindutva’nın İsrail’i kucaklamasının alt metnini açmaya değer, zira Hindu milliyetçi projesinin fıtratı, on yıllar boyunca arzuları ve ideolojik yönelimleri hakkında Siyonizm’den daha fazla şey ortaya koyuyor.
Yukarıdaki yazılarda yer alan retorikte üç temel tema göze çarpıyor: kültürel milliyetçilik üzerine inşa edilen ulus ötesi dayanışma, ortak bir düşmanın tanımlanması ve paylaşılan hiper-militarizm değerleri. Her üç unsur da birbirini besliyor. Fakat ulusötesi Hindistan-İsrail dayanışmasının eşi benzeri görülmemiş dalgasını gerçekten yapı söküme uğratmak için Hindutva ve Siyonist projelerin ortak tahayyüllerinin daha derinlerine inmemiz gerekiyor.
Yaygın kültürel-milliyetçi hayaller
Hindutva hareketinin Siyonist projeye duyduğu hayranlık 20. yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. Hem VD Savarkar hem de MS Golwalkar —modern Hindutva fikriyatının iki temel direği— karşılaştıkları muazzam zulme rağmen kültürel pratiklerine bağlı kaldıkları için Yahudilere sempati ve hayranlık duyduklarını ifade ettiler. Ancak sadece bununla da kalmayıp, milliyetçi özlemlerine bir Yahudi devleti şeklinde somut bir biçim verdikleri için Siyonistleri örnek aldılar. Bu kültürler arası yakınlığın büyük bir kısmı, erken Hindutva düşüncesinin fıtratında var olan milliyetçi ve ırksal güvensizlik duygusundan kaynaklanıyordu ve bu da nihayetinde düzeltici bir önlem olarak bir Hindu Raştra (ulus) kurma ihtiyacını doğurdu.
New York Şehir Üniversitesi’nde Güney Asya tarihi dersleri veren merhum Satadru Sen’in 2015 yılında Journal of South Asian Studies’de yazdığı makalede belirttiği gibi, Golwalkar “Yahudiler ve Hindularda, ırk gerçekliği ile ulus olma başarısızlığı arasındaki çatışmadan kaynaklanan ortak bir siyasi sorun görmüştür.” Bunch of Thoughts’da Golwalkar, Hindistan’da yaşayan Yahudilerden (ve Parsilerden) “işgalci” olan Müslüman ve Hıristiyanların aksine “misafir” olarak bahseder. Bu, Hindutva’nın Yahudileri Hindu Raştra’nın barış içinde bir arada yaşayabilecek tehditkâr olmayan üyeleri olarak kabul ettiğini yansıtıyor.
Sen’in de gözlemlediği üzere Savarkar da Hinduları ve Yahudileri “ırksal birimler” diliyle çerçevelemişti. Esasında Hinduizm’in bir “ırk” olarak yeniden çerçevelenmesi bugün Hindutva etnik-milliyetçi projesinin temel itici gücü haline geldi. Dil ve kültür gibi diğer birleştirici işaretlerle birleştirildiğinde, hem “Hindu” hem de “Yahudi”, diğer sosyal kimlikleri (Dalitler ve Müslümanlar gibi) yerinden etmese bile, onları ikame edebilecek etnik üst kimlikler olarak yeniden şekillendirilebilir. Bu dönüştürücü karışıma güçlü bir orduya sahip modern bir ulus devleti de eklerseniz, ortaya müthiş bir etno devlet çıkar.
Hindutva entelijansiyasının gözünde İsrail devleti, kültürel iddiayla başlayan ve askeri güç ve dışlayıcı yasalarla korunan etnik bir “vatan” yaratılmasıyla sonuçlanan bu karmaşık arkın çarpıcı bir tezahürü. Yine de bir etno devlet, belirli toprak sınırları olmadan eksik ve etkisiz kalır. Dolayısıyla, bu sürecin önemli bir yönü, toprak ıslahı ve buna bağlı olarak, diğer “vazgeçilebilir” kimliklerin fiziksel olarak yerlerinden edilmesi yoluyla sınırlı bir ulusal alanın üretilmesi; Polonyalı-Yahudi akademisyen Zygmunt Bauman’ın “bahçe devleti” olarak adlandırdığı şeyin yaratılması. Hem eski Hindutva ideologları hem de onların modern siyasi temsilcileri bu zorunluluğu büyük bir samimiyetle kabul ediyor ve İsrail devletinde kopyalanmaya hazır ve oldukça başarılı bir model görüyor.
Bu irredentist “model” kısmen kolonileştirme dürtüsüyle hareket ediyor. Yahudi-İsrailli akademisyen Ilan Pappe’nin yazılarında zekice gözlemlediği üzere, erken dönem Siyonist politika, fıtratı gereği, titizlikle tasarlanmış ve günümüze kadar neredeyse aynı biçimde devam eden bir askeri yönetim rejimi aracılığıyla yerli Filistin nüfusu üzerinde tam kontrol kurmaya dayanıyordu. Kaba kuvvet ve hukuki diktayla sağlanan bu kontrol mimarisi, belirli bir amaca ulaşmak için bir araçtı: Arap Filistin’i Yahudileştirmek. Benzer şekilde, modern Hindutva projesi de Hindu kültürel yörüngesinin dışında kalan belirli bölgeleri, sert güç ve sosyo-hukuki araçların eşit bir karışımını kullanarak Hindulaştırmayı amaçlıyor. Bunlar arasında Keşmir Vadisi en öne çıkanı. Nitasha Kaul gibi akademisyenler, farklı siyasi bağlamları nedeniyle Keşmir ve Filistin arasında doğrudan karşılaştırmalar yapılmaması konusunda haklı olarak uyarıda bulunsa da modern Hindutva elitinin kendisinin her ikisini de benzeştirme eğiliminde olduğu hakikati göz ardı edilemez.
Örneğin Kasım 2019’da dönemin Hindistan’ın New York Başkonsolosu (şu anda Dışişleri Bakanlığı Avrupa-Batı Ortak Sekreteri) Sandeep Çakraborti’nin Keşmirli Pandit gurbetçilerin ev sahipliğinde düzenlenen özel bir etkinlikte yaptığı açıklamaları ele alalım. Çakraborti, 370. Maddenin kaldırılmasıyla ilgili tartışmalar bağlamında yaptığı konuşmada, Keşmirli Panditlerin tıpkı İsrail halkının kendi vatanlarına dönebildiği gibi “kendi yaşam zamanları içinde” vatanlarına dönebileceklerini savundu. Sözünü sakınmadan şunları söyledi: “Dünyada halihazırda bir modelimiz var, neden onu takip etmediğimizi anlamıyorum. Orta Doğu’da bu gerçekleşti. Eğer İsrail halkı bunu yapabiliyorsa, biz de yapabiliriz.” Chakraborty istemeden de olsa modern Hindutva devletçiliğinin temel bir hedefini, yani Keşmir’de mazinin “yanlışlarını” düzeltmek için İsrail tarzı bir yerleşimci-ilhak modelini kopyalamayı ortaya koymuş olabilir. Madde 370’in yürürlükten kaldırılması bu hedefe ulaşma yolunda atılan ilk büyük adımdı.
İşte daha yakın tarihli bir örnek. Jharkhand’ın Godda seçim bölgesinden BJP milletvekili Nişikant Dubey, İsrail ve Hamas arasında devam eden çatışmalar konusunda 8 Ekim’de X’te yaptığı paylaşımda, kıdemli Kongre Milletvekili Jayram Rameş’in “Filistin halkının meşru talepleri” üzerine yaptığı bir paylaşımı alıntıladı. Eski Hindistan Başbakanı Manmohan Singh’in eski Cammu ve Keşmir Kurtuluş Cephesi (JKLF) lideri Yasin Malik ile çekilmiş bir fotoğrafını paylaşan Rameş, Kongre partisinin bir zamanlar Keşmirli Panditleri şiddet kullanarak bölgeden tehcir eden ve şimdi de İsrail’i Tel Aviv’den kovmak isteyen unsurlarla diyalog kurduğunu ima etti.
Bu iddia kulağa ne kadar saçma gelse de Keşmirli ve Filistinli Müslümanları sırasıyla Hintli Hindular ve İsrailli Yahudiler için şiddet yanlısı baş belaları olarak eşanlamlı hale getirmek için kasıtlı olarak tasarllandı. Buradaki alt metin, Keşmirli Panditlerin Hindistan’ın zulüm gören Yahudileri olduğu. İronik bir şekilde bu tahmin, önceki Hint hükümetleri gibi Keşmir meselesinin küresel forumlarda uluslararasılaştırılmasına kararlılıkla karşı çıkan bir hükümetin üst düzey bir üyesinden geliyor.
Ortak düşman, paylaşılan mağduriyet
İşte burada —ortak bir kültürel düşman— Hindutva-Siyonist ilişkisindeki önemli bir köprü görünür hale geliyor. İsrail devletinin kuruluşu, Müslüman Arap güçlerle doğrudan askeri çatışmaya ve çoğunluğu Müslüman olan Arap Filistinlilerin yerlerinden edilmesine dayanıyordu. Bu da onları, uzun zamandır Müslümanları (ve İslam’ı) hayali politik bedenlerine yönelik birincil kültürel tehdit olarak işaretleyen Hindutvavadiler için anında doğal bir yoldaş haline getirdi. Aslında, Siyonist güçlerin “Müslüman tehdidini” dış askeri saldırganlık ve iç kolonizasyon yoluyla kontrol altına alma başarısı, İsrail’i Hindutvavadiler için ideal bir referans noktası haline getiriyor. Kaul’un gözlemlediği gibi, “iki ülkedeki rejimler tarafından savunulan sağcı çoğunlukçu milliyetçi projeler, kendilerini İslamcılar tarafından kuşatılmış ve terörizmle mücadelede kararlı olarak tasvir ediyor.”
Bir kez daha, sık ormanda ipucu aramamıza gerek yok, zira kanıtlar açık alanda apaçık duruyor. BJP’nin kıdemli isimlerinden Subramanyam Swami’nin Ağustos 2019’da Mumbai’de “Hint-İsrail Dostluk Derneği” tarafından düzenlenen İsrailli akademisyen Gadi Taub ile ortak bir panelde yaptığı şu açıklamayı örnek verebiliriz: “Siyon bugün İslamcı aşırılıkçıların saldırısı altındadır ve bu nedenle her ikimiz de [Hindutvavadiler ve Siyonistler] İslamcı terör güçleriyle savaşmak için bir araya gelmeliyiz.” Algılanan mağduriyet ile İslamcı aşırıcılık arasındaki bu uyum, her iki ideolojinin de ayrılmaz bir parçası.
Daha da önemlisi, gerçek bir ortak düşmanın net olarak belirlenmesi, mantıksal olarak bu düşmanı marjinalleştiren hukuki-siyasi bir sistemin yaratılmasına dönüşüyor. Dolayısıyla Hindutva’nın Siyonist projeye duyduğu hayranlık, Hindu Raştra içerisinde Hinduları diğer dini gruplara, özellikle de Müslümanlara göre ayrıcalıklı kılacak hiyerarşik bir vatandaşlık yapısı yaratma arzusuna kadar uzanıyor. İsrail’in “Temel Yasası”, Yüksek Mahkeme tarafından 2021 yılında onaylanan “Yahudi Halkının Ulus Devleti Olarak İsrail” yasası, İsrail’i mutlak bir şekilde Yahudilerin anavatanı olarak kuruyor.
Akademisyen Honayda Ganim’in gözlemlediği üzere, bu yasa dünyanın diğer bölgelerinden gelen Yahudiler için de geçerli ve böylece “[vatandaşlığı] dünyanın dört bir yanından gelen Yahudileri otomatik olarak etnik olarak tasarlanmış bir potansiyel vatandaş rezervine dahil eden sınır ötesi bir etnos olarak yeniden icat ediyor.” Bu, BJP hükümetinin Hindu ve Pakistan, Bangladeş ve Afganistan’dan gelen diğer beş gayrimüslim göçmen grubunu düzenli hale getirmek üzere 2019’da yürürlüğe koyduğu Hindistan Vatandaşlık Değişiklik Yasasının başarmaya çalıştığı şeye çok yakın. Yasa, İsrail “Temel Yasasının” büyük ölçüde başarılı bir şekilde kurumsallaştırdığı belirli bir tür etnik ırksal vatan politikasını yineliyor.
Ne İsrail “Temel Yasası” ne de HVDY (hatta önerilen tüm Hindistan Ulusal Vatandaş Sicili) “istenmeyenleri” fiziksel olarak sınır dışı etmek için tasarlandı. Bunlar sadece, vazgeçilebilir grupları yarı vatandaş, şüpheli vatandaş ya da bazı durumlarda vatandaş olmayanlar haline getirerek bir siyasi ve kültürel çoğunlukçuluk sistemi kurmak üzere tasarlandı. Pappe, The Biggest Prison on Earth (Dünyanın En Büyük Hapishanesi) adlı kitabında, toprakları elde tutma, içindeki insanları kovmama ama aynı zamanda onlara vatandaşlık da vermeme şeklindeki bu benzersiz formülü “rızaya dayalı Siyonist ilmihalin kutsal olmayan üçlüsü” olarak adlandırıyor.
Temsili militarizm
Son olarak, Hindutva ekosisteminin İsrail devletine ve eylemlerine duyduğu sınırsız hayranlık, Hindistan ile İsrail arasındaki ikili ilişkilerin güncel bağlamına yerleştirilmeden anlaşılamaz. Savunma ve teknoloji alanlarında güçlü karşılıklı bağımlılıklar ve yatırımlar içeren, her ikisi arasında yenilenen siyasi ve stratejik işbirliği hakkında halihazırda çok şey yazıldı. Gazeteci ve yazar Esad İsa’nın Mayıs 2022 tarihli haberinin de gösterdiği gibi, iki taraf arasındaki askeri işbirliği tüm zamanların en yüksek seviyesinde ve Hindistan, İsrail’in en büyük silah alıcısı ve kilit ortak üretim ortağı olarak ortaya çıkıyor.
Tüm bunlar, uzun süredir devam eden derin devlet işbirliği mirası, İsrail’in Hindistan’ı Filistin meselesindeki tarafsız tutumundan uzaklaştırma hevesi ve son zamanlarda Batı Asya’da değişen jeopolitik bağlamın Yeni Delhi’nin Tel Aviv ve İsrail’e ısınan Arap monarşileriyle ilişkilerini aynı anda pekiştirmesine olanak tanımasıyla sağlam bir şekilde destekleniyor. Fakat yenilenen siyasi ve askeri işbirliği, iki etnik-ırkçı rejim arasındaki daha derin ideolojik yakınlığın sadece maddi bir tezahürü. En iyi ihtimalle, her ikisinin de hiper militarist milliyetçilik tahayyüllerini paylaşmaları için görünür bir platform sunuyor.
Özellikle Hindistan’ı iddialı bir bölgesel ve küresel askeri güç olarak tasavvur eden modern Hindutva eliti açısından İsrail önemli bir ilham kaynağı. Burada, düşman topraklarının derinliklerinde müthiş caydırıcılık sistemleriyle desteklenmiş, neredeyse aşılmaz bir kale inşa etmiş küçük bir devlet var. Bu anlamda Yeni Delhi’deki yeni siyasi ve güvenlik eliti, Pakistan ve Çin’in “iki cepheli savaş” hayaletiyle karşı karşıya olduğu varsayılan Hindistan’ın İsrail güvenlik modelinden öğreneceği çok şey olduğuna inanıyor.
Bu düşünce Modi hükümetinden önceye dayansa da Delhi’deki mevcut güvenlik doktrininde İsrail modelinden güçlü yankılar taşıyan yeni bir şey var: (son yıllarda Hindistan-İsrail güvenlik bağlarını güçlendirmede kilit bir rol oynayan) Ulusal Güvenlik Danışmanı Ajit Doval tarafından “saldırgan savunma” olarak da çerçevelenen önleyici savunmaya doğru bir eğilim. Uri cerrahi saldırıları ve Balakot hava saldırıları, İsrail’in düşman topraklarının derinliklerine inip tehditleri ortadan kaldırmaya dönük bu yeni güvenlik yaklaşımının bariz tezahürleriydi. Daha yakın bir zamanda, Kanada hükümetinin haziran ayında Vancouver’da Halistanlı aktivist Hardeep Singh Nijjar’ın öldürülmesinde Hindistan derin devletinin parmağı olduğunu iddia etmesinin ardından bazı yorumcular İsrail ile olumlu karşılaştırmalar yaptı.
Bu tepeden inmeci güvenlik doktrini — bazılarının deyimiyle “Doval doktrini” — en azından kısmen İsrail’den esinlendiği aşikâr ve İsrail’le dayanışmanın çevrimiçi gösterisinde göze çarpan popüler kültür militarizmiyle rahatça örtüşüyor.
Hindutva ekosistemi, düşmanlarına karşı militarist bir kabadayılık sergileyen İsrail’i bariz biçimde örnek alıyor ve Hindistan’ın da onu takip etmesini istiyor. Ancak Hindutva-Siyonizm ilişkisindeki diğer her şey gibi bu hiper militarizmin de ideolojik bir bağlamdan yoksun olmadığını belirtmek önemli. İki “Ps” —Filistin ve Pakistan— ile kendini gösteren, algılanan İslamcı tehdit tarafından kuşatılmış olma duygusu tarafından sağlam bir şekilde destekleniyor. Dolayısıyla, Hindutva ve İsrailli elitler arasındaki dayanışmanın altını kazıdığımızda, daha içgüdüsel bir şey —düşmanla hiç bitmeyen bir savaş halinde olmanın derinlere yerleşmiş stratejik paranoyası tarafından çerçevelenen kalıcı bir siyasi korku psikozu— buluyoruz.
Sonuç olarak, modern Hindutva ekosistemi etno devletçi, hiper milliyetçi hayallerini İsrail devleti üzerinden yaşatıyor. Modern Hindu milliyetçi elit, Siyonist projede kendi Hindu Raştra planının somut bir sonucunu görüyor. İsrail soyut bir hayal olmadığını, adım adım sonuca giden bir yol olduğunu gösteriyor. Fakat unuttukları şey, Siyonist projenin başarısının büyük bir kısmını savaş sonrası dönemde ABD ve Avrupa tarafından sunulan olağanüstü düzeydeki mali yardıma ve kararlı siyasi desteğe borçlu olduğu. Hindistan için bunların hiçbiri mevcut değil. Batı ile artan yakınlığına rağmen Yeni Delhi, Tel Aviv’in Batılı siyasi elitlerden aldığı desteğin bir kısmına bile sahip değil. Bu durum yakın zamanda da değişmeyecek. Dolayısıyla, Hindutva projesinin İsrail’e yönelik göz kamaştırıcı sevgisi gerçek bir jeopolitik dayanaktan yoksun kalmaya ve kırılgan bir ideolojik kardeşlik üzerinde işlemeye devam ediyor.
İlginizi Çekebilir
-
ABD’nin ateşkes önerisinden sonra Hamaney’in danışmanı Lübnan’da
-
7 bin Haredi’nin askere çağrılmasına onay: “Likud, ultra-Ortodokslara savaş ilan etti”
-
Ukrayna ve İsrail ortaklığı: Erken uyarı sistemi kullanıma hazır
-
Yunanistan 2 milyar avroluk ‘Demir Kubbe’ için İsrail ile görüşüyor
-
BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor
-
Trump, Adalet Bakanlığını Gaetz’e, istihbaratı Gabbard’a emanet etti
DÜNYA BASINI
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Yayınlanma
14 saat önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trLizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024
Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.
ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.
Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”
Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.
2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.
Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.
Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.
Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.
Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.
Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.
Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.
Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.
Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.
Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.
Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.
Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.
Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.
Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.
Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.
Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.
Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.
Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.
Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.
Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.
Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.
Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.
Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.
Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.
DÜNYA BASINI
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Yayınlanma
15 saat önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…
Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.
Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.
Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz
Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.
Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.
Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.
DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.
Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.
Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.
İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.
Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.
DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.
Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.
Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.
DÜNYA BASINI
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Yayınlanma
1 gün önce16/11/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı
Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)
“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.
Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?
Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.
Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…
Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.
Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…
Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.
Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…
Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.
Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.
Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.
Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?
Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.
Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…
Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…
Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.
Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.
Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?
Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.
Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?
Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.
Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?
Dmitriy Peskov:
Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA5 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi