Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 1944’te Karl Polanyi, adını bugüne kadar taşıyan Büyük Dönüşüm’ü çıkardı. Otobiyografik olmasa da kitap Polanyi’nin yaşamından derin izler taşıyor. Viyana ve Budapeşte’de pek çok kişi gibi, o da büyük bir medeniyetin çöküşüne doğrudan tanıklık etti. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında Rusya cephesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı. Sosyalist bir Yahudi olarak, sonrasında Avrupa’nın yıkılmasına neden olan zulümlerden kaçmak zorunda kaldı. O dönem, bize beşeriyetin en marazlı dönemi olan 20. yüzyılın en önemli siyasi ve iktisadi hikayelerinden biri olan Büyük Dönüşüm’ü verdi.


Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Liberal dünya düzeni bir kez daha çöküşte

Thomas Fazi

Unherd

27 Nisan 2024

Yirminci yüzyıl düşünürleri arasında, Karl Polanyi kadar etkileyici ve kalıcı bir iz bırakmış olan pek az isim bulunur. İktisat tarihçisi Charles Kindleberger, Polanyi’nin başyapıtı olan Büyük Dönüşüm için şu sözleri dile getirmişti: “Bazı kitaplar yok olmayı reddeder, suyun altına gömülürler ancak tekrar yüzeye çıkarlar ve orada kalmaya devam ederler.” Bu ifade, Polanyi’nin eserinin ne denli derin ve kalıcı bir etki bıraktığını vurgular. Üstelik, Polanyi’nin ölümünden 60 yıl, kitabın yayımlanmasından ise 80 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu söz bugün bile güncelliğini koruyor. Zira toplumlar, kapitalizmin sınırlarıyla mücadele etmeye devam ederken, Büyük Dönüşüm muhtemelen şimdiye kadar kaleme alınmış en keskin piyasa liberalizmi eleştirisi olarak varlığını sürdürüyor.

1886’da Avusturya’da dünyaya gelen Polanyi, Almanca konuşan bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Budapeşte’de büyüdü. Ailesi resmi olarak Yahudi kökenli olmasına rağmen, Polanyi erken yaşlarda Hıristiyanlığa —daha doğrusu Hıristiyan sosyalizmine— yöneldi. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, “kızıl” Viyana’ya taşındı ve burada prestijli ekonomi dergisi Der Österreichische Volkswirt’ün (Avusturya Ekonomisti) yayın yönetmenliğini üstlendi. Bu süreçte, Ludwig von Mises ve Friedrich Hayek gibi isimlerin savunduğu neoliberal ya da “Avusturyacı” iktisat ekolünün ilk eleştirmenlerden biri olarak tanındı. Nazilerin 1933’te Almanya’yı ele geçirmesinin ardından Polanyi’nin fikirleri toplumda dışlandı ve sonrasında 1940’ta önce İngiltere’ye, ardından da ABD’ye taşındı. Vermont’taki Bennington Koleji’nde ders verdiği dönemde, Büyük Dönüşüm adlı eserini kaleme aldı.

Polanyi, yaşamı boyunca büyük iktisadi ve sosyal dönüşümlere tanık oldu ve bu dönüşümleri izah etmek için yola çıktı. Avrupa’da 1815’ten 1914’e kadar süren “göreli barış” yüzyılının sonunu ve ardından gelen ekonomik kargaşayı, faşizmi ve savaşı gözlemledi. Kitabın yayımlandığı dönemde bile, bu çalkantılar devam ediyordu. Polanyi, bu çalkantıların izini sürerken, onları tek ve kapsayıcı bir nedene kadar takip etti; 19. yüzyılın başlarında piyasa liberalizminin yükselişi. Bu anlayış, toplumun kendi kendini düzenleyen piyasalar aracılığıyla organize edilebileceği ve bu şekilde organize edilmesi gerektiği inancını temsil ediyordu. Ona göre, bu inanç insanlık tarihinin büyük bir kesiminde ontolojik bir kopuştan ötesi değildi. Polanyi’ye göre, 19. yüzyıldan önce, insan ekonomisi her zaman toplumun içine “gömülüydü”; yerel politikaya, geleneklere, dine ve sosyal ilişkilere bağlıydı. Özellikle toprak ve emek, meta olarak değil, yaşamın kendisinin parçaları olarak ele alınırdı, bir bütünün ayrılmaz unsurları olarak ele alınıyordu.

Ekonomik liberalizm, piyasaların kendiliğinden düzenlendiği fikrini öne sürerek bu düşünceyi alt üst etti. Ancak sadece toplumu ve ekonomiyi yapay olarak iki ayrı alan olarak değil, aynı zamanda toplumun yaşamın kendisinin bu kendiliğinden piyasa mantığına tabi olmasını da savundu. Polanyi’ye göre bu, “toplumun piyasaya yardımcı bir unsur olarak işletilmesinden ötesi değildir. Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması değil, toplumsal ilişkilerin iktisadi sisteme gömülü olması söz konusudur”.

Polanyi’nin ilk itirazı ahlakiydi ve sıkı sıkıya Hıristiyan inançlarına dayanıyordu; insanlar, toprak ve doğa gibi yaşamın organik unsurlarını sıradan mallar olarak görmek ve satmak yanlıştır. Bu kavram, insanlık tarihinde toplumları yöneten “kutsal” düzeni ihlal eder. Polanyi, “[Emeği ve toprağı] piyasa mekanizmasına dahil etmek, toplumun özünü piyasa yasalarına tabi kılmak anlamına gelir,” diyordu. Aynı zamanda, “muhafazakâr sosyalist” olarak nitelendirilebilir; zira sadece dağıtım alanında değil, aynı zamanda toplumun yapısına zarar verdiği için piyasa liberalizmine karşı çıkmıştı. Polanyi, piyasa liberalizminin sosyal ve toplumsal bağları parçaladığını, bireyleri atomize ettiğini ve yabancılaşmış bireylerin ortaya çıkmasına neden olduğunu savunmuştu.

Bu, Polanyi’nin argümanının daha uygulamaya yönelik ikinci seviyesiyle ilgili: Piyasacı liberaller, ekonomiyi toplumdan ayırmak ve tamamen kendi kendini düzenleyen bir piyasa oluşturmak istemiş olabilirler ve bunu başarmak için büyük çaba göstermiş olabilirler ama bu projeler her zaman başarısız olmaya mahkûmdu. Bu öylece gerçekleşemezdi. Kitabın girişinde belirtildiği gibi: “Bizim tezimiz, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın katı bir Ütopya olduğudur. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü korumadan uzun süre var olamazdı; insanı fiziksel olarak zarar görür ve çevresini bir çöl haline getirirdi.”

Polanyi’ye göre, insanlar dizginsiz piyasaların yıkıcı sosyal sonuçlarına karşı her zaman tepki gösterecek ve ekonomiyi bir dereceye kadar kendi maddi, sosyal ve hatta “manevi” isteklerine yeniden tabi kılmak için mücadele edeceklerdir. Bu, onun “çifte hareket” argümanının temelidir: Ekonomiyi toplumdan ayırmaya yönelik girişimler, direnişe yol açtığı için, piyasa toplumları sürekli olarak iki karşıt hareket tarafından şekillendirilir. Piyasanın kapsamını sürekli genişletme hareketi ve bu genişlemeye direnen karşı hareket, özellikle emek ve toprak gibi “hayali” metalar söz konusu olduğunda belirgindir.

Bu, Polanyi’nin kapitalizmin yükselişine dair ortodoks liberal açıklamayı parçalayan eleştirisinin üçüncü seviyesine yönlendirir. Esasında, toplumların doğal düzenini bozmaya yönelik bir girişimi temsil eden piyasa ekonomisinin doğal hiçbir yanı yoktur; bu nedenle, asla kendiliğinden ortaya çıkamaz ve kendi kendini düzenleyemez. Aksine, rekabetçi bir kapitalist ekonomiye olanak tanıyan toplumsal yapı ve insan düşüncesindeki değişiklikleri zorlamak için devlete ihtiyaç vardır. Polanyi, devlet ile piyasa arasındaki ilan edilen ayrılığın bir yanılsama olduğunu söylemişti. Piyasalar ve meta ticareti tüm insan toplumlarının bir parçasıdır, ancak bir “piyasa toplumu” yaratmak için bu metaların daha geniş, tutarlı bir piyasa ilişkileri sistemine tabi olması gerekir. Bu da sadece devletin zorlaması ve düzenlemesiyle gerçekleştirilebilecek bir şeydir.

Laissez-faire’in doğal bir yanı yoktu; serbest piyasalar asla yalnızca kendi akışına bırakıldığında ortaya çıkmazdı. Laissez-faire planlanmıştı… [Bu] devlet tarafından dayatılmıştı,” diye yazıyordu. Polanyi, yalnızca piyasanın mantığına dayalı “daimî, merkezi olarak düzenlenen ve kontrol edilen müdahalelerdeki büyük artışa” değil, aynı zamanda piyasanın yıkıcı ve zarar verici etkilerine maruz kalan aileler, işçiler, çiftçiler ve küçük işletmeler gibi kesimlerin sırtladığı sosyal ve iktisadi maliyetlerin doğal bir tepkisi olan —karşı tepkiye— karşı koymak için devletin müdahalesine olan ihtiyaca da işaret ediyordu.

Başka bir ifadeyle, özel mülkiyetin korunması, egemen sınıfın farklı üyeleri arasındaki ilişkilerin denetlenmesi ve sistemin yeniden üretilmesi için gerekli hizmetlerin sağlanması için devlet yapılarının desteklenmesi, kapitalizmin gelişmesinin siyasi ön koşuluydu. Ancak paradoksal bir şekilde, piyasa liberalizminin işleyebilmesi için duyulan devlet ihtiyacı, aynı zamanda onun kalıcı entelektüel cazibesinin ana nedenidir. Zira tamamen kendi kendini düzenleyen saf piyasaların var olamayacağı gerçeğinden ötürü, çağdaş liberteryenler gibi savunucuları her zaman kapitalizmin başarısızlıklarının özünde “serbest” piyasaların eksikliğinden kaynaklandığını iddia edebilirler.

Oysa Polanyi’nin ideolojik hasımları olan Hayek ve Mises gibi neoliberaller bile kendi kendini düzenleyen piyasanın bir mit olduğunun gayet farkındaydı. Quinn Slobodian’ın ifadesiyle, amaçları “iktisadi” olanı “siyasi” olandan yapay olarak ayırmak için devleti kullanarak “piyasaları özgürleştirmek değil, onları kuşatmak, kapitalizmi demokrasi tehdidine karşı aşılamaktı”. Bu bağlamda, piyasa liberalizmi ekonomik yanı kadar siyasi bir proje olarak da görülebilir: 19. yüzyılın sonlarından itibaren, genel oy hakkının genişletilmesinin bir sonucu olarak kitlelerin siyasi arenaya girmesine yanıt olarak ortaya çıkmıştı, ki bu, dönemin militan liberallerinin çoğunun şiddetle karşı çıktığı bir gelişmeydi.

Bu proje, sadece ulusal ölçekte değil, aslında zorunlu olan ancak kendi kendini düzenlediği iddia edilen piyasa mantığını uluslararası iktisadi ilişkilere yaymayı amaçlayan altın standardının oluşturulması yoluyla uluslararası düzeyde de devam etti. Bu, ulusa devletlerin —ve yurttaşlarının— iktisadi işlerin yönetimindeki rolünü azaltma çabalarının erken bir küreselci girişimdi. Altın standardı ulusal iktisadi politikaları küresel ekonominin esnek olmayan kurallarına etkin bir şekilde tabi kılmıştı. Ancak aynı zamanda iktisadi alanı, oy hakkının yayıldıkça Batı’da artan demokratik baskılardan korurken emeği disipline etmek için de son derece etkili bir araç sağladı.

Ancak altın standardı, toplumlara ağır deflasyonist politikalar biçiminde o kadar büyük maliyetler yükledi ki, sistem tarafından oluşturulan gerilimler sonunda doruğa ulaştı. Öncelikle 1914’te uluslararası düzenin çöküşüne tanık olduk, ardından Büyük Buhran’ın ardından bir kez daha. Bu son hadise, uluslar küresel “kendi kendini düzenleyen” ekonominin zararlı etkilerinden korunmanın çeşitli yollarını —faşizmi kucaklamak da dahil— ararken dünyanın şimdiye kadar tanık olduğu en büyük anti-liberal karşı hareketini tetikledi. Bu bağlamda Polanyi’ye göre İkinci Dünya Savaşı, küresel ekonomiyi piyasa liberalizmi temelinde düzenleme teşebbüsünün doğrudan bir sonucuydu.

Kitap basıldığında savaş hala devam ediyordu, Polanyi yine de iyimserliğini korudu. Önceki yüzyılda dünyayı sarsan derin dönüşümlerin nihai “büyük dönüşüme” —ulusal ekonomilerin yanı sıra küresel ekonominin de demokratik siyasete tabi olması— zemin hazırladığına inanıyordu. Bu sistemi “sosyalizm” olarak adlandırdı, fakat bu terim, ana akım Marksizm’den kayda değer ölçüde farklıydı. Polanyi’nin sosyalizmi sadece daha adil bir toplumun kurulması anlamına gelmiyordu, aynı zamanda “Batı Avrupa’da her zaman Hıristiyan gelenekleriyle ilişkilendirilen, toplumu belirgin bir şekilde insani bir ilişki haline getirme çabasının devamı” idi. Bu bağlamda, demokratik siyasetin uygulanmasının ön koşulu olarak ulus devlet olan “egemenliğin bölgesel karakterini” de vurguladı.

Polanyi’ye göre, devletin daha büyük bir rol oynaması için kesinlikle baskıcı bir biçimde hareket etmesi gerekmez. Tam tersine, insanları piyasanın acımasız mantığından kurtarmanın “sadece birkaç kişi için değil, herkes için özgürlüğe ulaşmanın” —yani insanların sadece hayatta kalmakla kalmayıp yaşamaya başlamaları için özgürlüğün— ön koşulu olduğunu savundu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında benimsenen refah kapitalizmi ve sosyal demokrat sistemler, mükemmel olmasalar da bu yönde atılmış bir adımı temsil ediyorlardı. Emek ve sosyal yaşamın kısmen metalaştırılmasının yanı sıra, toplumları küresel ekonominin baskılarından korurken uluslararası ticareti kolaylaştıran bir uluslararası sistem oluşturdular. Polanyen terimlerle ifade edecek olursak, ekonomi bir dereceye kadar topluma “yeniden gömüldü”.

Ancak, bu durum, kapitalist sınıfın yeni bir karşı hareketini beraberinde getirdi. Seksenli yıllardan itibaren, piyasa liberalizmi doktrini neoliberalizm, hiper-küreselleşme ve ulusal demokrasi kurumlarına yönelik yeni bir saldırı biçimi olarak canlandırıldı, hepsi devletin aktif desteğiyle gerçekleşti. Aynı dönemde, Avrupa’da altın standardının daha radikal bir versiyonu olan avro oluşturuldu. Ulusal ekonomilere bir kez daha deli gömleği giydirildi. Piyasa liberalizminin önceki biçimlerinde olduğu gibi, bu eski-yeni düzen de işçilerin yoksullaşmasına ve endüstriyel kapasite, kamu hizmetleri, kritik altyapılar ve yerel toplulukları mahvetti. Polanyi, bir tepkinin kaçınılmaz olduğunu iddia ederdi ve sahiden de 2010’ların sonlarından itibaren bu tepki geldi ama son on yılın popülist ayaklanmaları da bu düzenin yerine yeni bir düzen getiremedi.

Nihayetinde, bir asır öncesinde olduğu gibi, “uluslararası liberal düzenin” içsel çelişkileri, sistemin bir kez daha çökmesine ve uluslararası gerilimlerin dramatik bir şekilde artmasına neden oluyor. Eğer Polanyi bugün yaşasaydı, muhtemelen kitabını yayınladığı dönemde olduğu kadar iyimser olmazdı. Şu anda kesinlikle bir başka “büyük dönüşümün” içindeyiz ama bu, öngördüğü demokratik, iş birliğine dayalı uluslararası düzenden daha da uzak bir geleceği müjdelemiyor olabilir.

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English