Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Kursk’tan çıkış var mı? – 1  

Yayınlanma

Ben bir askeri uzman değilim, dolayısıyla bu yazı da Kiev rejiminin Kursk saldırısının askeri hedefleri ve sonuçlarıyla ilgili değil. Bu da sadece askeri gelişmelerin arkasındaki siyasi tabloyu çizme çabası.

Stratejik amaçlar

Kiev rejiminin Kursk saldırısı kararının neden alındığı, hangi askeri hedefleri güttüğü artık apaçık belli. Üç stratejik amaç olduğu anlaşılıyor:

1) Rusya ordusunun Kiev saldırısını durdurmak için Kursk’a Donetsk-Lugansk ve Zaporoje cephelerinden takviye çekmesi, dolayısıyla bu cephelerde inisiyatif üstünlüğünün Kiev güçlerine geçmesi hedefleniyordu. Bu hesap tamamen başarısız olmakla kalmayıp tam tersi bir sonuç da doğurdu: Rusya ordusu Kursk’a muharip birliklerden takviye göndermek şöyle dursun Kiev kuvvetlerinin en tecrübeli birliklerinin Kursk’a sürülmesini fırsat bilerek taarruz şiddetini artırdı.

2) Gazprom’un Avrupa’ya Ukrayna üzerinden gaz basmakta kullandığı tek boru hattının Rusya tarafındaki son ölçüm istasyonunu (Suca) ele geçirerek bu gazın alıcısı Almanya, Avusturya, Macaristan, Slovakya gibi ülkeler üzerinde siyasi baskı gücünü artırmak. Rejimin bu ülkelerle doğrudan cepheleşmekten kaçınmak için kendi topraklarındaki vanayı kapatması mümkün değildi; ama istasyonu ele geçirerek vanayı Rusya’ya kapattırmak istiyordu. Bu hesap tamamen başarısız olmakla kalmayıp tam tersi bir sonuç da doğurdu; siyasi bağımsızlığını ve nüfuzunu da neredeyse büsbütün kaybetmiş Almanya dışında tutulursa diğerleri rahatsızlıklarını açıkça gösterdi, Avusturya ise Rusya’dan doğalgazın kesilmesinin “muazzam bir risk” olacağını açıkladı.

3) Kursk nükleer santralini ele geçirerek Rusya’yla nükleer pazarlığa girişmek. Bu hesap tamamen başarısız olmakla kalmayıp tam tersi bir sonuç da doğurdu: tehdidin büyüklüğü Rusya askeri liderliğini bu tür saldırılar karşısındaki rutin ataletini terk etmeye zorladı, böylece Kursk’a saldıran Kiev birlikleri derhal lokalize edildi ve ilerlemeleri durduruldu, şimdi tedricen imha aşamasında olduğu görünüyor.

Bütün bu stratejik amaçlar, tarafların açıkça söylediği gibi, olası barış görüşmelerinde Kiev rejiminin pazarlık gücünü artırması amacıyla ilişkiliydi; ama üçünün de mutlak başarısızlığı pazarlık gücünün artması şöyle dursun bu şartlarda tamamen zayıfladığına işaret ediyor. Putin’in ifadesiyle: “Kiev rejiminin bizim çözüm için barış planına dönülmesi tekliflerimizi geri çevirmesinin nedeni artık açıktır. Düşman, batılı efendilerinin yardımıyla onların iradesini yerine getiriyor ve batı bizimle Ukraynalıların elleriyle savaşıyor, gelecekteki görüşmelerde pozisyonunu iyileştirmeyi hedefliyor. Ama ayırt etmeksizin sivillere, sivil altyapıya saldıran yahut nükleer enerji tesislerine tehdit yaratmaya çalışan insanlarla görüşme filan söz konusu olamaz. Bunlarla ne konuşulabilir ki?”

Bütün meselenin görüşme-pazarlık meselesinde düğümlendiği açık.

Kursk saldırısının ilk günlerinde Beyaz Saray saldırı planlamasıyla ilişkisi olduğunu reddetmedi, ama kabul de etmedi. Ancak birkaç günün ardından rejimin bütün propaganda manevralarına rağmen saldırının korkunç bir rezalet ve felakete dönüştüğü artık yeterince açığa çıktıktan sonra üslup değişti; resmi açıklamalarda saldırının askeri planlamasıyla ilişki “iddiaları” kesinkes yalanlanmaya başlandı ve hatta siyasi destek sunmaktan da kaçınmaya giriştiler. Avrupa’ya gelince — onların cennet bahçesini (Avrupa) cangıllara (biz) karşı korumayı hayatının misyonu edinmiş sosyalist cübbeli savaş kışkırtıcısı, Komisyon’un diplomat komiseri Borrell, AB’nin Kiev rejimine Kursk saldırısında “tam destek” sunduğunu söyledi ve böylece Macaristan ve Slovakya gibi çatışmaya doğrudan doğruya karşı çıkan ülkelerin iradesini de hiçe sayarak AB’nin akla gelebilecek en antidemokratik yapı olduğunu ve AB komiserlerinin Roma tribünlerini kıskandıracak kadar diktatöryel yetkilerle donatıldığını bir kez daha göstermiş oldu. Ne var ki Avrupa, geçen defa da yazdığım gibi, rüzgarda salınan bir sivrisinektir; siyasi iradesi yoktur ve patronun benzersiz manevra kabiliyeti karşısında bir yaban domuzunun kafasını çevirmeyi becerememesini hatırlatıyor sadece.

Kiev’deki komedyen başkanın müsteşarı Podolyak ise, belki böyle tefe konulmalarına bozulduğundan, gerçeği ifşa ediverdi: Kursk saldırısı öncesi planların “müttefikleriyle” görüşüldüğünü söyledi. Aynı gün (11 Ağustos) AFP de Kiev rejiminden “üst düzey bir yetkiliye” dayandırdığı haberinde rejimin müttefiklerini Kursk saldırısıdan önce uyardığını yazıyordu: “Bu operasyonda batı silahları aktif şekilde kullanıldığından batılı ortaklarımız da dolaylı olarak operasyonun planlamasına katıldı.”

Ama Amerikan “anaakım” medya (neocon saldırganlığının ideoloji silahı), Kiev rejiminin Kursk saldırısında ABD’nin masum kuzu olduğunu kanıtlamak için depara kalktı. Örneğin amiral gemilerinden The Wall Street Journal’a göre ABD Kiev rejimine Rusya topraklarının içiyle ilgili katiyen istihbarat sağlamıyordu, çünkü (barış güvercini olduğundan) Kiev rejiminin Kursk saldırısıyla ilgili “suçlanmak” istemiyordu.

Storm Shadow veya gerçek patron kim?

Britanya’nın rolünü ıskalamayalım. Bu ülkenin siyasi eliti Kiev’deki siyasi çatışmaların başrol oyuncularındandır; bir tarafta siyasi meşruiyetini çoktan tüketmiş, 20 Mayıs’ta görev süresi bittiğinden beri hukuki meşruiyeti de tamamen ortadan kalkmış olan komedyen başkan, diğer tarafta da arkasında nazi işbirlikçisi ve Lehlerin, Rusların ve Ukraynalıların katili Bandera’nın portresiyle beyanat verecek kadar inanmış ve azılı bir faşist olan eski “başkumandan” Zalujnıy arasındaki çatışma (doğum günü partilerinde patlayan pastalar, odalardan çıkan elektronik böcekler, vb.) yahudi komedyen ile ari kumandan arasındaki çatışma değil, gerçekte ilkini arkalayan ABD ile ikincisini arkalayan Britanya arasındaki çatışmaydı. Bu çatışmada da her zaman olduğu gibi ABD’nin dediği oldu; ama öte yandan Britanya her zaman olduğu gibi siyasi olarak kendi kurallarını dayatabilecek kadar güçlü olduğunu gösterdi ve bu güç sayesinde ari kumandan ve ekibi tamamen tasfiye edilmeyip fazla tiz çıkmaya başlamış olan sesini geçici olarak kısmakla yetindi.

Ama bu çatışmayı abartmamak gerek. 1950’lerde Ortadoğu mücadelesinde Britanya’nın klasik sömürgeciliğiyle ABD’nin yenisömürgeciliği arasındaki mücadele sonunda uzlaşmayla bağlanmış olsa bile antagonistik bir mücadeleydi ve Britanya’nın hegemonyasının tamamen sona ermesiyle sonuçlanmıştı. Bugün ise dünyanın şurasında veya burasındaki yenisömürgelerde ve en ideal yenisömürge olarak da Ukrayna’da kendi dolaysız kuklalarını yerleştirme mücadelesi devam ediyor, ne var ki antagonistik değil bu mücadele, hatta tarafları açısından gayet kullanışlı, ideal: böylece biri barış güvercini diğeri savaş şahini numarasına yatabiliyor; biri diğerini sopa olarak kullanabiliyor ve bu roller sürekli yer değiştiriyor. Ortada bir hegemonya mücadelesi yok, birbirlerinin hayati menfaatlerini baltalamayı değil belirsiz sınırlar içinde nüfuzunu genişletmeyi amaçlıyor.

The Times tam da bunu yazdı. Dediğine göre Londra hükümeti Britanya-Fransa ortak yapımı Storm Shadow füzelerinin Kiev rejimi tarafından Rusya’nın içlerinde kullanılmasını istiyordu ve bu amaçla NATO’ya ve Fransa’ya bir ay önce başvuruda bulunmuştu. Kuşkusuz bu ifadede NATO, ABD demek. Washington ise aradan bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ cevap vermemişti; gazetenin görüştüğü Britanyalı bazı “askeri uzmanlara” göre Amerikan yönetimi Kiev rejiminin Kursk’a düzenlediği saldırının sonuçlarını bekliyordu.

Her dezenformasyon girişiminde olduğu gibi bu da tamamen yanlış değil. Britanya’nın bir önceki, Hintli işbirlikçi bir ailenin en seçkin üyesi olan Goldman Sachs bankerinin başbakanlık ettiği hükümetinde savunma bakanlığı yapan eski ve müflis başbakan Cameron giderayak, Kiev rejiminin bu füzeleri “istediği gibi” kullanabileceğini söylemişti. Haberin kaderi de çok ilginçti: Reuters iki saat sonra silip ertesi gün tekrar koymuştu. Ama tabii “devlette devamlılık” esastır; hükümete Goldman Sachs’ın mı yoksa seçimlerden sonra ortaya çıkan tabloda olduğu gibi Blackrock’ın mı liderlik ettiği bu ikisinin siyaseti hemen her alanda tamamen örtüştüğü ölçüde tamamen önemsiz bir ayrıntıdır. Yeni hükümetin başı Starmer de ayağının tozuyla Kiev rejiminin bu füzeleri istediği gibi kullanabileceğini söyledi ve, sıkı durun, iki gün sonra bizzat hükümet tarafından “diplomatik gaf” denilerek yalanlandı; meğer ortak ürettikleri için “Fransa’ya da sormaları” gerekiyormuş.

Komedi gibi görünüyor ama değil. Kararları kendilerinin almadığını, onların rollerinin sadece dikte edilenleri söylemek ve kameralar karşısında gülücüklerle poz vermek olduğunu, oyunun başka yerde planlanıp sahnelendiğini gösteriyor.

Kuzey Akım, veya bir miki hikayesi

Kuzey Akım’ın havaya uçurulması o unutulmaz filmin parodisidir adeta.

Seymour Hersh’ün haberinden açıkça biliyoruz ki, saldırı kararı bizzat Beyaz Saray’ın başı tarafından alındı, planlama Pentagon tarafından yapıldı ve mayınlar NATO tatbikatı sırasında donanma dalgıçları tarafından yerleştirildi. Ama işler sarpa sarınca başta Post olmak üzere ideoloji silahı ateşe başladı: yangında ilk terk edilecek olan, yani Kiev, saldırıdan sorumlu ilan edildi. Bir yalanı ne kadar tekrar ederseniz o kadar çok alıcısı olur; ideoloji silahında da kurşun bitmez. Böylece Hersh’ün anlattığı gerçek gölgelendi.

Bu hikayenin Kursk saldırısıyla az çok eş zamanlı ısıtılması da boşuna değildir; ve şimdilik işin o tarafı sessizlikle geçiştiriliyor olsa bile kabağın sadece bu konuda en günahsız olan Kiev’de değil Londra’da da patlaması hiç şaşırtıcı olmaz.

Miki analojisinden devam edelim; hikayenin başlıkları şöyledir:

“Biz dedik miki yaptı.”

“Aferin mikiye, nasıl da yapmış!”

“Tüh sana miki, bu da yapılacak iş mi!”

“Mikinin adamları mikiden habersiz yapmış.”

“Ekmek çarpsın biz yapmadık, mikinin oradakiler yapmış.”

“Miki değil de başkumandan olabilir.”

“Mikiye Tazmanya canavarı da yardım etmiş.”

Ve son başlık:

“Miki, suyun ısındı.”

GÖRÜŞ

Hindistan’da ‘nüfus sayımı’ problemi

Yayınlanma

Savaşlar ve diğer krizler boyunca dahi Hindistan nüfus sayımına sadık kalan bir ülke olarak biliniyor(du); on yılda bir, yüz binlerce sayım görevlisi ülkedeki her evi ziyaret ederek, Evinizde kaç kişi yaşıyor? Evinizde kaç kişi çalışıyor, ne iş yapıyor, kaç kişi okuyor? Eviniz neyden yapıldı? Tuvaletiniz var mı? Arabanız var mı? İnternet bağlantınız var mı? vs. gibi soru listesi ile insanların işleri, aileleri, ekonomik durumları, göç statüleri ve sosyo-kültürel özellikleri gibi parametreler hakkında bilgi toplar. Bu veriler, Birlik devletlerine federal fon tahsis etmekten ve okullar inşa etmekten seçimler için seçim bölgesi sınırlarını çizmeye kadar her şey hakkında kararlar almak için kullanılır. Ancak günümüzde, hatta uzunca bir süredir, Hindistan nüfus sayımı yapmayan birkaç seçili ülke arasında yer alıyor; Hindistan’ın beraberindekiler işgal, iç savaş ya da ekonomik kriz yaşayan ülkeler. Başbakan Narendra Modi, yıllardır süren eleştirilerin ardından üçüncü döneminde artık önemli veri boşluklarını kapatmayı hedefliyor gibi görünüyor. Hindistan’ın 2021’de yapılması planlanan on yıllık nüfus sayımının eylül ayında başlaması ve yaklaşık 18 ayda tamamlanması bekleniyor. Ancak Birlik içişleri ve istatistik bakanlıkları, sonuçların Mart 2026’da açıklanacağını öngören bir zaman çizelgesi hazırlamış olsa da başbakanlık ofisinin henüz sürecin başlatılmasına resmi bir onay vermediğini de vurgulayalım. Hindistan’ın on yılda bir yapılan nüfus sayımının COVID-19 salgını başladığında 2020’de başlaması ve 2021’de tamamlanması gerekiyordu ancak salgın nedeni ile “süresiz olarak” ertelenmişti. Bu, 150 yıllık tarihinde on yılda bir yapılan nüfus sayımının ilk kez ertelenmesi durumudur.

Nüfus sayımının ötelenmesi basit bir durum gibi görülebilir, ancak nüfus sayımının olmamasının ciddi sonuçları olması kaçınılmazdır çünkü nüfus sayımı yalnızca bir ülkedeki insan sayısını saymak değildir, mikro düzeyde kararlar almak için gereken yaşamsal verileri sağlar. Birleşmiş Milletler’in geçen yıl yayınladığı bir rapora göre Hindistan, geçen yıl Çin’i geride bırakarak dünyanın en kalabalık ülkesi oldu. Milyonlar, hatta milyar ile ifade edilen insanı, bu insanları arasında hiyerarşik yapıya atıf yapan kast sistemi, çok çeşitli etnik, dini, dilsel, kentsel, kırsal, kabile toplulukları olan ve tüm bunlar ile beraber aynı zamanda ekonomik bağlamda da zengin ile fakir farkının uç noktalarda olduğu, ayrıca işsizliğin ve yoksulluğun da kayda değer bir varlığı bulunan Hindistan’da nüfus sayımı çok önemlidir. Nüfus sayımının gerçekleştirilmesindeki gecikme aynı zamanda diğer istatistiksel anketlerin doğruluğu üzerinde doğrudan etki eder. Bunlara ekonomik göstergeler, enflasyon oranları ve istihdam rakamları gibi önemli veri kümeleri dahil. Şu anda bu veri kümelerinin çoğu ve bunların sonuçlarına dayalı hükümet plan ve programları 2011’de yapılan son nüfus sayımından alınan verilere dayanıyor.

Dolayısıyla Hindistan’da güncel nüfus sayımı verilerinin eksikliği, Hindistan’ın Ulusal Örneklem Anketi (vatandaşların ekonomik yaşamının tüm yönleri hakkında bilgi toplayan bir dizi anket) ve Ulusal Aile Sağlığı Anketi (sağlık ve sosyal göstergelere ilişkin kapsamlı bir hanehalkı anketi) kalitesini etkilemesinin yanı sıra sağlık, demografi ve ekonomi ile ilgili yaşamsal veri setinin de gecikmesine neden oluyor. Bu gecikmenin doğrudan bir sonucunun, hükümetin yoksullara gıda, tahıl ve diğer temel ihtiyaçları ulaştırdığı Kamu Dağıtım Sistemi üzerinde olduğuna dikkat çekiliyor. Ki ülkede milyonlarca Hint, hükümetin gıda refahı programına güveniyor. Güncel rakamların eksikliği ve Modi hükümetinin 2021 nüfus sayımını yapmaması nedeni ile Hindistan’da yaklaşık 100 milyon kişinin Kamu Dağıtım Sistemi’nin dışında bırakıldığı belirtiliyor. Hint ekonomistler, 2021 nüfus sayımı hiç yapılmadığı için hükümetin ücretsiz gıda tayınından yararlanan vatandaşların sayısına işaret ile son nüfus sayımındaki 800 milyon rakamında takılıp kalınmasını talihsiz bir durum olarak niteliyor ve Hint yasalarına, Ulusal Gıda Güvenliği Yasası’na göre kentsel alanlardan yüzde 50 ve kırsal alanlardan yüzde 75’lik nüfusun Kamu Dağıtım Sistemi kapsamına alınması gerektiğine vurgu yapıyor.

Gıda güvenliğinin yanı sıra, Hindistan’da nüfus sayımı verilerinin eksikliği Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garanti Programı’nı da etkiliyor çünkü Birlik hükümetinin devletteki hane ve işçi sayısına göre her devlete fon tahsis etmesi gerekiyor. Birlik devletlerinin hükümetlerinin ayrıca güncellenmiş rakamların olmaması nedeni ile Planlanmış Kast / Planlanmış Kabile (SC/ST) topluluklarının geliştirilmesi, yaşlılık maaşı ve yoksullar için konut sağlamayı amaçlayan çeşitli planlara fon tahsis etmekte zorlandığı ifade ediliyor. Uygun yararlanıcıların refah programlarının dışında kalmamasını sağlamak için baskı altında olan bu hükümetler, kendi veri kümelerini oluşturmak için para harcamak zorunda kalıyor.

Birleşmiş Milletler’in geçen yılki raporuna göre Hindistan nüfusunun 1,5 milyara yakın olduğu tahmin ediliyor. Ülkede son nüfus sayımı 13 yıl önce, 2011 yılında yapılmıştı. Henüz 3 yıllık bir gecikme gibi görünüyor olabilir ancak sayımın eylül ayında başlaması söz konusu olsa dahi ortalama 18 ay süreceği de göz önüne alınırsa totalde 5 yıllık bir gecikme yaşanmış olacaktır ki henüz hala planlama sürecinde olduğunu ve sayım sürecinin resmi olarak onaylanmadığını da yeniden belirtelim. Artık sürecin başlatılması için Modi’nin ofisinden son onayın beklendiği görülüyor. Ve yeniden dikkat çekmek gerekirse Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı verileri çok önemli çünkü demografik profildeki değişiklikleri, cinsiyet oranını, göçü, hanelerin ekonomik çeşitliliğini ve kentleşmenin kapsamını anlamaya yardımcı olur. Ayrıca, yoksulluk ve eşitsizliği tahmin etmek için herhangi bir örneklem anketinin temelini veya çerçevesini oluşturan nüfus sayımı verileridir.

Bununla beraber, Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı özellikle son gelişmeler bağlamında çok tartışmalı bir hal aldı. Modi hükümeti, nüfus sayımı ile birlikte Ulusal Nüfus Kaydı’nı (NPR) güncellemek için bir nüfus araştırması yapacağını söylemiş ve bunun üzerine NPR’nin “şüpheli vatandaşların” Hint olduklarını kanıtlamaları için bir liste olacağı iddialarından hareketle Hindistan’ın 200 milyondan fazla Müslümanının hedef alındığı eleştirileri ülke çapında aylarca süren protestoları tetiklemiş ve tüm bunlar tartışmalı 2019 Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nın (CAA) zemininde yaşanmıştı. Ayrıca bir süredir ülkede birkaç muhalefet ve bölge lideri de Birlik hükümetinin bir kast sayımı yapmasını talep ediyor, ancak bunun Hindu oylarında çatlaklara yol açabileceği ve bunun da iktidar partisi BJP’ye zarar verebileceği ve çeşitli gruplardan rezervasyon/kota taleplerini tetikleyebileceği tartışılıyor. Örneğin, Bihar’da yalnızca geçici bir önlem olabilecek, veri açığının bir kısmını kapatabilecek ve çeşitli göstergelere ışık tutabilecek bir kast sayımı yapılmıştı ancak beraberinde birtakım tartışmaları da getirmişti. Bu arada, “Hindistan’ın Bihar kast anketi ve kast sistemi” başlığını taşıyan 7 Ekim 2023 tarihli ayrıntılı bir yazım da başka bir mecrada bulunuyor ki ilgililer internet üzerinden kolaylıkla okuma sağlayabilirler.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 2: Kazanan Kamala, kaybeden ABC

Yayınlanma

2024 Amerikan seçimlerinin Kamala Harris’li ilk münazarası dün akşam yapıldı. Son münazara Biden’ın siyasi kariyerini bitirince Amerikan halkı dünkü münazaraya daha da yoğun ilgi göstermişti. Trump destekçileri “Harris’i de Biden gibi rezil edeceğiz” mottosuyla mekânları doldurmuş, sabırsızlıkla münazaranın başlamasını bekliyordu.

Ancak münazara onların pek beklediği gibi geçmedi. Tahmin edilenden çok daha saldırgan bir Kamala, çok daha savunmada bir Trump izledik. Trump’ı ilk münazarada Biden’a karşı üstün kılan sadece Biden’ın mental sorunları değildi. Trump kendine yöneltilen iddialara ya da sorulara hiçbir şekilde yanıt vermeyip sadece taarruzda kalmıştı. Ancak dün gece özellikle ailesiyle ilgili meselelerde gereksiz yere hırçınlaştı. Karşı taarruzdan ziyade savunmayı tercih etti.

Moderasyon Faciası

Önceki münazaradaki zaferinden dolayı özgüveni yüksek Trump, Harris’in ABC kanalı tercihine olumlu yanıt vermişti. Ancak bu özgüven onun için tam anlamıyla faciaya dönüştü. ABC moderatörleri Trump’ın her cümlesini yalanlamak için birbiriyle yarışırken Kamala Harris’i bir kez bile düzeltmediler. Buradan Harris’in doğruları söylediği sonucunu da çıkartmayın. Mesela en kritik eyaletlerden Pensilvanya ekonomisi için önemli olan ancak çevreye zarar verebilen gaz çıkarma işlemi fracking’i yasaklayacağını söylemiş, münazarada ise bunu söylediğini reddetmişti. 2020 George Floyd protestoları sonrası polisin bütçesinin azaltılması gerektiğini söylemiş, bunu münazarada yine reddetmişti. Trump yönetimi sırasında gerçekleşen sağcıların yürüyüşü Charlottesville olayıyla ilgili “Trump faşistlere iyi insanlar dedi” demiş ancak bunu tamamen bağlamından koparmıştı. Bu cümleler moderasyon tarafından yalanlanmaya muhtaç Kamala Harris iddialarından sadece birkaçı.

İşin sonunda Trump da kendi sosyal medyasında “3’e 1 münazarayı ben kazandım” diyerek tepki gösterdi. Ancak Harris’ten golleri yemişti bir kere. Moderasyonun ilk darbesi, kürtaj meselesini ilk konu olarak seçmesiyle başladı. Başını Heritage Foundation’ın çektiği 70-80 kadar muhafazakar düşünce kuruluşunun katkılarıyla hazırlanan 900 sayfalık “başkanlık değişim rehberi” Project 2025, aşırı muhafazakar maddeleriyle Demokrat ve bağımsız seçmende epey korku yarattı. Seçim kampanyası boyunca Demokratlar Project 2025’e vurgu yaparken, bu rehberin “kürtaj yasağını federal boyutta tüm ülkeye yayacağını” söylemesi münazarada da tartışıldı. Donald Trump, ne kadar Project 2025 ile alakalı olmadığını ve kürtaj yasağını kişisel olarak desteklemediğini söylese de kendi atadığı yüksek mahkeme yargıçlarının kürtajı hak olmaktan çıkarması ve kararı eyaletlere bırakması Amerikan kamuoyunun gözünde faturayı Trump’a kesti.

Tam da bu sebepten Trump, münazaraya bir sıfır geride başladı. Ancak sonrasında eski başkan durumu dengelemeyi başardı. 14 milyon Demokratın oyunu alan Biden’ın zorla adaylıktan indirildiğini, yerine ön seçime girmemiş Harris’in geldiğini vurguladı. Kamala’nın “eski çalışanların seni aşağılayan kitaplar yazıyor” eleştirisine karşılık “çünkü başarısız olanları kovuyorum. Sen Afganistan çekilmesi rezaletinde bir kişiyi bile kovmadın. Kimseyi kovmazsan hakkında kitap yazmazlar” dedi. Harris’in “sen başta olsan Putin Kiev’e gelmişti bile” cümlesine “ben olsam Putin Moskova’da oturuyordu ve 300 bin kişi ölmemişti. Seni diplomasi yap diye yolladılar Kiev’e, 3 gün sonra savaş çıktı” diyerek cevap verdi.

Harris’ten bir de kendi kalesine gol izledik. Artık hangi stratejiyi düşünerek böylesi bir çıkış yaptı bilmiyorum ama Cumhuriyetçilerin eski toprak savaş suçluları George W. Bush ve Dick Cheney ekibinin kendisine destek açıklamasını gururla anlattı. ABD kamuoyunun ciddi kesimlerinde karşılığı olmayan bu kişiler, Demokratların özellikle Müslümanlardan oy almakta zorlandığı bu günlerde Harris’e nasıl bir fayda getirecek emin değilim.

Yenilen pehlivan…

Henüz tarihi kesinleşmemekle birlikte iki münazaranın daha yapılacağı tahmin ediliyordu. Ancak Trump’ın son yaptığı açıklama ortalığı karıştırdı. Trump “münazaradan galip çıktım. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Ben zaten öndeyim, neden rövanşa çıkayım ki?” gibi bir paylaşım yaptı. Trump’ın fikrini değiştirmesi halinde yeni bir strateji belirlemesi muhtemel.

Yine de bu münazaranın büyük bir gaf veya skandal yaşamadan bittiğinin altını çizmek gerekir. İki mahalle de bu sebepten ötürü kendi adayını galip ilan ediyor. Dahası, sosyal medyada çok gürültü yapan Demokrat ve Cumhuriyetçilerden ziyade salıncak eyaletlerdeki kararsızların fikri önemli. Batı’daki ana akım medya 2016 seçim münazarasında Clinton’ı galip ilan etmiş, ancak seçim gecesi büyük bir şok yaşamıştı. Bugün ortam tabii ki daha farklı olsa da Trump’ın asla küçümsenmeyecek bir siyasetçi olduğunu unutmamak gerekir. 2016’dan beri devam eden siyaset macerasında medyada belki yüz defa “Trump’ın işi artık bitti” denmiştir.

Tam da bu sebepten seçimin son haftasına kadar keskin yorumlardan kaçınılmalı. Dünyadaki politik hafıza dakikalara indirgenmişken seçimden tam 2 ay önce gerçekleşen bir münazaranın sonucu belirlemesi kolay değil. Bu, Trump’a suikast girişimi sonrası “artık kesin kazandı” yorumları için de aynıydı, şimdi yapılan “Kamala, seçimi alır” yorumları içinde aynı. Her şekilde önümüzde zorlu bir iki ay var. Kim bilir daha neler olacak!

Round 1: Galip Trump

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Kamala Harris komünist mi?  

Yayınlanma

Çağla Üren

Trump’ın ve Harris’in ekonomi politikaları Amerikalılar için ne öngörüyor ve ne vaat ediyor?

Kasım ayında yapılacak ABD Başkanlık Seçimleri öncesinde Donald Trump’ın suikast girişimine uğramasının ardından gerilim yükselirken adaylar arasındaki atışmalar da yeni bir boyuta taşındı.

Son olarak Trump’ın, ekonomi planını açıklayan Kamala Harris’e “komünist” demesi hem Demokrat Parti içinde hem de küresel sol kamuoyunda bir tartışmanın fitilini ateşledi.

Cumhuriyetçiler Harris’in komünist olduğunu savunurken, Demokrat Parti’nin daha radikal üyeleri Harris’in sosyalist olmadığını, bu yüzden Bernie Sanders’ı desteklediklerini dile getiriyor.

Bu arada uzmanlar da Harris’in ekonomi planını masaya yatırıyor ve Demokrat adayın gerçekten komünist olup olmadığı tartışmasına dahil oluyor.

Peki Harris gerçekten de komünist mi veya açıkladığı ekonomi planı sosyalist bir politika mı?

Tarafların ekonomi planlarına bakış

Adaylar sıklıkla ekonomi politikalarına odaklanan konuşmalar yapıyor. Bu konuşmalardan yola çıkarak iki adayın ekonomi planlarının bir karşılaştırmasını yaparak başlayabiliriz. Ancak adayların seçilmeleri durumunda uygulayacaklarını söyledikleri bu planların Kongre onayı gerektireceğini de not etmek gerek.

  1. Bahşişler üzerindeki federal vergiler

Aslında hem Trump’ın hem de Harris’in kampanyası popülist bir eğilimi yansıtıyor. Örneğin iki aday da bahşişler üzerindeki federal vergilerin kaldırılması çağrısında bulundu. Trump fikri ilk açıklayan olduğu için rakibini kendisini taklit etmekle suçluyor. Hatta öneri, Trump’ın kampanya mitinglerindeki en sevdiği vaatlerden biri haline gelmiş durumda. Trump fikri ilk olarak haziran ayında, birçok konaklama ve hizmet çalışanının yaşadığı Nevada, Las Vegas’ta ortaya atmıştı.

Yale Üniversitesi’ndeki Bütçe Laboratuvarı’na göre, ABD’de 2023’te yaklaşık 4 milyon kişi bahşişli işlerde çalıştı, bu da tüm istihdamın yaklaşık yüzde 2,5’ine denk geliyor. Ancak bu iş kolundakilerin üçte birinden fazlası federal gelir vergisi borcunu ödeyemeyecek kadar az kazanıyor.

Trump hem federal gelir hem de bordro vergilerinin kaldırılması sözünü verirken, Harris sadece federal gelir vergileri üzerinde duruyor.

  1. Sosyal güvenlik yardımları üzerindeki vergiler

Trump ayrıca bir diğer etkili oy bloğuna, yani yaşlı vatandaşlara vergi indirimi teklif ediyor. Geçen ay Sosyal Güvenlik yardımlarındaki vergileri kaldırmak istediğini şu sözlerle duyurdu.

“Enflasyondan muzdarip sabit gelirli yaşlılara yardım etmek için Sosyal Güvenlik’e vergi uygulanmayacak. Bunu durduracağız.”

Öte yandan bir komite analizi, verginin kaldırılmasının federal açığı 2035’e kadar 1,6 trilyon ila 1,8 trilyon dolar artıracağını gösteriyor. Sosyal Güvenlik ve sosyal sağlık kurumu Medicare’in fonları daha erken tükenirse ve yardımlar kesilmek zorunda kalırsa birçok yaşlı sonunda zarar görebilir.

  1. Gümrük vergileri

Bunun yanı sıra Trump, Beyaz Saray’a dönerse daha fazla gümrük vergisi getireceğini söylüyor. Harris ise ticaret planlarından özel olarak bahsetmedi. Ancak Joe Biden-Harris yönetimi Trump dönemindeki gümrük tarifelerinin çoğunu devam ettirmiş ve hatta bazılarını artırmıştı.

Trump, tüm ülkelerden yapılan tüm ithalatlara en az yüzde 10’luk bir tarife, tüm Çin ithalatlarına da yüzde 60’ın üzerinde bir tarife eklenmesini istediğini dile getiriyor.

Eski başkan, yeni gümrük vergilerinin ülke içindeki işleri canlandıracağını ve geliri artıracağını iddia etse de ekonomistler bu gümrük vergilerinin tipik bir orta gelirli haneye yılda 1.700 dolara mal olabileceğini belirtiyor. Nitekim gümrük vergileri yabancı ülkeler tarafından değil, ABD ithalatçıları tarafından ödeniyor.

Amerikalılar Trump’ın yönetimi sırasında ithal güneş panelleri, çelik ve alüminyum ile Çin mallarına uyguladığı gümrük vergileri nedeniyle bugüne kadar 242 milyar dolardan fazla ödeme yaptı.

Mart ayında Trump, bir dönem daha kazanırsa ABD dışında üretilen tüm arabalara yüzde 100 yeni bir gümrük vergisi koyacağını söylemişti.

Mayıs ayında, Biden-Harris yönetimi de iki yıl içinde çelik ve alüminyum, yarı iletkenler ve elektrikli araçlar dahil olmak üzere belirli Çin malı ürünlere gümrük vergilerini artırma planını uygulamaya koymuştu.

  1. Vergi kesintileri

Eski başkan Trump, ana hedeflerinden birinin, ilk döneminin en önemli başarılarından biri olan 2017 Vergi Kesintileri ve İş Yasası’ndaki kapsamlı vergi kesintilerini genişletmek olduğunu da söylüyor. Zira halihazırda var olan bireysel gelir ve miras vergisi indirimleri gelecek yılın sonunda sona eriyor.

Trump konuyla ilgili bir konuşmasında, “Çalışanlara ve ailelere ekonomik rahatlama sağlamak için ek vergi kesintileri yapacağız ve bunları kalıcı hale getireceğiz” dedi.

Harris ise Biden’ın yılda 400 bin doların altında kazanan hiç kimseden vergi almama sözünü sürdüreceğini dile getiriyor. Trump’ın vergi kesintisi sözünü de eleştiren Harris, bir konuşmasında şu ifadeleri kullandı:

“Donald Trump milyarderler ve büyük şirketler için mücadele ediyor. Ben de çalışan ve orta sınıf Amerikalılara için mücadele edeceğim.”

Harris’in planı 100 milyondan fazla Amerikalıya vergi indirimi sağlamak.

  1. Orta sınıf için vergi kredileri

Bunun yanı sıra Harris, çocuk bakımıyla ilgili vergi kredisini 2 bin dolardan 3 bin 600 dolara çıkarmayı ve bunu kalıcı hale getirmeyi talep edecek. Bu alandaki önceki iyileştirme 2021’de yürürlüğe girmişti. Ancak Biden maliyetler nedeniyle bunun süresini uzatamamıştı.

Harris’in planı ayrıca, yaşamlarının ilk yılında çocuk sahibi olan orta sınıf ve düşük gelirli aileler için 6 bin dolara varan yeni bir çocuk vergi kredisi eklemeyi öngörüyor.

Ayrıca 2025 sonunda sona ermesi planlanan ve daha cömert bir paket olan Uygun Fiyatlı Bakım Yasası prim sübvansiyonlarının uzatılmasını talep ediyor.

Öte yandan Harris epey maliyetli olacağı düşünülen bu planların ne kadar süreyle yürürlükte kalacağını açıklamadı.

  1. Konut krizi

Harris, ülkenin uygun fiyatlı konut eksikliğini gidermek için de bir plan duyurdu. Planın bir kısmı Biden’ın daha önce açıkladığı tekliflere dayanıyor.

Başkan yardımcısı, ilk kez ev sahibi olacaklar için 25 bin dolara kadar peşinat desteği sağlamayı vaat ediyor. Bu kesim için 10 bin dolarlık bir vergi kredisi de sağlanacak.

Harris ayrıca 3 milyon yeni konut birimi inşa edilmesini istiyor. İnşaatı teşvik etmek için de ilk kez ev sahibi olacaklara satılan ​​evler yapan inşaatçılara ilk vergi teşvikini verecek. Buna ek olarak, Harris, Biden yönetimi tarafından daha önce duyurulan fonun iki katı büyüklüğünde, 40 milyar dolarlık yeni bir inovasyon fonu oluşturmak istiyor.

Harris’in ABD’de kira maliyetlerini düşürmeyi amaçlayan teklifleri de var. Birincisi, ev sahiplerinin kiraları belirlemek için algoritma odaklı fiyat belirleme araçlarını kullanması engellenecek. İkincisi, vergi avantajlarını kaldırarak zengin yatırımcıları mülk satın almaktan ve kiraları toplu olarak artırmaktan caydırma hedefinde.

Trump ise konut açığını hafifletmek için federal arazilerin kullanılmasından bahsediyor. Bir basın toplantısında, “Konut inşaatı için federal arazileri açacağız” ifadelerini kullandı.

Harris de federal arazilerin açılması gerekliliğinden söz etmişti.

Bunun yanı sıra Cumhuriyetçi Ulusal Komite platformu, partinin ilk kez ev sahibi olacaklar için vergi teşvikleri ve destek sağlayacağını ve enflasyonu düşürerek ipotek oranlarını da azaltacağını söylüyor.

  1. İlaç maliyetleri

Son olarak Harris, reçeteli ilaç maliyetlerini azaltma çabalarına dayanan bir plan da duyurdu.

Buna göre insülin için mevcut cepten ödeme üst sınırının (aylık 35 dolar) ve reçeteli ilaçlar için yıllık 2 bin dolarlık cepten ödeme üst sınırının genişletilmesi öngörülüyor.

Harris ayrıca, milyonlarca kişinin tıbbi borçlarını iptal etmek istiyor. 

Dananın kuyruğunun koptuğu yer: Fiyat kontrolleri 

Hem Harris hem de Trump, Amerikalılar için bakkaliye ve diğer günlük ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını ele almaya odaklanıyor.

Trump Oval Ofis’e döndüğü ilk gün, tüm kurum başkanlarına ve kabine sekreterlerine “enflasyonu yenmek ve tüketici fiyatlarını hızla düşürmek için emrindeki her aracı ve yetkiyi kullanmaları” talimatını vereceğini söylüyor. Ayrıca petrol ve gaz üretimini artırarak fiyatları düşüreceğini birçok kez dile getirdi.

Harris ise şirketleri hedef alan ve market fiyatlarını düşürmeyi amaçlayan federal bir “fiyat sömürüsü yasağı” çağrısında bulundu. Bu çağrı uyarınca Federal Ticaret Komisyonu’nun, fahiş fiyatlar belirleyen şirketlere ağır cezalar getirmesi talep ediliyor.

Bazı şirketlerin krizleri fırsat bilerek fiyatlarını artırdığını ileri süren Harris, “Çoğu işletme iş yaratıyor, ekonomimize katkıda bulunuyor ve kurallara göre oynuyor, ancak bazıları yapmıyor. Ve bu doğru değil” diyerek fiyatların sabit tutulması konusunda kararlı olduğunu vurguladı.

Trump’ın Harris’i “komünist” diye nitelemesinin arkasında da bu fiyat kontrolü planı var. Cumhuriyetçi başkan adayı, “Yoldaş Kamala” diye tanımladığı Harris’in bu planını Venezuela ve Sovyetler Birliği’nde uygulanan politikalara benzettti:

“Ülkemizi mahvetmek istiyor. Yoldaş Kamala, felaket düzeyinde bir enflasyona neden olduktan sonra sosyalist fiyat kontrolleri uygulamak istediğini duyurdu. Bu komünisttir; bu Marksisttir; bu faşisttir.”

Nixon da aynı planı uygulamıştı

Cumhuriyetçiler, Harris ve aday arkadaşı Tim Waltz için “komünist” nitelemesini son dönemde giderek daha sık kullanıyor.

Harris’in ekonomi planı çoğu ekonomist tarafından “sosyal demokrat bir anlayış” olarak değerlendirilse de uzmanlar fiyat kontrollerinin tek başına sosyalist bir uygulama olmadığını vurguluyor.

Nitekim söz konusu plan, Cumhuriyetçi Başkan Richard Nixon tarafından 1970’lerde de uygulanmıştı.

Öyle ki Harris’in fiyat kontrolü vaatlerine karşı çıkanlar, gerekçe olarak Nixon’ın politikasının başarısızlıkla sonuçlanmasını öne sürüyor. Nixon’ın ücret ve fiyat kontrollerinin durgun enflasyon dönemine katkıda bulunduğunu savunuyorlar.

Örneğin Antitrust Education Project (Tekel Karşıtı Eğitim Projesi) başkanı Robert Bork Jr., “Harris’in kumarı, tıpkı Nixon’ın ücret ve fiyat kontrolleri gibi siyasi açıdan popüler olabilir ama ekonomik etkileri hepimizin acı çekmesine neden olacak” diyor.

Nobel ödüllü ekonomist: Harris komünist değil

Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman, Trump’ın Harris’e “komünist” diyerek “umutsuz bir siyasi hamle yaptığını” savunuyor.

Krugman, Eski Başkan Ronald Reagan’ın, Amrikalıları “Medicare” gibi sosyal sağlık programlarının özgürlüklerini kaybetmelerine yol açacağına inandırmak için “komünist avı” stratejilerini canlandırdığını hatırlatarak Trump’ın taktiğini bu sürece benzetiyor.

New York Times’ta yazdığı makalede ekonomist, şöyle ekliyor:

“Cumhuriyetçiler, seçmenleri, eski bir savcı olan ılımlı merkez sol bir Demokratın, sırf siyah bir kadın olduğu için komünist olduğuna ikna edebileceğine inanıyor.”

“Keşke bu doğru olsaydı”

Yorumcu ve yazar Ben Burgis ise Demokrat Parti’nin öne çıkan bir diğer ismi Sanders’ın Harris’ten daha radikal bir çizgide olduğunu savunarak, “Trump, Kamala Harris’in radikal bir Marksist olduğuna inanmanızı istiyor. Keşke bu doğru olsaydı” ifadelerini kullanıyor.

CNBC‘de kaleme aldığı yazıda Burgis, Harris’in sosyal politika vaatlerinin halihazırda Avrupalı ülkelerde yürürlükte olan uygulamaları andırdığını savunuyor:

“Harris ve Walz gerçekten o ‘yoldaş’ etiketini kazanmak istiyorsa, ABD’yi diğer Batılı demokrasilerle aynı çizgiye getirmeye yönelik önerilerin ötesine geçmeli ve çok daha radikal terimlerle düşünmeye başlamalılar.”

Burgis ayrıca Harris ve kampanya ekibinin Filistin politikasını da sert eleştiriyor:

“Protestocular Harris’in İsrail’e silah göndermeyi bırakmayı taahhüt etmesini talep ediyor ama ulusal güvenlik danışmanı, İsrail’in İran ve İran destekli gruplara karşı kendini savunabilmesini her zaman sağlayacağını söylüyor.”

Harris iş garantisi talebini reddetmişti

Yazar ayrıca, Harris’in daha önce iş ve ulusal sağlık hizmeti garantisi gibi talepleri reddettiğini hatırlatıyor. Gerçekten de temmuz ayı sonunda Harris’in kampanyasından gelen açıklamada 2019’daki “Yeşil Yeni Düzen” kararının bir parçası olan federal iş garantisini artık desteklemedikleri belirtilmişti.

ABD’de petrol, gaz ve kömür gibi endüstrilerdeki birçok işçi, yeşil enerji kaynaklarına geçiş sürecinde mesleklerinin ortadan kalkacağından endişe ediyor. Bahsi geçen ve o dönemde Harris’in de desteklediği Yeşil Yeni Düzen kararı ise isteyen her Amerikalıya “aile geçindirebilecek ücrete sahip bir iş garanti etmeyi” vaat ediyordu.

Burgis, konuyla ilgili şu ifadelerini kullanıyor:

“Eminim Harris’in İsrail’e desteği, koalisyonundaki ulusal güvenlik şahinlerini memnun ediyordur. Tıpkı ulusal sağlık hizmetini ve iş garantisini reddetmesinin bağışçı sınıfını (zengin ve yüksek eğitimli küçük bir grubu tanımlamak için kullanılan bir terim) memnun etmesi gibi. O zaman ‘pembe saçlı Marksistlerden’ veya hatta Bernie tarzı sosyal demokratlardan coşkulu ‘tezahürat’ beklemesinler.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English