Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Büyük savaş kaçınılmaz mı?

Yayınlanma

1) Uluslararası mali sermaye ile Almanya’nın savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasında yeni bir ittifak kuruluyor.

Mali sermaye, banka ve tekel sermayesinin birleşmesine dayanır. Bu kavramı Marksist emperyalizm teorisinin temeli olarak kullanan ilk kişi Lenin’di ve kuşkusuz, meselenin siyasi veçhesinde, siyaset biliminin Aristocu temel taşlarına da gönderme yapıyordu; zira mali sermaye kendi yönetimi olan mali oligarşiyi doğurur; tıpkı Aristo’ya göre oligarşinin aristokrasinin yozlaşması olduğu gibi mali oligarşi de burjuva demokrasisinin yozlaşmasıdır. Mali oligarşinin başında da, sanayi ve ticaret karşısında hâkimiyetini tesis etmiş olan banka sermayesi vardır.

Burjuva devleti olağan dönemlerde göreli özerkliğini korur; çünkü burjuvazi iktidarsızdır. Benim yayınlanmayı bekleyen “1939”da, “Kısa bir devlet teorisi” başlığı altında altını çizmiştim bunun. Kapitalist toplumda genel, olağan eğilim şu yöndedir: burjuvazi kendi başına yönetmeye muktedir değildir, çünkü kişisel bağımlılık ilişkilerinin temeli ortadan kalkmıştır; bu yüzden normal burjuva toplumlarında burjuvazi adına onun paralı memurları (ideologları, siyasetçileri, mülki idarecileri, vb.) yönetirler. Ama bu genel eğilim olağan dönemlere özgüdür; olağanüstü dönemlerde (her ne kadar klasik faşist diktatörlüklerde bile devletin görece özerkliği korunuyor olsa bile) burjuvazi doğrudan müdahale eder ve memurlarıyla değil kendisi yönetmeye başlar.

Artık olağanüstü bir dönemdeyiz. Önce bizde mi başladı, ABD’de mi, İtalya’da mı, kesin olarak söylemek galiba mümkün değil. Gerçi Trump başlı başına bir “fenomen”. İtalya ise hep bir istisnadır; dolayısıyla sıra dışılığı bizden başlatmak daha doğru bir yaklaşım olabilir: sektörlerin en gözde patronları bakanlıklara atandılar. Bizi Fransa takip etti ve Rothschild’in altın çocuğu, Fransa’nın savaştan bu yana en gerici ama en çok parlatılan başkanı olarak ülkenin başına atandı. Bu parlak ve becerikli delikanlı, sarı yeleklileri kanla ve gözlerini oyarak bastırmakla kalmadı, benzeri görülmemiş bir demokratlık halesiyle de ödüllendirildi.

Bugün Fransa’yı denizin öte yakası takip ediyor: Goldman Sachs’ın altın çocuğu, Hintli sömürge işbirlikçisi bir familyanın en son ve en seçkin temsilcisi Sunak, neoliberal dünyanın alkışları arasında III’üncü Charles’ın hükümetinin başına getirildi. Derisinin rengini parlatan bu alkışlar Britanya “demokrasisine” övgüler düzmek için kullanılıyor; oysa raf ömrü marulu geçemeyen teneke leydi bile Downing Str. 10 numaraya halkın değilse bile en azından Muhafazakâr Parti delegelerinin oylarıyla taşınmıştı, Goldman Sachs’ın çocuğu ise doğrudan atandı.

Eğilim tekil değil. Endonezya’daki G20 zirvesinde veya Davos’ta olduğu gibi hemen bütün devletlerarası etkinliklere Schwab, Soros ve Gates gibi tiplerin de katılması, bu küresel burjuva elitinin uluslararası gelişmelerde oynadığı aracısız, doğrudan role, dolayısıyla burjuva devleti açısından yeni normal haline gelen küresel bir anomaliteye işaret ediyor.

Demek ki şunu söylemek kesinlikle doğrudur: bugün mali oligarşi, sadece mali sermayenin yönetimi değil, onun ta kendisidir. Dahası, bu oligarşi emperyalist troyka nezdinde küreselleşti ve bütün yerel oligarşileri yeniden şekillendiriyor. Bu süreç savaşsız tamamlanamaz; yerel oligarşilere küreselleşmiş bir ortaklık temelinde mutlak iktidar ve azami kâr vaat eden savaş, uluslararası mali sermaye ile başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa’nın, Japonya’nın ve troykanın (Güney Kore’den Kanada’ya kadar) uydularının savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasındaki yeni ittifakın motorudur. Öte yandan tam da bu ittifak, bu halkaların siyasi bağımsızlıklarını da ortadan kaldırıyor.

2) Bu ittifak başta Almanya olmak üzere Avrupa’yı Amerikan siyasi iradesine tabi kılarken sanayinin önüne daha büyük kârlar elde etme imkânı kazandırıyor.

Geleneksel sanayi savaş sanayisine dönüşebilir mi? Evet, dönüşebilir ve dönüşür. BMW fabrikalarından tank, Mercedes fabrikalarından zırhlı, Fiat fabrikalarından mühimmat, Citroen fabrikalarından top, Airbus fabrikalarından savaş uçağı çıkarmanın önünde hiçbir engel yoktur. Bunlar zaten uğraştıkları işlerdir. Sorun sadece, mesela BASF’dan Ziklon B mi çıkaracakları sorunudur ki, her ne kadar bunun da bir sakıncası yoksa bile (ABD ve ortaklarının başta Ukrayna olmak üzere pek çok ülkede askeri-biyolojik laboratuvarlarını unutmayalım) hiç değilse Avrupa Komisyonu’nun başındaki barones ve velinimetlerinin servetlerine servet katmak için ölümcül aşılar veya genetiği değiştirilmiş gıda için tohum ve gübre üretebilirler.

“Siyaset bilimcilerin” ve “jeopolitikçilerin” tartışmaları genellikle bunun gerçekleştirilebilirliği üzerinden değil (buna pek bakılmıyor), bir önceki başlıkta değindiğim ön şart üzerinden yapılıyor: troykanın diğer halkaları ve uyduları siyasi bağımsızlıklarını kaybetmeyi neden göze alıyorlar? Oysa bu, sınıf ilişkilerinin ve kapitalizmin tabiatının yerine aslında iradesiz oldukları halde irade sahipleri oldukları varsayılan bir grup insanın planlarını, duygularını, beklentilerini geçiren yanlış bir sorudur; doğrusu şöyle olmalı: neden göze almasınlar, dahası siyasi bağımlılık, sömürü pastasından daha ballı dilimler vaat ediyorsa eğer bağımsızlıktan neden vazgeçmesinler? Gerçekte siyasi bağımsızlık çoktan kaybedilmiş bir şeydir, bugün arzu edilen sadece vassal haklarının genişletilmesidir. Rothschild bankerinin başkanlık yaptığı Fransa’nın (geleneksel olarak siyasi bağımsızlığına en düşkün batı Avrupa ülkesi) dışişleri bakanı Catherine Colonna daha kasım ayında bunu çok açık ifade etmişti; ekselansları Madame şöyle demişlerdi: “Eğer Avrupalılar her Amerikan seçiminde gerilim yaşamak istemiyorlarsa daha çok özerkliğe giden yolu bulmalılar.” Bağımsızlık değil özerklik; (halkı boş verin) kendi burjuvazisinin menfaatlerini kollayan devlet değil troykanın seksiyonu. Aslında bundan daha makul bir şey de olamaz, zira bu siyasi çerçeveyi kuran iktisadi ortam zaten, yerli mali oligarşilerin küresel mali oligarşi çetesinin organik bileşenlerinden ibaret oluşu, ve ülkelerin de doğrudan doğruya ve aracısız olarak bunlar tarafından yönetilmekte oluşudur.

3) Bu süreç iddia edilmesi moda haline gelen “sanayisizleştirme” değil sanayinin askerileştirilmesi anlamına geliyor.

Avrupa’nın ABD tarafından “sanayisizleştirildiği” iddiaları dalga dalga yayıldı. Ben, savaşın kaçınılmaz olduğunu birçok defa yazdığım 24 Şubat’ın çok öncesinden beri tamamen aksi fikirdeyim: hayır, Avrupa’da sanayisizleştirme değil sanayinin askerileştirilmesi süreci yaşanıyor. Bu, büyük burjuvaziye rağmen Amerikan baskısıyla yaşanmıyor; büyük burjuvazinin kâr hırsının Amerikan hegemonya planlarıyla çakışması yüzünden yaşanıyor, zira sanayinin askerileştirilmesi büyük burjuvazi için azami kâr anlamına gelir. Son olarak Münih konferansındaki eşi benzeri görülmemiş saldırgan retorikten başka NATO’nun askeri harcamalarda GSYH’nın en az yüzde 2’si dayatmasının da ötesine geçmesi, AB “reichsführerlerinin” silah ve mühimmat üretimine hız verme çağrıları ve halk kitlelerine bütün bunları doğal, gerekli, kaçınılmaz şeylermiş gibi kabul ettirmeye yönelik benzersiz endoktrinasyon, bu durumu açık seçik gösteriyor; dahası geleneksel Avrupa sanayi sermayesi büyük bir şevkle işe koyulmuş ve savaş envanterini genişletmeye girişmiş durumda.

Avrupa’da ekonominin askerileştirilmesi, onun yeniden yapılandırılması demektir.

Apaçık bir ırkçı ve faşist olan “sosyalist” cübbeli diplomasi şefi, savaş çağrıcısı Borrell, daha ekim ayında şöyle demişti: “Refahımız, Rusya’dan gelen ucuz enerji temeli üzerinde kuruluydu. Açıktır ki bugün, bir bağımlılığın yerine diğerini koymamak, mümkün olduğunca Avrupa içinde enerji kaynakları aramak zorundayız. En iyi enerji, içeride üretilendir. İnsanlar henüz, Rusya ve Çin’in, daha önce ekonomimizin kalkınması için oynadıkları rolü artık oynamayacaklarının farkında değiller. Bu da ciddi bir yeniden yapılanma gerektiriyor.”

Bu, şunları kaçınılmaz olarak öngerektirir: 1) emperyalist troykanın siyasi kenetlenmesi; 2) Rusya yerine Avrupa’da Norveç ve Britanya’nın, Ortadoğu’da Katar’ın, okyanus ötesinde ABD ve Kanada’nın enerji kaynaklarına bağımlılık; 3) Çin’in dünyanın fabrikası rolünün ürettiği kırılganlığına dayanarak siyasi olarak etkisizleştirilmesi.

Hiç unutmamak için tekrar etmek gerek: bu süreç bilinçli ve örgütlü bir şekilde hazırlandı. Avrupa Komisyonu adını taşıyan kıtanın en büyük Amerikan lobisinin “reichsführeri” barones, Münih konferansında, daha 2021 eylül ayından itibaren Rusya’ya karşı yaptırımlara hazırlandıklarını söylemekte sakınca görmedi. Yeşillerin eşbaşkanı, Bundesminister des Auswärtigen Annalena Baerbock (tarihteki yeri ve misyonu Reichsminister des Auswärtigen Joachim von Ribbentrop’un yanıdır) provokatör rolünün yanı sıra daha ağustos başında Alman silah sanayisine “özel olarak Ukrayna için silah üretme” ve çatışmaların 2023’te de sürmesine hazır olma çağrısı yapmıştı.

Bu ittifak içinde savaş sanayisiyle doğrudan ilişkisi nedeniyle bilişim sektörü özel bir rol oynuyor. Çağdaş faşizmin kaldıracının, çağdaş kapitalizmin en ilerici halkası sayılan bu sektörde yatması şaşırtıcı değil. Görünürde bu halka LGBT’den kadınlara ve azınlıklara varıncaya kadar her türlü hakkın savunucusu gibi geçinir, gerçekteyse sınıfsal bağları parçalar, ilişkileri amorflaştırır, soysuzlaştırır. Bu halkanın siyasi temsilcileri, ideologları, giydikleri ilericilik ve çağdaşlık elbisesinin altında her türlü gericiliğin ve faşistleşme sürecinin doğrudan failleridir. Borrell vb.nin arkasındaki gerçek güç, hem askeri sanayi hem de banka sermayesiyle tamamen iç içe geçmiş olan bu globalistlerdir.

Kapitalist sanayi üretilen emtianın süratle tüketilmesini gerektirir, bunun en ideal yolu savaşlardır. Öte yandan savaş sanayisi bütün temel hak ve hürriyetlerin süratle ve amansızca budanmasını gerektirir; açlıktan titreyen emekçiler, büyük burjuvazi daha çok kazansın diye sefalete düşen ve ölen emekçiler olduğu sürece sistem mükemmel işler.

4) Bunun siyasi sonucu başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın militarize edilmesidir ve bu süreç geri dönüşsüzdür.

Sanayinin askerileştirilmesi siyasetin militarizasyonuyla paralel yürür ve bu, 20’nci yüzyıl tarihinin defalarca gösterdiği gibi, faşistleşme sürecinde son eşiğin aşılması demektir.

Süreç geri dönülmez noktaya çoğu zaman sanayinin ve siyasetin militarizasyonuyla varır. Birincisi, bir ekonomik istikrar sağlar, derin bir milli krizin arkasından hızlı sanayileşme, muazzam kârlardan emekçi kitlelere düşecek kırıntılarda artış, işsizlik ve resesyonun arkasından istihdam ve artan büyüme vaat eder. Bu, toplumun siyasi gericileşmeye karşı reflekslerini köreltir. İlerici güçlerin tasfiyesi kolaylaşır, burjuva demokratik hak ve hürriyetlerin tasfiyesi hızla tamamlanır.

Buna karşı tek makul itiraz, böyle bir gelişmenin kapitalizmin nihai çıkarlarına uygun olmayacağı, veya (Almanya örneğinden devam edersek) “Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olmasıdır. Öyle ya, yenilmez sayılan Leopardlar Ukrayna’da tutuşmaya başlayınca ne olacak? Washington zaten Leopardları elden çıkarmaları karşılığında Abrams koklatacağının işaretini çaktı.

Bu yaklaşım eksik, dolayısıyla yanlıştır. Yanlıştır, çünkü, birincisi, kapitalizm kendi nihai menfaatini her şeyin önüne koyan akıllı bir makine, işlevsel bir beyin değildir; ve ikincisi, bu yaklaşım, ABD’nin Almanya siyasetini kuklalaştırma eğilimini, bunun ABD’nin kadir-i mutlak gücünden veya diğer ülkelerin siyasi güçsüzlüğünden kaynaklandığı önkabulüyle abartıyor, gerçek nedenin güç-güçsüzlük ilişkisinde değil ilişki biçimlerini doğuran sınıf menfaatlerinde yattığını gözden kaçırıyor. Alman finans ve sanayi burjuvazisinin ortak menfaatlerini, ilkinin uluslararası emperyalist ortaklığın bir parçası olduğunu ve ikincisini kredilerle beslemekle kalmayıp doğrudan doğruya militarizasyon yolunda teşvik ettiğini, ve neticede bunların her ikisinin de menfaatlerinin ekonominin, dolayısıyla siyasetin de militarizasyonunda yattığını görmüyor.

“Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olması, ikincisinden sakınmak için ilkinden vazgeçme sonucunu doğurmaz. Normal şartlarda sosyal-demokratlar kapitalizmin uzun vadeli menfaatlerini burjuvazinin diğer siyasi temsilcilerinden daha iyi kollarlar, ama tam da bu yüzden onların siyaseti sık sık kapitalist sistemle çatışır, zira sistem (kısmen abartarak söylüyorum) insani akılla değil hayvani refleksle işler. Alman sanayi burjuvazisinin ve sanayinin kendisinin militarizasyonu, Almanya kapitalizminin uzun vadeli menfaatleri için uygunsuz olabilir, ama öyle diye burjuvazi bundan vazgeçmez, gelecekte riskle karşılaşabileceği endişesiyle bugünkü kârından vazgeçmez.

Doğru, risk vardır; ama 1936’da da risk vardı. Normal şartlarda burjuva siyaseti, sadece sosyal-demokratlar değil muhafazakârlar da, geleceğe yönelik bu risk potansiyelini azaltabilirler; ama anormal şartlarda kapitalizmin en saldırgan kesimlerinin doğrudan temsilcileri olan Yeşiller ve faşistler gibi partiler burjuva siyasetinin geri kalanını da domine ederler.

5) Almanya’da sermayenin en saldırgan, en şoven, en gerici, en militarist kesiminin siyasi temsilcisi Yeşillerdir.

Bu iddianın ne anlama geldiği yeterince açık: Avrupa’da faşist diktatörlükler ancak Yeşiller vb. neoliberal akımlar üzerinde yükselebilir.

Faşizm üzerine teorik tartışmaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Bütün bu analizlerin güçlü olduğu yanlar da var, zayıf olduğu yanlar da. Faşizmi cinsellikle, kadın-erkek eşitsizliğiyle, kimi düpedüz uçuk kaçık ideolojik akımlarla, ütopya diye sunulan dizütopik dünya tasarımlarıyla, dinle veya dindışılıkla ilişkilendiren analizler de var. Bunların her biri, genel olarak faşizmin veya özgül bir faşist hareket yahut diktatörlüğün muhtelif, tekil yanlarını ilgilendiriyor. Ama bütün siyasi hareketler ve rejimler gibi faşizm de bu özgüllükleriyle değil ancak genel, ortak, sınıfsal nitelikleriyle doğru biçimde kavranabilir.

20’nci yüzyılın yirmili yıllarında küçük burjuva sağcılıkları faşizm adının çeşitli varyasyonlarıyla yükselmeye başlamışlardı, ama bu kavramın bugün bildiğimiz, en azından marksistlerin büyük bölümünün mutabık kaldığı anlamıyla henüz faşist değillerdi. Bu mutabakat, faşist diktatörlüklerin ve faşist hareketlerin sınıf ilişkilerinin analizine dayanır ve en genelde, bunların milli bir krizin ardından, bu krizin diğer veçhelerinin yanı sıra ideolojik veçhesinin de sonucu olarak küçük burjuva sağcılığının yükselişiyle, ama en önemlisi, bu hareketlerin büyük burjuvazinin menfaatleriyle bütünüyle örtüşmesiyle açıklanır. Ve tam da bu nedenle faşist hareketler ve diktatörlükler, (Poulantzas’ın deyişiyle) “dönüşsüzlük noktasından” “stabilizasyon döneminin” sonuna kadar gerçek anlamda faşisttirler. (Ve Dimitrov’un deyişiyle): “Faşizm, mali sermayenin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür. Faşizm sınıflarüstü bir iktidar ve küçük burjuvazinin yahut lümpen proletaryanın mali sermaye üzerindeki iktidarı değildir. Faşizm bizatihi mali sermayenin iktidarıdır.”

Demagoji en çok faşist diktatörlüklerin uzmanlık alanıdır. Avrupa’nın birbirleriyle yarışan savaş kışkırtıcısı partilerinin, ama en çok da Yeşillerin sözlüğünde bütün kelimelerin yeni bir anlam kazanması boşuna değildir: barış, savaştır; refah, savaş sanayisidir; çevre, düşmandır; tarım, açlıktır; hürriyet, köleliktir; bağımsızlık, uşaklıktır.

 

GÖRÜŞ

Batka’nın Belarus’u

Yayınlanma

Yazar

2020’deki neoliberal karşıdevrim girişimi sırasında Belarus üzerine iki hafta arayla, olayları etraflıca incelemeye çalışan iki yazı yazdım. Bunların ilkinde (Belarus’taki gelişmeler üzerine) lümpen proletaryanın neoliberal hareketin milis kuvveti haline geldiğini vurguladım ve işçi hareketinin önderliksiz olmasına rağmen örgütlü olduğunu ve karşıdevrim girişimine karşı çıktığını belirttim. Aynı yazıda 17 Ağustos’ta, yani karşıdevrim girişiminin en kızgın olduğu bir anda Lukaşenko ile Putin arasındaki telefon görüşmesine de değindim. Görüşme Lukaşenko’nun talebiyle yapılmıştı: “… iki lider, eğer zaruret doğarsa Belarus’a yardım konusunda mutabakata vardılar. Açıkça belirtmemekle birlikte bunun askeri yardımı da kapsadığı anlaşılıyor. Lukaşenko… ‘Belarus hükümetinin ilk talebiyle birlikte Belarus Cumhuriyeti’nin güvenliğini temin etmek üzere çok yönlü yardımda bulunacağı’ hususunda Rusya hükümeti ile anlaştıklarını bildirdi.” Başka deyişle Rusya yönetimi Belarus’a, tıpkı bir buçuk yıl sonra Kazakistan’da yapacağı gibi, karşıdevrim girişimini bastırmak için her türlü yardımda bulunacağı teminatında bulunmuştu ve tam da bu, Lukaşenko’nun 1994’ten beri 26 yıldır süren iktidarını bu anda halkın da desteğiyle korumasına yardımcı olmuştu. Kuşkusuz, emekçi halkın desteği sayesinde — ancak bu destek olayların başından itibaren ortaya çıkmış değildi, dahası olayların başında halk henüz tarafsızlığını koruyordu, zira (o yazıda çevirisine yer verdiğim) Belarus işçi kolektifinin açıklamasında ifade edildiği gibi: “Seçimlerdeki hilelerden, güvenlik kuvvetlerinin şiddetinden öfkeye kapıldınız. Kötü çalışma şartları ve düşük ücretlerden, yalanlardan ve adaletsizlikten, kanunsuzluktan ve haksızlıktan yorgun düştünüz.” Açıklamada birçok insanın muhalefete sırf Lukaşenko’dan bıktığı için oy verdiği, ancak karşı tarafın da “emekçi halk için çöküş ve sefalet getirecek olan radikal piyasa reformlarının temsilcisi” olduğu vurgulanıyordu. Halk ancak neoliberal karşıdevrim tehlikesiyle yüzyüze kaldığında Lukaşenko’yu kerhen desteklemişti.

Karşıdevrim girişiminin gücünü kaybettiği sırada yazdığım ikinci yazımda (Belarus ve renkli “devrim”e dair) Belarus işçi hareketinin “dağınıklık ve örgütsüzlüğüne rağmen etkili bir muhalefet yürüttüğünü” vurguladım. Burada bir kez daha karşıdevrim girişiminin bastırılmasında Rusya’nın rolü üzerinde durdum ve Putin’in 27 Ağustos açıklamasına yer verdim. Rusya devlet başkanı bu açıklamada Lukaşenko’nun kendisinden Rusya silahlı kuvvetlerinden bir ihtiyat kuvveti oluşturulmasını ve bu kuvvetin Belarus’ta olayların kontrolden çıkması halinde kullanılmasını istediğini söylüyordu. Aynı yerde, 29 Ağustos’ta yapılan Belarus Yurtsever Güçlerinin 2020 Seçimlerinden Sonra Ülkedeki Durumla İlgili Konferansı sonuç bildirgesini de özellikle inceledim. Ülkenin bütün sol güçlerini bir araya toplayan Konferans, demokratik bir anayasa, emekçilerden yana bir iktisat siyaseti ve Rusya ile birlik (“Birlik Devleti”) için halkoylamasını savunuyordu. Bu sonuncusu özellikle dikkat çekicidir, zira Lukaşenko, Birlik devleti anlaşmalarına rağmen ısrarla ağırdan alıyordu.

* * *

Batka, halk dilinde babalık anlamına gelen bir kelime. Papazlara da öyle derler. Sıfatı olduğu kişinin aile büyüğü gibi itibar sahibi olduğunu gösterir. Lukaşenko’nun lakabı aynı zamanda.

Batka’nın siyaseti çok uzun bir süre içeride sosyal devlet dışarıda Rusya ve batı arasında Rusya’dan yana bir denge siyasetiydi. Bu siyaset esas itibariyle 1996’da Lukaşenko’nun batı yanlısı Yüksek Sovyet’e karşı iktidar mücadelesi sırasında şekillenmişti. Ancak 2020’de karşıdevrime doğru kimi dalgalanmalarla birlikte dışarıda batıcılık ve içeride kapitalist “reformlar” ağır basmaya başlamıştı. Halkın “kötü çalışma şartları ve düşük ücretlerden, yalanlardan ve adaletsizlikten, kanunsuzluktan ve haksızlıktan yorgun düşmesinin” nedeni buydu.

Karşıdevrim girişimi bunu bir süreliğine tersine çevirdi. Ne var ki en azından bu yılın ortalarından beri içeride başkanlık seçimleri yaklaşırken yeni ittifak arayışları, dışarıda “çokvektörlülük” arayışı, ve en az bunlar kadar önemlisi, ihracata dayalı Belarus ekonomisinin yaptırımlar yüzünden alarm sinyali vermesi, bana öyle geliyor ki, Batka’nın siyasetinde yeni bir dalgalanma yaratıyor.

Belarus’ta 26 Ocak’ta başkanlık seçimleri yapılacak. Lukaşenko elbette yedinci dönem adaylığını koyacak. Birkaç gün önce Belarus Yüksek Seçim Komisyonu, Batka’dan başka altı adayın daha seçimlerde yarışacağını açıkladı. Bir şansları olduğundan değil. Birincisi, Batka yeterince güçlü bir liderdir ve Belarus’ta hiç kimsenin Lukaşenko karşısında elle tutulur bir şansı olamaz; ama ikincisi, seçimler meşruiyet vasıtasıdır ve bu adaylar fiilen ancak Lukaşenko’nun yeni bir seçim zaferinin meşruiyetine hizmet edecek.

Her ülkenin siyasi kültürü farklı, Belarus da fazlasıyla nevi şahsına münhasır. Yani sorun seçimlerin bu şekilde cereyan edecek olması değil. Sorun şu: Lukaşenko “milleti birleştirmek” (veya, bu siyasi kavramın yerli karşılığını kullanırsak, “milli mutabakat”) sağlama adına bütün siyasi kesimleri kapsayacak yeni bir ortam hazırlamaya çalışıyor.

Siyasette kavramlar nesnel durumu değil siyasi tercihleri yansıtır. Milli mutabakat da öyle. Eğer 2020’de karşıdevrim girişiminin halk tarafından bastırılmasının halkın birliğini sağladığını söylerseniz bunun anlamı emekçilerin yönetime katılmasını, örgütlenmesini, taleplerinin karşılık görmesini, kamu sektörünün güçlenmesini hedefliyorsunuz demektir. Yok eğer 2020 karşıdevrim girişiminin milli birliği parçaladığını söylüyorsanız bu tamamen başka bir anlam taşır.

“Milli mutabakat” daima ve her yerde milli birliğin parçalanmış olduğu kabulüne dayanır; bunun gerçek anlamı ise daima ve her yerde siyasi mekanizmalar üzerindeki nüfuzu zayıflayan burjuvaziyi tekrar tayin edici güç haline getirmektir. Yani milli mutabakat daima ve her yerde emekçi halk kitlelerinin birliğini değil burjuvazinin sarsılan hegemonyasını pekiştirmeyi ve emekçi halkı bu projeye yedeklemeyi hedefler. Belarus’ta da, öyle görünüyor ki, durum bu; siyasi stratejisi ABD ve AB tarafından hazırlanan, taktik yönetimi ise Polonya tarafından yapılan 2020 karşıdevrim girişimiyle milli birliğin bozulmuş olduğu varsayılıyor. Bunun da iki sonucu var: birincisi, Belarus siyasi jargonunda batı yanlısı muhalifler için kullanılan milliyetçi “zmar”lara alan açılması, ikincisi de “çokvektörlülük” adına bütün sandalyelerde birden oturma siyasetinin güç kazanması.

2020, Lukaşenko’nun “çokyönlülüğünün” hemen ardından patlak vermişti. Bunun anlamı Rusya ile ilişkilerin batı lehine rölantiye alınmasıydı. Oysa Belarus’un bağımsız (ve başarılı) kalkınma siyasetinin teminatı Rusya ile iyi ilişkilerdi. Karşıdevrim bastırıldıktan sonra toplanan Belarus Yurtsever Güçlerinin Konferansı da bunun altını çiziyordu.

Ama Lukaşenko yönetimi şimdi bir kez daha ağır ağır aynı noktaya dönüyor.

Son bir yıldır dikkat çekici bir dizi gelişme var.

İçeride: 2020 karşıdevriminin başlıca manivelası olan Polonya merkezli Nexta adlı telegram kanalının elebaşısı, BÇB milliyetçisi (karşıdevrimin bayrağı beyaz-kırmızı-beyaz olduğu için bu kelimelerin Belarusçasının baş harfleriyle öyle denir) Roman Protaseviç “pişmanlık getirdiği” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Protaseviç yeni rolüne pek hevesle uyum sağlamış olmalıydı ki BAE’ye gitmesine ve orada, Rusya’daki liberal muhalefetin tanınmış isimlerinden Kseniya Sobçak’la röportaj yapmasına da izin verildi. Bu yılın başından beri “birlik devleti” ve Rusya yanlılarına karşı bir dizi tutuklama ve yasaklama, bu eski hükümlü yeni gözdenin Belarus liberal muhalefetiyle “milli mutabakat” inşa çalışmasında rol aldığına işaret ediyor.

Rusya ile ilişkilerde: Lukaşenko Kiev kuvvetlerinin Kursk oblastine saldırısından kısa bir süre önce Ukrayna sınırındaki kıtalara çekilme emri verdi. Bu emir Belarus sınırında Kiev’in elinin rahatlamasına yardımcı oldu. Lukaşenko ancak ekim ortasında, Kiev rejiminin Belarus sınırına sevkiyatlarını gerekçe göstererek sınıra birlik sevk edileceğini açıkladı. Ağustos ortasında Ukrayna’da artık “nazi filan olmadığını” söyledi: “Orada artık bu nazilerden yok. Ukrayna denazifike oldu. Orada kalan birkaç kuduz nazi var ama onlar da artık moda değil.” Eğer öyleyse Rusya’nın Ukrayna harekatının deklare edilmiş üç temel talebinden biri olan denazifikasyon tamamlanmış demektir. Bu da Kremlin’e “artık bitirin” demenin başka bir yoludur. Üçüncüsü, Lukaşenko eylül ortasında Donetsk Halk Cumhuriyeti başkanı Puşilin ile görüşmesinde muhatabına “Ukrayna’yla da Donetsk cumhuriyetiyle aynı ilkeler üzerinde işbirliğine hazır olduğunu” söyleyiverdi.

Rusya ile ilişkiler meselesi ve birlik devleti projesi neoliberal muhalefetle halk güçleri arasındaki çatışmanın en belirgin şekilde ortaya çıktığı alan. Bunun başlıca nedeni, neoliberal muhalefetin programının Rusya ile bütün ilişkileri koparmaya dayanıyor olması. Bu muhalefetin karşıdevrim girişiminin arifesinde yayınladığı “Belarus İçin Reanimasyon Reform Paketi” başlıklı belge fiyat liberalizasyonu ve özelleştirmelerden başka Rusya’yla tam bir kopuşu da vazediyordu. Bunlar bütün eski Sovyet ülkelerinde neoliberal karşıdevrim girişimlerinin hiç şaşmaz iki halkasıdır. Belarus solu ise tam bu nedenle Rusya ile ilişkilerin güçlendirilmesinden ve birlik devletinden yanadır. Yukarıda değindiğim Konferansın sonuç bildirgesinden başka Belarus Komünist Partisi XIV’üncü kongre MK raporunda da vurgulanmıştı bu ve hiç de KP’nin “Kremlin’e angaje” olduğu anlamına gelmiyordu.

Belaruslu gazeteci Nadejda Sablina, Harici’de geçen hafta yayınlanan ve Belarus Halk Meclisi’ni incelediği yazısında ülkesi için “istikrarlı bir kalkınma ve öngörülebilir bir gelecek döneminin sona erdiğini”, ülkesinin emperyalizmin saldırganlığı yahut ABD ve NATO’nun Rusya’ya karşı savaşının içine çekilmesi tehdidiyle karşı karşıya olduğunu, ihracata dayalı ekonominin de yaptırımlardan olumsuz etkilendiğini vurgulamıştı. Sablina’ya göre bütün bunlar iktidarın merkezde toplanma eğilimini güçlendiriyor.

Bu şartlarda siyasi önderliğin tutumu daha tayin edici hale gelir. Batka’nın 2020 karşıdevriminin arifesinde olduğu gibi hem içeride hem dışarıda bütün sandalyelerde birden oturma siyaseti 2020’dekinden farklı bir sonuç üretir mi, bilmiyorum.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik drama zirvede

Yayınlanma

Hindistan-Kanada draması son perdede Haziran 2023’te Khalistan yanlısı figür Hardeep Singh Nijjar’ın Kanada’da öldürüldüğü dönemde başlıyor. Khalistan hareketi Hindistan’da ayrı bir Sih vatanının kurulmasını talep ediyor. Hindistan’da kanlı ve şiddetli bir geçmişi var. Şu anda Khalistan’ın birçok destekçisi Kanada’da yaşıyor. Hindistan Kanada’dan Khalistan hareketine karşı sert önlemler almasını istiyor, ancak Kanada bunu yapmıyor ve bu da büyük bir gerginlik noktası. Geçtiğimiz yıl bu gerginlikler patlak verdi. Eylül 2023’te Kanada Başbakanı Justin Trudeau şok edici bir kamuoyu açıklaması yaptı. Sih topluluğu lideri Hardeep Nijjar’ın ölümünde Hindistan hükümet ajanlarının parmağı olduğunu iddia etti. Hindistan Khalistanlı gruplara karşı çıkıyor ve onlarla savaşıyor VE Kanada gibi ülkelerin bunlarla etkili bir şekilde başa çıkmadığına inanıyor ANCAK Hindistan’ı alenen bir suikast ile suçlamak çok ileri bir adımdı.

Hindistan Trudeau’nun “saçma” olarak nitelediği iddialarını öfkeyle reddetti. Bu durum Hindistan ve Kanada arasında büyük bir diplomatik dramaya yol açtı. Her iki ülke de birbirlerinin diplomatlarını sınır dışı etti ve genel olarak son bir yıldır iki ülkenin birbirlerine karşı öfkesi zirve yapıyor. Ve 14 Ekim’de işler iyice çığırından çıktı. Kanada Hindistan’a, Kanada’da Khalistanlılara yönelik saldırılar ile ilgili davalarda birkaç Hint diplomatın soruşturulduğunu bildirdi. Kanada’nın söyledikleri: Hint diplomatlar ve istihbarat yetkilileri yurtdışındaki Khalistanlıları öldürmek için gangster Lawrence Bishnoi ile birlikte çalışıyor. Dahası Kanada, Hindistan İçişleri Bakanı Amit Shah gibi üst düzey politikacıların Khalistanlılara yönelik şiddete izin verdiğini söylüyor. Ve bu kanıtı Hindistan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Ajit Doval’a sunduğunu iddia ediyor. Hindistan, Kanada’nın hala gerçek bir kanıt sunmadığına inanıyor. 14 Ekim’de Yüksek Komiseri Sanjay Verma (Kanada’daki en yüksek Hint diplomatı) olmak üzere Kanada’dan birkaç diplomatı geri çekti. Hindistan’ın bu hamlesi Kanada’nın Hint diplomatların Hardeep Nijjar suikastı davasına ilişkin bağlantıları nedeni ile soruşturulduğunu belirtmesinin ardından geldi. Kanada hükümetini Hint diplomatları koruyamamakla suçladı. Hindistan ayrıca Kanada’yı açıkça ayrılıkçı Khalistan hareketlerini desteklemekle suçladı. Ayrıca Hindistan’ın küresel itibarını karalama girişimleri nedeni ile Başbakan Justin Trudeau’yu doğrudan eleştirdi. Dahası üst düzey Kanadalı diplomatları da Hindistan’dan sınırdışı etmesi ile İlişki artık fiilen öldü…

Anlatılar savaşı böyle tırmanmaya devam ettikçe söz konusu olan bu drama Hindistan ve Kanada arasındaki ticaretten göçe kadar her şeyin ciddi şekilde etkilenebileceği anlamına geliyor. Kanada için yaptırımlar gibi ilave önlemler de masada. Hindistan da çıkarlarını korumak için gerekeni yapacağını söyledi. İki ülke arasında durum gerçekten kritik bir noktada. Kanada şu anda çoktan diplomatik atağa geçmiş durumda. Başbakan Trudeau, konu ile ilgili İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile görüştü. Dışişleri Bakanı üst düzey Amerikalı ve Batılı yetkililer ile temas halinde. Kuşkusuz Hindistan da kendi anlatısının geçerliliğini sağlamak için çalışacaktır AMA Ayrıca, Kanada artık Hindistan’ı bir “siber tehdit düşmanı” olarak görüyor Kİ bu da muhtemelen diplomatik baskıyı artırma girişimi: Ekim sonlarında Kanada hükümetinin yayımladığı Ulusal Siber Tehdit Değerlendirme raporu Hindistan’dan gelen siber tehditlere dikkati çekmiş; Hindistan’ı Rusya, Çin ve İran ile birlikte düşman olarak listelemişti…

Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik gerginlik ciddileşti ancak bu durum birdenbire kötüleşmedi. Krizin 10 yıllık bir arka planı var. 2015’ten başlayalım. Trudeau’nun Kanada Başbakanı olduğu dönem bu. 2015 yılında Başbakan Modi’nin başarılı ziyaretinin ardından göreve geldi. Geçtiğimiz on yıl boyunca Kanada Başbakanı Stephen Harper, Hindistan ile daha güçlü bir ilişki kurulması yönünde çaba sarf etmişti. 2010 yılında Harper, Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin başlatılmasına yardımcı oldu. Ayrıca 2015 yılında Hindistan ile Kanada’nın uranyum satmayı kabul ettiği bir nükleer anlaşma imzaladı. Harper ayrıca 2011’i Kanada’da “Hindistan Yılı” ilan etti. Dolayısıyla Trudeau’nun güçlü bir ikili ilişki devraldığını söylemek yerinde olur.

Seçim kampanyası sırasında Trudeau’nun Liberal Partisi Hindistan ile daha yakın ticari ilişkiler kurulması çağrısında bulunuyor ancak onun Hindistan politikası hakkında fazla bir şey bilinmiyordu Kİ Trudeau’nun Harper’ın oluşturduğu ivmeyi değerlendiremediği yönünde bir algı oluştu. 2016 yılında Kanada Yüksek Komiseri Nadir Patel, ilişkinin “otomatik pilota” alınıp alınmadığı konusunda sorulara maruz kalıyordu. Otopilot ilişkide görünürde bir ilişki var ancak bağlantı eksikliği yaşayan daha az öncelikli bir ilişki bu. Bunun nedeni yorumcuların Trudeau’nun başbakan olarak ilk yılında Hindistan’ı ihmal ettiğini düşünmesiydi. Hint medyasına göre serbest ticaret anlaşmasına ilişkin müzakereler de yavaşlamıştı.

Trudeau’nun 2018’deki Hindistan ziyareti, 2017’deki ziyareti sırasında Çin ile ticaret anlaşması yapma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından geldi. Daha önce de belirtildiği gibi yorumcular arasındaki spekülasyonların bir kısmı Trudeau’nun Çin’e odaklandığı, Hindistan’ın ise nispeten düşük bir önceliğe sahip olduğu yönündeydi. 2018 yılında Trudeau ilişkiyi ileriye taşımak amacı ile Hindistan’a gitti ancak bu en hafif deyiş ile tartışmalı bir ziyaretti Kİ 1986’da bir Hindistan Kabine bakanını öldürmeye çalışmaktan suçlu bulunan Jaspal Atwal, Kanada Yüksek Komiserliği’nden bir akşam yemeği daveti almıştı. Atwal, Khalistan yanlısı hareketin bir parçasıydı. Davet hemen iptal edildi ancak Hindistan’da çoktan büyük bir kamuoyu öfkesine yol açmıştı. Hindistan ve Kanada yeni yatırımlar ve terörle mücadele konusunda ortak bir işbirliği çerçevesi açıklarken bu olay ziyareti gölgede bıraktı. Kanada, terörle ilgili ortak çerçevede ilk kez Babbar Khalsa International gibi Khalistan yanlısı terör gruplarından söz etti. Bu, Kanada’nın “Khalistan terörüne karşı yumuşak imajını” değiştirmeye çalıştığı umudunu doğurdu. Bu olmayacaktı…

Hint medyası 2018’de Kanada’nın Khalistan aşırıcılığını kamu güvenliğine yönelik bir tehdit olarak tanımlayan bir rapor yayımladığını bildirdi. ANCAK siyasi olarak aktif olan ve Liberal Parti’nin büyük destekçileri olan bu gruplardan baskı geldi Kİ Trudeau hükümeti bu baskıya boyun eğdi. Raporun bir sonraki versiyonunda Khalistan/Sih aşırıcılığına ilişkin tüm ifadeler kaldırıldı. Hint yetkililer bu geri adımdan dolayı büyük hayal kırıklığına uğradı. 2020’de devam eden çiftçi yasası protestoları hakkında Trudeau’nun yaptığı yorumlar ile işler daha da kötüleşti. Hindistan bu müdahaleye karşı çıktı.

Trudeau’nun partisi 2021’de parlamentodaki çoğunluğunu kaybetti. Yeni Demokrat Parti lideri Jagmeet Singh ile koalisyon kurdu. Singh, Khalistan yanlısı bir mitingde konuştu ve 1984 isyanlarını “soykırım” olarak nitelendirdi. Kİ kendisi Hindistan’a kuşku ile yaklaşan önemli bir isim olarak tanınıyor. Savunma ve ticaret alanındaki ilişkiler büyümeye devam ederken siyasi gerginlikler de derinleşiyordu. 2023’te aşırılık yanlısı Amritpal Singh’e yönelik insan avı, yetkililerin interneti kapatmasına yol açtı. Jagmeet Singh, gerginliği artıran “acımasız” önlemleri kınadı. Baskılar, Kanada’daki Hindistan Yüksek Komiserliği’ne karşı protestolara ve iddia edilen sis bombalarının kullanılmasına yol açtı. Khalistan yanlısı gruplar da saldırıyı yücelten propaganda yayınladılar. Ayrıca Hardeep Singh Nijjar’ın ölümü ile ilgili olarak belirli Hint diplomatlara saldıran belirli propaganda da yayınladılar. Diplomatlarına yönelik bu saldırılar Delhi’yi kızdırdı. Kanadalı yetkililerin harekete geçmemesine öfkelenen Hindistan Dışişleri Bakanı S Jaishankar, Kanada’yı “oy bankası siyaseti” uygulamakla suçladı. Ancak Kanada hükümeti Nijjar’ın ölümü ile ilgili iddiaların doğru olduğunu düşünüyordu.

Eylül 2023’te Kanada Başbakanı Justin Trudeau kamuoyu önünde Hint hükümet yetkililerini Nijjar’ı öldürme planına dahil olmakla açıkça suçladı. Ancak Hindistan’a iddialarına ilişkin belirli bir kanıt sunmadı. Bu durum gerginliğe ve birkaç Kanadalı diplomatın Hindistan’dan çekilmesine yol açtı. Ticaretten göçe kadar Hindistan-Kanada ilişkisinin neredeyse tamamı durma noktasına geldi. Hindistan, Kanada’yı Khalistan yanlısı gruplara göz yummakla suçladı. Kanada, Hindistan’ın bu dava ile ilgili harekete geçmesini talep etti. Yani şu sıralar yaşananlar zaten istikrarsız olan ilişkiyi altüst etti.

Kanada’nın Hindistan’ın ayrılıkçılık ve terörizm konusundaki kırmızı çizgilerine karşı kasıtlı körlüğü, doğal bir partner pahasına diaspora siyasetine öncelik verdiğini ortaya koyuyor Kİ Sih diasporası ve Sih ayrılıkçı hareketi yani Khalistan hareketi Kanada’da ve Kanada siyasetinde ciddi ölçüde etkin ve etkili. Ve 2025 yılı sonlarında da Kanada seçimleri var. Bu demek oluyor ki bu drama bir süre daha zirvelerde gezinecektir. Ancak Hindistan artık jeopolitikada “nominal bir oyuncu” değil. Gerekirse Kanada ile ilişkisinin dağılmasına dahi izin verecektir…

Bir de madalyonun başka yüzü var:

Hindistan’ın Kanada takıntısı “odadaki büyük fili” görmezden geliyor. İlk iddianame Amerika’da bildirildi. Büyük olasılıkla Kanada’yı uyaran Amerika’ydı. Beş Göz ülkelerinin hepsi Kanada’ya desteklerini ifade ettiler. Kanada’daki çekişme daha kamuoyuna açık, ancak Amerika’daki suçlamalar daha ciddi. Hindistan’ın sertliğini gösterebileceğini iddia eden herkes için şu rahatsız edici soru var: Kanada’ya karşı sert konuşmalar acaba konu gerçek büyük güçler ile başa çıkmaya geldiğinde yüksek perdeden ses yükseltme dozunun azaltıldığı gerçeğinden yalnızca bir dikkat dağıtma mı?..

Amerika da bir Hint istihbarat yetkilisinin geçen yıl Amerika-Kanada çifte vatandaşı Sih ayrılıkçı Gurpatwant Singh Pannun’a yönelik (başarısız) suikast planlarını yönettiğini iddia etmiş, kısa süre önce açıklanan iddianamede Amerika Hindistan’ın dış istihbarat servisi Araştırma ve Analiz Kanadı (R&AW) eski çalışanı Vikash Yadav’ı New York’ta Sih ayrılıkçıya karşı düzenlenen komployu yönetmek suçundan hukuki işlem başlatmıştı. Ve Amerika’daki iddianame Kanada ve Hindistan arasındaki gerginliğin tekrar tırmandığı bir döneme denk geliyordu…

Amerika’daki durum nasıl gelişmişti?

Trudeau’nun Kanada Parlamentosu’nda Hindistan’a yönelik iddialarından yalnızca iki ay sonra Amerikalı yetkililer Nikhil Gupta isimli bir Hint vatandaşına Amerika topraklarında bir Amerikan vatandaşını öldürmesi için bir katil tutmaya çalıştığı iddiası ile dava açmıştı. Başkan Biden’dan kamuoyuna açık bir yorum duyulmadı ancak Amerika Federal Mahkemesi’nde açılan iddianame oldukça suçlayıcıydı. Hindistan —Kanada’nın benzer suçlamalarına verdiği yanıta tezat oluşturacak bir biçimde— Amerika’nın kaygılarını “saçma” olarak görmedi ve anlamlı bir eylemde bulunma sözü verdi. Ve Amerika’nın Hindistan ile paylaştığı bilgileri araştırmak için üst düzey bir soruşturma başlattığını duyurdu. Dolayısıyla Amerika tarafında —Kanada’dakinin aksine— dava herhangi bir diplomatik drama olmadan ilerledi. Son olarak Amerika yetkilileri FBI tarafından engellenen kiralık katil komplosundaki rolü nedeni ile eski bir Hint istihbarat görevlisi Vikash Yadav’a karşı suçlamalarda bulunurken Amerika sözcüleri her fırsatta hem Hindistan’ın Kanada soruşturmasında işbirliği yapması gerektiğinde hem de Amerika’nın anlamlı bir hesap verebilirlik görmek istediğinde ısrar ediyorlar. Dahası, hedef olan Gurpatwant Pannu Hindistan hükümetine karşı bir hukuk davası açtı ve Ajit Doval’ı onu öldürme planının arkasındaki kişilerden biri olarak suçlarken Modi hükümetinin soruşturma için kurduğu üst düzey ekip yakın zamanda Amerika’yı ziyaret ediyor ve Hindistan Parlamentosu veya Hindistan halkı ile paylaşmadığı soruşturma bulgularını paylaşıyordu ANCAK Amerika’dan “Amerika Birleşik Devletleri bu soruşturmadan anlamlı bir hesap verebilirlik çıkana kadar kesinlikle tatmin olmayacak” yanıtını aldı.

Aynı konu hakkında Kanada ve Amerika’dan gelen iki ayrı suçlama ve bunlara Hindistan’dan giden iki farklı yanıt: Birine “kavgacı” bir duruş benimserken diğerine çok daha sakin ve işbirlikçi…

Peki Neden?

Birincisi Hindistan sistemde yani dünya politikasında kendinin Kanada’dan çok daha güçlü ve etkili olduğuna inanıyor.

İkincisi Hindistan Kanada’ya kıyasla Amerika’yı çok daha güçlü bir devlet ve çok daha fazla ihtiyaç duyulan bir ortak olarak görüyor.

Üçüncüsü Batılı ülkelerin Kanada için Hindistan ile büyüyen ilişkilerini baltalamayacağını varsayıyor.

Dördüncüsü Kanada’nın Hindistan’a çok fazla ekonomik zarar veremeyeceğini düşünüyor.

Ayrıca Amerika’nın Nikhil Gupta’ya yönelik  kolayca reddedilemeyecek yasal süreçleri başlatarak Hindistan’ı köşeye sıkıştırması da Hindistan’dan gelen tepkilerdeki farklılıkta önemli bir faktör. Kİ buna karşı diğer tarafta ise kamuya açık alanda hiçbir kanıt sunulmayan basit suçlamalara eşdeğer Kanada’nın çabaları var.

ANCAK Amerika tarafındaki gelişmeler ile paralel olarak dikkate alınırsa, Hindistan’ın Kanada’ya yönelik inkarları inandırıcılığından ödün veriyor. Dolayısıyla Hindistan’ın Kanada’ya karşı “kavgacı” duruşu onun Batılı politika seçkinleri arasındaki sempatikliğini zayıflatırken Amerika’ya karşı “işbirlikçi” duruşu ise onu ancak Küresel Güney’in gözünde zayıf göstermeye yarıyor…

***

Bu arada, Hardeep Singh Nijjar ayrılıkçı Sih örgütü Khalistan Kaplan Gücü’nün (KTF) —Hindistan’ın iddiasına göre— beyni-lideri iken Gurpatwant Singh Pannun bir diğer bağımsız Khalistan fikrini savunan Adalet için Sihler (SJF) isimli örgütün kurucusu ve lideri. Bunlar Hindistan’da yasaklı örgütler ve her iki isim de Hindistan hükümeti tarafından terörist olarak niteleniyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

İsveç’te halka ‘savaşa hazırlık’ broşürü dağıtıldı: Sivillere ne öğretiliyor?

Yayınlanma

Yazar

İsveç’te beş milyondan fazla aileye, ‘Krizin veya Savaşın Gelmesi Durumunda’ başlıklı bir broşür gönderilecek. 

Broşür, İsveç Sivil Acil Durum Ajansı (MSB) tarafından hazırlandı ve dağıtımına dün (18 Kasım) başlandı. 

Halkı savaş ya da kriz durumlarına hazırlamak amacıyla dağıtılan ve en başında “Bu broşür İsveç’teki tüm evlere gönderilmektedir” ifadelerinin yer aldığı bu broşür aslında yeni değil, içeriği güncellenmiş bir broşür.

İsveç, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana benzer broşürler dağıtıyor. En son 2018 yılında, 57 yıllık bir aranın ardından dağıtılmıştı. 

Dağıtımına dün başlanan son broşürün içeriğinin ise 3’te 1 oranında artırıldığı belirtiliyor. 

32 sayfalık broşürde savaş, doğal afetler veya siber saldırılar gibi olağanüstü durumlara nasıl hazırlık yapılacağına dair talimatlar yer alıyor.

Broşürün giriş sayfasında şu ifadeler yer alıyor:

“İsveç Halkına

Zor bir dönemde yaşıyoruz. Çevremizde savaşlar sürüyor. Terör, siber saldırılar ve yanıltıcı bilgiler bizi zarar vermek ve etkilemek için kullanılıyor.

Tehditlere karşı koymak için birlik olmamız ve ülkemizin sorumluluğunu üstlenmemiz gerekiyor. Saldırıya uğrarsak, İsveç’in bağımsızlığını ve demokrasisini savunmak için hep birlikte mücadele etmeliyiz.

Dayanıklılık, her gün ailemiz, iş arkadaşlarımız, dostlarımız ve komşularımızla birlikte inşa ettiğimiz bir güçtür.

Bu broşürde, kendinizi nasıl hazırlayabileceğinizi ve kriz ya da savaş durumunda ne yapmanız gerektiğini öğreneceksiniz.

Siz, İsveç’in hazırlık gücünün bir parçasısınız.”

Broşür, İsveç’in savaş hazırlıkları ve halkın yapması gerekenler 21 alt başlığa ayrılmış. Bu başlıklar savunma, hazırlık seviyesi, savunma yükümlülükleri, uyarı sistemleri, hava saldırıları, evde hazırlık, tahliye, sığınaklar, psikolojik savunma, dijital güvenlik, terör saldırısı, hava koşulları, bulaşıcı hastalıklar, ekstra desteğe ihtiyaç duyanlar, evcil hayvanı bulunanlar, çocuklar ve önemli telefon numaraları gibi maddelerden oluşuyor.

“Belirsiz bir dünya hazırlık gerektirir” ifadeleriyle başlayan yönergede, “İsveç’e yönelik askeri tehdit arttı ve en kötüsüne, silahlı saldırıya hazırlıklı olmalıyız” ifadelerine yer veriliyor. 

‘Kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve dini topluluklar’

Halka savaş durumunda ‘direnişin olmadığına dair haberlere inanmamaları’ salık verilirken, insanlardan ‘savunma kapsamında misyonları olan örgütlere’ katılmaları tavsiye ediliyor. Bu bağlamda, ‘kar amacı gütmeyen kuruluşlarla dini toplulukların da önemli katkılarda bulundukları’ vurgulanıyor.

İsveç’in savunma stratejisinin tarif edildiği bölümde ise, önceki bildirilerden farklı olarak ‘NATO üyesi ülke’ vurgusu yapılıyor ve “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” sloganına yer veriliyor. 

Herhangi bir saldırı durumunda, hangi sinyalin ne anlama geldiği detaylı bir şekilde aktarılan broşürde, hava saldırısı ve benzeri durumlarda halkın sığınak, barınak, tünel, metro istasyonu gibi yerlere sığınabileceği aktarılıyor. 

Broşürde ayrıca, halktan savaş durumunda kullanılmak üzere gerekli su ve erzağı biriktirmeleri söyleniyor ve insanların bunları idareli kullanabilmesine yönelik yönergeler yer alıyor. Aynı şekilde, insanların iletişim kurabilecekleri ve güncel haberleri alabilecekleri elektronik gereçlerin çalışması için detaylı bir tarif yapılıyor. 

Savaş durumunda yaşama dair detaylı bilgi aktarılan broşürde ‘tuvalet eğitimi’ bile var. “Sular kesildiğinde hijyeninize dikkat edin” ifadelerinin yer aldığı broşürde, “Sifonunu çekemesen bile tuvalete işeyebilirsin” ifadelerine yer veriliyor.

MSB ayrıca, halkın sığınabilecekleri barınakların mavi üçgenli turuncu bir kareye sahip bir işarete sahip olduğu bilgisini veriyor.

 

Psikolojik savunma

Broşürün dikkat çekici bir diğer başlığı ise, ‘Psikolojik Savunma’ bölümü. Bu bölümde MSB, ‘yabancı güçlerin’ sosyal medyada dezenformasyon yaptığını öne sürerek şu açıklamaya yer veriyor:

“Yabancı güçler ve İsveç dışındaki diğer aktörler bizi etkilemek için dezenformasyon, yanıltıcı ve propaganda kullanıyor. Etkileme girişimleri günlük olarak, çoğunlukla çevrimiçi ortamda ve sosyal medyada gerçekleşiyor. Amaç güvensizlik yaratıp kendimizi savunma irademizi kırmak.”

Aynı bölümde yer alan “Yalnızca güvenilir kaynaklardan geldiğini bildiğiniz bilgileri paylaşın ve yetkililerden teyit edilmiş bilgi isteyin” notu ise, hazırlıkların sıcak savaştan da önce, şimdiden başladığını gösterir nitelikte. 

Uzun şifreler ve ulusal güvenlik

‘Dijital güvenlik’ bölümündeyse, “Bilgilerinizi hem evde hem de işte güvenli bir şekilde ele alarak İsveç’in dayanıklılığının güçlendirilmesine katkıda bulunursunuz” notuyla, vatandaşlardan uzun şifreler oluşturmaları ve bilgilerini USB belleklerde yedeklemeleri isteniyor. 

Broşürde yer almayanlar

Söz konusu broşür sivillere yönelik olsa da, İsveç’in savaş hazırlıkları sığınak ve önemli numaralar listesinden çok daha fazlası. 

İsveç, NATO’ya resmen katıldığı Mart 2024’ten bu yana hem doğal olarak, hem de İsveç siyasetinin politik yönelimi gereği Atlantik güvenlik stratejisinin hızlı ve istekli bir paydaşı oldu. 

Son olarak, İsveç ve Birleşik Krallık arasında CV90 zırhlı araçlarının bilişim teknolojisi modernizasyonuna yönelik, bütçesi 24 milyon euro’ya varan bir anlaşma yapıldı. İsveçli MilDef şirketi, dayanıklı BT ekipmanlarının temini için BAE Systems ile bir sözleşme imzalayarak savaş koşullarında iletişim ve yönetim güvenilirliğini artırmayı hedefliyor.

Bir zamanlar ‘tamamen tarafsız politikalarıyla’ tanınan İskandinav ülkelerinin ‘barış yanlısı’ söylemleri, keskin bir şekilde saldırgan ve hatta savaşçı bir söylemle değiştiriliyor. 

Bu yıl içerisinde, İsveç Sivil Savunma Bakanı Carl-Oskar Bolin, 8 Ocak’ta Sälen’de düzenlenen yıllık güvenlik konferansında yaptığı konuşmada, ‘savaşın İsveç’e yarın gibi erken bir tarihte gelebileceğini’ söylemişti. İsveçlileri aktif bir şekilde hazırlanmaya ve her an saldırı beklemeye çağıran Bolin’e, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Mikael Büden de destek vererek, “Doğu Avrupa’da olup bitenlerin sadece bir başlangıç olduğunu” söylemişti. 

Devam eden enformasyon savaşı nedeniyle çok gündeme gelmese de, Washington, 2024 yılını Kuzey Avrupa’nın neredeyse tüm ülkeleriyle yeni ikili anlaşmalar imzalayarak, mevcut anlaşmaları yenileyerek, yerel askeri üsleri ve hava alanlarını kullanma ve buralara silah yerleştirme fırsatı elde ederek tamamlıyor. 

Örneğin, 5-14 Mart tarihleri arasında düzenlenen Nordic Response-24 tatbikatı başta ABD olmak üzere ittifak birliklerinin bölgede konuşlanmasını ve Norveç, İsveç ve Finlandiya’da ortak bir operasyonu içeriyordu. 

Bir NATO üyesi olarak İsveç de, savunma harcamalarını GSYİH’sinin yüzde 2’sine çıkarma hedefini çoktan önüne koydu. Ancak ülkenin askerileşmesi bununla sınırlı değil. 

İsveç, NATO’ya resmen katılımından birkaç ay önce, 5 Aralık 2023 tarihinde ABD ile önemli bir savunma işbirliği anlaşması imzaladı. 

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ve İsveç Savunma Bakanı Pal Jonson tarafından imzalanan anlaşma Amerikan kuvvetlerine İsveç’te belirli konuşlanma bölgelerine erişim ve ekipman konumlandırılması imkanı tanıyor. 

Ayrıca, ülkenin güneybatı kesiminde bulunan Göteborg deniz üssü ve İsveç’in tek hava savunma alayının konuşlandığı Halmstad kenti de kritik bir konumda. Burada, tatbikatların bir parçası olarak, Kuzey Denizi’nden Baltık Denizi’ne uzanan ve Danimarka takımadalarından geçen önemli ulaşım yollarının korunması tatbik edildi. Bu adımlar, Norveç’e artık sığmayan ABD askeri askeri stoklarının bir kısmının İsveç’e, bir kısmının da Finlandiya’ya aktarılması anlamına geliyor.

İsveç neden önemli?

İsveç’in kuzeyindeki Lulea’da büyük bir hava üssü bulunuyor. Vidsel yakınlarında İsveç Hava Kuvvetleri’ne ait 2.300 metre uzunluğunda bir piste sahip 5 bin kilometrekarelik bir askeri havacılık test alanı, Vidsel füze alanı ve savunma şirketi Enator Miltest’in füze alanı bulunuyor. Bu pist aynı zamanda nükleer silah taşıma kapasitesine sahip ABD F-35 savaş uçaklarını barındırabilecek kapasitede. 

Ayrıca, İsveç’in en kuzeyinde, yani Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Kiruna kasabasında da bir sivil ‘uzay limanı’ (Esrange Uzay Merkezi) var ve burası da ABD’nin yetki alanına devredilen nesneler listesinde yer alıyor. Ülkenin orta kesiminde bulunan Östersund şehri de dikkat çekici özelliklere sahip. Bu bölge, büyük olasılıkla, askeri teçhizatın, yakıt ve yağlayıcıların depolanması için kullanılacak.

İsveç’in dönüşümü ne anlama geliyor?

İsveç’in ‘savaşçı’ dönüşümü yalnızca İsveç’le ilgili değil. 

Yalnızca son bir yılda askeri alanda yaşanan bu gelişmeleri alt alta koyduğumuzda, karşımıza ABD’nin Doğu Avrupa ve İskandinavya bölgesini Rusya ile savaşa hazırladığı gerçeği ortaya çıkıyor. 

Böyle bir hazırlığın en önemli ayağı, kamuoyunun hazırlanması. Yalnızca iki ay önce, Litvanya da aynı İsveç gibi, vatandaşlarına savaş durumuna hazırlık broşürü dağıtmıştı.

İttifakların genişlediği, askeri harcamaların ve ikili anlaşmaların arttığı, bölgenin hızla sıcak savaşa sürüklendiği bu tabloda, Avrupa halklarına ise ellerine tutuşturulan broşürlerle nasıl saklanacağını öğrenmek düşüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English