Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

NATO’nun ‘Teksas’ı: İsveç ve Finlandiya

Yayınlanma

NATO uzmanı Ted Galen Carpenter, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılma kararını değerlendirdi. Carpenter’e göre, Rusya ile gerilim tehlikesini ve askeri çatışma riskini artıran eylemin iki ülke için de felaketle sonuçlanması olasılığı oldukça yüksek.

Cato Enstitüsü’nde savunma ve dış politika çalışmaları yapan kıdemli araştırmacı Ted Galen Carpenter, “İsveç ve Finlandiya ölümcül hata yapıyor olabilir” başlıklı bir yazı kaleme aldı. NATO üzerine çalışmaları ile tanınan Carpenter’in analizi savaş ve emperyalizm karşıtlığı ile bilinen Kaliforniya merkezli Randolph Bourne Enstitüsü’nün analiz sistesi Antiwar.com’da yayınlandı.

Tam çevirisini yayınladığımız makalenin ara başlıkları Harici’ye aittir:

Ankara’nın itirazı pazarlık taktiği

ABD ve diğer Batılı liderler, İsveç ve Finlandiya’nın yakında NATO’ya eklenmesine seviniyor, ancak Türkiye’nin düşük de olsa onların İttifak’a katılımını engelleme olasılığı bulunuyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, iki aday ülke belirli tavizler vermedikçe bunu yapabileceğini ima etti. Erdoğan, İsveç’in Kürt “teröristleri” iade etme konusundaki isteksizliğinden özellikle endişe duyduğunu söylüyor. Erdoğan’ın diğer konulardaki alaycı oportünizm sicili göz önüne alındığında, tehdidinin Ankara’nın nüfuzunu göstermek için sadece bir pazarlık taktiği olması daha olasıdır.

Erdoğan, Stockholm ve Helsinki’den siyasi tavizler istemenin yanı sıra, NATO lideri olarak ABD’den de tavizler istedi. Erdoğan’ın diplomatik sertliği şimdiden bir fayda sağladı: Biden’ın Türkiye’ye büyük parti F-16 avcı uçağı satışını onaylama kararı, uzun süredir askıya alınan bir konuydu. Biden, Ankara’nın NATO’nun İskandinav genişlemesiyle ilgili tutumuyla herhangi bir bağlantısı olduğunu reddetti ve “Bunun hiçbir karşılığı yoktu; sadece satmamız gerekiyordu” dedi. Ancak Beyaz Saray onayının zamanlaması aksini söylüyor. Her halükârda, Erdoğan diplomatik dramasını bitirdiğinde NATO’nun iki yeni üyesi olacak.

Ukrayna’dan ders alınmadı

Her iki ülke de İttifaka önemli askeri kazanımlar sağlıyor. Özellikle İsveç, birinci sınıf hava kuvvetleri de dahil olmak üzere çok yetenekli ve modern bir orduya sahip. Finlandiya’nın daha küçük ve daha az önemde bir askeri gücü var, ancak Rusya ile 830 mil sınıra sahip. NATO şahinleri için bu durum, Moskova’ya yönelik başka bir tehlikeli provokasyondan ziyade büyük bir fayda olarak değerlendiriliyor. Batı’nın Ukrayna’yı NATO’nun askeri piyonu yapma politikasının feci sonuçlarını görmenin Finlandiya ile ilgili bu pervasızlığı engelleyeceği düşünülebilir. Ancak durumun böyle olmadığı bariz.

Kremlin’in NATO’nun genişlemesinin son aşamasına tepkisi, şimdiye kadar şaşırtıcı derecede ılımlı oldu. Moskova, her iki ülkeye de İttifaka katılmaları halinde nükleer güçlerini İskandinavya’ya daha fazla odaklanmak için yeniden konumlandırmak zorunda kalacağını bildirdi, ancak İsveç ve hatta Finlandiya’nın NATO’ya katılımının “kırmızı çizgiyi” aştığına dair henüz bir uyarı yapılmadı. Vladimir Putin ve diğer yetkililer, Ukrayna ile ilgili bir kaç kez “kırmızı çizgi” uyarısı yapmıştı. Bu sınırlamanın devam edeceği umulabilir.

İsveç için aptalca bir eylem

Yine de NATO’ya katılmak İsveç ve Finlandiya için düşüncesiz ve potansiyel olarak çok tehlikeli bir adım. Özellikle İsveç, 170 yıldan fazla bir süredir uyguladığı katı tarafsızlık politikasından büyük fayda sağladı. Ülke, diğer çoğu Avrupa ülkesinin aksine her iki dünya savaşına da dahil olmaktan kaçınmayı bile başardı. Tarafsızlık, İsveç’i Avrupa’nın geri kalanını saran muazzam bir yıkım ve can kaybından kurtardı. Zorlayıcı bir neden olmadıkça bu kadar kapsamlı faydalar sağlayan bir politikadan vazgeçmek, aptalça bir eylemdir. Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerinin sonuç ne olursa olsun, bugünün Rusya’sının İsveç ve demokratik Avrupa’nın geri kalanı için, büyük ve güçlü Sovyetler Birliği’nden daha büyük bir tehdit oluşturduğu fikri tamamen mantıksız. Ukrayna’da sınırlı hedeflerine ulaşmada ciddi sorunlarla karşılaşan bir ordu, Avrupa’nın geri kalanı için inandırıcı bir tehdit olamaz.

Finlandiya’nın ‘korkusu’ zorlama

Finlandiya’nın geçmişi İsveç’inkinden oldukça farklı ve Helsinki’nin Rusya’ya karşı NATO koruması talep etmesi daha anlaşılır. Ülke Çarlık Rus İmparatorluğu’nun bir parçasıydı ve Sovyet dönemindeki deneyimleri daha iyi olmadı. Moskova kuvvetleri 1939-1940 Fin-Sovyet Savaşı sırasında Finlandiya’ya saldırdı ve toprakların önemli bir bölümünü ele geçirdi. Soğuk Savaş sırasında Helsinki, Moskova’dan kontrol ediliyordu. Kremlin’in Doğu Avrupa’daki düpedüz kukla devletlerinin aksine, Finlandiya kendini yönetmeyi başardı. Bununla birlikte, önemli dış politika konularında Moskova’nın tutumundan farklı kararlar almaya cesaret edemedi. En azından bazı Finliler, Putin’in nihayetinde bu kadar boğucu himaye sistemini yeniden kurmak için harekete geçebileceğinden korkuyor.

Bu, zoraki bir korku ve Helsinki’nin NATO’ya katılma kararı aslında Rusya ile gerilim tehlikesini ve askeri çatışma riskini azaltmaktan ziyade artırıyor. Moskova özellikle ABD birlik ve silahlarını Finlandiya topraklarına yerleştirme girişimini çok ciddi bir provokasyon olarak değerlendirecek. Yeni politikalarıyla Finliler, Rusya ile ABD arasında jeostratejik güç oyununun ortasında kalma riskiyle karşı karşıya.

Teksas olmamayı ummalılar

Stockholm ve Helsinki’nin NATO’ya katılma kararının zamanlaması bundan daha kötü olamazdı. Bu ülkeler, İttifak ile Moskova arasındaki ilişkilerin Soğuk Savaş’tan bu yana en kötü noktada olduğu anda NATO politikasının ve askeri aygıtının bir parçası haline geliyor. Silahlı çatışma ihtimali bile artıyor. İsveç ve Finlandiya, büyüyen Rus-NATO dalaşından uzak durabilirdi ancak tam tersi bir seçim yaptılar. Eylemleri, Teksas Cumhuriyeti’nin 1845’te Amerika Birleşik Devletleri’ne katılmak için aldığı kararı hatırlatıyor. Görünüşte, Teksaslıların bunu yapmak için makul nedenleri vardı. Cumhuriyetin kamu maliyesi vahim durumdaydı, Meksika yaklaşan bir askeri tehditti ve büyük Avrupa ülkelerinin tümü yeni kurulmuş ülkeyi muhtemel jeopolitik piyon olarak gördü. Bununla birlikte, iç savaşa sürüklenen Amerika’nın tam zamanında bir parçası haline gelen Teksas’ın, birliğe katılma kararının felaket getirdiği kısa sürede kanıtlandı.

İsveçliler ve Finliler artık NATO üyeliğini seçmenin benzer bir felakete yol açmayacağını ummalılar.

DÜNYA BASINI

AB’de silahlanma çılgınlığı

Yayınlanma

Editörün notu: AB’de, özellikle Ukrayna-Rusya savaşı ve ABD’nin Avrupa’ya yönelik güvenlik garantilerinin güvenilirliğinin azalması nedeniyle, askeri harcamalar hızla artıyor. Donald Trump’ın NATO ülkelerinden daha fazla savunma harcaması talep etmesi ve Rusya’nın Avrupa’ya yönelik olası tehdit algısı, silahlanmayı teşvik ediyor. Fakat, Rusya’nın askeri kapasitesi ve ekonomik durumu, Avrupa’ya yönelik bir tehdit oluşturacak düzeyde değil; bu durum, uzman camiasının geçmişteki hatalı ya da çarpıtılmış tahmin ve verileriyle de destekleniyor. AB’nin 2024’te savunma harcamaları 326 milyar avroya ulaşırken, Rusya’nın harcamaları 110 milyar avro seviyesinde kalıyor. Alman siyaset bilimci ve eski Sol Parti milletvekili Alexander Neu’a göre örneğin Paris Şartı gibi Avrupa’nın güvenliği için daha sürdürülebilir çözümler üzerine yeniden düşünülmeli.


AB’de silahlanma çılgınlığı: Tartışmayı tersinden başlatma ihtiyacı üzerine

Alexander Neu, NachDenkSeiten

4 Mart 2025

AB’de, şimdiye kadar görülmemiş düzeyde büyük silahlanma harcamaları talepleri birbirini izliyor. Ortada 700 milyar avro gibi rakamlar dolaşıyor, ki bunlar vergi mükelleflerinin parası.

Almanya Federal Meclisi’nde yer alan partilerden BSW ve Sol Parti hariç, tüm partiler, o dönemde Almanya’da bile tartışmalı olan GSYİH’nin %2’si oranındaki askeri harcama hedefinin henüz bir son nokta olmadığını savunuyor.

Burada bir silahlanma yanlısı koalisyonun oluşmakta olduğu görülüyor.

Bu durumun arka planında ilk olarak ABD Başkanı Donald Trump’ın, Avrupalı NATO ortaklarının GSYİH’nin %5’ini askeri bütçelere ayırması gerektiği yönündeki kesin talebi yer alıyor.

Buna ek olarak, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaş, artık Batı’da da Rusya ile Batı arasında bir vekalet savaşı olarak görülmesi ciddi şekilde reddedilemez hale geldi.

Ukrayna ile Rusya arasındaki doğrudan savaş ve bu vekalet savaşı, eğer jeostratejik ve tarihsel bağlam tartışmadan dışlanırsa, gerçekten belirsizlikler yaratıyor ve AB Avrupa’sının askeri gücüne yönelik toplumsal talebi anlaşılır kılıyor.

Fakat, ABD Başkanı Donald Trump’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı telefon görüşmesi şeklinde bir barış girişimi, her iki ülkenin dışişleri bakanlarının Avrupa ve Ukrayna’nın katılımı olmadan Suudi Arabistan’da barış görüşmelerini hazırlamak üzere bir araya gelmesi ve Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile Ukrayna Devlet Başkanı arasında yaşanan, Ukrayna liderinin savaşın devamından kısmen sorumlu olduğu yönündeki tartışma, Avrupa başkentlerinde bir rahatlama sağlamadı.

Tam tersine: Şimdi, çok daha yüksek askeri harcamalar ve silahlanma gereklilikleri talepleri birbirini izliyor. Zira Donald Trump ve Vladimir Putin’ın hedeflediği olası barış, Ukrayna ve AB Avrupa’sının sırtına dayatılmış bir dikte barışı olur.

Bu nedenle, son zamanlarda değişmez bir öncül ortaya çıktı: ABD artık Avrupa için güvenilir bir koruma garantörü değil, NATO uçurumun eşiğinde ve Avrupa artık kendi ayakları üzerinde durmalı.

Yani, AB Avrupa’sı ve Ukrayna için yapılması planlanan büyük harcamalar alternatifsiz görülüyor. Üstelik, Rusya’nın yakın zamanda Avrupa’yı saldıracağı yönündeki, neredeyse “kesin” olarak nitelendirilen bilgi, askeri ve güvenlik uzmanları tarafından dile getiriliyor.

Ancak bu uzmanlar, Ukrayna savaşıyla ilgili şimdiye kadarki değerlendirme ve tahminlerinde aynı derecede kesin bir şekilde yanılmışlardı ve şimdi Almanya’daki tartışmayı yönlendirmeye çalışıyorlar.

Moskova’nın kendisine atfedilen bu niyetlere gerçekten sahip olup olmadığı tartışılabilir, zira kimse Rus karar merciilerinin beynini açıp içine bakamaz. Gerçeklere dayalı olarak bakıldığında şunu söylemek gerekir: Rusya, üç yıldır Doğu Ukrayna’da, kelimenin tam anlamıyla her metre için çok çetin bir mücadele veriyor ve büyük personel ile maddi kayıplar yaşıyor. Başarılı bir kara harekâtı farklı görünür. Ukrayna cephesinin ezilip geçildiğinden bugüne kadar kesinlikle söz edilemez.

Peki, Rusya’nın Polonya’ya ya da hatta Almanya’ya saldıracağı mı iddia ediliyor? Bu tür tezler hakikaten tuhaf. Ve hatta Rusya ordusu, konvansiyonel silah kapasitesiyle Brandenburg Kapısı’na kadar ilerlese bile, Moskova, Kiev ile Berlin arasındaki toprakları, toplumsal direnişler ve bununla bağlantılı belirsizlikler göz önüne alındığında nasıl kontrol edecek?

Moskova’nın buna ne mali, ne maddi, ne askeri ne de personel kapasitesi var. Ve işte bu noktada analizin özüne geliyoruz: Rusya Federasyonu, AB Avrupa’sına kıyasla hangi mali, personel ve dolayısıyla askeri kapasitelere sahip?

Kapasiteler

2021 yılında AB üye ülkelerinin askeri harcamaları yaklaşık 214 milyar avro seviyesindeydi. Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği Konseyi’nin internet sitesine göre, “2021 ve 2024 yılları arasında AB üye ülkelerinin toplam savunma harcamaları %30’dan fazla arttı. 2024 yılında bu harcamalar tahmini olarak 326 milyar avro seviyesine ulaştı, bu da AB’nin GSYİH’sinin yaklaşık %1,9’una denk geliyor.”

Fakat “%30’dan fazla” ifadesi oldukça düşük bir tahmin, zira 214 milyar avrodan 326 milyar avroya artış aslında yaklaşık %52’lik bir artışı temsil ediyor. Ve bu henüz son değil:

Brüksel, “AB ve üye ülkeleri, Avrupa’nın şu anda karşı karşıya olduğu benzersiz tehditler ve güvenlik zorlukları karşısında, savunma için birlikte daha fazla ve daha anlamlı harcamalar yapmaya kararlıdır,” diyor.

Rusya Federasyonu’nun askeri harcamaları ise Statista’ya göre 2024 yılında yaklaşık 110 milyar dolar seviyesinde, ki neredeyse dengelenmiş döviz kuru dikkate alındığında bu yaklaşık 110 milyar avro olur. Bu askeri harcamalar, Rusya’nın GSYİH’sinin yaklaşık %7’sine denk geliyor.

Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgali başlamadan önce, 2021 yılında askeri bütçe yaklaşık 66 milyar dolar seviyesindeydi ve Statista’ya göre bu, Rusya’nın GSYİH’sinin yaklaşık %3,6’sını oluşturuyordu. Böylece, belirtilen dönemde Rusya’nın askeri bütçesi yaklaşık %66 oranında artırıldı.

2021 yılında AB üye ülkeleri ile Rusya arasındaki askeri harcamalar oranı 3,5’e 1 düzeyindeydi; yani Rusya’nın askeri harcamalarına yatırdığı her 1 avroya karşılık AB ülkeleri 3,50 avro yatırım yapıyordu.

2024 yılında, yani devam eden savaş sırasında, bu oran sadece marjinal bir şekilde değişti: Yaklaşık 2,9’a (AB) 1 (Rusya) seviyesindeydi. Ancak burada, alım gücü paritesine göre hesaplamanın göz ardı edildiği söylenebilir.

Dış ve güvenlik politikalarına düşünce kuruluşu Bilim ve Politika Vakfı tarafından yapılan “Rusya’nın Ekonomisi Dönüm Noktasında” başlıklı analize göre, Rusya’nın bu yılki yaklaşık 130 milyar avro seviyesindeki askeri harcamaları, alım gücü paritesine göre hesaplandığında yaklaşık 350 milyar avro seviyesine ulaşıyor, bu da AB’nin askeri harcamalarının biraz üzerinde oluyor.

Bu bağlamda, AB ülkeleri ile Rusya Federasyonu arasındaki personel ve maddi güç dengelerini de bir orana oturtmak yerinde olur:

Tüm AB ülkelerinin aktif personel sayısına ilişkin kaynak bulmak zor olduğundan, Avrupa NATO ülkeleri kategorisine başvuruyorum. AB ülkeleri ile NATO ülkeleri arasında büyük ölçüde çifte üyelik olduğu için bu yöntem kabul edilebilir.

Greenpeace’in 2024 tarihli bir çalışmasına göre, Avrupa NATO ülkelerinde yaklaşık 2 milyon asker aktif görevde bulunurken, Rusya Federasyonu’nda yaklaşık 1,3 milyon asker aktif görevde. Böylece, Avrupa NATO ülkeleri yaklaşık 700 bin daha fazla aktif askere sahip.

Konvansiyonel —yani nükleer olmayan— büyük silah sistemleri (gemiler, savaş uçakları, tanklar ve topçu sistemleri) alanında, Avrupa NATO ülkeleri, Rusya Federasyonu’na kıyasla kısmen belirgin bir niceliksel üstünlüğe sahip.

Greenpeace’in 2024 tarihli çalışması, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (IISS) verilerine dayanarak aşağıdaki niceliksel güç dengelerini sunuyor:

— Tanklar: 6.297 (Avrupa NATO ülkeleri) – 2.000 (Rusya Federasyonu) – yaklaşık 3,1’e 1 oran.

— Topçu sistemleri: 15.399 (Avrupa NATO ülkeleri) – 5.399 (Rusya Federasyonu) – yaklaşık 3’e 1 oran.

— Savaş helikopterleri: 421 (Avrupa NATO ülkeleri) – 348 (Rusya Federasyonu) – yaklaşık 2’ye 1,2 oran.

— Savaş gemileri (fırkateynler, destroyerler, kruvazörler ve uçak gemileri): 140 (Avrupa NATO ülkeleri) – 33 (Rusya Federasyonu) – yaklaşık 4,2’ye 1 oran.

— Denizaltılar: 73 (Avrupa NATO ülkeleri) – 50 (Rusya Federasyonu) – yaklaşık 1,5’e 1 oran.

— Savaş uçakları: 2.073 (Avrupa NATO ülkeleri) – 1.026 (Rusya Federasyonu) – yaklaşık 2’ye 1 oran.

— Stratejik bombardıman uçakları: 0 (Avrupa NATO ülkeleri) – 129 (Rusya Federasyonu) – bu büyük silah sisteminde Rus ordusunun %100 üstünlüğü.

Ancak, niceliksel ölçüm, personelin ve silah sistemlerinin gerçek operasyonel hazır olma durumu, performansları ve ateş gücü hakkında bilgi vermez. Bu unsurlar ölçülmesi çok daha zor olan bileşenlerdir.

Yine de yaygın kanı, Batı’nın yüksek teknoloji silah sistemlerinin hem kalite hem de miktar açısından Rus sistemlerine üstün olduğu yönünde.

Buna karşın, Rusya Federasyonu, operasyonel hipersonik füzelere sahip ilk devlet oldu. Ancak, tek bir konvansiyonel silah sisteminde avantaj elde edip diğer alanlarda yetersiz kalmak askeri bir zafer için yeterli değildir.

Bununla birlikte, modern savaşı devrimleştirdiği görülen başka bir silah sistemi öne çıkıyor: Silahlı insansız hava araçları: Bu İHA’lar, zırhlı araç birliklerini, topçu sistemlerini, gemileri ve park halindeki savaş uçaklarını etkisiz hale getirebiliyor. Değeri yüz milyonlarca avro olan büyük silah sistemleri, bin avroluk İHA’lar tarafından yok edilebiliyor.

Ukrayna’da, bazı cephe bölgelerinde büyük silah sistemleri, imha edilme tehdidi nedeniyle artık kullanılamıyor, zira gökyüzü SİHA’larla dolu.

Rusya ve Ukrayna’nın SİHA kullanımındaki deneyimleri muhtemelen lider konumda. Ukrayna tarafından bu yeni silah sisteminin ve kullanım biçimlerinin bilgi ve deneyim transferi Batı’ya yapılıyor. Nispeten ucuz SİHA’larda yarış kapıda.

Yalnızca büyük silah sistemlerindeki niceliksel üstünlük, aktif asker sayısındaki fark ve savaş alanını değiştiren ucuz SİHA’lar bağlamında, silahlanma için büyük harcama artışlarıyla ilgili tartışma baştan aşağı yeniden ele alınmalı.

Ayrıca, Avrupa’nın güvenliği ve istikrarı, Helsinki Anlaşması bölgesindeki tüm ülkeler tarafından onaylanmış olan “Paris Şartı” nihayet uygulanırsa, daha sürdürülebilir ve çok daha düşük maliyetle sağlanabilir.

Zira bu güvenlik konsepti, dışlayıcı ve dolayısıyla bölünmüş (güvensiz) bir güvenlikten ziyade, Avrupa’da ortak ve bölünmemiş bir güvenliğe odaklanıyor.

Avrupalı elitler, 1990’ların başında bu güvenlik konseptini Avrupa barış düzeninin temeli olarak sorumlu bir şekilde uygulamış olsaydı, hem Yugoslavya hem de Ukrayna savaşları Avrupalılara ve özellikle bu ülkelerdeki insanlara yaşatılmazdı.

Yüz binlerce insan hayatını kaybetmez ya da yaşamlarının geri kalanını fiziksel veya ruhsal olarak yaralı geçirmek zorunda kalmazdı.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump yoktan para yaratabilir mi?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Donald Trump’ın iki gün önce stratejik kripto para rezervi oluşturacaklarını açıklaması ile birlikte, Amerikan hükümetinin Fort Knox’taki altın rezervlerini yeniden değerleyeceğine ilişkin spekülasyonlar arttı. Harici’nin YouTube kanalında Amerikan borçları üzerine konuşan ekonomist Sabri Öncü de yakın zamanda benzer bir ihtimale işaret etmişti. Aşağıda çevirisini sunduğumuz iki makalede, Trump’ın altın rezervlerini piyasaya fiyatından değerleyerek Fed bilançosunu şişirme, doların aşırı değerli halini tersine çevirme ve stratejik Bitcoin rezervlerine yatırım yapabilme kabiliyetine sahip olabileceğine dikkat çekiliyor. Elon Musk ve Trump’ın Amerikan askeri üssü Fort Knox’taki altınların tam sayımını yapma planı da, kimilerinin düşündüğü gibi “altın standardına dönüş” değil, Amerikan borç yönetimi ve yeni bir küresel para stratejisi ile bağlantılı görünüyor.


Musk ve Trump’ın Fort Knox ziyareti Bitcoin hakkında

Matthew Gault
Gizmodo
27 Şubat 2025

Bir Başkan havadan para yaratabilir mi? Kağıt üzerinde evet.

Donald Trump ve Elon Musk son zamanlarda Amerika’nın resmi altın rezervlerini tuttuğu Fort Knox hakkında çok konuşuyor. Her ikisi de yakında oraya gidip kontrol edeceklerini ve altının orada olduğundan emin olacaklarını söyledi. Trump ve Musk’a göre altını kimsenin çalmadığından emin olmak istiyorlar. Planın ardındaki gerçek ise daha aptalca ve daha tehlikeli olabilir: Altının orada olacağını ve bunu bir Bitcoin rezervi yaratmak için kullanabileceklerini biliyorlar.

Fort Knox’ta altın bulunmadığı fikri, Boomer Facebook’unun iyi bildiği bir komplo teorisi. Trump ve Musk bunlara bayılıyor. 24 Şubat’ta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüşen Trump, kayıp olması muhtemel altın konusunda görüş bildirdi. “Aslında altının orada olup olmadığını görmek için Ft Knox’a gidiyoruz. Çünkü belki de birileri altını çaldı. Tonlarca altın,” dedi Trump görüşme sırasında. Musk da birkaç gündür X’te konuyla ilgili paylaşımlarda bulunuyor.

Altın muhtemelen oradadır. Çok fazla altın var ve birisinin kimse fark etmeden altını alıp götürme ihtimali sıfır. Yetkili olmayan personel daha önce sadece üç kez altınları incelemek üzere kasalara girmişti. Başkan Franklin D. Roosevelt 1943 yılında gitti. Kongre 1974 yılında bir grup gazeteciyle birlikte gitti. 2017 yılında, Trump’ın ilk başkanlığı sırasında, dönemin Hazine Bakanı Steven Mnuchin, [Mitch] McConnell ile birlikte ziyaret etti. İkilinin aptal gibi sırıttığı, altın külçelerini tuttuğu ve duvara isimlerini yazdığı fotoğraflar var.

Fakat burada en öğretici olan Rooselvet’in 1943’teki ziyareti ve stratejik bir Bitcoin rezervini başlatmak için Amerika’nın altınını kullanmanın anahtarı olabilir. Bu, açık olmak gerekirse, çok aptalca olurdu. Bu konu Nathan Tankus tarafından Notes On the Crises adlı blogunda kapsamlı ve derinlemesine ele alınmıştır. Tankus’a göre Fort Knox gezisi “muhasebe hilesi üzerine inşa edilmiş, saçmalıklarla dolu bir aldatmaca.”

Mesele Başkanın havadan para yaratmasıyla ilgili. Başkanın Amerika’nın altın fiyatını belirleme yetkisi var. Roosevelt bunu 1934 yılında Amerika altın standardından çıktıktan sonra yaptı. O dönemde ABD, altının ons fiyatının 20,67 dolar olduğunu söylüyordu. Roosevelt aslında 35 dolar değerinde olduğunu söyledi ve öyle de oldu; 2.819.000.000 dolar yarattı. Bu bir muhasebe hilesiydi ama Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na yatırım yapmasını sağladı. Bu paranın yaklaşık bir milyarı kayıtlarda kaldı ve 1953’te ülkenin ilk borç tavanı krizini önlemek için kullanıldı.

Trump ve Musk Fort Knox’u ziyaret ettiklerinde altın külçeler halinde duran 5.000 ton altın bulacaklar; ABD’nin şu anda onsuna 42 dolar değer biçtiği altın; serbest piyasada onsu 2.800 dolar değerinde olan altın. Trump bir el hareketiyle ABD altınının fiyatını değiştirebilir ve ABD Hazinesinin bilançosuna yüz milyarlarca dolar enjekte edebilir. Buna yetkisi var; Yüksek Mahkeme böyle diyor. Roosevelt 1930’larda altın fiyatını arttırdığında anayasal bir krize neden olmuştu. SCOTUS [Yüksek Mahkeme] Perry v. ABD davasında onun lehine karar vermişti. Bu emsal karar Trump’ın işine yarayabilir.

Peki 800 milyar dolarlık bir talih kuşu ile ne yapmalı? Elbette Bitcoin satın almalı. Altının fiyatını değiştirip elde edilecek parayı Stratejik Bitcoin Rezervi kurmak için kullanma fikri bir süredir gündemdeydi. Cumhuriyetçi Wyoming Senatörü Cynthia Lummis geçen yılın yaz aylarında Kongreye Ülke Çapında Optimize Edilmiş Yatırım Yoluyla İnovasyon, Teknoloji ve Rekabetçiliğin Artırılması (BITCOIN) Yasası adlı bir yasa tasarısı sunmuştu.

Lummis’in tasarısına göre Hazine, altının mevcut piyasa fiyatına göre yeni altın sertifikaları çıkaracak ve daha sonra bu sertifikaları Bitcoin satın almak için kullanacaktı. Bu gerçekten gerçekleşebilir mi? Mümkün. Tuhaf, aptalca ve eşi benzeri görülmemiş zamanlarda yaşıyoruz. Başkan dünyanın en zengin adamını Fort Knox’a bir geziye götürmeyi planladığını söylüyor. Oraya vardıklarında altının hiç de kaybolmadığını söylemeleri mümkün. Beklediklerinden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirler.


Elon Musk ve Trump neden Fort Knox’ta altın teftişi istiyor?

Finshots
26 Şubat 2025

Bugünkü Finshots’ta ABD’nin en büyük altın kasası Fort Knox’ta neler olup bittiğine bakıyoruz.

(…)

Altın yüzyıllardır özel bir metal olmuştur. Zenginlik, güç ve güvenin sembolü. Krallar onu istifledi. İmparatorluklar onun için savaşlar yaptı. Sizin atalarınız da muhtemelen biraz saklamış ve nesilden nesile aktarmışlardır. Ve bugün merkez bankaları ondan alabildikleri kadar çok almak için çabalıyor.

Bu bağlamda, dünya üzerinde çıkarılan 2 bin ton altının büyük bir kısmı ya da %17’si merkez bankalarında bulunuyor.

Ve hiç kimse ABD merkez bankasından daha fazla altın biriktirmiyor; yaklaşık 8.100 ton altını var.

Ama şöyle bir şey var: ABD altın rezervlerinin önemli bir kısmı, son derece güvenli bir depo olan ve bugünkü hikayemizin konusu olan Fort Knox’ta saklanıyor.

Fort Knox şu anda 147 milyon onsun üzerinde ABD altınını ya da ABD Hazinesinin toplam altın rezervlerinin yaklaşık yarısını elinde tutuyor. Bu kulağa bir zenginlik kalesi gibi geliyor ama işte tam da burada çatlaklar ortaya çıkmaya başlıyor.

Çünkü Fort Knox’un son tam teftişi 1953 yılında gerçekleşti. O zamandan beri, 1974 ve 2017’deki kısa incelemeler dışında, hiç kimsenin altının gerçekten orada olup olmadığını doğrulamasına izin verilmedi. İşte bu yüzden Elon Musk ve Donald Trump şimdi tam teşekküllü bir teftiş için bastırıyor.

Peki, teftiş gerçekleşirse ne olacak?

Olasılıklardan biri her şeyin kasada mevcut bulunması. Altın orada, düzgünce istiflenmiş ve hesaba katılmış durumda. Ve bu aslında iyi bir şey olur. Çünkü Fort Knox’taki altın hâlâ ons başına 42 dolar gibi eski bir fiyattan değerlendiriliyor, bugün altının ons başına işlem gördüğü yaklaşık 3.000 dolardan çok uzakta. Bu muazzam bir değerleme farkıdır ve eğer ABD altın varlıklarını yeniden değerleyecek olursa, bilançosunu bir gecede yeniden şekillendirebilir.

Bağlam açısından, 42 dolarlık değerlemede, ABD’nin Fort Knox’taki toplam altın varlıkları yaklaşık 11 milyar dolar değerindedir. Fakat bugünkü altın fiyatı olan 2.900 dolardan değer biçilecek olursa, aynı rakam 760 milyar dolar gibi şaşırtıcı bir rakama yükselecektir.

Dolayısıyla bir yeniden değerleme ABD finans sistemine olan inancı yeniden tesis edebilir ve doları güçlendirebilir.

Ama kasa iddia edildiği kadar dolu değilse ne olur?

Bu finansal bir depreme yol açabilir. Bir düşünün. Fort Knox’taki altın külçeleri güvenliği temsil ediyor. Artık ABD dolarını desteklemiyor olabilirler ama altın nihai güvenli liman varlığı olduğu için ABD Merkez Bankası ve dünya çapındaki diğer merkez bankaları için bir güvenlik ağıdır. Kağıt para gibi değer kaybetmez. Bu nedenle merkez bankaları riski yönetmek için rezervlerini yabancı para birimleri ve altın arasında dengeleyerek altın stoklar.

Fakat altın gerçekten orada değilse, bu denge ortadan kalkar. Panik başlar. İnsanlar hükümete olan güvenlerini kaybeder, kendilerine yalan söylendiğini düşünürler. Ayrıca, büyük döviz rezervlerini ABD doları olarak tutan ülkeler bunları satmaya başlayabilir. Bu da doları zayıflatabilir ve bir bakmışsınız enflasyon kontrolden çıkmış. Yatırımcılar da başka yerlere, muhtemelen alternatif bir değer deposu olarak altına bakmaya başlarlar.

Bu da bize şunu sorduruyor: ABD neden bu Pandora’nın kutusunu açmak istesin ki? Eğer altın rezervlerinde bir eksiklik varsa, bir teftiş kendi kendine zarar vermez mi?

Cevap aslında oldukça ilginç.

Öncelikle, ABD dolarının aşırı değerli olduğunu ve bunun hem ABD hem de diğer ticaret ortakları için sorun yarattığını kabul etmeniz gerekiyor. Bunu biz söylemiyoruz. Fed Başkanı Jerome Powell bile daha birkaç ay önce, “ABD federal bütçesinin sürdürülemez bir yolda olduğunu” itiraf etmişti: “Borç sürdürülemez bir seviyede değil, ama bu yol sürdürülemez ve bunu değiştirmemiz gerektiğini biliyoruz.”

Bunun esas anlamı, borç sürdürülemez bir şekilde büyüdüğünde, faiz ödemelerinin arttığı; bu da daha fazla hükümet harcamasına ve dolayısıyla daha fazla enflasyona yol açar. Enflasyonu kontrol altında tutmanın bir yolu da borçlanma ve harcamaları caydıran yüksek faiz oranlarını sürdürmektir. Fakat bunun bir de öteki yüzü var. Daha yüksek oranlar daha iyi getiri arayan yatırımcıları çekerek doları güçlendirir. Bu kısır döngü on yıllardır devam ettiği için de dolar aşırı değerli kalmaya devam ediyor.

İşte tam da bu nedenle ABD yeni bir finansal yaklaşım arayışında. Aslında, “Mar-a-Lago Anlaşması” adı verilen bir yaklaşım ortaya atılmış durumda. Bu, ABD’nin gümrük tarifelerini, borçların azaltılmasını ve varlıkların monetize edilmesini içeren yeni bir iktisadi sistem. Burada bizim odak noktamız varlıkların monetize edilmesi kısmı. Varlıkların monetize edilmesi altının yeniden değerlenmesi anlamına gelebilir mi?

Biz öyle düşünüyoruz. Size daha önce de söylediğimiz gibi, altının yeniden değerlenmesi bu değişimde çok önemli bir rol oynayabilir.

ABD Merkez Bankası’nın bilançosuna devasa bir varlık tabanı enjekte edebilir. Bugün 36 trilyon dolar borcu olduğu düşünüldüğünde ABD’nin şu anda ihtiyacı olan şey de bu.

Öte yandan, denetim bir açığı ortaya çıkarsa bile, altın fiyatları yükselebilir (panik daha fazla insanı satın almaya ittiği için). Bu da paradoksal bir şekilde yine ABD’nin yararına olabilir. Çünkü hükümet incelemeyle karşı karşıya kalırken, altın değerlerinin yükselmesinden de kârlı çıkacaktır. Ne de olsa kayıp altınlar sigortalanacak, böylece bir tutarsızlık bile finansal avantaja dönüştürülebilecektir.

Bir de Fort Knox olayının tamamının siyasi bir manevra olma ihtimali var.

ABD 1971 yılında altın standardını terk etti, yani ekonomisi teknik olarak Fort Knox’un altın rezervlerine bağımlı değil. Öyleyse neden şimdi bir denetim için uğraşılıyor? Uzmanların öne sürdüğü bir teori, bunun alternatif varlıklara, özellikle de Bitcoin ve diğer blok zinciri tabanlı dijital varlıklara doğru daha geniş bir geçişin parçası olduğu yönünde. Hükümete duyulan güven eksikliği insanları Bitcoin gibi merkezi olmayan alternatiflere yönelmeye itebilir. Trump da bunu istiyor gibi görünüyor. Stratejik bir Bitcoin rezervi oluşturmayı, krizler sırasında finansal bir yastık görevi görmek ve hatta daha önce bahsettiğimiz 36 trilyon dolarlık borcu azaltmak için Bitcoin stoklamayı ima ediyor.

Mantık basit. Bitcoin’in sınırlı bir arzı var ve ABD ne kadar çok satın alırsa, o kadar kıt hale gelir. Bu kıtlık Bitcoin’in değerini artırarak hükümetin acil durumlarda ve hatta borç geri ödemelerinde teminat olarak kullanmasına olanak sağlayabilir.

ABD’nin elinde halihazırda, çoğu kolluk kuvvetleri tarafından ele geçirilmiş, yaklaşık 19 milyar dolar değerinde yaklaşık 2 bin Bitcoin bulunuyor. Fakat bunları elinde tutmak yerine, hükümetin aktif olarak daha fazlasını satın alma ve potansiyel olarak dolaşımdaki tüm Bitcoin’lerin %5’ine sahip olma şansı var.

Yani bu açıdan bakarsanız, altın destekli rezervlerin güvenilirliğini yitirmesi ve insanların Bitcoin’e yönelmeye başlaması hükümetin umurunda bile olmayabilir. Bu değişim, Trump ve Musk’ın dijital varlıklara olan ilgisinin artmasıyla aynı doğrultuda ilerliyor ve Fort Knox denetimini finansal şeffaflık için yapılan bir hamleden daha fazlası gibi gösteriyor.

Kendi kendini sabote etmek gibi görünebilir ama belki de daha büyük bir parasal sıfırlama stratejisinin bir parçasıdır.

Çok akıllıca, değil mi?

(…)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Arap liderlerin Gazze planı, ABD ve İsrail’in çıkarına olacaktır”

Yayınlanma

Arap ülkelerinin Trump’ın Gazze planına alternatifi Filistinliler için daha kötü olabilir

Lamis Andoni / The New Arab

Donald Trump’ın Filistinlileri Gazze’den çıkarma önerisinden vazgeçmesi ne tam bir sürprizdi ne de başkanın karakteristik ruh hali değişimlerinden birinin sonucu.

Trump, Gazze’yi “ele geçirme” ve onu bir emlak projesine dönüştürme arzusuyla ilgili bomba gibi açıklamayı yaptığı andan itibaren danışmanları, kongre üyeleri ve ABD düşünce kuruluşlarından uzmanlar Beyaz Saray’ı bu fikri geri çekmeye ikna etmekle meşgul oldular. Ancak bu fırsatı, Gazze’nin yeniden inşası için ABD-İsrail şartlarına uyan ve Suudi Arabistan ile İsrail arasında süregelen normalleşme hedefine ilerlemek de dahil alternatif bir öneri sunmaları için Arap devletlerine baskı yapmak üzere kullandılar.

Aslında Trump’ın geri adım atması sadece Ürdün ve Mısır’ın Filistinlilerin yerlerinden edilip kendi topraklarına yerleştirilmesi önerisini reddetmesine bir yanıt değildi. Bunun başlıca nedeni muhtemelen Washington’daki etkili çevrelerin bu planın İsrail ve Suudi Arabistan arasında imzalanmasını çok istedikleri normalleşme anlaşmasını baltalayacağına ve daha da geciktireceğine inanmalarıdır.

Maliyeti devretme

Arap devletlerine alternatif bir plan sunmaları çağrısının ilk olarak Siyonist bir düşünce kuruluşu olan Washington Institute for Near East Policy’den deneyimli diplomat Dennis Ross tarafından dile getirildiğini de belirtmek gerekir. Daha sonra başta Dışişleri Bakanı Marco Rubio olmak üzere ABD’li yetkililer de bu çağrıyı yineledi.

Tüm bunların zamanlaması da tesadüf değildi çünkü kısa süre önce Riyad’da gerçekleşen gayri resmi “mini” Arap zirvesine denk geldi. ABD’li yetkililer Trump’ın Gazze hakkındaki fikirlerinin Arap liderlerin alternatif öneriler sunmasına engel teşkil ettiğini fark etti.

Nihayetinde, bir alternatif sunmaya yönelik bu baskı, İsrail’in soykırım savaşının yıkıcı (ve maliyetli) sonuçlarıyla başa çıkma sorumluluğunu onların üzerine yıkmayı garanti altına alacaktı.

Alternatif öneriyi takip edecek kaçınılmaz müzakereler İsrail’in çıkarlarının ve güvenlik gereksinimlerinin karşılanmasını sağlayacaktır ki bu da İsrail’in Gazze’ye savaş açarak başaramadığı bir şeydi. Bu meselenin çözüme kavuşturulması da Suudi-İsrail anlaşmasının önünü açacak.

Muhtemelen Arapların gözetiminde bir geçiş dönemi olacak ve Filistin Yönetimi, Washington tarafından onaylanan yeni şartlar ve yeni isimler altında Gazze’nin yönetiminden sorumlu olacak. Bu düzenlemenin amacı, Gazze nüfusu üzerinde kontrol sağlamak, Hamas’ın varlığını sona erdirmek ve İsrail kontrolüne direnecek herhangi bir grubun ortaya çıkmasını önlemek.

Etkiler ve ABD çıkarları

İsrail başından beri Filistin Yönetimi’nin Gazze’de herhangi bir rol oynamasını şiddetle reddederken bir önceki ABD yönetimi bu konuda ısrarcı oldu. Hatta üst düzey bir Amerikalı yetkili Filistinli bazı bağımsız isimlerle bir araya gelerek onları bu rolü üstlenmeye ikna etmeye çalıştı ancak başarılı olamadı.

Trump yönetiminin Filistin Yönetimi’nin Gazze’de bir rol üstlenmesini kabul edip etmeyeceği, özellikle de Filistin güvenlik güçlerine mali yardımı kısa süre önce durdurmuş olması nedeniyle henüz net değil. Üstelik bu kararın sorumluluğu, Trump’ın açıkça Siyonist olan Orta Doğu özel temsilcisi Steve Wittkoff’a verilmiş durumda. Wittkoff, Trump’ın damadı Jared Kushner ile birlikte Gazze’nin kıyı şeridini turizm projeleri için değerlendirme fikriyle ilgileniyor.

Bununla birlikte, Trump her ne kadar Gazze’yi “güzel bir toprak parçası” olarak tanımlayarak ele geçirememe konusunda açıkça hayıflansa da kamuoyu önünde bu konudaki tutumunu değiştirdi.

Bu durum, ABD’nin büyük stratejik çıkarlarının Trump’ın kişisel arzularının önüne geçtiğini gösteriyor. En azından bu konuda, ABD kurumları Trump’ı dizginleyebildi. Ancak bu gerek ABD içinde gerekse uluslararası alanda Trump’ı sınırlamaya yönelik daha kapsamlı bir sürecin başladığı anlamına gelmiyor. Ancak, Cumhuriyetçi Parti içindeki daha geniş bir çevrenin de bu meseleye müdahil olduğu açık.

Öyle ki, Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, Trump’ın Gazze’nin geleceğine dair vizyonunu kamuoyu önünde sert bir şekilde reddetti.

Genişleyen normalleşme

Trump yönetimi de dahil ABD yönetimleri, Arap ülkelerinin İsrail’le normalleşme çemberini genişletme konusunda önemli adımlar attı. Unutmayalım ki emsalsiz İbrahim Anlaşmaları ile İsrail’in Arap ülkeleriyle ittifaklar kurmasını sağladı ve bölgede Siyonist anlatının daha geniş kabul görmesine yol açtı. Şimdi de bu sürecin hızla ilerlemesini istiyorlar.

Trump’ın geri adım atması elbette önemli bir gelişme. Ancak, süreci Arap ülkelerinin inisiyatifine bırakması ne onun ne de Washington’daki etkili karar alıcıların özel bir ustalığını gösteriyor.

Daha ziyade, Arap ülkeleri Filistinlilerin haklarını korumak için inisiyatif almada ya da herhangi bir öneride bulunmada son derece başarısız oldukları için, ABD’nin onların önereceği herhangi bir düzenlemenin ABD’nin önerileriyle tamamen uyumlu (ve hatta onlara dayalı) olacağından emin olduğu anlamına geliyor. Bu da hangi “uzlaşmaya” varılırsa varılsın, Amerikan egemenliğinin kabul edileceğini garantiliyor.

Gazze konusunda Arap ülkeleri tarafından öne sürülen her türlü “alternatif” ciddi bir endişe kaynağı olmalı. Çünkü bu öneriler, kendi gücünü zayıflatan ve hedeflerini sadece “ABD çıkarlarına hizmet edebilecekleri” bir rolü güvence altına almaya indirgeyen hükümetler tarafından ortaya atılıyor. Bu hükümetler kendi halkları ve kurumlarından kopmuş hatta bazıları İsrail ile normalleşme anlaşmalarının esiri haline gelmiş durumda.

Arap liderlerinin, İsrail ile normalleşme sürecini veya ekonomik anlaşmaları askıya alma tehdidinde bile bulunmamaları, onları ABD ve İsrail’in baskılarına ve şantajlarına daha da açık hale getirdi.

Sırada ne var?

Arap dünyasının Gazze’deki soykırıma tepkisiz kalması ve İsrail’in Cenin ve Tulkarm kamplarını yıkarak ve sakinlerini sürerek Batı Şeria’da kitlesel zorunlu göç planını uygulamaya başlaması, İsrail ve ABD’nin Gazze halkını tamamen izole etme planlarının hız kazanmasını sağladı. Amaçları Filistin kimliğinin yeniden inşasını engellemek ve Filistinlilerin özgürlük umutlarını ve özlemlerini kırmaktır.

Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, özellikle İsrail ile Suudi Arabistan arasında bir anlaşmanın imzalanma ihtimali karşısında korkmakta ve öfkelenmekte haklıyız. Böyle bir anlaşma, Arap dünyasının ve bölgenin tam anlamıyla boyun eğdirilmesinde son halka olacak ve bölgeyi İsrail-Amerikan vesayeti altına sokacaktır.

Bölgede yaşanan mevcut tehlike yalnızca Filistinlileri değil, Atlas Okyanusu’ndan Körfez’e kadar tüm Arap halklarını tehdit ediyor. Bugün yaşananlar, hatta daha da kötüsü, Aksa Tufanı öncesinde ABD’nin Suudi Arabistan’ı İsrail ile ittifaka çekerek Filistinliler ve Araplar üzerinde kesin bir zafer ilan etmenin eşiğine geldiği ana benziyor, hatta ondan daha kötü.

Direnişi kendileri için İsrail’den çok daha büyük bir tehdit olarak gören Arap rejimlerinden herhangi birinin buna dikkat edip etmediğini sorgulamak zorunda kalıyoruz. En azından umursuyorlar mı?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English