Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Büyük savaş kaçınılmaz mı?

Yayınlanma

1) Uluslararası mali sermaye ile Almanya’nın savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasında yeni bir ittifak kuruluyor.

Mali sermaye, banka ve tekel sermayesinin birleşmesine dayanır. Bu kavramı Marksist emperyalizm teorisinin temeli olarak kullanan ilk kişi Lenin’di ve kuşkusuz, meselenin siyasi veçhesinde, siyaset biliminin Aristocu temel taşlarına da gönderme yapıyordu; zira mali sermaye kendi yönetimi olan mali oligarşiyi doğurur; tıpkı Aristo’ya göre oligarşinin aristokrasinin yozlaşması olduğu gibi mali oligarşi de burjuva demokrasisinin yozlaşmasıdır. Mali oligarşinin başında da, sanayi ve ticaret karşısında hâkimiyetini tesis etmiş olan banka sermayesi vardır.

Burjuva devleti olağan dönemlerde göreli özerkliğini korur; çünkü burjuvazi iktidarsızdır. Benim yayınlanmayı bekleyen “1939”da, “Kısa bir devlet teorisi” başlığı altında altını çizmiştim bunun. Kapitalist toplumda genel, olağan eğilim şu yöndedir: burjuvazi kendi başına yönetmeye muktedir değildir, çünkü kişisel bağımlılık ilişkilerinin temeli ortadan kalkmıştır; bu yüzden normal burjuva toplumlarında burjuvazi adına onun paralı memurları (ideologları, siyasetçileri, mülki idarecileri, vb.) yönetirler. Ama bu genel eğilim olağan dönemlere özgüdür; olağanüstü dönemlerde (her ne kadar klasik faşist diktatörlüklerde bile devletin görece özerkliği korunuyor olsa bile) burjuvazi doğrudan müdahale eder ve memurlarıyla değil kendisi yönetmeye başlar.

Artık olağanüstü bir dönemdeyiz. Önce bizde mi başladı, ABD’de mi, İtalya’da mı, kesin olarak söylemek galiba mümkün değil. Gerçi Trump başlı başına bir “fenomen”. İtalya ise hep bir istisnadır; dolayısıyla sıra dışılığı bizden başlatmak daha doğru bir yaklaşım olabilir: sektörlerin en gözde patronları bakanlıklara atandılar. Bizi Fransa takip etti ve Rothschild’in altın çocuğu, Fransa’nın savaştan bu yana en gerici ama en çok parlatılan başkanı olarak ülkenin başına atandı. Bu parlak ve becerikli delikanlı, sarı yeleklileri kanla ve gözlerini oyarak bastırmakla kalmadı, benzeri görülmemiş bir demokratlık halesiyle de ödüllendirildi.

Bugün Fransa’yı denizin öte yakası takip ediyor: Goldman Sachs’ın altın çocuğu, Hintli sömürge işbirlikçisi bir familyanın en son ve en seçkin temsilcisi Sunak, neoliberal dünyanın alkışları arasında III’üncü Charles’ın hükümetinin başına getirildi. Derisinin rengini parlatan bu alkışlar Britanya “demokrasisine” övgüler düzmek için kullanılıyor; oysa raf ömrü marulu geçemeyen teneke leydi bile Downing Str. 10 numaraya halkın değilse bile en azından Muhafazakâr Parti delegelerinin oylarıyla taşınmıştı, Goldman Sachs’ın çocuğu ise doğrudan atandı.

Eğilim tekil değil. Endonezya’daki G20 zirvesinde veya Davos’ta olduğu gibi hemen bütün devletlerarası etkinliklere Schwab, Soros ve Gates gibi tiplerin de katılması, bu küresel burjuva elitinin uluslararası gelişmelerde oynadığı aracısız, doğrudan role, dolayısıyla burjuva devleti açısından yeni normal haline gelen küresel bir anomaliteye işaret ediyor.

Demek ki şunu söylemek kesinlikle doğrudur: bugün mali oligarşi, sadece mali sermayenin yönetimi değil, onun ta kendisidir. Dahası, bu oligarşi emperyalist troyka nezdinde küreselleşti ve bütün yerel oligarşileri yeniden şekillendiriyor. Bu süreç savaşsız tamamlanamaz; yerel oligarşilere küreselleşmiş bir ortaklık temelinde mutlak iktidar ve azami kâr vaat eden savaş, uluslararası mali sermaye ile başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa’nın, Japonya’nın ve troykanın (Güney Kore’den Kanada’ya kadar) uydularının savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasındaki yeni ittifakın motorudur. Öte yandan tam da bu ittifak, bu halkaların siyasi bağımsızlıklarını da ortadan kaldırıyor.

2) Bu ittifak başta Almanya olmak üzere Avrupa’yı Amerikan siyasi iradesine tabi kılarken sanayinin önüne daha büyük kârlar elde etme imkânı kazandırıyor.

Geleneksel sanayi savaş sanayisine dönüşebilir mi? Evet, dönüşebilir ve dönüşür. BMW fabrikalarından tank, Mercedes fabrikalarından zırhlı, Fiat fabrikalarından mühimmat, Citroen fabrikalarından top, Airbus fabrikalarından savaş uçağı çıkarmanın önünde hiçbir engel yoktur. Bunlar zaten uğraştıkları işlerdir. Sorun sadece, mesela BASF’dan Ziklon B mi çıkaracakları sorunudur ki, her ne kadar bunun da bir sakıncası yoksa bile (ABD ve ortaklarının başta Ukrayna olmak üzere pek çok ülkede askeri-biyolojik laboratuvarlarını unutmayalım) hiç değilse Avrupa Komisyonu’nun başındaki barones ve velinimetlerinin servetlerine servet katmak için ölümcül aşılar veya genetiği değiştirilmiş gıda için tohum ve gübre üretebilirler.

“Siyaset bilimcilerin” ve “jeopolitikçilerin” tartışmaları genellikle bunun gerçekleştirilebilirliği üzerinden değil (buna pek bakılmıyor), bir önceki başlıkta değindiğim ön şart üzerinden yapılıyor: troykanın diğer halkaları ve uyduları siyasi bağımsızlıklarını kaybetmeyi neden göze alıyorlar? Oysa bu, sınıf ilişkilerinin ve kapitalizmin tabiatının yerine aslında iradesiz oldukları halde irade sahipleri oldukları varsayılan bir grup insanın planlarını, duygularını, beklentilerini geçiren yanlış bir sorudur; doğrusu şöyle olmalı: neden göze almasınlar, dahası siyasi bağımlılık, sömürü pastasından daha ballı dilimler vaat ediyorsa eğer bağımsızlıktan neden vazgeçmesinler? Gerçekte siyasi bağımsızlık çoktan kaybedilmiş bir şeydir, bugün arzu edilen sadece vassal haklarının genişletilmesidir. Rothschild bankerinin başkanlık yaptığı Fransa’nın (geleneksel olarak siyasi bağımsızlığına en düşkün batı Avrupa ülkesi) dışişleri bakanı Catherine Colonna daha kasım ayında bunu çok açık ifade etmişti; ekselansları Madame şöyle demişlerdi: “Eğer Avrupalılar her Amerikan seçiminde gerilim yaşamak istemiyorlarsa daha çok özerkliğe giden yolu bulmalılar.” Bağımsızlık değil özerklik; (halkı boş verin) kendi burjuvazisinin menfaatlerini kollayan devlet değil troykanın seksiyonu. Aslında bundan daha makul bir şey de olamaz, zira bu siyasi çerçeveyi kuran iktisadi ortam zaten, yerli mali oligarşilerin küresel mali oligarşi çetesinin organik bileşenlerinden ibaret oluşu, ve ülkelerin de doğrudan doğruya ve aracısız olarak bunlar tarafından yönetilmekte oluşudur.

3) Bu süreç iddia edilmesi moda haline gelen “sanayisizleştirme” değil sanayinin askerileştirilmesi anlamına geliyor.

Avrupa’nın ABD tarafından “sanayisizleştirildiği” iddiaları dalga dalga yayıldı. Ben, savaşın kaçınılmaz olduğunu birçok defa yazdığım 24 Şubat’ın çok öncesinden beri tamamen aksi fikirdeyim: hayır, Avrupa’da sanayisizleştirme değil sanayinin askerileştirilmesi süreci yaşanıyor. Bu, büyük burjuvaziye rağmen Amerikan baskısıyla yaşanmıyor; büyük burjuvazinin kâr hırsının Amerikan hegemonya planlarıyla çakışması yüzünden yaşanıyor, zira sanayinin askerileştirilmesi büyük burjuvazi için azami kâr anlamına gelir. Son olarak Münih konferansındaki eşi benzeri görülmemiş saldırgan retorikten başka NATO’nun askeri harcamalarda GSYH’nın en az yüzde 2’si dayatmasının da ötesine geçmesi, AB “reichsführerlerinin” silah ve mühimmat üretimine hız verme çağrıları ve halk kitlelerine bütün bunları doğal, gerekli, kaçınılmaz şeylermiş gibi kabul ettirmeye yönelik benzersiz endoktrinasyon, bu durumu açık seçik gösteriyor; dahası geleneksel Avrupa sanayi sermayesi büyük bir şevkle işe koyulmuş ve savaş envanterini genişletmeye girişmiş durumda.

Avrupa’da ekonominin askerileştirilmesi, onun yeniden yapılandırılması demektir.

Apaçık bir ırkçı ve faşist olan “sosyalist” cübbeli diplomasi şefi, savaş çağrıcısı Borrell, daha ekim ayında şöyle demişti: “Refahımız, Rusya’dan gelen ucuz enerji temeli üzerinde kuruluydu. Açıktır ki bugün, bir bağımlılığın yerine diğerini koymamak, mümkün olduğunca Avrupa içinde enerji kaynakları aramak zorundayız. En iyi enerji, içeride üretilendir. İnsanlar henüz, Rusya ve Çin’in, daha önce ekonomimizin kalkınması için oynadıkları rolü artık oynamayacaklarının farkında değiller. Bu da ciddi bir yeniden yapılanma gerektiriyor.”

Bu, şunları kaçınılmaz olarak öngerektirir: 1) emperyalist troykanın siyasi kenetlenmesi; 2) Rusya yerine Avrupa’da Norveç ve Britanya’nın, Ortadoğu’da Katar’ın, okyanus ötesinde ABD ve Kanada’nın enerji kaynaklarına bağımlılık; 3) Çin’in dünyanın fabrikası rolünün ürettiği kırılganlığına dayanarak siyasi olarak etkisizleştirilmesi.

Hiç unutmamak için tekrar etmek gerek: bu süreç bilinçli ve örgütlü bir şekilde hazırlandı. Avrupa Komisyonu adını taşıyan kıtanın en büyük Amerikan lobisinin “reichsführeri” barones, Münih konferansında, daha 2021 eylül ayından itibaren Rusya’ya karşı yaptırımlara hazırlandıklarını söylemekte sakınca görmedi. Yeşillerin eşbaşkanı, Bundesminister des Auswärtigen Annalena Baerbock (tarihteki yeri ve misyonu Reichsminister des Auswärtigen Joachim von Ribbentrop’un yanıdır) provokatör rolünün yanı sıra daha ağustos başında Alman silah sanayisine “özel olarak Ukrayna için silah üretme” ve çatışmaların 2023’te de sürmesine hazır olma çağrısı yapmıştı.

Bu ittifak içinde savaş sanayisiyle doğrudan ilişkisi nedeniyle bilişim sektörü özel bir rol oynuyor. Çağdaş faşizmin kaldıracının, çağdaş kapitalizmin en ilerici halkası sayılan bu sektörde yatması şaşırtıcı değil. Görünürde bu halka LGBT’den kadınlara ve azınlıklara varıncaya kadar her türlü hakkın savunucusu gibi geçinir, gerçekteyse sınıfsal bağları parçalar, ilişkileri amorflaştırır, soysuzlaştırır. Bu halkanın siyasi temsilcileri, ideologları, giydikleri ilericilik ve çağdaşlık elbisesinin altında her türlü gericiliğin ve faşistleşme sürecinin doğrudan failleridir. Borrell vb.nin arkasındaki gerçek güç, hem askeri sanayi hem de banka sermayesiyle tamamen iç içe geçmiş olan bu globalistlerdir.

Kapitalist sanayi üretilen emtianın süratle tüketilmesini gerektirir, bunun en ideal yolu savaşlardır. Öte yandan savaş sanayisi bütün temel hak ve hürriyetlerin süratle ve amansızca budanmasını gerektirir; açlıktan titreyen emekçiler, büyük burjuvazi daha çok kazansın diye sefalete düşen ve ölen emekçiler olduğu sürece sistem mükemmel işler.

4) Bunun siyasi sonucu başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın militarize edilmesidir ve bu süreç geri dönüşsüzdür.

Sanayinin askerileştirilmesi siyasetin militarizasyonuyla paralel yürür ve bu, 20’nci yüzyıl tarihinin defalarca gösterdiği gibi, faşistleşme sürecinde son eşiğin aşılması demektir.

Süreç geri dönülmez noktaya çoğu zaman sanayinin ve siyasetin militarizasyonuyla varır. Birincisi, bir ekonomik istikrar sağlar, derin bir milli krizin arkasından hızlı sanayileşme, muazzam kârlardan emekçi kitlelere düşecek kırıntılarda artış, işsizlik ve resesyonun arkasından istihdam ve artan büyüme vaat eder. Bu, toplumun siyasi gericileşmeye karşı reflekslerini köreltir. İlerici güçlerin tasfiyesi kolaylaşır, burjuva demokratik hak ve hürriyetlerin tasfiyesi hızla tamamlanır.

Buna karşı tek makul itiraz, böyle bir gelişmenin kapitalizmin nihai çıkarlarına uygun olmayacağı, veya (Almanya örneğinden devam edersek) “Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olmasıdır. Öyle ya, yenilmez sayılan Leopardlar Ukrayna’da tutuşmaya başlayınca ne olacak? Washington zaten Leopardları elden çıkarmaları karşılığında Abrams koklatacağının işaretini çaktı.

Bu yaklaşım eksik, dolayısıyla yanlıştır. Yanlıştır, çünkü, birincisi, kapitalizm kendi nihai menfaatini her şeyin önüne koyan akıllı bir makine, işlevsel bir beyin değildir; ve ikincisi, bu yaklaşım, ABD’nin Almanya siyasetini kuklalaştırma eğilimini, bunun ABD’nin kadir-i mutlak gücünden veya diğer ülkelerin siyasi güçsüzlüğünden kaynaklandığı önkabulüyle abartıyor, gerçek nedenin güç-güçsüzlük ilişkisinde değil ilişki biçimlerini doğuran sınıf menfaatlerinde yattığını gözden kaçırıyor. Alman finans ve sanayi burjuvazisinin ortak menfaatlerini, ilkinin uluslararası emperyalist ortaklığın bir parçası olduğunu ve ikincisini kredilerle beslemekle kalmayıp doğrudan doğruya militarizasyon yolunda teşvik ettiğini, ve neticede bunların her ikisinin de menfaatlerinin ekonominin, dolayısıyla siyasetin de militarizasyonunda yattığını görmüyor.

“Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olması, ikincisinden sakınmak için ilkinden vazgeçme sonucunu doğurmaz. Normal şartlarda sosyal-demokratlar kapitalizmin uzun vadeli menfaatlerini burjuvazinin diğer siyasi temsilcilerinden daha iyi kollarlar, ama tam da bu yüzden onların siyaseti sık sık kapitalist sistemle çatışır, zira sistem (kısmen abartarak söylüyorum) insani akılla değil hayvani refleksle işler. Alman sanayi burjuvazisinin ve sanayinin kendisinin militarizasyonu, Almanya kapitalizminin uzun vadeli menfaatleri için uygunsuz olabilir, ama öyle diye burjuvazi bundan vazgeçmez, gelecekte riskle karşılaşabileceği endişesiyle bugünkü kârından vazgeçmez.

Doğru, risk vardır; ama 1936’da da risk vardı. Normal şartlarda burjuva siyaseti, sadece sosyal-demokratlar değil muhafazakârlar da, geleceğe yönelik bu risk potansiyelini azaltabilirler; ama anormal şartlarda kapitalizmin en saldırgan kesimlerinin doğrudan temsilcileri olan Yeşiller ve faşistler gibi partiler burjuva siyasetinin geri kalanını da domine ederler.

5) Almanya’da sermayenin en saldırgan, en şoven, en gerici, en militarist kesiminin siyasi temsilcisi Yeşillerdir.

Bu iddianın ne anlama geldiği yeterince açık: Avrupa’da faşist diktatörlükler ancak Yeşiller vb. neoliberal akımlar üzerinde yükselebilir.

Faşizm üzerine teorik tartışmaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Bütün bu analizlerin güçlü olduğu yanlar da var, zayıf olduğu yanlar da. Faşizmi cinsellikle, kadın-erkek eşitsizliğiyle, kimi düpedüz uçuk kaçık ideolojik akımlarla, ütopya diye sunulan dizütopik dünya tasarımlarıyla, dinle veya dindışılıkla ilişkilendiren analizler de var. Bunların her biri, genel olarak faşizmin veya özgül bir faşist hareket yahut diktatörlüğün muhtelif, tekil yanlarını ilgilendiriyor. Ama bütün siyasi hareketler ve rejimler gibi faşizm de bu özgüllükleriyle değil ancak genel, ortak, sınıfsal nitelikleriyle doğru biçimde kavranabilir.

20’nci yüzyılın yirmili yıllarında küçük burjuva sağcılıkları faşizm adının çeşitli varyasyonlarıyla yükselmeye başlamışlardı, ama bu kavramın bugün bildiğimiz, en azından marksistlerin büyük bölümünün mutabık kaldığı anlamıyla henüz faşist değillerdi. Bu mutabakat, faşist diktatörlüklerin ve faşist hareketlerin sınıf ilişkilerinin analizine dayanır ve en genelde, bunların milli bir krizin ardından, bu krizin diğer veçhelerinin yanı sıra ideolojik veçhesinin de sonucu olarak küçük burjuva sağcılığının yükselişiyle, ama en önemlisi, bu hareketlerin büyük burjuvazinin menfaatleriyle bütünüyle örtüşmesiyle açıklanır. Ve tam da bu nedenle faşist hareketler ve diktatörlükler, (Poulantzas’ın deyişiyle) “dönüşsüzlük noktasından” “stabilizasyon döneminin” sonuna kadar gerçek anlamda faşisttirler. (Ve Dimitrov’un deyişiyle): “Faşizm, mali sermayenin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür. Faşizm sınıflarüstü bir iktidar ve küçük burjuvazinin yahut lümpen proletaryanın mali sermaye üzerindeki iktidarı değildir. Faşizm bizatihi mali sermayenin iktidarıdır.”

Demagoji en çok faşist diktatörlüklerin uzmanlık alanıdır. Avrupa’nın birbirleriyle yarışan savaş kışkırtıcısı partilerinin, ama en çok da Yeşillerin sözlüğünde bütün kelimelerin yeni bir anlam kazanması boşuna değildir: barış, savaştır; refah, savaş sanayisidir; çevre, düşmandır; tarım, açlıktır; hürriyet, köleliktir; bağımsızlık, uşaklıktır.

 

GÖRÜŞ

Alman araştırmacı Harici için yazdı: BRICS zirvesi adil ve çok kutuplu bir düzenin teminatı

Yayınlanma

Stephan Ossenkopp, araştırmacı, Schiller Enstitüsü

Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenen 16. BRICS Zirvesi, tarihi bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor. Zirve öncesinde gerçekleştirilen 200’den fazla etkinlikle ev sahibi olarak Rusya, BRICS’in yeni liderlerinin çok kutuplu ve adil bir dünya düzeni oluşturma sürecini hızlandırması için zemin hazırladı.

İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Etiyopya gibi dört yeni üye, Asya, Arap Yarımadası ve Afrika arasında stratejik bir kara köprüsünde yer alıyor. Suudi Arabistan da katılacak.

Bu ülkelerin tamamı, enerji ve diğer kaynaklar açısından önemli bir potansiyele sahip. Ekonomik büyüme giderek daha fazla BRICS ülkelerine yönelmiş durumda.

Geçtiğimiz günlerde BRICS maliye bakanlarının katıldığı bir toplantıda, Rusya Maliye Bakanı Anton Siluanov, BRICS ülkelerinin yıllık ekonomik büyüme oranının yüzde 4,4 olduğunu, bu oranın dünya ortalaması olan yüzde 3,2’nin çok üzerinde olduğunu, G7 ülkelerinin ise yüzde 1,7 ile geride kaldığını belirtmişti.

En az 30 diğer ülkenin de BRICS etkinliklerine bir şekilde katılması ve üye olmak için başvurması bekleniyor. Belarus, Küba, Malezya, Azerbaycan gibi ülkeler üyelik için şimdiden başvuruda bulundu.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da zirveye katılacak, üstelik Türkiye bir NATO üyesi olmasına ve Avrupa Birliği ile yakın ticari ilişkileri bulunmasına rağmen.

Bu yüksek ilginin pek çok nedeni var. ABD ve giderek daha fazla AB, dünya genelinde ekonomik, mali ve siyasi sistemlerinin başarısız olduğu bir ülke olarak görülüyor. Wall Street’in spekülatif aşırılıklarıyla baş edemiyor ve kendi kamu borcunu dahi kontrol edemiyor. Ayrıca, nükleer güç olan Rusya ile doğrudan bir çatışma riski taşıyor ve Orta Doğu’da İsrail’in acımasız eylemlerine destek veriyor.

Bu sebeple, dünya toplumunun büyük bir kısmı BRICS’i yükselen yeni dünya düzeninin yıldızı olarak görürken, Batı’nın bazı kesimleri ise bunu engellemek için ellerindeki tüm araçları kullanmaya çalışıyor.

Bu araçlar arasında yaptırımlar, ticaret savaşları ve ekonomik ayrışma (decoupling) yer alıyor. Zirvede BRICS, bu alanda bir dizi çözüm paketi tartışacak ve nihai hedef, yeni bir finansal sistemin kurulması olacak.

BRICS uzman grubu, maliye bakanları ve merkez bankası başkanları, şimdiden çeşitli öneriler sundu. İlk hedef, doların devre dışı bırakıldığı, Batı’nın hakimiyetindeki SWIFT sisteminden daha hızlı ve daha ucuz bir sınır ötesi ödeme sistemi oluşturmak.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, böyle bir ödeme sisteminin oluşturulmasını en öncelikli konulardan biri haline getirdi. Ekonomistler Jeffrey Sachs, Paulo Batista ve Sergey Glazyev ise bir adım daha ileri giderek, BRICS içi ticaret için dijital bir takas para birimi oluşturulması çağrısında bulunuyorlar.

Bu sistem, BRICS ülkelerinin ulusal para birimlerini kullanmaya devam ederken uluslararası hesaplarını kapatma imkânı tanıyacak. Uzmanlar, Batı’nın finansal sisteminin artık reform edilemez olduğuna inanıyor.

Doların rezerv para birimi olarak itibarı giderek zayıflıyor. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kurumlar, Amerikan hegemonyasını sürdürmeye yarayan araçlar haline gelmiş durumda.

Bu nedenle BRICS ekonomistleri, BRICS’e ait bir rezerv para birimi oluşturulmasını savunuyor. Ev sahibi olan Devlet Başkanı Putin, bu konuda daha temkinli ve kademeli ilerlemek istese de yaptırımlar ve Batı’nın neo-kolonyal yöntemlerinden etkilenen gelişmekte olan ülkelerin beklentileri oldukça yüksek. Bu ülkeler, BRICS’in yeni, adil ve merkeziyetsiz bir finansal sistem yaratacağına inanıyor.

Aynı zamanda, Rusya Devlet Başkanı, BRICS’e ait Yeni Kalkınma Bankası’nın (New Development Bank-NDB) yeni, çok taraflı bir kurum olarak genişletileceğini duyurdu.

Yerel para birimlerinin payı artacak ve dolar giderek daha az kullanılacak. Ayrıca, küresel güneydeki büyük teknoloji ve altyapı projeleri için daha fazla kredi ve özel yatırımın mobilize edilmesi planlanıyor.

Bu yılki BRICS Zirvesi, küresel çoğunluğun sesini duyurabilmeli ve bu konuda harekete geçmeli. Dünya öylesine büyük tektonik değişimlerden geçiyor ki, ABD’nin ve son beş yüzyılın Avrupa kolonyal güçlerinin rolü, kendi kibirleri nedeniyle giderek zayıflıyor.

Bu hegemonların, hem güney yarımküre ülkelerine hem de Rusya, Çin, İran, Ortadoğu gibi bölgelere karşı uyguladığı politikalar, tahammül edilemez bir hale geldi.

Dünyanın büyük çoğunluğu, soğuk ya da sıcak bir savaşın dar kalıbına tekrar hapsedilmek istemiyor; bu savaşların bir kez daha kurbanı olup büyük zararları üstlenmek istemiyorlar.

Eğer uzun zamandır beklenen BRICS zirvesi, tüm bu ülkelerin kapısını açmanın, onları dahil edip entegre etmenin bir yolunu bulabilirse, Atlantik ötesinden Asya-Pasifik bölgesine ve tarafsız küresel güneyin yükselişine doğru olan bu kayma tamamlanmış olacak.

Bugün yaşanan değişimler, tarihi ölçekte. Bunun yanında, ABD seçimleri bile sınırlı bir öneme sahip. Pek çok insan, Demokrat ya da Cumhuriyetçi hiçbir partinin küresel toplumun ihtiyaçlarına ve zorunluluklarına cevap verecek çözümleri sunamadığını kabul ediyor.

Asıl büyük soru şu: ABD ve NATO müttefikleri, sonuçları tüm gezegen için ölümcül olabilecek bir savaşı başlatacak mı? Ancak bu kaçınılmaz değil; eğer BRICS’in dinamizmi zamanla Atlantik ötesindeki devletler tarafından da kabul edilirse, bu savaş engellenebilir.

Şu gerçeğin anlaşılması gerekir: BRICS, düşmanca bir askeri ittifak değil, kalkınma ve ilerlemeye dayalı, ortak bir kader anlayışına sahip çok kutuplu bir topluluktur.

Rusya Devlet Başkanı’nın BRICS medya gruplarına söylediği gibi: “Kimseyi dışlamıyoruz; kapımız herkese açık.”

Kazan’daki BRICS zirvesi: Yeni bir küresel gündem mi?

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Kore Yarımadası’nda savaş hazırlıkları: Pyongyang cephesinden 10 günün kronolojisi

Yayınlanma

Yazar

Kore Yarımadası’nın batı orta bölgesinde yer alan Gyeonggi Eyaleti’nde, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) sınırına yakın 11 bölge ‘tehlikeli bölge’ ilan edildi ve bu bölgelerden Pyongyang karşıtı propaganda malzemelerinin gönderilmesi yasaklandı.

Eyaletin idari işlerden sorumlu birinci vali yardımcısı Kim Sung-joong’un geçen hafta ilan ettiği kısıtlamalar, Paju ve Gimpo şehirlerinin bazı bölgeleri ile Yeoncheon ilçesini kapsıyor.[1]

Sung-joong, sınır bölgelerinde yaşayan Korelilerin, ‘kötüleşen ilişkiler’ nedeniyle tehlikede olduğunu belirtti.

‘İki Kore arasında’ devam eden propaganda savaşlarının uzun bir geçmişi var ve bu cephede ‘eski silahlar’ yeniden çıkarıldı. Örneğin, Güney Kore, 2018’deki anlaşma sonucunda son verilen hoparlör yayınlarına yeniden başlayacağını açıklamıştı.[2] Ancak son 10 günde yaşananlar, meseleyi propaganda savaşından çıkararak askeri bir boyuta taşıdı.

11 Ekim – ‘İğrenç bir suç’

İki ülke arasında yeniden sıcak savaşın konuşulmasına yol açan son gerilim, 11 Ekim tarihinde Kore Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasıyla açığa çıktı.

Kore Dışişleri Bakanlığı, 11 Ekim’de yayınladığı bir bildiride Seul yönetiminin ‘kışkırtmalarda kırmızı çizgiyi aştığını’, 3 ve 9 Ekim tarihlerinde insansız hava araçlarıyla sızma yaparak başkent Pyongyang’ın orta kesimine çok sayıda ‘karalama bildirisi’ dağıttığını açıkladı.[3]

Bu açıklamayı, bugüne kadar devam eden karşılıklı propaganda savaşından ayıran şey, sızmanın bu sefer sınır bölgesinden balon ya da hoparlörlerle değil, doğrudan insansız hava araçlarıyla yapılmış olması.

Güney’in propaganda bildirilerini ‘iğrenç bir suç’ olarak tanımlayan Kore yönetimi, bu hamleyi ‘ne göz ardı edilebilecek ne de affedilebilecek ciddi bir provokasyon’ olarak nitelendirdi.

Bu ihlal, bildiride “Uluslararası hukuk, bir ülkenin kara hava sahasında yabancı uçakların veya uçan nesnelerin serbestçe uçmasına izin vermediği gibi ‘zararsız uçuşa’ da izin vermez. Dünyada, hava sahasının ihlaline ve başkentinin üzerinde uçan düşman bir ülkenin insansız hava araçlarına tepki göstermeyecek hiçbir ülke yoktur” ifadeleriyle hatırlatıldı.

Bu, yalnızca KDHC için değil, dünyanın her ülkesinde geçerli olan, egemenlik ihlali sayılabilecek bir hava ihlaliydi.

12 Ekim – ‘Korkunç bir felaket yaşanacak’

Bu açıklamadan bir gün sonra, Kim Jong-un’un kız kardeşi, Kore İşçi Partisi Merkez Komitesi başkan yardımcısı Kim Yo-jong, söz konusu ihlalle ilgili uzun bir açıklama yayınladı.[4] Bu açıklama, Kim’in bu 10 günde yapacağı açıklamaların ilkiydi.

Kim’in açıklamasından öne çıkanlar şu şekilde:

“Dışişleri Bakanlığı’nın önemli bir açıklama yapmasının hemen ardından, Güney Kore askeri yetkilileri “Böyle bir şey olmadı. Henüz durumu anlamış değiliz.”, “Ordu, Kuzey Kore’ye insansız hava aracı göndermedi.”, “Bunu sivil bir kuruluşun yapıp yapmadığını kontrol etmemiz gerekiyor.” gibi utanmaz ve çocukça bahanelerle sorumluluktan kaçmaya çalıştılar…”

——————–

“Eğer sivil bir kuruluş tarafından gönderilen insansız hava aracı, sınırı dilediği gibi geçip gidiyorsa ve ordu bunu bile tespit edemiyorsa, bu durum kesinlikle büyük bir sorun teşkil eder.

Güney Kore ordusu, her fırsatta “kusursuz tespit ve takip yetenekleri” olduğunu iddia eden bir ordu değil midir? Uçan bir kuş sürüsünü bile “Kuzey Kore’nin insansız hava aracı” sanarak panikleyen askerler, birdenbire kör mü oldu?..”

——————–

“Karşı ülkenin başkenti üzerinde propaganda broşürleri dağıtmak zaten ciddi bir siyasi provokasyon ve egemenlik ihlali olarak kabul edilecektir. Ancak bunu taşıyan aracın insansız hava aracı olması, bu olayın ciddiyetinin esas noktasını oluşturmaktadır.

Dünyada askeri amaçlarla kullanılan insansız hava araçlarının başka bir ülkenin egemenliğini alenen ihlal etmesine ordu seyirci kaldıysa, bu kasıtlı bir ihmal veya iş birliği anlamına gelir ve bu olayın asıl aktörlerinin ordu yetkilileri olduğunu kanıtlar…”

——————–

“Bizim tüm eylemlerimiz, tamamen karşılık verme ilkesine dayalı zorunlu adımlardır.

Sanki bizim tepkimiz hiç yoktan ortaya çıkmış gibi bir algı yaratmaya çalışmak başarısız olacaktır.

Bu insansız hava aracı provokasyonunun sorumlusu kim olursa olsun, buna hiç önem vermiyoruz. İster askeri yetkililer, ister sınır dışına kaçan sivil gruplar olsun, hepsi aynı şekilde yüzsüz Güney Koreli gruplardır…”

——————–

“Seul ve Güney Kore’nin askeri gücünü yok etmek için bir saldırı başlatma zamanı belirlenmiş değil. Bu zamanın ne olduğunu biz belirlemiyoruz. Ancak Güney Kore insansız hava araçları tekrar hava sahamızda görülürse korkunç bir felaket mutlaka yaşanacaktır.

Kişisel olarak, böyle bir olayın meydana gelmemesini dilerim…”

13 Ekim – Kore’nin tamamına yıkım uyarısı

Kim’in açıklamasından bir gün sonra ise, Genelkurmay Başkanlığı, sınırdaki birliklere ateşe hazır olma emrinin verildiğini açıklayan yeni bir bildiri yayınladı.[5]

Aynı gün, Savunma Bakanlığı Sözcüsü de Güney’in hamlelerini ‘kendi halkının hayatı üzerinde oynadığı bir kumar’ olarak nitelendirdi ve şu ifadelere yer verdi:

“Kararlarımız ve değerlendirmelerimiz doğrultusunda güçlü saldırı araçlarının kullanılabileceği bir noktadayız; böylece Güney Kore’nin tamamı bir yıkım sahasına dönüşebilir.”[6]

‘Çöp, çöp kutusuna atılmalıdır’

 Aynı gün, Kim Yo-jong’dan bir açıklama daha geldi. Güney Kore yönetimini çok sert ifadelerle hedef alan Kim, “Bu kadar aptal ve tehlikeli olan bu tür insanların dünyaca tanınması gerekiyor. Ölümlerine kadar böbürlenip ortadan kaybolacaklar. Çöp, çöp kutusuna atılmalıdır” dedi.[7]

14-15 Ekim – ‘Melez köpekler’

Hafta boyunca açıklamalarına devam eden Kim, 14 Ekim’de “Bir nükleer güç olan ülkemizin egemenliği, Amerika’nın beslediği melez köpekler tarafından ihlal edildiyse, bu köpekleri yetiştiren sahipleri sorumlu tutulmalıdır,”[8] 15 Ekim’deyse “Provokatörler ağır bir bedel ödeyecekler”[9] dedi.

16 Ekim – ‘Bütün yolları kapattık’

Bir gün sonra ise, ülke çapında yaklaşık 1,4 milyon genç öğrenci Halk Ordusu’na kaydolmak için dilekçe verdi.[10]

Kardeş Kim’in açıklamaları, kendisi de ‘popüler’ bir kişilik olduğu için dünya gündeminin ilgisini çekti. Her zaman olduğu gibi, Kore haberlerinde meydana gelen bu ‘yarı-magazinel’ anlatıyı, Merkez Askeri Komisyon’un bir gün sonra yayınladığı yol blokajı açıklaması[11] yeni bir evreye taşıdı. 

17 Ekim – ‘Güney Kore Düşman Devlet’

Kore Savunma Bakanlığı Sözcüsü, Kore İşçi Partisi Merkez Askeri Komisyonu’nun talimatıyla, ülkenin Güneyinde bulunan iki bölgede yolların patlatılarak Güney Kore arasındaki bağlantı yollarının tamamen kesildiğini açıkladı.[12] 

Yolların patlatılmasına ilişkin fotoğrafların da yayınlandığı açıklamada asıl ‘bilgi’, satır aralarında saklıydı. Açıklamada yer alan ifadeler, iki Kore arasındaki köprülerin tamamen atıldığını doğruluyordu:

“Güney Kore’yi tamamen düşman devlet olarak belirleyen Kuzey Kore Anayasası’nın gereklilikleri ve düşman güçlerin ciddi siyasi ve askeri provokasyonları nedeniyle öngörülemez bir savaşın eşiğine sürüklenen ciddi güvenlik ortamından kaynaklanan zorunlu ve yasal bir önlemdir.” 

Kore’nin Seul yönetimini artık düşman bir devlet olarak gördüğü, artık yasal olarak da doğrulanmıştı. Aslında bu kararın alınacağı, Kim Jong-un’un ocakta Güney’in ‘baş düşman olarak tanımlanması için’ yaptığı anayasal düzenleme çağrısından bu yana biliniyordu.

Ancak, bu tarihten itibaren, uluslararası kamuoyunun asıl dikkati, Kuzey’in ipleri tamamen koparmasındaydı.

18 Ekim – Kim Jong-un’dan açıklama: ‘Kardeşlik, birleşme gibi anlamsız düşünceler…’

Dünya Kore Yarımadası’ndaki gelişmeleri takip ederken, Kore lideri Kim Jong-un’un herhangi bir açıklama yapıp yapmayacağı da merak konusuydu. Kim ise, sessizliğini 17 Ekim’de, Kore Halk Ordusu 2. Kolordu Komutanlığı’na düzenlediği ziyarette bozdu.

Kim, bu ziyarette yaptığı konuşmada, ordunun Güney Kore’nin yabancı ve açıkça düşman bir ülke olduğu gerçeğini bir kez daha ve iyi bir şekilde kavraması gerektiğini vurguladı.

Kim ayrıca, Güney Kore topraklarına bağlanan yol ve demiryollarının tamamen yıkıldığını hatırlatıp, bunun yalnızca fiziksel bir kapatma değil, aynı zamanda Seul ile süregelen kötü ilişkiyi kesip kardeşlik ve birleşme gibi anlamsız ve gerçekçi olmayan düşüncelerden kurtulmak anlamına geldiğini söyledi.[13]

 ‘Telif hakkı’

Bütün bunlar yaşanırken, Güney Kore ise ilginç bir şekilde ‘telif haklarına’ odaklandı. Güney Kore Genelkurmay Başkanlığı’nın basın sözcüsü, Kore Merkezi Haber Ajansı’nın yayımladığı üç patlama fotoğrafından birinin, kendilerinin çektiği görüntülerden izinsiz olarak alındığını söyledi.

Güney’in bu adımını “Tuhaf bir millet” ifadeleriyle yorumlayan Kim Yo-jong ise şunları söyledi:

“Sanki yapılan patlatma işleminin ne anlama geldiğini, ne kadar ciddi bir güvenlik tehdidi ile karşı karşıya olduklarını kavrayamıyorlarmış gibi; asıl mesele bir kenara bırakılmış ve “fotoğraf tartışması” gündeme getirilmiş. Bu gerçekten aptallığın sınırlarını zorluyor. Aptalların anlayabileceği şekilde anlatacak olursak, dünya medyasından Amerikan NBC, Fox News ve İngiliz Reuters gibi kuruluşların yayımladığı videolardan bir kareyi fotoğraf olarak kullandık. Öncelikle, o açıdan bizim çekmemiz mümkün değildi ve kompozisyon açısından uygun olup amacımıza uyduğu için kullandık. Bunda ne sorun var? Yan çizip saçma sapan şeyler söyleyerek ne kazanacaklarını merak ediyoruz. Her halükarda, gerçekten tuhaf bir millet.”[14]

Aynı gün, Kore Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sözcüsü, Güney’den gönderilen bazı balonların ve ‘atıkların’ (propaganda malzemelerinden bahsediliyor) toplanarak yakıldığını açıkladı. Savunma Bakanlığı ise, Pyongyang hava sahasını işgal eden insansız hava aracıyla ilgili incelemelerin tamamlandığını söyledi.

Uzman ekipler tarafından teknik analizler yapıldığını açıklayan bakanlık, Pyongyang’ın Seopo bölgesinde düşen insansız hava aracının, Güney Kore ordusunun “Drone Operasyon Komutanlığı”nda donatılmış “uzun mesafe keşif amaçlı küçük bir drone” ve ‘Silahlı Kuvvetler Günü’ etkinliklerinde kullanılan insansız hava aracıyla aynı model olduğunu ortaya çıkardı.

Savaş çıkar mı?

Söz konusu Kore Yarımadası olduğunda, bu soruya verilecek yanıt “Her zaman ihtimal dahilinde” olabilir. 1950-1953 yılları arasındaki Kore savaşının ardından ateşkes imzalansa da barış hala imzalanmadı. Bu iki ülke hala savaş halinde ve savaş teknik olarak 74 yıldır devam ediyor.

“Savaş çıkar mı?” sorusu kadar çok sorulan bir diğer soru ise, “Kuzey Kore savaş çıkarır mı?” olsa gerek…

Kore, nükleer anlaşmalar, adanın silahsızlandırılması, barış ve birleşme gibi konulara hep açıktı. Ancak, ABD’nin Güney’deki uzun soluklu varlığı, Güney’deki OPCON’un[15] kaldırılmasının ertelenmesi, ABD desteğinde artan askeri tatbikatlar ve ‘Asya NATO’su’ tartışmaları, Pyongyang için ‘artık umut kalmadığı’ yönünde değerlendirilebilir.

Dolayısıyla, bölgede yaşanacak bir sıcak savaş halinde, uluslararası hukuk açısından Pyongyang yönetiminin –en azından- atılması gereken adımları defalarca attığını söylemek mümkün. Bu pozisyon, Pyongyang yönetiminin yaşadığı ekonomik zorluklardan kaynaklı, ‘dışa açılma zorunluluğundan’ kaynaklanıyor.

Pyongyang yönetimiyle ilgili en çok öne sürülen söylem, ‘rejimin’ ‘her fırsatta silaha sarıldığı’ yönünde.

Ancak ne yazık ki, Kuzey Korelilerin dünyanın geri kalanıyla ticari ilişkiler kurmasının önünde, ağır yaptırımlarla örülü büyük engeller var. Bunun da ötesinde, bölgeyi ilgilendiren önemli gelişmelerde Pyongyang yönetiminin söylemleri, açıklamaları veya Kore medyasında aktarılanlar, ‘sansasyon’ içerdiği düşünülen sert açıklamaların dışında küresel medyanın filtresinden geçemiyor. Kuzey Kore’den yayın yapan herhangi bir medya kuruluşuna girebilmek için bile VPN kullanmak gerekiyor. Aynı zamanda, Kore’nin küresel internet ağına bağlanmasının önünde ABD ve AB kaynaklı çok büyük engeller bulunuyor.[16]

Siyasi ve ekonomik yaptırımlarla örülen bu duvarın hemen dışında, Korelileri namluları kendilerine çevirmiş durumda bekleyen 4 ayrı ABD askeri üssü karşılıyor.[17]

Yaşanan bu 10 günlük kriz süreci, klişe ifadeyle yarımadada hiçbir şeyin -70 yıldır her dönemde olduğu gibi- bir kez daha eskisi gibi olmayacağının göstergesi, ‘kardeşlik’ ve ‘birleşme’ gibi kavramlar ise rafa kaldırılmış durumda. Bu özlemlerin yeniden devreye gireceği günleri, ABD’nin bölgedeki askeri varlığı ve Güney’de ABD’den bağımsızlaşmayı savunan kesimlerin gücü belirleyecek.

[1] https://world.kbs.co.kr/service/news_view.htm?lang=e&Seq_Code=188472

[2] Güney Kore, 1963 yılından beri Kuzey sınırında devasa boyutta hoparlörlerle propaganda yapıyordu.

[3]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ced2c1792418783ff12dd00dc1a5fafe0ac4fae463026ba907a470c6a731c154e4.kcmsf

[4]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed5301190e2f336db98b5e69c75e0da264e037e8d.kcmsf

[5]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011905d713cd80640b1921921fd9e8c2b9169.kcmsf

[6]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed530119087aa79ff19c8fadf2558d0ab8bb3e2e5.kcmsf

[7]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011901947eb21f9e7ac157555ce320523fca2.kcmsf

[8]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011902e42d07d524a7cd9f63fea22ff988679.kcmsf

[9]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed530119010b2e447ad54bc392eadd19f0ee43770.kcmsf

[10]http://www.kcna.kp/kp/media/photo/q/097d7ad157a46241eb943c5f55fccb8ae81fc4e6a7c5fe5fe0ff9eed6af0655d.kcmsf

[11] Açıklama, Kore Merkezî Haber Ajansı (KCNA) tarafından 17 Ekim tarihinde yayınlandı. Daha sonra, haberin iç metnindeki tarih, 16 Ekim olarak değiştirildi.

[12]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ce1ccd519564493a89bd0f812519c6200bac2f542e074fd508786dec650e79896d.kcmsf

[13] http://www.kcna.kp/kp/article/q/59760a5fccb9c7c774623d478afb1839.kcmsf

[14]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ce1ccd519564493a89bd0f812519c6200b18c5c1a47989ceb0dfe5053491dd731c.kcmsf

[15] ‘Operational Control’ (Operasyonel Kontrol): Eğer Güney Kore bir savaşa girerse, askeri operasyonlar, başında ABD’li bir komutanın bulunduğu OPCON eliyle yönetilecek

[16] https://x.com/erknoncn/status/1820418971989860622

[17] https://www.scrolli.co/hikaye/kopruler-atilirken-kuzey-koreliler-guneye-bakinca-ne-goruyor

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Çatışmanın geleceği: Polonya – 3  

Yayınlanma

Yazar

Polonya Dışişleri Bakanı Sikorski’nin 12 Eylül’deki Ukrayna ziyareti görünürde rutin ziyaretlerden biriydi: bakan rejime askeri desteğin artırılması ve Rusya içlerini vurması için uzun menzilli füzeler verilmesi gerektiğini söyledi, Polonya’nın Lvov’un imarı için söz verdiğini hatırlattı, Polonya desteğinin devam edeceğini vurguladı.

Ancak birkaç gün sonra ilişkilerin bu kadar da toz pembe olmadığı ortaya çıktı.

17 Eylül’de Polonya’nın önde gelen haber portallarından Onet, Polonya dışişleri bakanı Sikorski’nin Kiev ziyareti sırasında, Kiev rejiminin (hukuki meşruiyetini de anayasal görev süresinin dolmasıyla mayıs ayında kaybetmiş) komedyen-başkanının Varşova’nın askeri desteğinin “yetersizliğinden” ve rejimin AB’ye girmesi meselesindeki tutumundan yakındığını, hatta sesini yükselterek tartıştığını yazdı. Portal atmosferin “kavgayı andırdığını” da ekledi. Yayına göre Zelenskiy Polonya’nın Ukrayna üzerindeki Rusya’ya ait dronları vurabileceğini, oysa bunu yapmadığını söyledi; Sikorski ise böyle bir kararın NATO’nun iznini almadan uygulanamayacağını belirtti.  Oysa aynı Sikorski eylül başında Financial Times’a Polonya hava savunmasının Ukrayna’nın batı hava sahasında Rusya’ya ait dron ve füzeleri vurabileceğini söylemişti; üstelik Sikorski’ye göre böyle bir adım hiç de NATO’nun Rusya ile doğrudan çatışmaya girmesi anlamına gelmezdi. Kaldı ki, Sikorski öyle diyordu, burada söz konusu olan Polonya’nın bu füze ve dronları vurma imkânı değil zaruretiydi, çünkü bunlar Polonya hava sahasına da girebilirdi ve o zaman: “… şarapnellerin birine isabet etmesi riski de meydana gelir.” Sikorski’ye göre NATO üyeliği üye ülkelerin egemenliğini sınırlamıyordu ve hava sahasını korumak da Varşova’nın anayasal sorumluluğuydu. Üstelik: “Ukraynalılar bize ‘lütfen…’ dediler.” Tabii nezaket gereği böyle bir ricayı geri çevirmek kim olsa mümkün değil.

Bu, rejimin iki senedir istediği şeydi aslında ve Sikorski’nin sözleri hiç değilse ilk bakışta bu talebin Varşova tarafından kabul gördüğü anlamına geliyordu.

Financial Times’ın haberinde başka ayrıntılar da vardı: Varşova ve Kiev yaz ağustos ortasında “Polonya toprakları istikametine doğru fırlatılmış” füzeleri ve dronları vurma imkânının inceleneceğini taahhüt eden bir ikili mutabakat imzalamışlardı; ancak Polonya mutabakata bu konuda “ilgili devlet ve örgütlerin” (yani ABD’nin) rızasının alınacağı şartını koymuştu.

12 Eylül toplantısında Volın katliamı meselesi de başka bir tartışma konusuydu. Katliamın failleri Ukrayna rejiminin resmi kahramanları, oysa katliam Polonya’da 2016’dan beri soykırım olarak tanımlanıyor; ancak Varşova bunu ilk defa geçen yılın mayısında hatırladı.

Tarih en çok unutulan şeydir; yakın tarih hiç akılda kalmaz, yangınlar çağında insanlar hiçbir şeyi hatırlamamaya daha çok meyillidir, üstelik emperyalist propaganda aygıtı hatırlatmak değil unutturmak için çalışır.

Hatırlayalım:

Varşova ve Kiev’in ortak füze provokasyonu yeni değil. 15 Kasım 2022’de Polonya Milli Güvenlik Komitesi Rusya’nın Kiev rejimine hava saldırıları sırasında iki füzenin de Polonya topraklarına düştüğü iddiasıyla acil toplantıya çağrıldı. Rusya ise iddia edilen gün ve saatte Polonya sınırına yakın hiçbir yere füze saldırısı düzenlemediğini açıkladı. Ama Varşova hükümeti orduyu alarm durumuna geçirdi ve NATO dördüncü maddeye dayanarak üye ülkeleri acil toplantıya çağırdı. AB de boş durmadı ve Komisyon o sırada G20 zirvesi için Endonezya’da bulunan birlik üyesi ülkelerin liderlerini acil toplantıya çağırmayı planladığını bildirdi. Varşova ancak Amerikan başkanının füzenin Rusya’dan fırlatılmadığını teyit etmesi ve füzenin aslında Kiev kuvvetleri tarafından ateşlendiğinin açık seçik ortaya çıkması üzerine geri bastı; ama bu durumda bile Kiev’deki komedyen başkan daha epey bir süre Rusya’nın Polonya’ya füze attığında ısrar etti.

İkinci provokasyon da bu yıl 26 Ağustos tarihli. Sikorski o gün Polonya hava sahasında “yabancı bir cisim” görüldüğünü söyledi; genelkurmay bunun bir füze olmadığına göre herhalde dron olduğunu açıkladı. Daha havada gerçekten bir şey görülüp görülmediği ve görüldüyse bunun dron mu yoksa uçurtma mı olduğu bile ortaya çıkmadan Polonya’da fırtına koptu: sıcağı sıcağına yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre deneklerin yüzde 58,5’i ne olduğu bilinmese bile “bilinmeyen cisimlerin” vurulmasını istiyordu. (İlginçtir, kadınlar daha şahin: erkeklerin yüzde 55’ine karşılık karşı cinsin yüzde 60,8’i!)

Gerçi gene de Polonya halkının sağduyusunun, kadınlar dahil, Polonya yönetiminden daha güçlü olduğu ileri sürülebilir; çünkü bunların Ukrayna değil Polonya hava sahasında düşürülmesinden söz ediyorlardı.

Polonya üzerine bir önceki yazımı, “Varşova hükümetinin Kiev rejimine verilecek F-16’lara üslerini açarak veya başka bir yoldan kendisini Rusya ordusunun hedefi haline getirmesinin son derece mümkün” olduğunu yazmıştım. Sikorski’nin Rusya’ya ait füze ve dronları Ukrayna hava sahasında vuracakları açıklaması bunun bir adımıydı; ne var ki kontrolsüz bir adım. NATO genel sekreter yardımcısı (eski Romanya senato başkanı) Mircea Geoană derhal müdahale etti ve “herkes için sonuçları olabilecek” kararlar almadan önce müttefikleriyle danışmaya “çağırdı”.

Demek ki komedyen başkan Varşova yönetiminin resmi mutabakatına rağmen sözünü tutmadığından yakınırken tamamen haksız sayılmaz. Provokasyonları birlikte örgütlemiş olan suç ortaklarının birbirlerine karşı daha itimatlı davranması gerekir.

Geoană’nın uyarısı Varşova için çark etme zamanının geldiğini gösteren işaret fişeği oldu.

Kiev’deki toplantıda kavga haberinden birkaç gün önce Sikorski’nin siyasi durumun değişmeye başladığını gösteren bir mülakatı Le Monde’da yayınlandı. Polonyalı bakan burada uzun menzilli füzeler verilmesi talebini tekrar ediyordu gerçi, ama bunu oturttuğu bağlam dikkat çekiciydi: “Hedef Ukrayna’nın kazanmasıysa (bununla uluslararası sınırları üzerinde kontrolü yeniden tesis etmesini kastediyorum), yahut hedefiniz Ukrayna’nın dayanması mı? Bu ikinci stratejinin sorunu, Ukrayna’nın dayanma kapasitesinin sonsuz olmayışıdır.”

Ustalıklı bir ifade olduğuna kuşku yok; zira görünürde rejimin askeri kapasitesinin artırılmasını istiyor, ama bunu gerçekleşmeyeceği artık herkes tarafından aşikar olan bir amaç için: 1991 sınırlarına dönülmesi için söylüyor. Dolayısıyla bu talep daha ziyade demagojik bir nitelik taşıyor. Rejimin “dayanmasına” dayanan ikinci stratejiyi ise peşinen reddediyor. Bu durumda meali şu: rejim artık dayanamaz.

Sikorski sadece iki gün sonra gene Kiev’de Yalta European Strategy’nin 20’nci yıl toplantısında (toplantının adı da istihzayı andırıyor: “Kazanma Zarureti”) şöyle dedi: “Kırım Rusya için, bilhassa da Putin için sembolik olarak önem taşıyor, ama Ukrayna için de stratejik olarak önemli. Kırım’ı demilitarize etmeden nasıl bir anlaşmaya varabileceklerini bilmiyorum. … (Yarımadada buna — bn.) Hak sahibi sakinlerin kim olduğunu doğruladıktan sonra adil bir referandum hazırlama misyonuyla BM mandasına alabiliriz… Ve bunu 20 yıl ileri atabiliriz.” Gene ustalıklı bir manevra ekledi arkasından ve Kırım referandumunun ve Rusya kuvvetlerinin Kırım’a girmesinin ardından Kiev’in Kırım için “savaşmamış” olmasını ABD de dahil batının büyük bir hatası diye niteledi: “Ukraynalılar Kırım için sembolik bile olsa savaşmış olsalardı o (Putin — bn.) Donbass’a girmeye cesaret edemeyebilirdi.”

Ne Kırım’ın Rusya açısından “demilitarize” edilmesi ne de BM mandaterliğine devri söz konusu olabilir. Aynı şey Rusya’ya katılan dört oblast için de geçerli. Ama Sikorski resmi diskursu Kırım’dan parçalıyor, bu da diğer bölgelerin yolunu yapmak için.

Bu şimdiye kadar Kiev rejiminin en şahin müttefikinin ağzından hiç söylenmemiş bir şeydi; bu yüzden Kiev tarafını çileden çıkardı; rejimin dışişleri (ve, İnterfaks Ukrayna’nın yazdığına göre “Kırım Tatarları” da) derhal tepki verdi ve Kiev için Kırımsız bir “çözümün” mümkün olmadığını açıkladı.

Sikorski aynı toplantıda Rusya’yla savaşa hazırlanmak için henüz zamanları olduğunu da söyledi: “Britanya Putin’in (ordusunu — bn.) savaş öncesine döndürmek için beş, NATO’yu tehdit etmek içinse 10 yıla ihtiyacı olduğunu hesaplıyor. Bizim zamanımız var. Ukrayna bize bu değerli zamanı verdi; bunu kullanmalıyız.”

Oysa aynı Sikorski daha mayıs ayında Ukrayna’ya muharip göndermekten bahsediyordu. Gerçekte zaten (ölümlerin sayısından anlaşıldığı gibi) iki yıldır gönderiyorlar, ama birincisi resmileştirmiş değiller ve danışman, paralı asker yahut gönüllü olarak göstermeyi tercih ediyorlar. Öte yandan, ikincisi, daha yaz aylarında bunların daha aktif şekilde kullanılmasıyla ilgili siyasi bir karar alınmış görünüyor; nitekim Kursk’la ilgili haberlere bakılırsa bu saldırıda Polonyalı “gönüllüler” önemli bir rol oynadılar.

Ne var ki Kiev rejiminin askeri yenilgisi artık gizlenemiyor. Varşova’nın Kiev’e verdiği mühlet bu yılın sonuna kadardı; Sikorski 6 Mayıs’ta da rejimin zaferinden değil bu yenilgiyi geciktirmekten söz etmişti: “Amerikan (askeri yardım — bn.) paketi sayesinde bence Ukrayna’nın bu yıl kaybetmeyeceğinden emin olabiliriz.” NATO’nun (yani ABD’nin) Ukrayna hava sahasına Polonya müdahalesini reddetmesi Varşova’nın “desteğe aynı şekilde devam mı tamam mı” konusundaki son çekincelerini de ortadan kaldırdı; şimdi asker ve askeri yardım göndermektense kendi ve bölgesel militarizasyonunu tamamlamak gerek.

Çatışmanın geleceği: Polonya – 2

Artık “Plan B” zamanı.

Polonya üzerine son yazımda bu ülkenin Rusya ile olası bir savaşa hazırlandığını yazmış ve Amerikan müdahaleciliğinin ideologlarından Hal Brands’in eğer A planına göre rejim NATO’ya alınmazsa B planına göre Polonya ve Baltık ülkelerinin Kiev rejimiyle birlikte Rusya’ya karşı bir askeri blok kurulmasını önerdiğini hatırlatmıştım. Mevcut durum, Kiev rejiminin yakın zamanda devlet olarak varlığını kaybedebileceğine işaret ediyor. Bu durumda Rusya ile savaş için diğerlerinin kendi kaynaklarını güçlendirmesi gerek. Neden kaybedecek ata oynasınlar ki?

Ve dahası, ortada bir ölü varsa neden didiklemesinler, üstelik  bu sadece milliyetçi hezeyanların manevi tatmini için değil beklenen savaşa hazırlıkta kaynak tahsisi için de gerekli görülüyorsa?

Geçen yıl 19 Aralık’ta Rusya Savunma Bakanlığındaki genişletilmiş kolezyum toplantısında Putin şöyle demişti:

“Ukrayna’nın egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün yegâne garantörü Rusya’ydı… Ukrayna’nın batı toprakları mı? Ukrayna’nın onları nasıl aldığını biliyoruz. Stalin İkinci Dünya Savaşından sonra verdi. Polonya topraklarının bir kısmını, Lvov ve diğerlerini, bir takım büyük oblastleri verdi — buralarda 10 milyon insan yaşıyor. … Bir parça Romanya’dan, bir parça Macaristan’dan kopardı, hepsini oraya, Ukrayna’ya verdi. Ve orada yaşayan insanlar, her halükârda birçoğu, bunu kesinkes, yüzde yüz biliyorum, tarihi vatanlarına dönmek istiyorlar. Bu toprakları kaybeden ülkeler ise, öncelikle de Polonya, her rüyasında geri aldığını görüyor. Bu anlamda sadece Rusya Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün garantörü olabilirdi. İstemiyorlarsa gerek yok. Tarih her şeyi yerli yerine oturtur. Engel olmayacağız, ama kendimizin olanı da vermeyeceğiz.”

Çatışmanın geleceği: Polonya – 1

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English