Görüş
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4

Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine
Son yıllarda artık Hindistan’da Hindutva etkisi ve Hint toplumunda çeşitliliğin birliğinden Hindu(tva) birliğine dönüşüm hissedilebilir boyutlarda. Bu yalnızca dini olarak değil, etnik ve dilsel olarak da ülkedeki tüm azınlıklar için geçerli olsa da özellikle Hindu-Müslüman ayrışması olarak tezahür ediyor.
(Ki çünkü bugün Hint Müslümanlar Hindistan’daki en büyük azınlık nüfusunu oluşturuyor ve tarihte bölünme deneyimi temelde Hindu-Müslüman ayrışması üzerine gerçekleşmişti.)
2019 yılı Hindistan’da Jammu ve Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılmasından tutun da Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’na kadar cesur kararların peşi sıra alındığı bir yıldı. Bu cesur kararlar Hint toplumunda bir çırpıda değinilip geçilemeyecek kadar yaygın ve derin etki bırakıyor.
Örneğin,
Jammu ve Keşmir, işsizlik oranı ülkedeki en yüksek oranlardan biri. Özel-özerk statüsünün kaldırılması öncesinde Jammu ve Keşmir’in aylarca kapatılması (koronavirüs salgınının etkisi de var) ülke ekonomisine büyük darbe vurdu, binlerce kişi işini kaybetti. Ayrıca özel sektörün olmaması nedeni ile hükümet en büyük işveren ve hükümet işine talep yüksek, alım sınırlı ve güven az. Ekonomideki yavaşlama, diğer pek çok etkinin yanısıra Müslüman hacı adaylarının sayısında keskin bir düşüşe neden oldu. Jammu ve Keşmir’den 2017’de 35 bin kişi hacca gitmek için başvuruda bulunurken bu sayı 2023’te 8 bin 2024’te ise yalnızca 4 bin. Bunda ayrıca BJP hükümetinin 2018’de Hac için sağlanan tüm sübvansiyonu kaldırmasının da büyük payı var ki Haccın tüm maliyeti artık hacılar tarafından karşılanıyor.
Örneğin,
2015’te BJP’nin Hindistan Vatandaşlık Yasası’nda, 31 Aralık 2014’ten önce Hindistan’a Afganistan, Pakistan ve Bangladeş’ten gelen kaçak göçmenlerin Müslüman olmadıkları sürece Hint vatandaşı olmalarına olanak tanıyan değişiklikler yapılması için kampanya başlatması ile Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nın (CAA) 11 Aralık 2019’da kabul edilmesi, Müslümanlara karşı ayrımcı olarak görüldü ve ülke çapında yaygın protestoları tetikledi. CAA kuralları uyarınca başvuranların 31 Aralık 2014’ten önce Hindistan’a geldiklerini kanıtlayan belgeler sunmaları gerekiyor ve bu üç ülkede yaşayan yalnızca altı gayrimüslim topluluk aftan yararlanabiliyor. Ancak üzerinden beş yıl geçmesine karşın yasa Hindular için de faydalı olmadı. Örneğin Bangladeş’ten gelen bazı Hindu göçmenler Bangladeş hükümeti tarafından verilmiş, ülkelerini kanıtlayan resmi belgelerinin olmadığını söylüyor. Bunun sonucunda çoğu göçmen, vatandaşlık kanıtı olmadan pasaport, devlet işi veya Planlanmış Kast sertifikası başvurusunda bulunurken engellerle karşılaşıyor.
Örneğin,
Hindistan’da artık hemen her gün Ram tapınağı benzeri anlaşmazlıkların gündeme getirilmesi söz konusu oluyor. Ayodhya kararından bu yana toplum, azınlık ibadethanelerini değiştirebileceği mesajını aldı. Ülke genelindeki mahkemelerde Varanasi’deki Gyanvapi camisi, Mathura’daki Shahi Idgah camisi ve Rajasthan’daki Ajmer Sharif dergahı gibi 10 cami ve türbe ile ilgili en az 18 dava devam ediyor. Bu davalardaki Hindu davacılar, bu yapıların eski Hindu tapınaklarını yıktıktan sonra inşa edildiğini iddia ediyor. Üstelik, Yüksek Mahkeme’nin İbadet Yerleri Yasası’na itirazda kaçınması, Hindutva’nın camiler hakkındaki yeni iddialarını güçlendiriyor. Kısa süre önce Yüksek Mahkeme, Uttar Pradesh Mathura’daki Shahi Idgah camisinde caminin bir tapınak üzerine inşa edilip edilmediğini incelemek için bir araştırma yapılmasına izin veren Allahabad Yüksek Mahkemesi’nin emrini durdurmayı reddetti. Bu, araştırmanın yapılmasının önünü açıyor. Veya Varanasi’deki Gyanvapi camisinde benzer bir araştırmanın yapılmasına yeşil ışık yakmıştı. Araştırma daha sonra Hindistan Arkeoloji Araştırması tarafından yürütüldü. Her iki durumda da cami yönetim komiteleri tarafından araştırma çalışmalarına yönelik itirazlar, 1991 tarihli İbadet Yerleri (Özel Hükümler) Yasası’na dayanıyordu. Bu yasa, bağımsız Hindistan’da bir ibadet yerinin dini karakterinde herhangi bir değişikliği özel olarak yasaklar. Bu kanunun anayasaya uygunluğu, 2020’den beri beklemede olan dilekçeler aracılığı ile Yüksek Mahkeme’de itiraz edildi. Ancak bu dilekçelerin beklemede olması ve en yüksek mahkemenin kanuna dayalı araştırma emirlerine itirazı ele almayı reddetmesi, Hindu tarafının hem Varanasi hem de Mathura meselelerinde yasayı etkili bir şekilde atlatmasına olanak tanıyor, alt mahkemeleri yasayı atlatmaya cesaretlendiriyor.
Örneğin,
Geçen yıl BJP hükümeti Parlamento’ya İslami hayır amaçlı vakıfları düzenleyen yasada büyük bütçeli değişiklikler öneren bir yasa tasarısı sundu. Yasa tasarısı, din özgürlüğü ve din işlerini yönetme özgürlüğü gibi hakları ihlal ettiği gerekçesi ile muhalefet karşı çıktı. Ülkedeki Müslüman örgütler de yasa tasarısının vakıf kurullarının “özerkliğini azaltmayı” amaçladığını ve toplumla istişare edilmeden hazırlandığını söylüyor. Vakıf (Değişiklik) Yasa Tasarısı, vakıf kurullarının yetkisini sınırlamayı, hükümet tarafından daha fazla kontrol sağlanmasını, gayrimüslimlerin de kurul üyesi olabilmesine olanak sağlamayı, mülk bağışlarını kısıtlamayı ve vakıf mahkemelerinin işleyiş biçimini değiştirmeyi öneriyor. Değişiklik tasarısını destekleyenler arasında, Vakıf komitelerinin yasadışı yetkileri, bürokratların elindeki güç yoğunlaşması, mütevellilerin veya denetçilerin yolsuzluğu gibi sorunları içermediğini ve ya hükümetin bunlardan haberdar olmadığını ya da Müslümanların kendi aralarında kavga etmeye devam etmesini istediğini söyleyenler de var. Ve Muhalefet liderlerinin itirazları üzerine yasa tasarısı daha detaylı görüşülmek üzere ortak parlamento komisyonuna havale edildi.
Örneğin,
birçok isyan veya kargaşa, Müslümanların karışık demografik özelliklere sahip mahallelerden “gettolara” zorla yerleştirilmesine yol açıyor. Bu yerinden etme girişimleri en azından Aralık 1992’de Ayodhya’da Babri camisinin yıkılmasının ardından çıkan ülke çapındaki isyanlardan bu yana açıkça görülüyor. 2002 Gujarat olayları da bu girişimlerin zirve yaptığı bir başka dönemdi. Yakın örneği, geçen yıl haziran ayında Vadodara’daki bir konut kompleksinin 30’dan fazla sakini, Mukhyamantri Awas Yojana (hükümetin kırsal ve yoksul kesime konut projesi) kapsamında 44 yaşındaki bir Müslüman hükümet çalışanına daire tahsis edilmesine karşı protesto düzenledi. Komplekste bir Müslüman kadın ve genç oğlunun bulunmasının “tehdit ve rahatsızlık” oluşturduğunu iddia ettiler. Benzer Müslüman karşıtı bağnazlık örnekleri Hindistan’ın her yerinde görülüyor. Bir önceki yılın haziran ayında Uttarakhand’daki Purola’da Müslüman tüccarlar tehdit edildi ve dükkanları tahrip edildi, bir düzineden fazla aile kaçmak zorunda kaldı. Vadodara’daki kadın hükümet çalışanı gibi savunmasız Hint Müslümanların devam eden deneyimlerine yerinden edilme ve zorunlu göç merceğinden bakmak önemli. Hindistan’daki Müslüman “gettoları” yalnızca önyargının ürünü değil, zorla yerinden edilmenin de bir sonucu. Ki olay, Hindistan’daki Müslümanlara karşı köklü önyargıyı vurgularken özellikle BJP iktidarındaki son on yılda Hindistan Müslümanlarının karşılaştığı daha geniş bir iç yerinden edilme örüntüsünü yansıtıyor.
Örneğin,
tanrı Ram’ın Ayodhya’ya dönüşünün, iyiliğin kötülüğe karşı zaferinin kutlandığı festival Diwali/Deepavali her ne kadar Hindu inancına özgü olsa da Hindistan’da önceden her inançtan ve kimlikten komşuların ve arkadaşların katıldığı, ışıldayan bir ışık ve neşe festivaliydi. Son yıllarda Hindu kızgınlığının odağı haline gelen hızlı dönüşüm ile birlikte artık yalnızca Hindular tarafından meşru bir şekilde kutlanabilen bir festival olarak yayılıyor. Örneğin birçok WhatsApp grubu, “Diwali Mubarak” selamlamalarını eleştiren saldırgan paylaşımlar içeriyor.
(Bu arada, resmi ideolojinin ötesinde, Hindutva’ya yakın komplo teorileri ve propaganda ekosistemi mevcuttur ve bunlar büyük ölçüde sosyal medya, özellikle de yaklaşık 500 milyon Hint’in kullandığı WhatsApp aracılığı ile yayılır.)
Mubarak, Urduca bir sözcük diye uyarıyorlar. Yani bunu bir Diwali kutlaması için kullanmak, Hindu inancını “İbrahimleştirmek” için sinsi bir teklif anlamına geliyor. Yani Hindular, kendilerini Hintçe gibi “Hint” dilleri ile sınırlamak için titiz olmalılar. Ve bunun yerine “Diwali ki shubh kamnayein” gibi bir şey öneriyorlar.
Benzer bir tartışma 2021’de önde gelen Hint giyim zinciri FabIndia’nın Diwali kıyafet koleksiyonunu Urduca’da “geleneğin kutlanması” anlamına gelen Jashn-e-Riwaaz başlığı altında tanıtması ile de gündeme gelmişti. İslamofobik açıklamaları ile ünlü bir BJP milletvekili, geleneksel Hindu kıyafetleri giymemiş modeller ile bu reklamın Hindu festivallerinin kasıtlı olarak İbrahimleştirilmesi anlamına geldiğini ilan etmişti. FabIndia protestolara dayanamamış ve reklamını geri çekmişti.
Veya Delhi’nin önde gelen Lady Shriram Koleji, Diwali festivallerine Noor 2024 adını verdiğinde (Urduca’da Noor ışık anlamına gelir), sosyal medyada küfürlü bir öfkeye yol açtı. Bunu, Hindu festivallerinin “İslamlaştırılması” olarak tanımlayan kitleler, Kolejin Deepawali’yi Hinduizm’e saygısızlık ederek sahiplendiğini ve hatta bunun Pakistan tarafından desteklenen bir etkinlik gibi göründüğünü iddia ettiler. Bunların, geleneksel Hindu dini uygulamalarını hedef alan ve bu nedenle Hindu duygularını incitmeye yönelik gayrımeşru çabalar olduğunu iddia ediyorlardı.
Gerçek şu ki tüm Hindular Diwali’yi kutlamıyor ve Kuzey ve Güney Hindistan’da farklı. Kuzeyde Diwali, güneyde Deepawali olarak duyduğunuz festivali Kuzey Hintler tanrı Ram’ın 14 yıllık sürgününden dönüşünü kutlar ve inanışa göre Ram aysız bir gecede geri döndüğünden her ev onu karşılamak için lambalar yaktı. Güney Hindistan’da ise Lord Krishna tarafından Narakasura adlı bir iblisin öldürülmesini anmak için şafak vakti kutlanır ki İblisin tövbedeki son dileği, insanların onun ölümünü kötülüğün düşüşü olarak kutlamalarıydı. Ayrıca Bengal’de genellikle Deepavali’den bir gün sonraya denk gelen Kali Puja ana ibadet/kutlama Ve Keralitler çoğunlukla Deepavali’yi kutlamaz ve yerine Lord Vishnu’nun Vamana olarak ortaya çıkışına bağlı Onam’ı tercih ederler, Tamil Nadu ve kuzey ise aynı koruyucunun sonraki enkarnasyonlarını işaret eder. Ve Diwali, kuzeyde Lakshmi Puja olarak da kutlanır çünkü inançlarına göre Dhanteras’ta, kuzeylilerin Diwali kutlamalarından birkaç gün önce, tanrıça Lakshmi ve lord Dhanvantri “Samudra Manthan” (mitolojik “Okyanusun Çalkalanması” olayı ve bunun sonucunda nimetler elde edildi) sırasında okyanustan ortaya çıktılar.
Ve Üstelik, Diwali, Hindistan’da uzun zamandır Hindu olmayanlar tarafından da kutlanır. Tarihi kayıtlar, Delhi tahtında oturan Müslüman hükümdarlardan da Diwali’yi sarayında nezaket ve güzel yemeklerle kutlayanlar olduğunu doğrular. Veya Babür İmparatoru Ekber zamanında, Diwali’ye “Jashn-e-Chiraghan” (ışık festivali) deniyordu ve Ekber bunu Babür sarayında görkemli bir festivale dönüştürdü ve tatlı hediye etme geleneğini başlattı. Ramayana okundu, ardından Ram’ın Ayodhya’ya dönüşünü tasvir eden bir oyun oynandı. Şah Cihan, Hindistan’ın dört bir yanından şefleri davet ederek ve İran’dan malzemeler ithal ederek şenlikleri daha da ileri taşıdı. Ayrıca ilahi ışığı temsil eden 40 metre yüksekliğinde bir direğin üzerinde tutulan dev bir lamba “Akash Diya”yı (gökyüzü lambası) yakma geleneğini başlattı. Hatta Evrengzib dahi Diwali’de soylulara tatlı gönderme geleneğini takip etti. Bahadır Şah Zafer’in zamanında Kızıl Kale’de Lakshmi Puja ile birlikte Diwali temalı oyunlar oynanır ve Delhi’deki Jama Camisi yakınında havai fişekler yakılırdı.
Ancak son yıllarda bu birliktelik festivalini çevreleyen bölünme devam ediyor ve her yıl daha da derinleşiyor. Örneğin geçen yıl Madhya Pradesh’te Diwali’nin yalnızca Hinduların festivali olduğu ve yalnızca Hindu tüccarlardan alışveriş yapılması gerektiği yazılı posterler görüldü. Bu, Diwali sırasında Müslüman tüccarların boykot edilmesi çağrısı anlamına geliyordu.
Benzer boykot olayları Kanwar Yatra (Hinduların popüler Hac yolculuklarından biri) ritüelinde de görüldü. Geçen yıl Uttar Pradesh ve Uttarakhand’daki yerel yönetim ve polis, yıllık Kanwar Yatra hacılarının otoyolu üzerindeki lokanta sahiplerine, dükkanlarına isimlerini belirgin bir şekilde belirten tabelalar koymaları yönünde “tavsiyede bulundu.” Hindistan’ın birçok yerinde isimler dinin ve sıklıkla kastın belirteçleri olduğundan, bu açıkça Müslümanların sahip olduğu işletmeleri tanımlamak için bir araç. Yönetim ayrıca Müslüman dükkan sahiplerine Kanwar Yatra süresince dükkanlarını kapatmalarını ve Hindu dükkan sahiplerine Müslüman çalışanlarını “zorunlu izne” göndermelerini “tavsiye etti”.
Kanwar Yatra, tanrı Shiva’nın müritlerinin yıllık hac ziyaretidir. Bunda, erkekler genellikle safran yelekleri ve şortlar giyer ve genellikle çıplak ayakla, kutsal Ganga’dan su almak için yüzlerce kilometre ötedeki Haridwar’a yürürler. Daha sonra bunu omuzlarına astıkları bir bambu çubuğa asılı toprak kaplarda taşırlar. Bu su, Shiva tapınaklarındaki Shiva lingamının üzerine dökmek için taşıdıkları sudur. 1980’lere kadar bu dini performans genellikle yaşlı erkeklerden oluşan küçük gruplar tarafından gerçekleştirilirken son yıllarda, BJP hükümetleri ve RSS çalışanlarının büyük himayesi ile desteklenen Yatra’ya katılan müritlerin sayısının iki milyona yükseldiği tahmin ediliyor. Yani bu Yatra ölçek olarak artık büyük Kumbh festivalinden sonra ikinci sırada.
Bu devasa dini toplantılar yalnızca Hindutva partileri için oy toplama fırsatı olmaktan çıkarak, ayrıca Kanwar yürüyüşçülerinin 15 gün boyunca akın ettiği otoyolları sıralayan binlerce yiyecek tezgahı, meyve satıcısı ve çay dükkanı için geçim fırsatları oluşturuyor. Geçmişte bazı yiyecek tezgahlarının Müslümanlara, bazılarının Hindulara ait olması veya Müslümanların çok sayıda Hindu çalışanı ve Hinduların Müslüman çalışanı olması hiçbir zaman önemli olmadı. Bu dükkanların sahiplerinin isimlerinin belirgin bir şekilde sergilenmesi yönündeki yeni zorunluluk, Hitler zamanında Almanya genelindeki Yahudi işletmelerini ve profesyonellerini hedef alan boykotu ve Nazi Almanyası’ndaki Yahudi işletmelerinin boykot ve zorla kapatma gibi eylemlere karşı kimliklerinin tespit edilebilmesi için duvarlarına sarı ve siyah renkte Davut Yıldızı’nı belirgin bir şekilde çizme zorunluluğunu hatırlatıyor.
Nazi Almanyası’ndaki Yahudi geçim kaynaklarına karşı yapılan boykotlar ile bugün Hindistan’daki Müslüman geçim kaynaklarına karşı yapılan boykotlar arasındaki en büyük farklardan biri, o dönemde Yahudilerin sayıca az olmalarına karşın (1933’te sayıları yaklaşık 600 bin olan Yahudiler toplam Alman nüfusunun yüzde 1’inden azdı.) Alman kamu yaşamının entelektüel, kültürel ve ekonomik olarak önemli ve etkili bir parçası olmalarıydı. Bunu bugün Hindistan’daki Müslümanlar ile karşılaştırın: Hindistan nüfusunun önemli bir bölümünü, yüzde 15’ini oluşturuyorlar ve sayıları kabaca 200 milyon; ancak Hindistan’daki Müslümanların Hindistan’ın diğer iki en yoksul sosyal grubu olan Dalitler (Dalit, Görece yeni türetilmiş ve anlamsız bir politik ifadedir. Planlanmış Kast içinde yer alır ve Hindistan yerlilerinin torunları olarak anılır ancak bu kanıta değil iddiaya dayanır. Benzer iddiaya dayalı olarak, Güney Hindistan coğrafyasındaki güney yerlileri Dravidler olarak anılır.) ve Adivasiler (Planlamış Kabile içinde yer alır ve Hindistan’ın Dalit/Dravid ve Hint-Aryan öncesi ilk orjinal yerli heterojen kabile sakinleri olarak anılır ancak bu kanıta değil iddiaya dayanır.) ile benzer düzeyde kalkınma eksiklikleri yaşadığı rapor ediliyor. Hindistan hükümetinin 2013 yılında yaptığı bir araştırma ve benzer şekilde 2023’te yapılan Borç ve İşgücü Anketi, Müslümanların Hindistan’daki en fakir dini grup olduğunu ortaya koydu. Ayrıca Hindistan’da Müslümanların yüksek öğrenime kayıtlarda yüzde 8’lik bir düşüş gördüğü gözlemleniyor ki ülkede son yıllarda başka hiçbir sosyal grubun bu kadar mutlak bir düşüş görmediği söyleniyor.
Hindistan’daki Müslümanların boykot edilmesine yönelik tekrarlayan çağrılar, Müslümanların çeşitli suçlarla suçlanması ile rasyonalize ediliyor. Örneğin en tuhaf olanı, koronavirüs salgını sırasında “tükürük cihadı” olarak adlandırılan ve Müslümanların Hindu sakinleri enfekte etmek için sattıkları yiyeceklere tükürdüğü üzerine kurulan komplo teorisi ki bu, Müslüman satıcıların ülke çapında boykot edilmesine yol açmıştı. Bu, Hindistan’da “aşk cihadı” (Hindistan’da Müslüman erkeklerin Hindu kadınları baştan çıkararak onları İslam’a döndürmek ve hatta onları hamile bırakarak Hint Müslüman nüfusunu artırmak için sistematik bir çabayı hayal eden toksik bir Hindutva komplo teorilerinden biri) olarak adlandırılagelen iddianın, Uttarakhand genelindeki sakinlerin Müslümanlara dükkan ve ev kiralamayı ve Müslümanların mallarını satın almayı reddetmeleri çağrısının bahanesi haline gelmesine benziyor. Veya en başat olanı, Hindistan’a karşı kronik sadakatsizlikleri ve Hindu inancına saygısızlıkları iddiası var; bu, ortaçağ Hindistanı’ndaki Hindu tapınaklarının iddia edilen yıkımı ile kanıtlanıyor. Ayrıca Müslüman boykotu kendini Müslüman tüccarların bazı tapınakların yakınında faaliyet göstermesini yasaklayan kararlar ile de gösteriyor.
Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Ocak 2024’te Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradesh Ayodhya’da Ram tapınağının açılışını yapması, Hindistan’ın anayasasında öngörülen laik cumhuriyetten Hinduizmin egemenliği ile tanımlanan bir ulusa dönüşümünün en somut işareti olduğu bir gerçektir. Modi’nin açılıştan kısa bir süre sonraki sözlerine kulak verin: “Bu, Ram biçiminde ulusal bilincin bir tapınağıdır. Ram, Hindistan’ın inancıdır; Ram, Hindistan’ın temelidir; Ram, Hindistan’ın fikridir; Ram, Hindistan’ın yasasıdır.” Bu dönüşümün ve Modi’nin BJPsi’nin gündeminin merkezinde yer alan Hindu milliyetçi ideolojinin Hindutva veya Hinduluk olduğu da bir gerçektir. Ayrıca Hint diasporası diğer tüm ülkelerden daha büyük ve daha etkili. O halde Hindistan’ın da politikasını ihraç etmesi şaşırtıcı değil. Örneğin Modi, Amerika, Birleşik Krallık ve Avustralya’da hayran kalabalıklar için mitingler düzenlediğinde oralardaki yerleşik Hindular ile Güney Asya kökenli Müslümanlar arasında bazı isyan olaylarına tanıklık edildi. Yani Hindu milliyetçi duygu yalnızca Hindistan içinde değil, Hint kökenli büyük göçmen gruplarının yaşadığı diğer yerler için de geçerli.
ANCAK Hindistan genelinde her şey çok da kötü gitmiyor.
Örneğin Ram tapınağı benzeri anlaşmazlıkların sürekli gündeme getirilmesine RSS Şefi Mohan Bhagwat tepki vermiş, ülkede nefretin ve bölücülüğün yaygınlaşmaması uyarısında bulunmuştu.
Örneğin Modi de Ambedkar için ulusal bir anıtın açılışını yaptıktan bir gün sonra, 14 Nisan 2018’de, Ambedkar’ın 127. doğum yıldönümü vesilesi ile konuşurken “toplumun geri kalmış bir kesiminden” geldiği için bugün başbakan olmasının tek nedeninin Ambedkar olduğunu ifade etmişti.
Örneğin Kanwar Yatra güzergahında hem Hindu hem de Müslüman lokanta sahipleri ve çalışanları bağlarının ne kadar çözülemez olduğunu ifade etti; Hindu dükkan sahipleri genellikle Müslüman işçilerin çoğunluğunu işe aldı ve aynı şekilde birçok Müslüman dükkan sahibi Hindu işçileri işe aldı. Her biri birbirine değer verdi. İşyerindeki ve dışındaki bağlarında, dini kimliklerindeki farklılıklar pek önemli değildi.
Veya Uttarakhand’ta “aşk cihadı” üzerine yürütülen Müslümanlara yönelik ekonomik boykot kampanyalarının Mahkeme kanıtları ile aldatmaca olduğu ortaya konuldu.
Ve Kanwar Yatra olayında Hindistan Yüksek Mahkemesi; Müslümanları, mülklerini ve işletmelerini hedef alan bölücü boykota karşı müdahale etti.
AYRICA, Brahminizm asla tek akım olmadı ve ona karşı direniş yüzyıllardır devam ediyor; Gandhi ve Ambedkar ve daha pek çoğu bunu kanıtlıyor.
Ayrıca, Kastçılık genetik değil, bu yüzden doğuştan Brahmin olan herkes aynı mentalitede değil
Ve her Hindu da aynı mentalitede değil
Veya her Hint de …
Yani bu bir anlamda dışlayıcı ve kapsayıcı fikirler arasında bir savaş durumu gibi.
Ancak ışık var … Çünkü çeşitlilik var.
(Okuyucu bunu yazı dizisinden bağımsız olarak kaleme alacağım bir sonraki makalede daha net anlayacaktır.)
Ülkenin büyüyen ekonomisi ve dünya işlerindeki artan önemi, aynı zamanda Hint olmayanlar için de daha önemli hale geleceği anlamına geliyor.
BU NEDENLE okumaların doğru yapılması gerekir.
Bu yazı dizisinin odağı çoğunlukla olumsuz prizmadan yansımış olsa da her şeye karşın özünde son derece çeşitli, laik bir demokrasi yatan Hindistan gibi bir ülkede genellemeye dönük veya sıfır-toplamlı veya da siyah-beyaz bir bakış açısı -pek çok şeyde olduğu gibi- sağlıklı bir yaklaşım olmaz.
(4. Bölüm sonu)
Görüş
Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?

Çekya Temsilciler Meclisi, Ceza Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle Nazizm ve Komünizmi ‘insan haklarını ve özgürlükleri bastırmayı amaçlayan ideolojiler’ arasında sayarak, bu ideolojilerin ‘teşvik edilmesini’ suç kapsamına aldı.
30 Mayıs’ta kabul edilen yasa değişikliği, mecliste bulunan 160 milletvekilinden 86’sının oyuyla geçti; karşı oy ise kullanılmadı.
Yasa, Senato ve Cumhurbaşkanı’nın onayını alması halinde 2026 yılında yürürlüğe girecek.
Yasa tam olarak ne diyor?
Ceza Kanunu’ndaki değişikliklere göre, ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketin kurulması, desteklenmesi ve propagandası’ için bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası öngörülürken, bu ‘suçun’ basın, film, televizyon, internet üzerinden, organize bir grubun üyesi olarak işlenmesi ve devletin tehdit altında veya savaş halinde olduğu bir zamanda işlenmesi halinde ceza üç yıldan on yıla kadar hapis cezasına çıkacak.
Suç tanımlamasında ‘organize bir şekilde’ ifadelerinin geçmesi siyasi parti organizasyonunu, ‘devletin tehdit altında olması’ ise Rusya-Ukrayna savaşını akıllara getiriyor.
Yasa ayrıca, ‘logolar, bayraklar, rozetler, üniformalar ve bunların parçaları, sloganlar, ifadeler, açıklamalar, selamlaşma şekilleri, liderler veya bu hareketin liderlerinin konuşmalarını tasvir eden semboller’ yoluyla ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketi propagandaya yönelik eserlerin yayılmasını’ veya satılmasını da üç yıla kadar hapis, para cezası veya malın müsaderesi (el konması) ile cezalandıracak.
Yasanın doğrudan komünizmle ilgili kısmı ise şu ifadelerle aktarılmış:
“Kim Nazizm, Komünizm veya başka bir insanlığa karşı işlenen suçu, savaş suçunu veya barışa karşı suçu alenen inkar eder, şüpheye düşürür, onaylar ya da haklı göstermeye çalışırsa, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Yasadaki tek ‘cezasızlık’ şartı ise, bu simgelerin eğitim, araştırma, sanat, güncel veya tarihî olaylar hakkında haber verme amacı taşıması. Yasa metninde bulanık ifadelerle aktarılsa da, komünizm sembollerinin propaganda mı yoksa haber verme amacı mı taşıdığına, muhtemelen o simgeleri kimin kullandığına göre karar verilecek.
Yasanın söz konusu ‘bulanık’ ifadeleri, ülke genelinde bir hukuk tartışması başlatmış durumda. Zira, ülkede komünist semboller yasaklanırken, tam olarak bu simgeleri kullanan dikkat çekici bir siyasi parti bulunuyor: Bohemya ve Moravya Komünist Partisi (KSČM).
Çekya’da aktif bir komünist partinin bulunması ise, “Tasarı partinin kapatılmasıyla” sonuçlanabilir mi?” sorusunu gündeme getirdi. Komünistler ise, söz konusu tasarının tam olarak KSCM’yi engelleme amacı taşıdığı görüşünde.
Komünistler ve ‘Yeter!’ hareketi
Çekya’da komünistler, Ekim ayında düzenlenecek 2025 Çekya parlamento seçimlerine “Stačilo!” (Yeter!) adlı yeni bir siyasi oluşum çatısı altında katılmayı planlıyor. ‘Yeter’ hareketi, komünist partinin yanı sıra Birleşik Demokratlar – Bağımsızlar Birliği (SD-SN) ve Çek Ulusal Sosyalist Partisi (CSNS) gibi diğer sol eğilimli partilerin üyelerini de içeren bir çatı örgütü.
2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde bir seçim koalisyonu olarak kurulan bu yapı, 10 Ekim 2024’te resmi olarak siyasi parti statüsüne kavuşmuştur. Hareketin tek bir siyasi parti formuna bürünmesinin nedeni ise, seçimlerde koalisyonlara uygulanan yüzde 11’lik seçim barajı yerine, partilere uygulanan yüzde 5’lik barajdan yararlanabilmek.
Komünist Parti kapatılabilir mi?
Anayasa hukuku uzmanı Ondřej Preuss, Çek medyasına yaptığı açıklamada, tasarının tek başına komünist partinin kapatılmasına yetmeyeceği görüşünde.
“Bir yanda komünist hareketlerin propagandası yasaklanıyor, öte yandan bu ismi taşıyan bir parti hâlâ faaliyet gösteriyor ve hatta Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor.” Preuss, bir siyasi partinin kapatılması için Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yeterli olmadığını, bunun için hükümetin girişimiyle Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararının gerekli olduğunu ifade ediyor.
Komünistler ise, yasa değişikliğine sert tepki gösterdi. KSČM sözcüsü ve “Yeter!” hareketinin adayı Roman Roun, bunun tamamen seçim öncesi bilinçli bir saldırı olduğunu belirterek, “Bize karşı yoğun bir baskı var. Her şey seçimden hemen önce bir araya geldi. Amaç bizi itibarsızlaştırmak” ifadelerini kullandı.
Tasarıyla birlikte yasaklanan ‘orak çekiç’, KSČM’nin resmi logosunda bulunmasa da, çeşitli etkinliklerde sıkça kullanılan bir simge.
Partinin önde gelen isimlerinden ve Sovyet devriminin öncüsü Vladimir Lenin’e yazdığı şiir nedeniyle gündeme gelen Petra Prokšanová ise, tasarıya “Bizi susturmaya çalışanlar, bunu en son Naziler döneminde denedi. Ancak o zaman da komünistler direndi ve Nazizm yenilgiye uğradı” ifadeleriyle tepki gösterdi.
Yasa ne anlama geliyor?
Çekya’da komünist sembollerin yasaklanması, yalnızca iç hukuk düzenlemesinden daha fazlası. Bu yasa aynı zamanda, Avrupa’nın kökleşmiş ideolojik antikomünist reflekslerinin güncel bir yansıması olarak kabul edilebilir.
Avrupa’da uzun yıllardır komünizm, tıpkı nazizm gibi otoriter ve totaliter bir tehdit olarak görüldü. Rusya-Ukrayna Savaşı ise bu refleksleri daha da güçlendirdi. Avrupa ülkeleri, Putin yönetimini Sovyetler’in devamı gibi algılamaya başladı. Hatta, Rusya lideri Vladimir Putin’in ‘Sovyetler’i yeniden kurmaya çalıştığı’ gibi iddialar dahi gündeme geldi.
Bu algı, yalnızca Rusya’ya karşı değil, Rusya’yla tarihsel ve politik düzlemde benzerlik taşıdığı düşünülen akımlara karşı da bir savunma hattı örülmesine yol açtı. Çekya yasasında yer alan ‘tehdit altındaki durum’ ya da ‘savaş hali’ gibi muğlak ifadeler de, bu refleksin hukuki dile yansımasından ibaret.
Her ne kadar yasa doğrudan Komünist Partinin kapatılmasını hedeflemese de, bu tür yasaklar komünist/sosyalist hareketlerin faaliyetlerini büyük ölçüde kısıtlayacak.
Özellikle de Ukrayna savaşına karşı çıkan ve NATO politikalarını eleştiren bir çizgide duran komünist hareketler için, bu düzenleme doğrudan bir susturma girişimi niteliğinde. Açıktan komünizm propagandası yapan KSČM’nin, Ukrayna’da savaşın temel nedenlerinden birinin NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve ABD’nin müdahaleci politikaları olduğunu savunması, kendini ‘Rus tehdidi altında’ hisseden sağ hükümet tarafından bir ‘bilgilendirme’ olarak mı, yoksa ‘komünist propaganda’ olarak mı tanımlanacak?
Dolayısıyla, Avrupa’da komünist sembollere yönelik yasaklar, komünizmin temsil ettiği değerler kadar, güncel siyasete de müdahale edilmeye çalışıldığını gösteriyor.
Görüş
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3

Hindistan-Pakistan çatışmasının sonuçlarını ele alan yazı dizisinin üçüncü ve son bölümü:
Kazanımlar şablonu çizmeden önce, iki anahtar sorunun açıklığa kavuşturulması gerekiyor:
- Acımasızca öldürmeleriyle her şeyi başlatan Pahalgam teröristleri nerede?
- İlk kez test edilen Genelkurmay Başkanlığı sisteminin reklamı yapıldığı gibi çalışıp çalışmadığı konusunda netlik gerekiyor.
Görevleri kim planlıyor ve ‘savaşı’ kim yürütüyordu? Entegre savunma personeli miydi yoksa Kara Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri bölgesel komuta karargahlarının Başkomutanları mı sinerji yaratıyorlardı? Çatışmaların kapsamı hava sahasıyla sınırlı olsa da bu sorunun yanıtı daha yüksek savunma örgüt yapısının reklam edildiği gibi gücü ve devam eden revizyonu için paha biçilmez bir girdi olurdu. Bir savaş zamanı potasından daha iyi bir deneyimi tekrar bulmak imkansız gibi.
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2
Hindistan’ın Kazanımları
- Hindistan tek ses olarak birleşti, muhalefet hükümet ile birlikteydi. Özellikle Jammu ve Kaşmir yöneticileri ile Tüm Hindistan Müslüman Meclisi Birliği (AIMIM) Başkanı Asaduddin Owaisi’nin, Birlik hükümeti ile tek yumruk olması burada ayrıca önemli.
- Pakistan’ın bunu bir “savaş eylemi” olarak adlandırmasına karşın Indus Su Anlaşması hala askıda ve Hindistan, Pakistan’ın davranışına bağlı olarak yalnızca yeniden müzakere edecektir. Bu nedenle anlaşmanın uzun süre askıda kalması büyük olasılık. “Kan ve su bir arada akmaz” dedi Başbakan Modi, silahların susmasının ardından yaptığı ulusa seslenişteki zafer konuşmasında. Hindistan, Indus Su Anlaşması’nda hareket etme fırsatını kullandı ve bunu Pakistan’ın davranışına bağlı tuttu. Bu gerçekte Hindistan için politik bir hedefti —Sınır ötesi terörizmle bağlantılı Indus Su Anlaşması— terör sınır ötesinden durana kadar askıya alınacaktır. Hindistan bu fırsatı kendi büyüyen ihtiyaçları doğrultusunda projelerini tamamlamak ve yenilerini yapmak için kullanacaktır. Ki aslında zaten öncesinden de Pakistan’daki su baskısı sessizce arttı. Hindistan’ın 2016’dan beri İndus kollarına barajlar inşa ederek aşağı akıştaki akışı etkileme yeteneğini artırdığının farkında olan çok az kişi var. Bu yalnızca tarımı değil, aynı zamanda elektriği ve gıda güvenliğini de etkiliyor. Indus Nehri Pakistan’ı besliyor, ancak kaynakları ve kolları Hindistan’da bulunuyor. Pakistan’ın ekonomik ve politik açıdan en önemli iki eyaleti olan Sindh ve Punjab’dan geçiyor. 1960 yılında Hindistan ve Pakistan, her iki tarafın ne kadar su alacağını düzenleyen İndus Suları Anlaşması’nı imzaladılar. 1960 yılında Dünya Bankası’nın arabuluculuğunda imzalanan anlaşmaya göre Pakistan’ın bundan sonra Dünya Bankası da dahil olmak üzere dünya örgütlerinde protesto gösterisi yapması muhtemel. Ancak nihayetinde Hindistan’ın anlaşmayı askıya almasını ve yeni barajlar inşa etmesini yasal olarak engelleyemezler. İndus ve Jhelum önemli değil çünkü Pakistan topraklarına çok erken giriyorlar. İndus’un diğer dört kolu önemli çünkü Hindistan’ın akışlarını düzenlemesi mümkün.
- Bir terör saldırısına nasıl yanıt vereceği konusunda yeni bir normal belirledi: “Terör eylemlerini bir savaş eylemi olarak değerlendireceğini ve buna göre yanıt verileceğini” duyurdu. Bu, büyük askeri önlemlerin olacağı ve nükleer caydırıcılığa karşın Hindistan’ın tırmanma merdivenini tırmanacağı anlamına geliyor.
- İki ülke de bu çatışmada birbirlerinin ne durumda olduklarının nabzını yokladılar, ancak Pakistan’ın henüz çok yoğun olmayan bir çatışmanın üçüncü gününde nükleer sinyal vermesi, Hindistan açısından onun eksikliğinin ve savunmasızlığının bir göstergesi olarak algılandı.
- Hindistan aynı zamanda Pakistan’ın çatışmada kullandığı Çin silahlarını deneyimledi. Birincil rakibi Çin olduğu için bu noktada Hindistan’ın bir şeyler öğrenmesi onun için bir kazanım oldu.
- Bununla birlikte kendi yerel üretim savunma teçhizatının ekipmanlarının da denemesini yaptı. Çok başarılı olarak yansıtsa da mutlaka eksikliklerini tespit etmiştir. Ancak bu arada tanıtımını da yapması açısından önemli bir fırsat oluşturdu. Reklamın iyisi kötüsü olmaz neticede.
- Hindistan, savunma hazırlığının yetersizliğini, mevcut finansman düzeyinin yetersizliğini ve özellikle özel sektör olmak üzere yerel kapasiteyi inşa etmesi gerektiğini anladı. Maddi açıdan görece ucuz bir çatışmada operasyonel koşullarda değerli dersler öğrendi. Bu daha büyük bir çatışmaya hazırlanmasına yardımcı olacaktır.
- Uluslararası imaj olarak da bir kazanım söz konusu: Artık güç kullanmaya ve durumun gerektirdiği şekilde tırmanmaya istekli olduğunu gösterdi. Bu, Hindistan’ın güvenlik ortaklarına olumlu bir mesaj gönderebilir.
Son çatışmalar Pakistan’ı da Hindistan’ın siyasi liderliğinin kavrayamayacağı birçok yönden açıkça cesaretlendirdi.
Pakistan’ın Kazanımları
- Tüm bu olay Pakistan ulusunu, halkını ve siyasi partilerini genel olarak bir araya getirdi. Son birkaç yıldır siyasi olarak çok zor bir dönemden geçen Pakistan, Hindistan’ın saldırısı karşısında dikkate değer bir birlik gösterdi. Bu birlik ve daha büyük bir dış tehdit karşısında direnmeye dönük yeni keşfedilen istek, belki de Pakistan liderliğini yönetimde daha iyi kararlar almaya itecek ve ülkenin savunma kararlılığını daha da güçlendirecek bir şeydir.
- Pakistan ordusu her zamankinden daha popüler hale geldi. Son birkaç yıldır Pakistan’ın iç siyaseti, güçlü ordusunda kutuplaştırıcı bir imaj yarattı. Ancak, artık durum böyle değil. İnsanlar ve siyasi liderlikler, ülkenin egemenliğine yönelik gerçek tehditin Pakistan’ın doğu komşusu Hindistan’dan gelmesi nedeniyle silahlı kuvvetlerini güçlendirmeleri gerektiğini her zamankinden daha fazla fark ediyor. Pakistan’ın Hindistan’ın şehirlerine yönelik saldırılarına karşılık vermesi kolay değildi. Askeri liderlik olası tepkisini değerlendirirken Hindistan ülkeyi hata yapmaya zorlamak için Pakistan’ın hava sahasını insansız hava araçları ve füzelerle dolduruyordu. Pakistan’ın Hindistan’a karşı misillemesini engellemesi için bir uluslararası baskı da vardı. Pakistan bunlara karşın karşılık verdi.
- Pakistan Hindistan’ın yeni normaline kendi büyük misillemesi veya kendi yeni normali ile karşılık verdi ve Jammu ve Keşmir’deki Hint şehirlerini, hava üslerini, komuta merkezlerini, lojistik sahalarını ve birçok askeri sahayı hedef aldı. En önemlisi de Hindistan’ın yeni normali çerçevesinde, Hindistan’ın Keşmir’deki her terör saldırısının bundan sonra bir “savaş eylemi” olarak görüleceği duyurusu tehlikeli bir politika. Hindistan bu politikayı izleyerek dünyaya Pakistan ile sık sık savaşta olabileceğini ve ordusunun her zaman savaşa hazır olması gerektiğini söylüyor. Hindistan’ın orantılı bir misillemeyle karşılaşmadan Pakistan’a periyodik olarak saldırma modeli oluşturabileceği fikri yalnızca hatalı değil, aynı zamanda tehlikeli derecede yanıltıcı.
- Pakistan’ın Hindistan ile yaşadığı bu son askeri çatışmada bir diplomatik zafer elde ettiği söylenebilir. Pakistan’da, Pahalgam saldırısına ilişkin tarafsız bir soruşturma talep etmek, Hindistan’ın kışkırtmalarına karşı ölçülü olmak ve yalnızca kendini savunmak için hareket etmek gibi olgun bir şekilde olaylarla başa çıkma yaklaşımının uluslararası toplumun saygısını kazandığına dair bir his var. Daha da önemlisi, Amerika’nın bu krizdeki rolünün Hindistan’dan çok Pakistan’ı kayırdığı algısı oluştu. Örneğin, Trump, Keşmir krizini çözmek için Hindistan ve Pakistan arasında arabuluculuk yapma teklifini yineleyerek, konuyu uzun yıllar sonra küresel sahneye taşıdı. Bu, Keşmir krizinde her zaman üçüncü taraf arabuluculuğundan kaçınmaya çalışan Hindistan’ı kesinlikle zor bir duruma soktu. Trump’ın teklifi, Hindistan ile Keşmir anlaşmazlığının çözümünde üçüncü tarafların yer almasını her zaman isteyen Pakistan’ı memnun ederken Hindistan bundan hiç hoşlanmadı. Ayrıca, Trump hem Hindistan hem de Pakistan ile ticareti artırma sözü verdi. Bu, Pakistan’ın ticaret ve ekonomik durumu için rahatlama sağlayabilir. Dahası, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Hindistan ve Pakistan hükümetlerinin “tarafsız bir yerde geniş bir dizi konu hakkında görüşmelere başlamayı kabul ettiğini” duyurdu. Bu, esasen iki tarafın önümüzdeki haftalarda İndus Su Anlaşması, terörizm ve Keşmir gibi konular da dahil olmak üzere bir dizi konu hakkında diyaloğa başlayabilmesi için bir fırsat doğuruyor. Ve en önemlisi, Pakistan’ın bakış açısından, Amerika bir kez daha Pakistan’ı Hindistan ile eş tuttu. Hindistan bu statüden kurtulmak için çok çabalarken Pakistan, dünyanın kendisini bölgesel bir güç olarak görmesini ve ona uygun ağırlık vermesini istediği için Hindistan ile eşitliğe sahip olmaktan rahatsızlık duymaz.
- Hindistan bu kriz sırasında yalnızca Pakistan’la değil, Pakistan ve Çin’le birlikte karşı karşıya olduğunu anladı. Pakistan Hava Kuvvetleri’nin, Çin savaş uçakları ve platformlarını kullanarak Hindistan Hava Kuvvetleri’ne yaptığı misilleme, Hindistan için korkunç bir uyarı niteliği taşıdı. Pakistan’ın hava performansının küresel çapta ilgiyi üzerine çekmesi, Pakistan ve Çin ordularını birbirine daha da yakınlaştırabilir ve Pakistan’ın boşlukları doldurmasına yardımcı olabilir. Dahası, Hindistan ve Pakistan’ın periyodik çatışmaları Çin’in çok umursayacağı bir şey olmasa da Çin’in Hindistan ile doğrudan bir çatışmaya girmeden Hindistan askeri ve karar alma kapasitelerini görmesini ve öğrenmesini sağlar. Hindistan için bu bir aksilikten başka bir şey değil. Ve en önemlisi, Hindistan-Pakistan gerginliği belirli bir eşiğin altında kaldığı ve ikisinin eş tutulması veya aynı bağlamda tutulması devam ettiği sürece Çin’in nüfuzu ve fırsatı var. Bunun nedeni, Pakistan’dan gelen güvenlik tehdidiyle başa çıkmakla ilgilenen veya kaynaklarını ve sermayesini Batı sınırına yönlendiren bir Hindistan’ın Çin tehdidinden uzaklaşmış bir Hindistan olmasıdır. Hindistan için bu tehdit yalnızca kuzey ve doğu sınırlarında değil, aynı zamanda Hint Okyanusu bölgesinde de bulunuyor ve Hindistan’ın odak noktasını kıtasal sahnede sınırlayıp deniz alanından uzaklaştırır. Bu nedenle düşük düzeyde yerel bir çatışma Çin’in bakış açısından olumsuz bir sonuç değil. Çin için zorluk, ekonomik ve güvenlik çıkarlarını etkileyen tam ölçekli bir savaşa tırmanmadır. Sonuç olarak Çin’deki kamuoyunun Hindistan üzerindeki baskıyı canlı tutmak için eşiğin altındaki yöntemleri desteklediğini gördük. Ve bu yöntemlerin çoğu büyük ölçüde anlatısal değer taşıyor ve Çin’in Hindistan-Pakistan ilişkilerine derinlemesine dahil olma konusundaki isteksizliğini gösteriyordu. Zaten Çin gerçekten BRICS, alternatif ödeme sistemleri veya dolar dışı rezerv stratejisi aracılığıyla ABD öncülüğündeki finansal ve ticari mimariye bir alternatif inşa etmek istiyorsa Hindistan’a ihtiyacı var. Hindistan olmadan, küresel ticareti Amerikan hegemonyasından kurtarmaya veya para düzenini yeniden yönlendirmeye yönelik herhangi bir girişim güvenilirlik ve ölçekten yoksun kalacaktır. Rusya bunu anlıyor. Çin de anlıyor. Bu yüzden tam bir kopuşu göze alamaz. Ama Hindistan’ın yükselişinin itirazsız ilerlemesine de izin veremez. Saldıramaz da benimseyemez de görmezden gelemez de… Yani Çin için bir şeyler yapmak da risklidir, hiçbir şey yapmamak da risklidir… Ancak Çin, Hindistan-Pakistan ihtilafları konusunda yaptığı çok temkinli açıklamalarla Pakistan’a verdiği gerçek askeri desteği genellikle örtbas ediyor. Yaptığı açıklamalar genellikle kısa, genel ve tarafsız. Hindistan’ı zayıflatmak ve Hindistan’ın güçlerini Pakistan cephesine yoğunlaştırmak her zaman Çin’in işine gelir.
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1
Çin faktörü
Bugün Hindistan’ın hem doğu sınırı yani Çin sınırı Fiili Kontrol Hattı hem de batı sınırı yani Pakistan sınırı Kontrol Hattı aktif sıcak noktalardır; Hindistan silahlı kuvvetlerinin uzun zamandır tanık olmadığı vahim bir güvenlik durumu. Hindistan’a, her iki alanda da yanıt verme kabiliyetini tehlikeye atacak şekilde asker ve silah sistemleri konuşlandırmasını optimize etme stratejik zorunluluğunu dayatıyor. Bu arada belirtelim: Pakistan ile Çin arasındaki ilişki bir ittifak değil, bir ortaklıktır; çok güçlü, geniş ve derin bir ortaklık, Pakistan’ın Çin’e tek taraflı bağımlılığına dayanan bir ortaklık ama yine de bir ortaklıktır, bir ittifak değildir. Çin henüz NATO’nun eşdeğerini kurmadı; bu, savaş zamanlarında birbirlerine yardım garantisi veren ve güvenlik konularında yerleşik, resmi yapılar içinde işbirliği yapan bir devletler grubudur. Ne Şanghay İşbirliği Örgütü ne de BRICS gibi gevşek bir yapılanma böyle bir ittifaktır. Her iki sistemin de Hindistan’ı kapsadığını hatırlayalım. Hiçbir şekilde Hindistan’a yöneltilemez. Elbette bu, böyle bir yapının -bir tür Çin NATO’sunun- bir gün ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor; ancak şimdilik Çin’in, Pakistan’ın Hindistan güçleriyle çatışmasına yardım etme zorunluluğu yok.
Bugün için bu bir kaygı kaynağı olmasa dahi Hindistan’ın Çin ve Pakistan ile paralel bir savaşa girmesi senaryosu kesinlikle dikkate alınması gereken bir durum ancak aynı zamanda Hindistan’ın en az hazırlıklı olduğu senaryo; örneğin, savaş uçaklarının sayısı açısından. Bu arada Çin de zaten buna hazır değil. Üç ülkenin de nükleer silahları var. Ve Çin üçü arasında (ekonomik, askeri ve teknolojik olarak) en güçlüsü olmasına karşın, Çin’in diğer cephelerde de zorlukları var. Bunların başında Amerika ile artan rekabet ve Tayvan meselesine odaklanılması geliyor. Çin’in Pakistan’a silah satması gibi, ABD de Hindistan’a giderek daha fazla silah satıyor. Birkaç yıldır Amerikan istihbaratının, Çin güçlerinin Himalayalar’daki hareketlerine ilişkin istihbarat bilgilerini Hindistan ile paylaştığı yönünde spekülasyonlar var. Çin’in herhangi bir Hindistan-Pakistan çatışmasına doğrudan müdahil olması, Amerika’dan bir tepki gelmesine ve küresel çapta bir domino etkisi yaratmasına neden olabilir. Çin’in de aynı şekilde düşünüp düşünmediğini elbette bilmiyoruz ancak kesinlikle ihtiyatlı davranıyor. Son aylarda, en azından geçen yıl ekimden bu yana, Çin, Hindistan ile ilişkileri yatıştırmak isteyen taraf olarak görülüyor. Dolayısıyla şimdilik Hindistan için en kötü senaryo olan çifte savaş ihtimali, tamamen gerçek dışı olmasa da pek olası görünmüyor. Ama Pakistan’ı yıllardır silahlandırıyor. Herhangi bir Hindistan-Pakistan çatışmasında en azından Pakistan’a silah ve yedek parça gönderebilir, yeni silahları yıldırım hızıyla satabilir veya hediye edebilir, yeni bir kredi verebilir, hatta belki Pakistan güçleriyle bilgi (istihbarat, uydu, vb.) paylaşabilir. Çin’in bundan elde edeceği kazanç ise çok açık: Hindistan ile çatışma riski olmadan Hindistan’ı zayıflatmak…
Hindistan, 1,4 milyon askeri, uçak gemileri ve ekonomik gücüyle üstün gelirken Pakistan ise 650 binlik ordu gücü, modernize hava kuvvetleri ve Çin ve Türk jetleri gibi desteklerle dirençli. Hindistan’da 160, Pakistan’da 170 savaş başlığı var ve iki tarafın nükleer cephaneliği topyekun savaşı imkansızlaştırıyor olabilir AMA BU, görece küçük büyük çatışmalara veya vekalet savaşlarına engel değil…
Görüş
Küresel enerji ve ticarette Orta Asya’nın yükselen rolü

Orta Asya’nın stratejik rolüne odaklanan Astana Uluslararası Forumu aralarında Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko ve Afganistan’ın Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani Harici’ye açıklamalarda bulundu.
Nikola Mikovic, gazeteci-yazar
Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları ve stratejik olarak önemli konumu, onu büyük dünya güçleri için ilgi odağı haline getiriyor. Geleneksel olarak Rusya’nın jeopolitik etkisi altındaki bu bölgede, Çin, Avrupa Birliği ve kısmen de Amerika Birleşik Devletleri varlıklarını artırmaya çalışırken, dünyanın dört bir yanındaki küçük ve orta ölçekli ülkeler de Orta Asya devletleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeyi hedefliyor.
Moskova’nın Ukrayna’daki savaşla meşgul olması, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da diğer aktörlerin nüfuzlarını artırmaları için bir kapı araladı. Sonuç olarak, 2024 yılında Çin’in Orta Asya ile toplam ticaret hacmi 94,8 milyar dolara ulaştı. Aynı zamanda, bölgenin en büyük ülkesi olan Kazakistan’ın ana ticaret ortağı olarak Rusya’yı geride bıraktı.
Öte yandan Avrupa Birliği, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) AB versiyonu olan Global Gateway projesi ve Orta Asya devletleriyle düzenli zirveler aracılığıyla, bu enerji zengini bölgede varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Trump yönetiminin bu medya kuruluşuna verdiği hibeleri durdurmasının ardından Radio Free Europe’u (Orta Asya’da yaygın olarak Radio Azattyq olarak bilinir) ayakta tutmak için acil fon sağlama kararı, Brüksel’in yerel halkın gönlünü ve aklını kazanma konusunda ciddi olduğunu açıkça gösteriyor.
Bireysel AB üyeleri de bölgeyle daha güçlü ilişkiler kurma konusundaki isteklerini ortaya koyuyor. En iyi örnek, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin 30 Mayıs’ta Kazak başkentinde düzenlenen Astana Uluslararası Forumu’na (AIF) katılmasıdır. Bu iki günlük etkinlikte, iklim değişikliği, enerji güvenliği ve sürdürülebilirlik gibi genişletilmiş bir gündem çerçevesinde dünyanın dört bir yanından siyasi ve iş dünyası liderleri bir araya geldi. Meloni ayrıca, Özbekistan’dan gelerek Başkan Şevket Mirziyoyev ile görüştükten sonra Astana’da düzenlenen ilk Orta Asya–İtalya zirvesine de katıldı.
Meloni, AIF’te yaptığı konuşmada, İngiliz siyasal coğrafyacı Halford Mackinder’ı alıntılayarak, Orta Asya’nın dünyanın kaderinin döndüğü “kilit noktalar”dan biri olduğunu söyledi. Mackinder, Orta Asya’yı temel parça olarak içeren Heartland Teorisi ile bilinir; bu teoriye göre Heartland’ın kontrolü, tüm Avrasya kıtasının kontrolünü sağlar. Bu nedenle, İtalya ve diğer AB üyelerinin enerji zengini bu bölgede kendilerine bir dayanak noktası oluşturmaya çalışmaları sürpriz değildir.
Ancak Avrupa Birliği ve Çin dışında, diğer aktörler de Orta Asya’da pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye gibi büyük oyuncular bölgede en azından bazı jeopolitik hedeflerine ulaşmayı amaçlarken, Afganistan gibi ülkeler Orta Asya devletlerini ekonomik zorluklarını aşmada potansiyel ortaklar olarak görüyor.
Afganistan İslam Emirliği’nin Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani, Harici’ye verdiği demeçte, “Son birkaç yılda, bölgenin en büyük ekonomisi olan Kazakistan’la iyi ilişkiler kurmayı başardık ve şimdi iki ülke arasındaki ekonomik bağları güçlendirmeyi umuyoruz,” dedi.
Taliban’ın Sanayi ve Ticaret Bakan Vekili Nuruddin Azizi ise Astana Uluslararası Forumu’nun oturumlarından birinde yaptığı konuşmada, savaş yorgunu Afganistan’da yol ve demiryolu altyapısının inşası konusunda Kazakistan’ın yardımını beklediklerini ifade etti. Astana’nın, Afganistan’ı Güney Asya pazarlarına ihracat için önemli bir geçiş ülkesi olarak gördüğü sır değil; bu nedenle genellikle “İmparatorluklar Mezarlığı” olarak anılan ülkede konumunu güçlendirmeyi hedefliyor.
Kazakistan’ın 2024 yılında Taliban’ı terör örgütleri listesinden çıkarması, Astana’nın savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşasında potansiyel rol oynamasının önünü açtı. Taliban yönetimindeki ülkedeki varlığı, Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko’nun “dengeli, yapıcı ve pragmatik dış politika” olarak tanımladığı çizgiyle de örtüşmektedir.
Vassilenko, Harici’ye verdiği demeçte, “Dünyada hiçbir ülkeyle gergin ilişkimiz yok ve uluslararası barışa, güvenliğe ve istikrara katkı sağlamayı amaçlıyoruz,” dedi ve Kazakistan’a yapılan doğrudan yabancı yatırımın ülkenin dış politika önceliklerini yansıttığını vurguladı.
Ancak Astana, Afganistan ile ticaret hacmini 3 milyar dolara çıkarma hedefini başarırsa, Taliban yönetimindeki ülkenin Orta Asya’daki ana ekonomik ortağı haline gelebilir. Bu yaklaşım, büyük küresel güçlerin Kazakistan’da nüfuzlarını genişletme yarışında, Astana’nın Afganistan’la ilişkilerini jeoekonomik hedeflerinin en azından bir kısmını ilerletmek için kullanabileceğini gösteriyor.
Eş zamanlı olarak, yaklaşık 20 milyon nüfusa sahip petrol zengini ülke, şu anda Kazak petrol gelirlerinin yüzde 98’ini kontrol eden yabancı enerji şirketlerine karşı kendi konumunu güçlendirmeyi de şüphesiz hedefleyecek. Orta Asya’da faaliyet gösteren büyük yabancı güçlerin, bu bölgedeki diğer devletlerle benzer düzenlemeler yapmayı hedefledikleri açık; zira bu, onların bölgenin kritik minerallerinden, petrol, gaz ve su kaynaklarından tam anlamıyla faydalanmalarını sağlayacaktır.
Ancak Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan, Arap petrol zengini devletlerin yaptığı gibi, yabancı enerji şirketleriyle devletin gelirlerin çoğunu kontrol ettiği enerji ortaklıkları kurma gücüne sahip olacak mı? Orta Asya ülkeleri açısından, böyle bir hedef enerji politikalarının en öncelikli konularından biri olmalıdır.
-
Dünya Basını2 hafta önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Diplomasi2 hafta önce
Lavrov’un ziyareti ve Ermenistan’da son durum: Denge mi, savrulma mı?
-
Görüş2 hafta önce
Rusya ile müzakerelerde aklıselimin galip gelme ihtimali
-
Söyleşi2 hafta önce
Eski AP Türkiye Raportörü Kati Piri Harici’ye konuştu: AB’nin tutarlı bir Türkiye stratejisi yok
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Rusya-Ukrayna barışını teşvik girişimi stratejik açmaza dönüştü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Tantura katliamı: İsrail’in örtbas ettiği savaş suçu
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1
-
Avrupa6 gün önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor